“Nasıl ki en iyi perdahlanmış demir bile paslanmaya uzak değilse, en medeni imparatorluklar da her zaman barbarlığa aynı ölçüde yakın olacaktır; metaller gibi milletlerin de sadece dış yüzeyleri parlar.”
Antoine DE RIVAROL (1753-1801)
Model felsefesinin -De la philosophie modemeNasıl
ki gelecek olgunlaşır geçmişte,
Geçmiş de çürür geleceğin içinde-
Dökülür yapraklar, hazan şenliği.
ANNA AHMATOVA (1889-1966),
Kahramansız Şiir
Toplumların çürümesi ve çöküşü, tarih
boyunca farklı medeniyetlerin karşılaştığı evrensel bir olgudur. Bu süreç,
sosyal, ekonomik ve politik faktörlerin etkileşimiyle şekillenir. Ekonomik
eşitsizlikler, sosyal adaletsizlikler ve siyasi otoriterlik gibi unsurlar,
toplumsal dokuyu zayıflatır ve gruplar arasında güven krizine neden olur.
Ayrıca, kültürel değerlerin aşınması ve toplumsal dayanışmanın azalması,
toplumların birlikteliğini tehdit eder.
Modern dünyada bu çöküşü hızlandıran faktörler
arasında teknolojik değişimler, iklim değişikliği ve küreselleşme de yer
almaktadır. Bu durum, yalnızca bir ülkenin değil, global ölçekte toplumsal
yapının sarsılmasına yol açmaktadır. Sonuç olarak, toplumların çürümesi,
bireylerin yaşam kalitesini düşürmekle kalmaz, aynı zamanda insanlığın
geleceğini de tehlikeye atar. Dolayısıyla, bu süreçle başa çıkmak için
toplumsal dayanışma ve adaletin sağlanması büyük bir önem taşır.
Giriş
Biz İnsanların Dünya üzerinde ki
hikayemiz ne zaman, nerede başlıyor? Bunu tamamen zaman ve yer olarak, doğru bilebilmemiz
olanaklı değildir. “Tarihte varlığı
duyularla algılanamayan güçler yoktur. Değişim getiren her şey doğaldır. Bazı
şeyler insanların elinde değildir. İklim değişiklikleri, volkanlar, bulaşıcı
hastalıklar, akıntılar, rüzgarlar ve bitki ile hayvanların dağılı mı gibi
etkenler insanlığı şekillendirmişlerdir” [01].
Homo sapiensler, ilk insan benzeri varlıklar olan büyük insansı primatlar veya
İnsangiller (hominid) grubunun bir parçasıdır. Arkeolojik ve
antropolojik kanıtlara dayanarak, insansıların 2,5 ila 4 milyon yıl önce Doğu
ve Güney Afrika'da diğer primatlardan evrimsel olarak ayrıldığını
düşünülmektedir.
Eski Taş Çağı, Kaba Taş Çağı ya da
bilimsel adıyla Paleolitik dönem, insan elinden çıkan ilk ürünler olan taş
aletlerin yapıldığı çağdır. Bu dönem insanlığın yaşadığı en uzun ve en zahmetli
süreç olarak kabul görmektedir. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Arş. Gör. Fitnat Şimşek, ‘Paleolitik Dönemde İnsan Türleri’
yazısında: Yaklaşık “2 milyon yıl devam eden dönem kendi içinde alt, orta ve
üst Paleolitik dönem olarak ayrılmaktadır. Alt Paleolitik dönem Afrika’da
bulunan Olduvan ve Fransa’da bulunan Aşölyen alet teknolojisiyle
tanımlanmaktadır. Bu dönemde yaşayan insan türleri Homo Habilis, H.
Rudolfensis, H. Erectus, H. Ergaster, H. Antecessor ve H. Heidelbergensis’tir.
Becerikli İnsan anlamına gelen H. Habilis ’in, evrim basamağında,
Australopithecus Africanus’tan (yaklaşık 4.2 milyon yıl öncesinden
1.2 milyon yıl öncesine dek Afrika'da
yaşamış, insan benzeri iki ayaklı insansı cinsi.)
türediği genel olarak kabul edilmektedir.” [02]
Prof. Dr. Taciser Sivas’ın editörlüğünü
yaptığı, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2265 ile yayınlana ‘Uygarlık
Tarihi’ yayında ki ‘Dünyanın Oluşumu ve Tarih Öncesi Çağlar’ bölümünde:
“Homo Habilis Günümüzden 2,5 ilâ 1,5 milyon yıl öncesinde Güney ve Doğu
Afrika’da yaşamış olan Homo genusunun ilk üyesi yani ilk insan türüdür. Bununla
beraber Homo habilisler morfolojik özellikleri bakımından insandan çok
Australopithecuslara benzerler.
Pek çok bilim insanına göre, ilk alet
yapımı Homo habilisler taş aletler yapmışlar ve bu nedenle ilk insan
türü olarak kabul edilmektedirler. Homo habilis ‘becerikli insan’
anlamına gelmektedir. Alt Paleolitik
dönemde, günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl ilâ 200 bin yıl öncesini kapsayan
dönemdir. Bu dönemde Homo habilis (ve Homo rudolfensis), Homo erectus (ve Homo
ergaster) ve ilk insanlar yaşamışlardır.
2,5 milyon ilâ 1,8 milyon yıl
öncesine tarihlendirilen bir grup fosil, bazı araştırmacılar tarafından Homo
rudolfensis adıyla ayrı bir tür olarak tanımlanmakta. Homo erectus, günümüzden
1,9 milyon yıl öncesinden 100 bin yıl öncesine kadar Afrika, Asya ve Avrupa’da
yaşamış bir insan türüdür olarak tanımlanmaktadır. Homo erectus fosilleri,
Afrika kıtası dışında bulunan ilk insan kalıntılarını temsil eder.”
Homo cinsine dâhil olan tüm
türler (Homo sapiens hariç) ve ‘modern insan’ veya ‘günümüz insanı’ olarak
tanımlanan Homo sapiens. Bunun yanında insanın evrimine, bazen
insandan önceki bir zaman dilimi olan ve günümüzden 23 ila 5,3 milyon yıl
öncesini kapsayan Miyosen dönemindeki hayvandan insana geçiş aşaması da dâhil
edilmektedir. Arkeolojik ve Antropolojik araştırmaların yapılmasına rağmen
insan oluşumunu, tartışmaları devam etmektedir.
İlk Çağ insanların yaşamı avcılık ve
toplayıcılık düzenine göre oluştuğu, profesyonel avcılık olmadığı için insanlar
ya yaralı hayvanları avlıyorlar ya da yırtıcı hayvanlardan geride kalan
artıklarıyla beslenip leş yiyiciliği yapıyorlardı. Orta Paleolitik, Eski
Taş Devri'nin ikinci alt devridir. Çok geniş anlamda 300.000 ila 30.000 yıl
öncesine kadar uzanmaktadır. Modern insanların son Afrika kökenli teorisine
göre, anatomik olarak modern insanlar 125.000 yıl önce Orta
Paleolitik dönemde Afrika'dan göç etmeye başladı
ve Neandertaller ve Homo erectus gibi daha önce var
olan insan türlerinin yerini almaya başladı.
Prof. Dr. Işın Yalçınkaya’nın ‘Arkeoloji
ve Sanat Tarihi Eski Anadolu Uygarlıkları Paleolitik Çağ’ (Eski Taş Çağı /
Yontma Taş Çağı), 2009 yılında, Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye Kültür
Portalı Projesi adına ki yayınında: “Paleolitik Çağ, insanlık tarihinin ilk
basamağını oluşturmasının yanı sıra, bu tarihi sürecin %99’undan daha uzun bir
bölümünü kapsamaktadır. Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl önce, insanın Afrika
kıtasında ilk aleti üretmesiyle başlamış, yine Yakındoğu’da günümüzden yaklaşık
20 bin, Avrupa’da ise 10 bin yıl önce sona ermiştir” [03] diyor.
Şeneroğlu’nun, ‘Antikçağ
Anadolu’yu Oluşturan Kültürler’ yazısında: “Yaklaşık 14.000 ve/veya 13.000 yıl önce Dünya en
son buzul çağından çıktı. Kutup bölgelerini kaplayan buzulların erimesiyle,
neredeyse 100.000 yıldır süren dönem son buldu. Buzul Çağının sona ermesiyle,
bir dizi iklim değişmeleri de oldu. Bu değişiklikler ilk önce Ortadoğu ‘da bir
yerlerde başlaması gerçekleşti. Buzulların daha kuzeye ilerlemesi bu bölgelerde
baştan ılıman olması ve ardından daha sıcaklaşması sonucu astropikal bir iklime (tropikal
bölgelerin hemen üzeri ve hemen altındaki bölgeleri tanımlamak için kullanılır) dönüştü.
Fas’tan İran’a kadar uzanan otlakların yarı çöllük alanlarına bölündü. Bu yarı
çöllük yerlerin ortasındaki bağsı bölgelerde yeşil vahalar ve üstleri sık bitki
örtüsüyle kaplı nehir yatakları geçmekteydi. Avcılık ve yiyecek
toplayıcılığıyla geçinen gezginci topluluklar, eskisi kadar rahat dolaşamaz
oldular. Hayvanlar bitkiler daha verimli ve iklim kolaylaştırıcı özellikleri
olan yerlere yayması, avcı ve toplayıcı toplumları bitkileri ve hayvanları
kontrol altına alması öğretti ve daha verimlere yönelmelerini sağladı.
Sonuncu Buzul Çağı’nı izleyen 13.000 yıl içinde dünyanın bazı
bölgelerinde metal aletlere sahip olan okuryazar, sanayi toplumları ortaya
çıktı. Buna karşılık başka bölgelerinde okur-yazar olmayan, çiftçilikle uğraşan
toplumlar, daha başka bölgelerindeyse taş aletler kullanan, avcılık yaparak ve
yaban yiyecekler toplayarak geçinen toplumlar vardı
Robert J. Braidwood’un Tarihöncesi İnsanlar Kitabının
‘İnsanların Kökenini Biliyor muyuz?’ bölümünde ki anlatımın da “Bazı bilim
insanları uzun süre ‘insanlığın beşiğinin’ orta Asya'da olduğunu düşünüyordu.
Bazı başka bilim insanlarıysa, Afrika'da olduğunda direniyor ve daha başkaları
da Avrupa'da olabileceğini söylüyorlardı. Bugün biz ‘insanlığın beşiğinin’ Eski
Dünya'da geniş bir tropikal kuşakta var olduğunu ileri sürecek kadar yeterli
bilgiye sahibiz.” [04]
İnsanlığın kültürel evrim çağları, günümüzden 2,5 milyon yıl
önce, kültürel evrimin, organik evrimin önüne geçmesi ile başlamıştır; ‘Tarih
Öncesi Çağlar’ ve ‘Tarih Çağları’ olmak üzere ikiye
ayrılır. Bu dönemlerin isimlendirilmesinde, insanlığı etkileyen evrensel
nitelikli olaylar esas alınmıştır. Bu dönemler belirlenirken sosyal, siyasal,
kültürel ve ekonomik gelişmeler önemli rol
oynamıştır. Yazının bulunmasıyla ‘Tarih Öncesi Dönemler’ sona
ermiş, ‘Tarihî Dönemler’ başlamıştır. Tarihî Dönemler (Tarih Çağları)
her toplumda aynı zamanda yaşanmamıştır.
Kayıp diller web sitesinde ‘Yazının Gelişimi’
yazısında: “Yaklaşık 35 binyıl önce Buzul Çağı insanları mağaraların
duvarlarına semboller çizmişlerdi. Avcı-toplayıcı olan Buzul Çağı insanlarının
av sırasında kullandıkları kemikler üzerine ya da mağaraların duvarlarına
yaptıkları görseller kendilerinden sonra gelenler için anlaşılır bir iz
bıraktı. Avın kutsallığı ya da törensel bir kutlamayı anlatan bu çizimler
çağlar arası en eski iletişim dilini oluşturmuştu. Tarih öncesinin sessizliği
bozulmuştu.” [05]
İnsanların ihtiyacından doğan ve günümüze kadar, farklı insan
toplulukları tarafından resimler ile anlatmaya veya birlikte yaşadığı kimselere
anlatmak, aktarmak veya gösterme isteği ile başlamış ve bugüne kadar birçok
değişler geçirip bu günkü durumuna gelmiş olan yazı, gelecekte de birçok
farklılıklar ile değişebilecektir. “İnsanı, diğer canlılardan ayıran temel
özellikler vardır. İnsanoğlu, çoğu zaman, hayatı boyunca bu temel özellikleri
ile tanımlanmış ve tanımlanmaktadır. Her şeyden önce insan, düşünen, konuşan,
başkalarıyla anlaşan, anlatım aracı olarak da dili kullanan bir varlıktır.” [06]
Yazıyı bulup kullanmayı başaran toplumlar, Tarih Çağlar’ına
daha önce geçmişlerdir. Uygarlığın, bilimin, sanatın ve insanlığın gelişiminde
dünya tarihi için en önemli buluş yazıdır. İnsanlığın en büyük buluşu olan
yazının “bugünkü şeklini alması altı bin yıllık bir gelişmenin sonucudur.
Yazının bulunuşu tarihçilere göre tarihin başlangıcı olarak kabul edilir”. [07] Yazı sayesinde tarihin kaydının tutulmaya başlaması, bir dönüm
noktası olarak kabul edilir. Buna göre yazının keşfinden sonrası tarihî dönemler,
yazının keşfinden önceki zamanlarsa tarih öncesi (prehistorya) olarak
adlandırılır. Bu sınıflandırmadan başka, arkeologlar ve Eskiçağ tarihçileri
tarafından kullanılan ve ‘Üç Çağ Sistemi’ denen bir sınıflandırma daha
vardır. Üç evre şöyle isimlendirilir: ‘Taş Çağı’, ‘Tunç Çağı’, ‘Demir Çağı’.
Yazılı kaynaklar, MÖ III. binyılın son çeyreğinden itibaren
Akatlıların, MÖ II. binyılın başlarından itibaren ise Asurluların Anadolu’ya
ticaret için geldiklerini gösterir. Ticaret için Anadolu’ya gelen bu halklar
Anadolu tarihi için çok önemli bir bilgi olan yazıyı da yanlarında
getirirler. MÖ IV. binyılın ortalarından itibaren yazı ilk Sümerler,
ardından Akad ve Asurlular tarafından Mezopotamya’da kullanılıyordu. MÖ 19.
yüzyıla kadar Anadolu halkları ise Akatlı ve Asurlu tüccarlar ile karşılaşana
kadar yazılı bir sisteme sahip değillerdi.
Hepimiz günlük yaşamda birçok toplumsal grubun içinde yaşıyoruz:
Evde, okulda, işyerinde... Bu grupların işleyişleri, yapıları hepimizin
ilgisini çekiyor. [Prof. A.
Petrovski]
“Tüm varlıklara… aramızdan ayrılanlara, yaşayanlara ve henüz
dünyaya gelmemiş olanlara. Atalarımız dünyayı bugünkü haline getirdi. Gelecekte
neye dönüşeceğine biz karar vereceğiz”. [Yuval Noah
Harari]
Yuval Noah Harari, ‘Durdurulamayan İnsanlık- Dünyanın hâkimiyetini nasıl ele
geçirdik’ kitabında,
insanlığın günümüze kadar nasıl ve ne şekilde yaşayarak, etrafını yok ederek
değiştirildiği ve sonucunda kendini geliştiği anlatımında: “Büyümek insanlar
için çok daha zordur çünkü neleri öğrenmemiz gerektiğini tam olarak bilemeyiz.
Aslanlar koşar ve zebra avlar, yunuslar yüzer ve balık yakalar, kartallar uçar
ve yuva yapar.” Peki bizler yani insan olan bizler ne yapar?
İnsanların o kadar çok seçeneği var ki! İşte insan olmak bu
yüzden çok kafa karıştırıcı. Sonuçta ne yaparsanız yapın, öncelikle insanların
neden bu kadar çok seçeneği olduğunu bilmeniz önemlidir. Bu seçeneklere
sahibiz, çünkü dünyayı biz yönetiyoruz.
Ardından, yaklaşık 50 bin yıl önce her şey değişti. Dünyada
büyük bir felaket yaşandı
ve Sapiens dışındaki tüm insanlar; Flores cüceleri, Neandertaller ve
Denisovalılar yok oldu.
Neydi bu felaket? Uzayın derinliklerinden gelen bir asteroit değildi. Devasa
bir volkan
patlaması değildi. Büyük bir deprem de değildi. Hayır... felaket bizzat bizim
büyük-büyük-büyük-ebeveynlerimizdi.
Yaklaşık 50 bin yıl önce atalarımızın başına, onları çok
güçlendiren, tuhaf bir şey geldi.
Bunun ne olduğunu merak ediyor musun? Aslında bu son derece ilginç.
Sapiens tüm dünyaya yayılmaya başlamıştı ve adımını attığı
her vadi veya adada yaşayan diğer insan türleri hızla ortadan yok oluyordu.
Bilim insanları bizim türümüzün ismini belirlerken, tabii ki
son derece saygın bir Latince kelime seçtiler: Homo sapiens. Peki bu sözcükler
ne anlama geliyor? Latincede “Sapiens” kelimesi “bilge” ya da “akıllı”
anlamında kullanılır. Yani “Homo sapiens”, “bilge insan” demektir.
Demek atalarımız dünyayı böyle fethetti: hikâyelerle. Diğer
hayvanların hiçbiri hikâyelere inanmaz. Onlar sadece gerçekten görebildikleri, duyabildikleri,
koklayabildikleri, dokunabildikleri ve tadına bakabildikleri şeylere inanırlar”.[08]
Toplumun
Doğuşu ve Gelişimi
İnsan,
doğanın bir parçasıdır. İnsan, ailenin, çevrenin, toplumun kurucu ve devam
ettirici unsurudur. Tarihi varlık alanı, insanın tutum, davranış ve
eylemlerinden oluşur. İnsandan kaynaklanır ve bu alanda her şey insan içindir.
İnsanoğlu
toplum halinde yaşayan, toplumun parçası olarak birlikte yaşarlar. Bu ortaklaşa,
doğal ve zorunlu hayat biçimidir. İnsanlar topluluklar halinde varlıklarını
koruyabilmek için siyasi, sosyal, iktisadi, kültürel, teknolojik hayatlarını
örgütlendirmek ve geliştirebilme ihtiyaçlarındadırlar. Örgütlenme, toplum
içinde çeşitli kuruluşları meydana getirir. İnsan da bu kuruluşlar içinde doğal
olarak yer alır veya bu kuruluşlara katılır. İnsanların toplum halinde yaşaması
bir anlamda bu kuruluşlarda doğal veya zorunlu olarak bulunmasıdır. Örgütlenmiş
toplumun kuruluşları belirli kurallara dayanarak devam edebilir. Bu kurallar
zamanın şartlarına, ihtiyaçlara göre değişebilir. İnsanın bu kuruluşlarda yer
alması veya katılması da kuruluş kurallarına bağlılığının göstergesidir.
“Her toplum her safhada bilimin bütün konularında hangi
konularına odaklanacağı, hangi kollarında ikinci plana çekileceğini tayin eder.
Toplumla bilim karşılıklı olarak etkileşir. Fakat genellikle toplumun bilgiyi
sınırladığı kolayca görülebilir. Sosyal ilimler bu karşılıklı etkileşmenin çok
açık görüldüğü bilim kollarından biridir.
Sosyoloji ve diğer sosyal ilimlerin müspet bir ilim diye
adlandırılmasından beri geçen 150 sene içinde bilgimizin nasıl geliştiği, bu
gelişme bir zaman ve mekân içine oturtulursa anlaşılabilir.” [09]
Toplum, bireyleri birbirine bağlayan, karşılıklı
etkileşim halinde olan insanların oluşturduğu bir sistemdir. Toplum insan
davranışlarının gerçekleştiği, insanlar arasında etkileşimin oluştuğu bir
organizasyondur. Toplum insan davranışlarını sınırlar, özgürleştirir, insan
davranışları için kurallar koyar.
Toplum ya da cemiyet, bir arada
yaşayan canlıların oluşturduğu topluluktur. Sosyolojide toplum, onu
oluşturan canlıların basit bir toplamından ziyade, farklı biçimler ve
özellikler gösterip özgün olan ve nesnel yasalar gereğince insanların
maddi üretim içindeki gündelik hayat faaliyetleriyle
ve sınıfsal savaşımıyla değiştirilen ve gelişen ilişkilerden oluşan
sisteme denir. Bir nevi örgütlenmedir.
Toplumların sahip oldukları davranış kalıpları
vardır. Bu davranış kalıpları; eylemlerin veya dil, kültür gibi kalıpların
kabul edilmesi veya edilmemesiyle oluşur. Bu davranış kalıpları toplumsal
norm olarak bilinir. Toplumun sahip olduğu normlar zamanla değişebilir.
Toplumun Tanımı: İçerisindeki insanların ilişkilerini düzenleyen ve
“toplumsal gerçek” adı verilen, hukuk, gelenek, norm ve değerler sistemi gibi
öğeleri bulunan bir yapı, yaşamlarını sürdürmek, birçok temel çıkarlarını
gerçekleştirmek için iş birliği yapan, aynı toprak parçası üzerinde birlikte
yaşayan ve ortak bir kültürü olan insanlardan oluşan yapı
Toplum, Kendine özgü yapısı bulunan, aynı amaç ve
idealleri paylaşan, ortak kültürü bulunan, pek çok öğe ve kurumları olan, aynı
kurallara uyma zorunluluğu bulunan birey ve gruplardan oluşan, çoğu kez aynı
toprak üzerinde yaşayan, büyük bir yapı topluluğudur.
Toplum, insanın çalışma temeli üzerinde, hayvansal aleminden
kopmasıyla doğmuştur. Bu süreç, doğal gelişen bir süreç olmakla beraber
özel mülkiyet hakkı sayesinde gelişmeye başlamıştır. Toplumun
gelişimi, ileriye doğru bir değişmeyi (sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik vb.
alanlarda) ifade eder. Toplumsal gelişme, toplumsal yapıyı oluşturan birçok
öğenin ileriye doğru değişip bir araya gelmesiyle oluşur. Bu öğeler tek başına
değil, hep birlikte gerçekleştiği zaman toplumsal gelişmeden söz edilebilir.
“Toplum sadece kişiler topluluğu değildir; bu kişilerin
birbirine karşı olan ilişkilerin toplamıdır. Köle ya da yurttaş olma kişiler
arası toplumsal bir şekilde belirlenmiş bir ilişkidir. İnsan ancak toplum
içinde ve toplum içinden geçerek köledir. Bu, işçi, köylü, kapitalist, bakkal,
hırsız, zengin, fakir, ev sahibi ve kiracı için de aynıdır. Toplumdaki belli
ilişkiler sonucu ortaya çıkan oluşumlar (yoksulluk, zenginlik, işsizlik,
evsizlik, açlık), bu belli biçimin değişmesiyle değişir, ortadan kalkmasıyla
onlar da kalkar”. [10]
Asya'nın batıya doğru uzanan yarımadası konumunda olan ve Avrupa
adının kaynağı, tarihin ilk zamanlarına kadar çıkmaktadır. Arkeolojik
kazılar ile Avrupa kıtasında MÖ 35.000 yılına kadar uzanan
bir insan varlığına buluntularına rastlanıldığı bilinmektedir.
Avrupa diye anılan yer sıradan bir kara parçası olarak
göremeyiz. Dünya ekonomik ve siyasî tarihine yön veren, coğrafya itibariyle
küçük olmasına rağmen, dünya tarihi üzerinde önemli büyük roller üslenmiştir. Dünyanın
en küçük kara parçasının, dünya tarihinde bu kadar etkili olabilmesinin
birçok sebepleri kabullenmeliyiz diyebiliriz.
Orta Çağ, genellikle
5. yüzyılın sonlarından 15. Yüzyılın sonlarına kadar süren kadar uzanan, bin
yıllık süreyi kapsadığı tarihî bir dönem olarak kabul edilir. Bu dönem, Batı
Roma İmparatorluğu'nun çöküşünü oluşturan, birçok faktörün birleşimiyle uzun bir süreçte gerçekleşti.
Ancak, 476 yılında Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus'un Germen kökenli bir
komutan olan Odoacer tarafından tahttan indirilmesi, genellikle Batı Roma
İmparatorluğu'nun resmi olarak sona erdiği tarih olarak kabul edilir. Odoacer,
imparatorluk sembollerini Doğu Roma İmparatorluğu'na göndererek kendisini
İtalya Kralı ilan etti. Bu olay, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünün sembolik bir
anı olarak kabul edilir. Ancak, imparatorluğun zayıflaması ve çöküşü, Kavimler
Göçü, iç siyasi çekişmeler, ekonomik sorunlar, barbar istilaları, İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethi ve Amerika'nın keşfi gibi önemli
olaylarla sona ermiştir.
Orta Çağ, Antik Çağ
ile Modern Çağ arasında yer alır ve üç ana döneme ayrılır: Erken Orta Çağ,
Yüksek Orta Çağ ve Geç Orta Çağ.
“Orta Çağ adını verdiğimiz dönemin arifesinde ‘ön gün’ (hicrî
kâmerî Zilhicce ayının 9. günüdür), insan kitleleri arasında meydana gelen iki olay, Akdeniz
Dünyası ile Barbar Dünyası arasındaki dengeyi bozmuşlardır. Dengeyi bozan
etkenlerden birincisi Batı Roma İmparatorluğu üzerine yapılan Germen
istilaları, sonra da ikinci olarak Müslüman fetihleri olmuştur. Kıtanın
Doğusuna doğru, Batı Avrupa, Slav toplumlarına yönelik olarak bir miktar
açılmayı başarabilmişse ve hatta bazı Slav kabilelerine kendi dinsel biçimi
olan Katolikliği kabul ettirebilmişse de Slav dil ailesine mensup olan
toplumların büyük bir bölümü kendi özgün evrim çizgilerini izlemekteydiler.
Müslüman, Bizanslı ve Slav üçlü Blok’u tarafından çevrelenen
ve sınırlandırılan Roma-Germen bileşimi (ki bu bileşim 10. yüzyıldan
itibaren sınırlarını sürekli olarak ileri götürmeye çabalayacaktır) kendi içinde de tam anlamıyla
homojen olmaktan çok uzaktaydı.
Avrupa uygarlığının nerede doğduğu ve geliştiği daha önemli
bir sorudur. Sadece, Tiren Denizi (İtalya’nın batı kısmında), Adritayik, Elbe nehri ve Okyanus
tarafından çevrelenen coğrafyada yaşayan insanlar arasında mı gelişmiştir bu
uygarlık? 8. yüzyılda yaşayan bir İspanyol olay anlatıcısı (vakanüvis) biraz
sisli bir tarzda da olsa böyle düşünüyor ve Arapları yenen Charles Martel’in (Franklar
Krallığı'nda bir devlet adamı ve komutan) Franklarını büyük bir zevkle «Avrupalı» olarak niteliyordu.
Aynı şekilde, iki yüzyıl sonra Saxon papazı Vidikund, Macarları püskürten Büyük
Otton’u (Otto 962'de Alman Kralı olarak taç giymiş
olmasına karşın, bazı tarihçiler tarafından ilk Kutsal Roma İmparatoru olarak
kabul edilir) ‘Avrupa'nın
Kurtarıcısı’ olarak selamlıyordu. Bu anlamda Avrupa, tarihsel içeriğinin
zenginliğiyle de Yukarı Orta Çağın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yani,
gerçek anlamda feodal zamanlar başladığında, Avrupa zaten oluşmuştu”. [11]
Avrupa tarihinin bir devresini adlandırmak için kullanılan
feodalite, “Batı Roma İmparatorluğu, Cermenler tarafından işgal edildikten
sonra Batı'nın Latin kesiminde otorite boşluğu oluşmuştur. Bunun doğal sonucu
olarak, feodalizm ortaya çıkmış ve siyasi otorite
parsellenmiştir. Senyörler, birtakım sorumlulukları yerine getirme koşuluyla kont,
dük ya da kraldan fief sözleşmesiyle (tımar, zeamet- belirli
oranda topraktan alınan vergi- anlamına gelen) aldıkları toprakları, vassallarına işletmişlerdir. Vassallar ise
kendilerine tevdi edilen topraklarda serfleri çalıştırmışlardır. Bu toprak
sistemi, her senyörü egemenliği altındaki topraklar üzerinde yerel bir güç
haline getirmiştir”. [12]
Feodal toplum bu üç sınıftan meydana geliyordu, dua edenler,
savaşanlar ve çalışanlar; yani kilise sınıfıyla askeri beslemek için çalışan
insanlar. Bu sınıflanma
sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel açıdan da toplumun
temelini oluşturuyordu.
“Feodal düzen, kendisini var eden toplumsal koşulları yaratan
Batı Roma İmparatorluğunda köleci düzenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle evrensel değil de Batı toplumlarına özgü olarak kabul edilmektedir.
Kölelerin özgürlüğüne değil, başka biçim ve yönleriyle yeni bir egemenliğin
altına girmesine dayalıdır. Mülkiyet hukukunun köleci düzene göre daha gelişkin
yeni bir evresini oluşturmaktadır. Sınıfsal temelini üretim araçları
mülkiyetini tam olarak elinde bulunduran toprak derebeyleri ile çok sınırlı
mülkiyet hakkına sahip köylü sınıfları oluşturmaktadır.
Feodal toplumun en başından itibaren temel bileşeni olan
kilisenin de can alıcı önemi asla gözden kaçırılmamalıdır. Geniş alanları
kapsayan toprak sahipliklerinin pek çoğu kilise senyörüydü. Piskoposlar,
manastır rahiplerinin ve bütün manastırların senyörüydüler. Ayrıca kilise,
dinsel ideolojik gerekçelerle bütün feodal sistemi destekliyordu. Tanrı
gerçekten hepsinin senyörüydü. İnsanı ilk başta ilk günah esarete atmıştır.
Serfler de (Orta Çağ Avrupası'nda, miras yoluyla kendisine tahsis
edilen arazide toprak ağası adına çalışan köylü.) kesinlikle insanın bu köleliğinin bedenleşmiş
haliydi.
Feodal yapıya hâkim olan soyluluk da aynı şekilde Avrupa’nın
değerler sistemine kendi onur düşüncesini miras bırakmıştır. Ancak aynı zamanda
kan ayrıcalığı üzerinde de durulmuştur. 15. Yüzyıl İspanya’sında yükselen bir
düşünce olan kanın saflığı imgesi aracılığıyla bu kavram, ırkçılık görüntüsü
altında belirli bir tarzda Avrupa’yı da perişan etmiştir”. [13]
Feodal sistem, Orta Çağ Avrupa'sında ortaya çıkan ve
toplumsal, siyasal ve ekonomik yapıyı derinden etkileyen bir sistem içinde merkezi
otoritenin çökmesiyle halk, güvenlik arayışı içinde güçlü lordların korumasına
sığınmış ve bu lordlara bağlılık yemini etmiştir.
Bu sistemde toprak
mülkiyeti ve sosyal yapı büyük önem taşır. Topraklar, asiller-lordlar
(senyörler) tarafından yönetilir ve vassallar -senyörlere sadakat ve hizmet
karşılığında toprak kullanma hakkı elde ederler, bağlı köylüler- (Avrupa
feodal sisteminde, derebeyine -feodal lord- hizmet karşılığında, kendisine
toprak ve köylü -yurtluk- tahsis edilen kişi) işlenmesi için verilmiş ve
arasındaki ilişkiler üzerine kurulmuş bir yapıdır. Bu sistem, Avrupa'da hızla
yayılmış ve güçlü merkezi devletlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Feodal
sistemde kısmi bir özgürlük anlayışı bulunur ve bu anlayış, zamanla Avrupa'da
Rönesans'ın doğmasında etkili olmuştur.
Feodalizm, Avrupa'nın büyük bir kısmına yayıldı ve farklı
bölgelerde çeşitli şekillerde uygulandı. Bu sistem, özellikle Fransa, İngiltere
ve Almanya'da güçlü bir şekilde benimsendi.
Katolik Kilisesi'ne bağlı bir mahkeme sistemi olarak 13.
yüzyılda Engizisyon, ortaya çıkmıştı. İlk olarak 1184 yılında Piskoposluk
Engizisyonu olarak başlamış ve daha sonra 1230'larda Papa Engizisyonu olarak
devam etmiştir. Engizisyon, sapkın olarak kabul edilen Hristiyan hareketlere
karşı bir yanıt olarak başlatılmıştır.
İspanyol Engizisyonu ise 1483 yılında Kastilya Kraliçesi I.
Isabella'nın ısrarı üzerine Papa IV. Sixtus tarafından onaylanmıştır. Bu
dönemde, Müslümanlar ve Yahudiler Hristiyanlaştırılmaya çalışılmış ve
Katoliklik dışındaki mezhepler baskı altına alınmıştır.
AÜ SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk
Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi ve uluslararası hukuk tarihi ve teorisi,
uluslararası örgütler, uluslararası ceza mahkemesi ve evrensel yargı, insan
hakları teorisi, nükleer silahsızlanma ve medya-dış politika ilişkisi üzerine
çalışmaları olan Erdem Denk, ‘50 Bin Yıllık Dünya Düzeni- Toplum ve
Hukukları’ kitabının ‘Barut ve Talan Çağı: "Yeni Dünya'' nın
Kuruluşu (1492-1648)’ bölümünde, Avrupa’da Katolik kilisesi tarafında 13.
YY. kurulan, engizisyon mahkemelerinin amacı; kilisenin emrettiği şekilde
yaşamayan sapkınların cezalandırılması ile sözde kendi inanç anlayışı ile
düzenin sağlanacağına inanma saçmalığına kapılmaları. Tüm Avrupalın en güçlü
olanı İspanyol engizisyon mahkemesiydi. Bu gücün destekçisi “1469'da
gerçekleşen evlilikle kurulan İspanya'yı yöneten Kraliçe Isabella,
hazırlattığı sözlüklerle Kastilya dilini yaygınlaştırarak İspanyolca haline
getirecektir. İncil'i bu dile çevirterek, engizisyon mahkemeleriyle zındıkları (Tanrı’ya
ve ahrete inanmayan, dinsiz, inançsız, Tanrısız) temizleyerek ve Kilise topraklarını kraliyete
bağlayarak dini de millileştirecektir. Sermayeyi elinde tutan Yahudilerle
güneydeki toprakları elinde tutan Müslümanlara açtığı savaşlarla sosyo-ekonomik
düzene de tümüyle egemen olmak isteyecektir.
Nihayet 3 Ocak 1492'de El Hamra Sarayı'nı “yeniden fethederek
(Reconquista)” Endülüs'e son verecek, 31 Mart 1492'de burada yayınladığı
fermanla da Yahudilere tüm servetlerini bırakarak ülkeyi terk etmeleri için üç
ay süre tanıyacaktır.
İmparator Maximilian (Habsburglu Maximilian, Kutsal
Roma İmparatoru ve Alman (Avusturya) kralıdır) ile dünür olmasının da verdiği güçle planlarını adım adım
hayata geçiren Isabella, yeni bir merkez haline gelmektedir. Uzun zamandır ‘Portekiz'in
alanına girmeden yapacağı’ Hindistan seferi için sponsor arayan Kristof
Kolomb'un hedefi de Isabella'nın huzuruna kabul edilmek olacaktır. Nihayet 17
Nisan 1492'de Rodrigo Borgia'nın aracılığıyla gerçekleşen görüşmeden çıkan
Santa Fe Kapitülasyonları ile "keşfedeceği toprakların amirali" ilan
edilen Kolomb, bilinen dünyanın merkezini değiştirecektir”. [14]
Feodal sistem, Haçlı Seferleri, Coğrafi Keşifler ve ateşli
silahların kullanımı gibi faktörlerle zayıflamaya başladı. Merkezi krallıkların
güçlenmesi ve ticaretin canlanması, feodalizmin sona ermesine yol açtı.
Geç orta çağ olarak adlandırılan 14. yüzyıl sonları ve 15.
yüzyıl başlarında Avrupa’da siyasi kargaşa ortamı görülmektedir. Bu dönemde
devletlerin hem kendi iç işlerinde hem de diğer devletlerle ilişkilerinde
çatışmalar meydana gelmiştir. İngiltere, Fransa, İtalya ve Kutsal Roma Germen
İmparatorluğu kendi içerisinde hanedan çatışmalarıyla muhatap olmuştur. İngiltere ve Fransa arasında yaşanan Yüzyıl
Savaşları (1337-1453) her iki ülkeyi de siyasi ve sosyal alanda etkilemiştir. Hem
ülkelerin nüfuslarında önemli derecede düşüş meydana gelmiş hem de savaşın
maddi boyutu ülkelerde fakirleşmeye yol açmıştır.
Batı ve Orta
Avrupa'da kent devletlerinin gelişimi, özellikle Orta Çağ'da belirginleşmiştir.
Bu dönemde, ticaretin ve zanaatların artmasıyla birlikte şehirler ekonomik ve
siyasi güç kazanmaya başlamıştır. İtalya'da Venedik, Cenova ve Floransa gibi
şehirler, ticaret yollarının kesişim noktalarında bulunmaları nedeniyle büyük
önem kazanmışlardır. Bu kent devletleri, deniz ticareti ve bankacılık gibi
alanlarda önemli rol oynamışlardı. Orta Çağ'ın zirve döneminde, 11. ve 13.
yüzyıllar arasında, Avrupa'da şehirleşme süreci hızlanmış ve şehirler arası
ekonomik ve kültürel etkileşim artmıştır. Bu dönemde, şehirler bağımsız
yönetimler olarak öne çıkmış ve kendi yasaları, hükümetleri ve orduları ile
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Rönesans döneminde, Avrupa'da kent devletlerinin
etkisi daha da artmıştır. İtalya'daki kent devletleri, sanat, bilim ve kültür
alanlarında büyük ilerlemeler kaydetmişlerdir. Bu dönemde, kent devletleri
arasındaki rekabet ve iş birliği, Avrupa'nın genel gelişimine katkıda
bulunmuştur.
Batı dünyasına Asya
ve Uzakdoğu'yu tanıtan Venedikli seyyah Marco Polo ‘Venedik'ten Şang-tu 'ya’
kitabının 1.bölümün de “Bizans İmparatorluğu'nun bezantı* (Orta Çağ'da
*bezant terimi Batı Avrupa'da doğunun çeşitli altın sikkelerini tanımlamak için
kullanılıyordu), Arap topraklarının dirhemi, Floransa'nın florini vardı.
Belli bir madeni paranın gerçek değerini altın/gümüş oranına dayalı olarak
belirleyen Venedik ise hepsine uyum sağlamaya çalıştı. Kardeş Polo’lar gibi
tüccarlar ise yakut ve safir gibi değerli taşlar ve incilerle alım satım
yaparak bu kaçınılmaz karışıklıktan ve değer kayıplarıyla tartışmalı hale
gelen madeni para sisteminden kurtulmaya çalıştılar.
Venedik bu karmaşık
ve tuhaf finansal ihtiyaçları karşılamak için Batı Avrupa'daki en gelişmiş
bankacılık sistemini geliştirdi. Avrupa kıtasındaki mevduat bankalarının kökeni
orasıydı. 1156 yılında Venedik Cumhuriyeti antikçağdan beri kamu borçlanmasına
başvuran ilk devlet oldu. Yeni oluşan bankacılık sektörünü düzenlemek için
Avrupa'da ilk bankacılık kanunlarını da yine Venedik çıkardı. Venedik bu
yenilikler neticesinde Avrupa'daki en gelişmiş ticari uygulamalara sahip oldu”.
[15]
Avrupa'da kent
devletlerinin gelişimi, modern devletlerin oluşumuna da zemin hazırlamıştır.
Kent devletleri, merkezi otoritenin zayıf olduğu dönemlerde, yerel yönetimlerin
güçlenmesine ve yerel kimliklerin oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Avrupa'da modern devlet anlayışı, 17. yüzyılda Westphalia
Antlaşması ile şekillenmeye başlamıştır. Bu antlaşma, merkezi otoritenin
güçlenmesi ve kilisenin devlet üzerindeki etkisinin azalması gibi önemli
değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Modern devlet anlayışının gelişiminde,
bilim ve teknolojideki ilerlemeler, coğrafi keşifler, ticaretin artması ve
feodal sistemlerin yıkılması gibi faktörler de etkili olmuştur.
Bu süreçte, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler, Vatikan'dan
bağımsız yönetim sistemleri geliştirerek kilisenin gücünü azaltmış ve merkezi
krallıklar kurmuşlardır. Ayrıca, Protestan Reformasyonu ve Otuz Yıl Savaşları
gibi olaylar da modern devlet anlayışının şekillenmesinde önemli rol
oynamıştır.
İnsan toplulukların ilk çağda ki varlıklarını sürdükleri
coğrafi yerlerindeki Aileler, toplumlar, kentler, krallıklar ve devlet anlayıcı
dönemi içerisinde geçirdikleri yüzyıllar içerisinde, geliştirdikleri devlet
anlayışı sonucunda birçok farklılıklar içerinde yapılanmalar oluşturmuşlardır.
Jean-Jacques Rousseau gibi filozoflar, devletin toplumsal bir sözleşme ile
kurulduğunu savunmuşlar ve bu anlayışa göre, bireyler, kendi haklarının
korunması ve toplumsal düzenin sağlanması için bazı haklarını devlete devretmeyi
seçmesi olarak kabullenmişlerdir.
Devlet anlayışı, bir toplumun devletin rolü, işlevi ve yapısı
hakkındaki düşüncelerini ve kavrayışını ifade eder. Bu anlayış, tarih boyunca
farklı felsefi, hukuki ve siyasi yaklaşımlar çerçevesinde şekillenmiştir. Bu da
devlet anlayışının, tarih boyunca birçok önemli düşünür ve filozof tarafından
farklı şekillerde ele alınmıştır.
Antik Çağ, Platon, ideal devletin filozof krallar tarafından
yönetilmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre, adaletin sağlanması ve toplumun
refahı için bilgili ve erdemli yöneticiler gereklidir. Aristoteles, devletin
insanların en yüksek iyiliğini gerçekleştirmek için var olduğunu savunmuştur.
Ona göre, devletin amacı, vatandaşlarının erdemli bir yaşam sürmesini
sağlamaktır.
Roma Dönemin de Cicero, yasaların üstünlüğünü ve hukukun
önemini vurgulamıştır. Ona göre, devletin temelini adalet ve uzlaşma oluşturur.
Orta Çağ, Augustinus, devletin Tanrı'nın bir aracı olduğunu ve insanların
günahkâr doğasını kontrol etmek için var olduğunu savunmuştur. Thomas Aquinas,
devletin doğal hukuka dayandığını ve insanların ortak iyiliğini sağlamak için
var olduğunu belirtmiştir.
Rönesans ve Aydınlanma Dönemi, Niccolo Machiavelli, devletin gücünü
koruması için her türlü yöntemi kullanabileceğini savunmuştur. Ona göre, amaca
ulaşmak için her yol mübahtır. Thomas Hobbes, devletin insanların doğal
durumdaki kaos ve şiddetten korunması için var olduğunu savunmuştur. Ona göre,
güçlü bir merkezi otorite gereklidir. John Locke, devletin bireylerin doğal
haklarını korumak için var olduğunu savunmuştur. Ona göre, devletin meşruiyeti,
halkın rızasına dayanır. Jean-Jacques Rousseau, toplumsal sözleşme teorisini
geliştirmiştir. Ona göre, devlet, bireylerin özgürlüklerini korumak için bir
araya gelerek oluşturdukları bir yapıdır. Montesquieu, devlet anlayışını
"Yasaların Ruhu" (De l'esprit des lois) adlı eserinde
detaylandırmıştır. Montesquieu'nün en önemli katkılarından biri, ‘kuvvetler
ayrılığı’ ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin
birbirinden bağımsız olması gerekmektedir. Montesquieu, bu ayrımın özgürlüğü
korumak için gerekli olduğunu savunur. Ona göre, bu üç gücün tek bir elde
toplanması, despotizme yol açar ve bireysel özgürlükleri tehdit edebileceğini
söyler.
Modern Dönem de Karl Marx, devletin sınıf mücadelesinin bir aracı
olduğunu ve proletaryanın devrim yoluyla devleti ele geçirip sınıfsız bir
toplum oluşturması gerektiğini savunmuştur. Max Weber, devletin meşru şiddet
tekeline sahip bir yapı olduğunu belirtmiştir. Ona göre, devletin otoritesi,
karizmatik, geleneksel ve yasal-rasyonel otorite türlerine dayanır.
Düşünürler, devlet anlayışını farklı
perspektiflerden ele alarak, devletin rolü, işlevi ve yapısı hakkında önemli
katkılarda bulunmuşlardır.
“Devlet anlayışlı iktidarı- yönetenleri- anayasal veya az ya
da çok despotik olan keyfî bir iktidar anlayışı olarak görülür. Burada göz ardı
edilmemesi gereken, yöneticilerin söyledikleriyle emirlerinin gerçekte ne dereceye
kadar gerçekleştirildiği arasında büyük bir farkın olduğunu değerlendirmeliyiz. Geçmişin
büyük tarım imparatorluklarının keyfî iktidarlarının gerçekte yaptırım gücünün
eksikliğiyle birlikte var olduğu zayıf Leviathanlar* (*Mahfi Eğilmez 26, Ocak, 2017
tarihinde Kendime Yazılar Blokunda Leviathan üzerine yazdığı yazısındaki
açıklaması. Leviathan: Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti.)
(Hobbes, kitabında Leviathan’ı mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti
ve dolayısıyla onu yöneten egemeni -hükümdar- tanımlamak için kullanmıştır.) olma olasılığı vardır.”
Keşifler Çağı
Keşifler
Çağı olarak da bilinen Coğrafi keşifler dönemi, 15. yüzyılın ilk
yarısından 17. yüzyılın ortalarına
kadar Portekizli ve İspanyol kaptanlar tarafından Asya'daki baharat ve değerli
maden zenginliğine ulaşacak alternatif ticaret yollarının bulunması
amacıyla başlatılıp bu yolda yeni kıtalar, okyanuslar ve
denizaşırı toprakların Eski Dünya tarafından keşfedilmesine sebep
olan tarihsel aralıktır.
Avrupa'yla Asya arasındaki en büyük kara ticareti ağı
olan İpek Yolu'nun, Osmanlı İmparatorluğu tarafından
vergilendirilmesi ve Avrupalıların talep ettiği ürünün denetlenerek verilmesi,
Avrupalı yönetimleri rahatsız ediyordu. Asya'ya ulaşmak için kara yoluna
alternatif bir yol bulmak gerekliydi; denizi bir alternatif olarak gören
Avrupa'da–özellikle güneybatı Avrupa'da–denizciliğe olan önem arttı ve uzun
deniz seferlerine çıkabilecek cesur kaptanların yetiştirilmesi için çaba sarf
edildi. Avrupa kültürünün hızla yayılmasına, Avrupa'nın
zenginleşmesine ve küreselleşmenin ilk tohumlarının atılmasına yol
açan Keşifler Çağı, aynı
zamanda sömürgeciliğin ve merkantilizmin, Avrupa'daki ulusal
politik sistemin koyu bir şekilde benimsenmesini sağlamıştır. Bu dönem,
yerliler tarafından "bilinmeyen kıtalardan işgalcilerin gelişi"
olarak yorumlandı.
Araplar, Hintliler, Çinliler, Vikingler ve Polinezyalılar,
15. ve 16. yüzyıl Avrupalılarından önce, olağanüstü okyanus seyahatlerini
başarmışlardı. Fakat onların bu başarıları unutuldu ve tekrarlanmadı ya da
yerel bir önem taşımanın ötesine geçemedi. Keşifler Çağı’nda yeni olan şey, coğrafi
araştırmalar sayesinde dünya okyanuslarının tek bir denizcilik sistemine
bağlanması ve bu denizlerde sağlanan egemenliğin, Avrupalı denizciler yeni
ticaret yolları bulmak ve yeni topraklar keşfetmek amacıyla uzun deniz
yolculuklarına çıkmışlardır. Bu da Avrupa’nın her meskûn kıtaya etkisinin nihai
yayılımına temel oluşturmasını doğurmuştur. Avrupa’nın coğrafi bilgisinin
büyümesini, Avrupa ticaretinin ve karasal kontrolünün hızla genişlemesi izledi.
1600’e kadar Portekiz, Brezilya ve Batı Afrika’dan Çin Denizi’ne uzanan bir
deniz imparatorluğu kurmuştu. İspanya’nın Amerikan imparatorluğu, Texas’tan
Şili’ye kadar uzanıyordu ve öteki Avrupalılar -Hollandalılar, İngilizler ve
Fransızlar-, İberyalıların bu ticari zenginliğine ve egemenliğine açıkça
göz koyuyorlardı.
Coğrafi keşifler, Avrupa için ekonomik olarak büyük katkıları
olmuştur. Avrupalılar, Asya'daki baharat ve değerli maden zenginliklerine
ulaşmak için alternatif ticaret yolları aramasının başlıca sebepleri de Osmanlı
İmparatorluğu'nun İpek Yolu üzerindeki kontrolü ve vergilendirmesi,
Avrupalıları deniz yoluyla Asya'ya yeni deniz yolları ile ulaşmaya teşvik
etmiştir.
Gemi tasarımı ve pusula gibi teknolojik yenilikler, uzun
deniz yolculuklarını mümkün kılmıştır. Ekonominin sağladığı avantajlar ile Hristiyanlık
dinini yayma arzusu ve yeni topraklarda koloniler kurma isteklerini de
gerçekleştirmişlerdir.
Portekizli Denizcilerin, 1419 ile 1427 yılları arasında
Madeira ve Azor Adaları'nı keşfetmişlerdir. 1434'ten önce Afrika'nın batı
kıyılarına ulaşmış ve Ümit Burnu'nu keşfetmişlerdir. Kristof Kolomb da 1492
yılında Amerika kıtasına ulaşarak Yeni Dünya'nın keşfini başlatmıştır. Denizciliğin
gelişmesi ile 1543 yılına kadar Japonya, Sri Lanka ve diğer Asya toprakları
keşfedilmiştir. Buralardaki toprakların zenginlikleri Avrupa için büyük ölçüde
gelir kaynağı olmuş buda ikici sanayi devrimi şeklinde gelişmesine yol açmıştı.
Bu sayısız deniz
seferleri Atlantik, Hint ve Büyük Okyanus ve
onlarca deniz aşırı toprağın Avrupalılar tarafından keşfedilmesi, 19'uncu
asrın dördüncü çeyreğine kadar devam eden Amerika, Afrika, Asya ve Okyanusya
deniz seferlerine ve 20'nci asrın ilkyarısına kutup bölgelerinin araştırma
hedefi olmasına yol açtı.
“Coğrafi Keşifler Çağı (1400-1600), insanlık tarihinin çok
özel bir dönemidir. İki yüzyıllık bu çağda yeni kıtalar keşfedildi, dünya
denizden ilk kez dolaşıldı, ticaret dünya ölçeğinde yapılmaya başlandı, ilk kez
deniz aşırı imparatorluklar kuruldu ve bütün bunlara bağlı olarak yeni
keşfedilen kıta ve bölgelerin birikmiş ya da doğal servetleri başka bir
kıtanın, Avrupa’nın ekonomik, ticari, bilimsel, teknolojik vb. gelişimine
kaynak olarak aktarıldı ve sonuçta etkileri bugüne dek yansıyan gelişmeler yaşandı”.
[16]
Portekiz ve İspanya, bu dönemin öncüleridir. Portekiz, 1415
yılında Ceuta'nın fethiyle Afrika kıtasına adım atmış ve ardından denizcilik
teknolojilerindeki ilerlemelerle keşiflerini genişletmiştir.
“15. Yüzyılda Portekiz, ardından İspanya ve daha sonra
Hollanda, İngiltere’de başlayan sömürgecilik hareketleri, sömürgecilik
hareketlerinin Avrupa’nın yanı sıra Güney Amerika, Afrika’daki etkileri, fiyat
devrimi, hastalık ve mikropların yayılması ile sömürgecilik
ideolojisi ele alınmıştır. Sömürgecilik hareketlerinin Güney Amerika ve
Afrika’da meydana getirdiği yıkım ile Batı dünyasının sömürgecilik hareketleri
sonucu, gelişimi ortaya çıkmış olduğu kaçınılmazdır. Coğrafi Keşiflerle
başlayan sömürgecilik hareketleri sonucunda dünya egemenliği Doğu’dan Batı’ya
geçti. Batı dünyası 16. yüzyılla birlikte ekonomik ve siyasi üstünlüğünü
dünyaya kabul ettirmeye başladı. Bilimsel ve teknik üstünlüğüyle dünyaya büyük
oranda egemen oldu. Batı dünyasının günümüzdeki gelişmişliğinde sömürgecilik ve
sömürgeciliğinin başlangıcı kabul edilen Coğrafi Keşifler başrolü oynadı. İlk
Sömürgeci Ülke Portekizli Prensi Denizci Henry, zamanın en ileri denizcilik bilgilerinden
yararlanarak uzun okyanus yolculuğuna dayanıklı ve yeterince hızlı gemiler
yapmak amacıyla Sagres (Portekiz) kentinde denizcilik okulu kurdu. Okulda
hizmet vermeleri için gemi yapımında ileri olan Cenevizli, Floransalı
denizcileri ve Alman astronomi ve coğrafya bilginlerini davet etti”. [17]
Yapılan çalışmalar sonucu gemi yapımında ilerlemeler
kaydedildi. Gemi direklerinin sayısı
arttırılarak gemilere daha fazla yelken takılmasına başlandı. Böylece
denizciler yelkenlerini farklı dalga ve rüzgârlara karşı gemilerini ayarlama
imkânlarını sağladılar. Gemilerin açık denizin dalgalı ve fırtınalı koşullarına
daha iyi uyum göstererek dayanıklılığı arttı. Denizciliğin gelişmesinin yanında
Müslümanların geliştirdiği pusula açık denizlerde gemicilerin en büyük
yardımcısı oldu.
Yeni yerlerin keşiflerle birlikte Avrupa ‘nı edindiği
ekonomik ve siyasi güçlenme, Avrupa insanının işsizlik sorunu çözülmüş, klasik
ticaret yolları önemini yitirmiş, burjuvazi etkisini daha çok hissettirmeye
başlamıştır. Zenginlik ölçütü var olan madenlerin çokluğuna göre ölçülmeye
başlanmış, ekonomik ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştı. Amerikan gümüşü ve
altını enflasyonu körükleyen fiyat devrimine katkıda bulundu. Böylelikle parayı
elinde bulunduran bankerlerin faaliyetleri artış gösterdi. “Koloni -genellikle uzak bir ülkenin tam veya
kısmi siyasi kontrolü altındaki ve o ülkeden gelen yerleşimciler tarafından
işgal edilen bir ülke veya bölgedir- ve Kölecilik ideolojisi ile köleleştirme vahşi
boyutlara ulaştı. Eski Dünya-Yeni Dünya etkileşiminde yeni hayvan türleri, Eski
Dünya’da bulunmayan mısır, patates, manyok -tropikal ve yarı tropikal
Amerika'da yetişen bitki-, domates, fasulye, kabak gibi
bitkiler yeni ticaret metaları oldu.”
“Büyük Britanya'da bu uygulamayı yapan tek dünya gücü olmasa
da başarılı olanlardan bildirildi. 19. yüzyılın sonlarındaki Emperyalizm Çağı
boyunca, dünya güçlerinin arasındaki rekabetin bir sonucu olarak birçok koloni
vardı. Afrika ve Asya'da bulunan Avrupa Güçleri ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri,
insani çabalar öpücük altında ekonomik güç ve askeri güç elde etmeye çalıştı.
Günümüzde koloniler nadirdir, ancak Birleşmiş Milletler tarafından kategorize
edilmiş gibi, hala kendi kendini yönetemeyen bölge olarak varlığını
sürdürmektedir. Örnekler arasında Bermuda, Britanya Virjin Adaları ve Cayman
Adaları yer alıyor”. [18]
Coğrafi Keşiflere neden olan şey; ekonomide büyük çıkış
gerçekleştirmek isteyen Avrupalıların Hindistan’a ulaşma ve pazar yaratarak
Avrupa’ya aracısız bir şekilde bir mal-para akışı sağlamak istemeleri fikri
oluşturdu. Avrupalı denizciler ve tüccarlar, krallıkların yönetimleri arasında
hâkim olmaya başlamıştır. Amaç anavatanın (metropol) menfaatleri uğruna birçok
yerde ticaret üssü (koloni) kurup, bu bölgenin yer altı ve yer üstü
kaynaklarını az bir bedelle Okyanuslara açılmaya karar veren denizcilerin ufukları
genişti ve zenginliğe en kısa yoldan ulaşmanın hesaplarını yapmaktaydılar. Bunlardan en bilinenleri de bu maceraların
başlamasına öncülük eden Bartolemau Dias (1450–1500) ve Kristof Kolomb’dur. Dias Afrika’nın güney burnu ucunu dolaştı.
Böylelikle Akdeniz ve Kızıldeniz dışı Hindistan’a ulaşabilmenin alternatif
yolunu açmış oldu. Buraya ilk önce “Fırtınalar Burnu” daha sonradan gemicilerin
morali bozulmaması ve bölgeyle ilgili paniğe kapılmasınlar diye “Ümit Burnu”
dendi. (1451-1506) Kolomb ise vaatleriyle
İspanyol kraliyetinin desteğini sağlamayı başaracaktı. Gençliğinden beri
denizciliğin içinde olan ticaret gemilerinde tayfalık yapan Kolomb Afrika’nın
batı sahillerindeki Portekiz ticaret sömürgelerini ziyaret etti. Buralarda
denizaşırı sömürgelerin sunabileceği zenginlik ve ticaret olasılıklarını
görmüş, deneyim kazanmıştı.
Bu zenginliğe nasıl oluşturdular denildiğinde, işin sırını
keşifler ve sömürgecilik işine yönelmesiyle başladı. Haçlı Seferleri'nden umduğunu bulamayan
Avrupa, bu defa keşif görüntüsü altında sömürge ve zenginlik aramaya
koyuldu. Amerika, Avustralya ve diğer
ülkelerin yerlilerini katletti. Yerel kültürler yok edildi. Afrika halkını köle olarak pazarladı, çoğunu
da öldürdü. Ham maddeleri Avrupa'ya taşıdı.
“Coğrafi keşiflerin Avrupa için en önemli sonuçlarından biri,
kapitalizmdeki gelişmedir. Orta çağın sonlarında, kölelik Hıristiyan Avrupa'da
neredeyse hiç yoktu. Erken modern çağdaysa
Avrupa kapitalizminin yükselişi Atlantik köle ticaretiyle paralel olarak
ilerledi. Bu belanın sebebi, ırkçı ideologlar veya Tiran krallardan çok,
kısıtlanmamış piyasa dengeleriydi.
Kapitalizm gelişirken, büyük ölçüde sömürgeciliğe
başvurmuştur. Gerçekten, Avrupalılar ticari amaçlarla çeşitli ülkelerde
sömürgeler oluşturdular.
Özel köle ticaret şirketleri Amsterdam, Londra ve Paris
borsalarında işlem gördüler, iyi bir yatırım olanağı arayan orta sınıf
Avrupalılar da bu hisselerden satın aldılar. Bu parayla şirketler kurdular. 18.
yüzyıl boyunca köle ticareti yatırımının getirisi yıllık yüzde altı
civarındaydı, hisse sahipleri bu anlaşmadan çok memnundular. Bu yatırımlar olağanüstü
kazançlıydı”. [19]
Dünya ekonomisinin son elli yılda geçirdiği büyük siyasi ve
ekonomik değişimler ile çok yaygın olan bir yoruma dayandırmaktadırlar.
Makroekonomik politikaya
yönelik parasalcı yaklaşım hakkında sempatik yazılar yazan, 1993
ile 1997 yılları arasında muhafazakâr hükümete ekonomik politika konusunda
tavsiyelerde bulunan Hazine Panelinin bir üyesi ve bazen "bilge
adamlar" olarak anılan, İngiliz ekonomist Timothy George Congdon: “20.
yüzyılın en güçlü ve yıkıcı etkenlerinden biri olan ekonomik ulusçuluk artık
önemini yitirmiştir. Ticaret ve finans öylesine büyük bir oranda uluslararası
olmuş ve kapitalist sistemlerde büyük şirket olma taktiği o derece önem
kazanmıştır ki, ulus(al)-devlet bir kavram olarak anlamını yitirmiştir”. [a.g.e] Demekte.
Kapitalizm,
Emperyalizm ve Sömürgecilik
Kapitalist sistemin aç gözlüğü, üretim ve sermayenin
uluslararasılaşması, yani küreselleşme isteği, birçok önemli sonucu beraberinde
getirir. Üretimin uluslararasılaşmasına sermayenin dünya çapındaki bütünleşmesi
eklendiğinden, savaşların “moda” sının geçtiği iddia ediliyor olması, doyumsuzluk
belirtilerinin kimler tarafında istenmesi bariz ve net olarak Kapitalist
düşüncenin hafızasında oluşmaktadır. Ticaret ve finansın uluslararasılaşması ve
büyük şirketlerin küresel ölçekte faaliyet göstermesi hem olumlu hem de olumsuz
sonuçlar doğurabilir. Fayda sayılabilecek Ekonomik büyüme, Teknolojik ilerleme,
İşsizliğin azalması ve kültürel etkileşimin sağlayabileceği vs. gibi. Buna
karşılık olaraksa; gelir dağılımı ile eşitsizliklerin artması, çevresel
etkilerin kötüleşmesi, kültürel homojenleşme ile kültürlerin ve geleneklerin
yitirilmesi, uluslararası şirketlerin, yerel politikalar üzerinde önemli bir etkileyişleri
ile ulusal bütünlüğün bozulması. Bu da Ülke içinde yaşayan toplumlar arasında
ötekileşmelere ve anlaşmazlıklar sonucu birbirlerinden nefret etmeleri ile
ayırışıma uğraması tehlikesinin oluşmasıdır.
İngiltere -İkinci Dünya savaşından beri ABD ile
siyasi, ekonomik ve askeri birlikte hareket etmekte- ve Almanya ya da Amerika Birleşik
Devletleri, Japonya ile Çin ve Rusya arasında olabilecek bir savaş fikri
elbette aptalca bir düşünce sayılabilir. Devletler arasındaki askeri çelişkiler
zamanla ulusların ayrılıkları azaldıkça yumuşayacak ve sonunda da anlamsız hale
gelecek diye düşünebiliriz.
Emperyal düşünce -bir ülkenin veya devletin başka ülkeler veya bölgeler
üzerinde siyasi, ekonomik veya kültürel hakimiyet kurma arzusunu-, genellikle emperyalizm olarak
adlandırılan bir politika veya ideoloji ile ilişkilendirilir. Emperyalizm, bir
ülkenin kendi sınırları dışındaki toprakları kontrol etme ve sömürme çabasıdır.
Bu, askeri fetihler, ekonomik baskılar veya kültürel etkiler yoluyla
gerçekleştirilebilir.
Kuramcı, yazar, yayıncı ve çevirmen Hikmet Kıvılcım’ın, 1935
yılında Marksizm bibliyoteği yayınlarında yayınlanmış ‘Emperyalizm Geberen
Kapitalizm’ kitabında ki önsöz de yazdığı, "Emperyalist" ya da
"Anti emperyalist" terimleri çok işitilen sözlerdendir. Fakat,
Emperyalizm nedir? O sözü, bazı kişiler veya kimseler herhangi bir doğa
olayıymış gibi karıştırır; bazıları da ekonomi bilimi dışında olanlar, bir
politika meselesi sayarlar. "Emperyalizm, bütün dünyada, sömürge
dünyasının en ücra köşelerinde olduğu gibi, kapitalist iktidarının anavatanında
dahi, sayısız proleter yığınlarını finans kapital denilen bir avuç
plütokrasinin -zenginlerin
egemenliği, eski Yunanca plútos: servettir; plütokrasi, servet
sahiplerinin, zenginlerin yönetimi-
önünde boyun eğmeye
zorluyor." [20]
Emperyal düşünce, tarih boyunca birçok büyük imparatorluğun -Roma İmparatorluğu, Osmanlı
İmparatorluğu, Britanya İmparatorluğu gibi- genişlemesine ve güçlenmesine yol
açmıştır. Günümüzde de bazı ülkeler, çeşitli şekillerde emperyal politikalar
izleyebilirler.
İngiltere ve ABD arasındaki
birliktelik, çeşitli amaçlar doğrultusunda şekillenmiştir. Bu iki ülke, tarih
boyunca birçok alanda iş birliği yapmış ve stratejik ortaklıklarını
sürdürmüştür.
-
Ekonomik İş birliği: İngiltere ve ABD, ekonomik alanda güçlü bağlara
sahiptir. Atlantik Deklarasyonu adı verilen anlaşma, iki ülke arasında
teknoloji, savunma ve çevreci sektörler açısından daha yakın bağlar
geliştirilmesini öngörmektedir.
-
Savunma ve Güvenlik: İki ülke, NATO gibi uluslararası savunma
ittifaklarında birlikte çalışarak küresel güvenliği sağlamayı amaçlamaktadır.
Ayrıca, terörizmle mücadele ve askeri iş birliği konularında da ortak hareket
etmektedirler.
-
Teknoloji ve İnovasyon: İngiltere ve ABD, yeni
teknolojilerin geliştirilmesi ve inovasyon alanında iş birliği yaparak,
ekonomik ve teknolojik üstünlüklerini korumayı hedeflemektedirler.
-
Çevresel Sürdürülebilirlik: İki ülke, çevre koruma ve
sürdürülebilirlik konularında da iş birliği yaparak, küresel iklim değişikliği
ile mücadele etmeyi amaçlamaktadır.
Bu iş birlikleri, iki ülkenin küresel arenada daha güçlü ve
etkili olmasını sağlamaktadır.
Devletler arasındaki yüksek egemenlik mücadelesi ve “yeni
dünya düzeni” iddiaları yeni bir olgu değildir. Son iki yüz yıllık siyasi
tarihte taşlar birkaç kez yerinden oynamış ve güçlü devletlerin belirlediği
büyük politikalarla, çıkarlar ve sınırlar yeniden tanzim edilmiş ve yeni bir
dünya tasavvuru ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tarihi tecrübeler günümüzü ve
yakın geleceği anlamaya yardımcı olacaktır. Bu çalışmada, 21. Yüzyılın
"yeni dünya düzenini" veya yeni dünyayı zihniniz de canlandırmak
anlamak için, dönemlerinin "Büyük Güç" ile onların bilinen dünyayı
kapsayan büyük politikaları bu politikaların perspektifinde Dünya'nın yeniden
yapılandırılması anlayışı.
"Yeni Dünya Düzeni" terimi, genellikle küresel bir
yönetim veya düzenin kurulmasını ifade eden bir komplo teorisi olarak bilinir.
Bu teoriye göre, gizli bir güç elitinin, egemen ulus devletlerin yerini alacak
otoriter bir tek dünya hükümeti kurmayı planladığı iddia edilir. Ancak, bu
teorinin etkinliği veya varlığı doğrulanmamıştır ve birçok kişi tarafından
spekülatif olarak değerlendirilir.
19. ve 20. yüzyılın başlarından itibaren Dünyada ki etkili
gruplar ve hareketler, Anti-Semitik -Yahudi milletine
karşı duyulan düşmanlık- anlatıların yayılmasında büyük ölçüde sorumlu olmuşlar.
Yahudiler sıklıkla uluslararası olayların düzenleyicileri olarak çerçevelenir
ve kötü niyetli amaçlar için ulusüstü bir yönetim yapısı oluşturmakla
suçlanır. Zengin bir bankacılık hanedanı olan Rothschild ailesi, bu sözde
küresel komplonun merkezinde sık sık anılmaktadır. Ayrıca, Rockefeller
ailesi, özellikle David Rockefeller, bankacılık, sanayi ve hayırseverlik -menfaatleri gereği- alanlarındaki geniş etkileri
nedeniyle, toplumlar içinde sıkça düşünülmektedir. George H. W. Bush ve Henry
Kissinger gibi politikacılar, uluslararası iş birliği ve küresel yönetişimi
savunmaları nedeniyle, bazen ‘Yeni Dünya Düzeninin’ önemli savunucuları olarak
gösterilmektedirler. Bu bireyler, komplo teorilerinde, yeni bir küresel düzeni
getirmek için perde arkasında çalışan figürler olarak gösterilirler. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Üçlü Komisyon gibi örgütler
etrafındaki komplo teorileri, bu kurumların seçkinler tarafından kendi
gündemlerini ilerletmek için kullanılan araçlar olduğunu öne sürülür. Bu
teorilerin tümü, küresel iş birliğine duyulan şüpheyi ve güçlü grupların dünya
olaylarını kendi çıkarları doğrultusunda gizlice yönlendirdiğine olan inancı
paylaşır.
Finansal Ansiklopedi Temmuz 2021tarihinde
web sitesinde: Üçlü
Komisyon terimi, Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya-Pasifik’ten önde gelen
vatandaşları bir araya getiren bir sivil toplum forumu anlamına gelir. 1973’te
Amerikalı bankacı David Rockefeller tarafından kuruldu ve Kuzey Amerika, Avrupa
ve Japonya’dan üyeler –tümü özel vatandaşları– içeriyor. Komisyonun amacı, üç bölgedeki ülkeleri etkileyen politika sorunlarını
tartışmak için açık ve küresel bir platform sağlamaktır. Üyeler, ticaret,
finans, işçi sendikaları, kâr amacı gütmeyen kuruluşlar ve çeşitli sivil
toplum kuruluşlarından seçkin liderleri içerir. Komisyon, sosyal, ekonomik,
jeopolitik ve küreselleşme sorunlarına çözümler bulmak amacıyla
üyeleri arasında açık bir diyalog geliştirmeyi amaçlamaktadır. Demekte.
Dünyanın en zengin insanlarından
olan David Rockefeller ve eski ABD Ulusal Güvenlik danışmanı olan Zbigniew
Brzezinski tarafından Temmuz 1973 tarihinde kurulan örgüt -Trilateral
Komisyonu (Üçlü Komisyon) olarak bilinir-, Japonya,
Avrupa ve Kuzey Amerika'nın iş, bankacılık ve politika alanındaki en büyük
ve güçlü 325 insanını üyesi yapmıştır. Bilinen, komisyonun dünyanın bu bölgeleri
arasında ekonomik iş birliği oluşturmak amacıyla kurulduğudur. George Bush,
Dick ve Lynne Cheney, Bill Clinton, Al Gore, Jimmy Carter, Walter
Mondale gibi isimlerin komisyonun üyelerinden olduğundan söz
ediliyor. Ayrıca Avrupa Merkez Bankası, Dünya Bankası
ve IMF gibi bankaların ve Shell, Sony, Comcact, Time Warner,
Levi-Strauss, Daikin, Ford, Chrysler, Toyota, Mitsubishi, Johnson and
Johnson, IBM, Boeing ve Citigroup gibi uluslararası şirketlerin temsilcilerinin
de komisyon toplantılarında yer aldığı biliniyor. Eleştiriler ve Komplo
Teorileri, bazı çevrelerce “Yeni Dünya Düzeni” nin bir parçası olmakla
ve küresel elitlerin çıkarlarını korumakla suçlanmıştır. Ancak Komisyon, bu
iddiaları reddederek açık ve sivil bir platform olduğunu savunmaktadır
Komisyonun kurulduğu günden bu yana üzerinde çalıştığı plana, "Yeni
Uluslararası Ekonomik Düzen" adı veriliyor.
İngiltere ve ABD'nin iş birliği ise daha çok ekonomik,
savunma, güvenlik, teknoloji ve çevresel sürdürülebilirlik gibi alanlarda ortak
çıkarlar doğrultusunda şekillenmiştir. Bu iş birlikleri, iki ülkenin küresel
arenada daha güçlü ve etkili olmasını sağlamayı amaçlamaktadır.
"Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması"
ifadesi, Sovyetler Birliği'nin kurucusu, Ekim Devrimi'nin, Bolşevik Partisi'nin
ve 1917 yılında Rusya'da iktidarı ele geçiren Komünist Hükümetin ilk lideri,
Vladimir Lenin tarafından ortaya atılmıştır. Lenin, bu kavramı 1916 yılında
yazdığı "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı eserinde
detaylı bir şekilde açıklamıştır. Lenin'e göre, emperyalizm, kapitalizmin en
gelişmiş ve en son aşamasıdır ve bu aşamada büyük kapitalist devletler, kendi
çıkarları doğrultusunda diğer uluslara müdahale ederler. “Emperyalizm, genel
anlamda, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve doğrudan devamı olarak
ortaya çıkmıştır. Fakat kapitalizm, kapitalist emperyalizm haline ancak
gelişmesinin belirli ve çok yüksek bir düzeyinde, onun temel özelliklerinden
bazıları kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığı ve bütün alanlarda,
kapitalizmin daha yüksek bir toplumsal-ekonomik düzene geçiş döneminin bazı
ögeleri biçimlenip belirdiği zaman gelebilmiştir. Bu süreç içinde ekonomik
yönden esas olan, kapitalist serbest rekabetin yerine kapitalist tekellerin geçmesidir.
Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin temel
özelliğidir; tekel, serbest rekabetin tam karşıtıdır; fakat bizzat serbest
rekabet büyük üretimi yaratarak, küçük üretimi saf dışı bırakarak, büyük
işletmenin yerine daha büyüğünü geçirerek, kısacası, üretimin ve sermayenin
yoğunlaşmasını tekelleri doğuracak kadar artırarak, gözlerimizin önünde tekel
durumuna dönüşmeye başlamış ve karteller, sendikalar, tröstler ve sermayeleri
bunlarla iç içe geçmiş, milyarları çekip çeviren bir düzine banka oluşmuştur.
Bu arada tekellerin içinden çıktıkları serbest rekabeti yok etmediklerini, onun
üstünde ve yanında var olmaya devam ettiklerini, böylece de son derece keskin,
şiddetli sürtüşmelere, çatışmalara yol açtıklarını görüyoruz”. [21]
Sömürgecilik ve emperyalizm, dünya tarihinin önemli
dönemlerinden biridir ve birçok ülkenin zenginleşmesinde büyük rol oynamıştır. Modern
anlamda 15. yüzyılda başlamıştır. Uluslararası akademik camiada Sömürgecilik
tarihi, Yakınçağ tarihi ve Güney Asya Müslümanları hakkındaki araştırmalarıyla
tanınan ve Anadolu Üniversitesi Yayını ‘Sömürgecilik Tarihi. (Afrika-Asya)’
kitabının editörü olan, Prof. Dr. Azmi Özcan’ın, önsözünde yazdığı: “Sömürgecilik,
başkalarına ait olan maddî-manevî bütün kaynakların bir ulus ya da devlet
tarafından zorla ele geçirilmesi ve götürülmesi anlamında kullanılan bir
tanımlamadır” demektedir. Bu dönemde “Avrupalı devletler, yeni ticaret
yolları ve zenginlikler arayışıyla keşiflere başlamışlardır. XVI. ve XVII.
yüzyıllarda İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere dünyanın pek çok
bölgesinde çok büyük sömürgeler kazandılar. XVIII. yüzyıldan itibaren İspanya ve Portekiz,
sömürgelerinin bir kısmını dolayısıyla da güçlerini kaybetmeye başladı. Buna
paralel olarak İngiltere de Kuzey Amerika’daki kolonilerine bağımsızlık vermek
zorunda kaldı. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da yapılan koalisyon
savaşlarında Fransa’nın sömürge imparatorluğu da küçüldü. XVIII. yüzyılın
ikinci yarısında İngiltere’de başlayan birinci Sanayi İnkılabı 1800’lerden
sonra diğer Avrupa ülkelerine de yayıldı. Bu bağlamda Fransa, Almanya, Belçika,
Hollanda, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri hızla sanayileşti. Bu ülkelere
daha sonra Japonya ve Rusya da dâhil oldu”. [22]
1949'da
P. F. Collier ve Oğulları tarafından Amerika Birleşik Devletleri'nde yayımlanan
genel bir ansiklopedi ve uzmanlara göre önemli bir kaynak olarak kabul
edilen, “Collier's Encyclopedia emperyalizm tarihini üç büyük evreye
ayırmaktadır: Birincisi, 16. yüzyıla kadar devam eden ve imparatorlukların
genişlemesi ile ilgili olan evredir; ikincisi coğrafi keşiflerle başlayıp 19.
Yüzyıla kadar devam eden emperyalizmdir. Eski emperyalizm olarak
adlandırılmaktadır; üçüncüsü yeni emperyalizmdir ve yaklaşık 1880’lerde
başlamış ve sömürgelere yeniden büyük ilgi duyulmasına, Asya ve Afrika’nın
paylaşılmasına yol açmıştır”.[23]
Marc
Ferro, ‘Fetihlerden bağımsızlık hareketlerine sömürgecilik tarihi’ kitabının
‘Sömürgecilik veya
Emperyalizm bölümünde:
“Sömürgecilik yabancı bir toprağın işgalini, o toprağın işlenmesini ve oraya
göçmenlerin yerleşmesini içerir. ‘Sömürge’ (koloni) terimi bu şekilde
tanımlandığında bu olgu eski Yunan dönemine kadar geri gider. Aynı şekilde,
Atina ‘emperyalizm’ inden ve daha sonra Roma ‘emperyalizm’ inden söz edilir.
Batı tarih geleneği, sömürgeciliği ‘büyük keşifler’
dönemiyle başlatır. 1991'de yayımlanan L'Histoire de la France Coloniale (Sömürgeci
Fransa’nın Tarihi) adlı eserde ‘gerçek anlamdaki sömürgecilik macerası’ nın XV.
yüzyıldaki kâşiflerle başladığı belirtilir, yani Kastilya Kralı IV.
Enrique'nin Kanarya Adaları'nı Jean de Bethencourt'a fief olarak verdiği zaman.
Aynı kitapta, Amerika kıtasının keşfinin, IV. Henri dönemin de ve Champlain'in
sayesinde Fransa'nın ilgisinin
Kanada'ya yönelmesinden önce, XVI. yüzyılın ortalarına doğru Rio de Janeiro
Körfezi ve Florida kıyılarının işgal edilmesi ile başladığı yazılmıştı”. [24]
Sömürgecilik ve Emperyalizmin Yayılması, 16 ve 17.
yüzyıllarda İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi diğer Avrupa devletleri de
sömürgecilik yarışına katılmıştır. Bu dönemde, Amerika kıtası, Afrika ve
Asya'da birçok bölge sömürgeleştirilmiştir. 19. yüzyılda ise Sanayi Devrimi'nin
etkisiyle sömürgecilik hız kazanmış ve "Yeni Emperyalizm" dönemi
başlamıştır. Bu dönemde, özellikle Afrika kıtası, Avrupa devletleri arasında
paylaşılmıştır. Sömürgeci devletlerin büyük zenginlikler elde etmesine yol
açmıştır. Sömürgelerden elde edilen hammaddeler, Avrupa'daki sanayilerde
işlenmiş ve büyük ekonomik kazançlar sağlanmıştır. Ayrıca, sömürgecilik,
ticaret yollarının kontrolü ve yeni pazarların açılmasıyla ekonomik büyümeyi
desteklemiştir. Sömürge altındaki toplumların sosyal ve kültürel yapısını
derinden etkilemiştir. Yerli halklar, sömürgeci devletlerin kültürel ve dini
etkilerine maruz kalmış, birçok yerli dil ve kültür yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalmıştır.
Batı Avrupa'nın 16. yüzyılda ileri gitmesinden bu yana, Büyük
Güç sistemi içinde başı çeken ülkelerin İspanya, Hollanda, Fransa, Britanya
İmparatorluğu ve günümüzde de Birleşik Devletler gibi ülkelerin yükselmelerinin
ve sonra da çökmelerinin izlediği çizgi, üretim ve gelir sağlama kapasiteleri
ile askeri güçleri arasında daha uzun vadede çok anlamlı bir karşılıklı
ilişkinin var olduğunu bilinmesi gerekebilir.
Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte Avrupa'da yaygın
olan skolastik düşünceye son verilmiş; karanlık çağ yerini aydınlanma çağına
bırakmıştır. Bilgi kilisenin tekelinden çıkmıştı. Rönesansın ortaya çıktığı
İtalyan Şehir Devletlerinden Floransa'da yaşan Niccolo Machiavelli, bir devlet
adamı olarak görev yapmıştır. İtalyan
şehir devletleri kuzeyli istilacılar tarafından yağmalanmış ve siyasi
istikrarsızlık nedeniyle istila edilmiştir. Machiavelli bu durumu fark ederek,
siyasi birliğin ve düzenli ordunun altını çizmiş olmasıyla öne çıkmaktadır.
Modern devlete ulaşılan süreçte, Machiavelli'nin görüşleri birçok düşünürü ve
siyasi karakteri etkilemiştir. Modern anlamda devletlerin ortaya çıkması 16.ve
17. yüzyıllarda ortaya çıkmış olan yeni bir olgudur. Günümüzdeki anlamıyla ulus
devlet, orta çağın sonlarında, yeni çağın başlarında Avrupa’da feodalitenin
çöküşü ve kilisenin siyasal etkinliğinin azalmasıyla ortaya çıkmıştır. George
H. Sabine de benzer bir şekilde modern devlet teorisini Machiavelli ile başlatmaktadır.
Modern çağda üç dönem, öncelikle sömürge olmak üzere geniş
imparatorlukların yaratılışına tanıklık etti. 15. yüzyıl ile 18. yüzyılın
ortaları arasında İngiltere, Fransa, Hollanda, Portekiz ve İspanya,
Amerika, Hindistan ve Doğu Hint Adaları'nda imparatorluklar
kurdular. Bundan sonraki yaklaşık bir yüzyıl boyunca, emperyalizme karşı güçlü
bir tepkinin sonucu olarak imparatorluk inşasında göreceli bir sakinlik hüküm
sürdü. Daha sonra 19. yüzyılın ortaları ile I. Dünya Savaşı (1914-18)
arasındaki on yıllar yine yoğun emperyalist politikalarla karakterize
edildi.
Yeni
Düşünceler Dönem
Alan Ryan ‘Siyasi Düşünceler Tarihi’ kitabının ‘Birinci
Kısım MODERNİTE’ bölümünde: ‘1910’da insan doğası değişti’ diyen Virginia
Woolf; - Bu söz, özellikle “Mr. Bennett
and Mrs. Brown” adlı denemesinde geçer-, modernizmin başlangıcını ve bu dönemdeki toplumsal,
kültürel ve sanatsal değişimleri vurgulamış. Bu değişim, geleneksel değerlerin
sorgulanması, bireyselliğin ön plana çıkması ve yeni düşünce akımlarının ortaya
çıkmasıyla karakterize edilmektedir. Woolf ‘un bu sözü, özellikle edebiyat ve
sanat dünyasında büyük bir etki yaratmış ve modernist hareketin önemli bir
simgesi haline gelmiştir. “Victoria çağının bitip modern çağın başladığı, tüm
kalıpların yıkılarak yeni ifade biçimlerinin denendiğini” söylediğinde, ilk kez
modern siyasi düşüncenin kimin kullandığı tartışmalarında ki düşüncelerinin
kendi açısından yaptığı açıklaması: “İlk ‘modem’ siyasi düşünürün Hobbes mu
Machiavelli mi yoksa bunlardan hiçbiri mi olduğunu tartışan düşünce tarihçileri
ve siyaset kuramcıları, düşüncelerini açıklamak genellikle büsbütün ciddidir. Machiavelli
kendisini, siyaset tartışmalarına ‘yeni bir yöntem’ getirdiği için övmüştür;
Hobbes ise siyasetin Leviathan'dan daha eski bir tarihe sahip olmadığını ilan
etmiştir.
Modernitenin Hobbes ile başladığı görüşü şöyle bir şeydir;
Machiavelli, esas olarak geriye doğru bakan bir kişidir. Başarılı siyasi rejim
ile ilgili ideali Roma Cumhuriyeti'dir. Roma'yı başarılı kılan şeylerin ne
olduğuna dair görüşleri, Polybius'unkiler (Antik Yunan tarihçisi ve
siyaset düşünürü olarak bilinir. MÖ 203–120 yılları arasında yaşamış ve
özellikle Roma’nın yükselişini anlattığı kapsamlı tarih eseriyle tanınmıştır) ile neredeyse aynıdır; bu görüşler,
Perikles için de şaşırtıcı olmayacaktır.
Hobbes, ilerleme fikrine, sonraki yazarlar gibi atıfta
bulunmamış ve eski işvereni Francis Bacon gibi, bilimin, insanın varlığını
rahatlatmasına methiyeler yazmamışsa da medeni ve gayri medeni dünyalar
arasındaki -mesela, on yedinci yüzyıl İngiltere'si ile o dönemin Amerika
Yerlilerinin dünyası arasındaki- farkın siyasi, entelektüel ve genel anlamda
teknolojik olduğu konusunda berrak bir fikre sahiptir.
Siyaset hakkında modem şekilde düşünmenin başlangıcı olan
kişinin, Hobbes değil Machiavelli olduğunu söylemek aptalca değildir. Bunu en
azından iki şekilde savunmak anlamlı olacaktır. İlki, Machiavelli'yi, siyasetin
özerkliğini telaffuz etmiş birisi olarak görmektir
Siyaset hakkında modem şekillerde düşünmenin başlangıcını,
Hobbes'un yaptığını ve bunun önemli bir parçasının da doğal hukuka yeni bir
bakışın oluşturduğunu düşünüyorsak Hobbes'un, doğanın kanunları ve bunların
felsefi statüleri hakkındaki son derece açık bir
şekilde yapılmış açıklamaları, Machiavelli'nin böylesi argümanları sessizce
görmezden gelmesinden tamamen farklı bir kategori teşkil eder.” [25]
“16. yüzyıldan itibaren birey, toplum ve devlet hakkında
geliştirilen fikirler, ‘modern siyaset teorisi’ olarak tanımlanmaktadır.
Niccolo Machiavelli (1469-1527) ile başlayarak Michel de Montaigne, Thomas
Hobbes (1588-1679) ve John Locke’un da aralarında bulunduğu ‘siyasal düşünürler’,
‘erdem’ i vurgulayan klasik siyaset felsefesi paradigmasını gerçekçi olmadığı
düşüncesiyle reddetmişlerdir (Strauss, 1989)”. [26]
Avrupa, 17. Yüzyıla geldiğimizde bilimin aldığı yoldan
beslenerek bilgi kuramını da klişeden uzak bir noktaya taşımaya çalışır.
“Yeryüzündeki yöneticilerin, bütün İktidarların Kaynağı
olduğuna inanılan “Adem’in Özel
Hükümranlığı ve Paternal (babaya ait) Yetkisinden” herhangi bir yarar elde etmelerini
ya da Otoritenin en küçük bir gölgesini bile bu Yetkiden türetmelerini açıkça
olanaksız hale getirdiğini zannediyorum” diyen, 17. yy. yaşamış Empirizmin ve Felsefi Liberalizmin
kurucusu olarak sayılabilecek, Batı Düşünsel Dünyasının en önemli
filozoflarından biridir. John Locke, ‘Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’
kitabında: “İnsanların başkasından izin istemeksizin ya da başkasının İradesine
bağlı olmaksızın Doğa Yasasının sınırları içinde Eylemlerini
düzenleyebilecekleri ve Sahiplikleriyle -sahibi olma- Kişilikleri üzerinde uygun olduğunu
düşündükleri biçimde tasarrufta bulunabilecekleri ‘Yetkin bir Özgürlük
Durumudur’.
İnsanların bu durum hiç kimsenin diğerinden daha fazla
İktidar ve Yetkiye -yönetmeye- sahip olamadığı, bütün İktidar ve Yetkinin karşılıklı
olduğu bir ‘Eşitlik Durumudur’: Çünkü tümünün Lordu ve
Efendisinin -çünkü doğa durumu bir eşitlik durumudur- açık ‘İrade Bildirisi’,
birini diğerinin üzerine koymayı gerektirmediği ve açık ve seçik bir yetkilendirmeyle
kuşku götürmez bir Hükümranlık ve Egemenlik hakkı tanımadığı sürece, Doğanın aynı
nitelikteki bütün nimetleri ve aynı yeteneklerin kullanımı bakımından ayrımsız
doğan aynı tür ve sınıftaki Yaratıklardan her birinin, Tabi Kılma ve Tabi Olma
ilişkisi olmaksızın, diğerine eşit olması gerektiğinden daha açık bir şey
olamaz.” [27]
Bu bir ‘Özgürlük Durumu’ olmasına rağmen, ‘bir
Başıbozukluk Durumu değildir’: İnsan kendi kişiliği ve sahiplenmeleri
üzerinde tasarrufta bulunma konusunda dizginlenemeyen bir özgürlüğe sahip
olmasına rağmen, yalnızca kendini Koruma amacının gerekliliği içinde daha asil
amaçlar olmadıkça Kendi Kendisini ya da Sahipliğindeki herhangi bir Varlığı yok
etmeye yetecek bir Özgürlüğe sahip olmadıklarını bilmektelerdir.
“Şimdiye kadar anılan Yasalar, yani doğa yasaları, herhangi bir
cemaat kurmamış olmalarına, aralarında neyi yapıp neyi yapmayacaklarına ilişkin
Resmi bir Anlaşma olmamasına rağmen insanları, insan olmalarından dolayı mutlak
biçimde bağlarlar. Kendi başımıza yalnız ve tek başına yaşarken, Doğamızın
arzuladığı, İnsanın Saygınlığına yaraşır bir Yaşam için gerekli olan yeterli
stoku sağlamakta yetersiz olduğumuzdan, içimizdeki bu Eksiklik ve
Yetersizlikleri gidermek için, doğal olarak diğerleriyle bir Topluluk ve Cemaat
kurmaya yönleniriz. Bu, İnsanların Siyasal Toplumlarda birleşmelerinin
başlangıçtaki Nedeniydi.” [a.g.e]
Latincede boş levha anlamına gelen ‘tabula rasa’
deyimi, ‘insan zihni doğuşta boş bir levha gibidir’ düşüncesine John
Locke yöneltmiştir. Locke, insanın yaşamındaki tek yol göstericinin akıl
olduğunu savunmuştur. İnsanın veya İnsanlar için yol göstericisi olan aklını
kullanıp, her türlü gelenek ve otorite baskısından kurtularak özgür
düşünceyi seçmesi gerektiğini ileri sürerek, İnsanı ve toplumu ileri götürecek
şeylerin başında ‘özgür düşünceyi’ öne çıkarmıştır.
Doğa durumu içerisin de eşit ve özgür olan insanların, kendi
aralarında sözleşme yaparak bir sivil toplum oluşturmalarının ve kendilerini
yönetecek bir iktidar belirlemelerinin temel nedeni, doğa durumunun ikinci
aşamasında ortaya çıkan savaş durumunun tehlikelere ve korkulara neden
olmasıdır. Her ne kadar, doğa durumunda insanlar doğal hak ve özgürlüklere
sahip olsalar da artık insanların sahip oldukları hiçbir hakları güvencede
değildir.
Toplumsal sözleşme veya Sosyal sözleşme; bireylerin
karşılıklı uzlaşma, bazı kurallara uymak üzerinde anlaşma ve birbirlerini
şiddet, sahtekarlık veya dikkatsizlikten korumak için birleştirdiğini varsayan
bir kavramdır. İnsanlar arasındaki kullanımı, insanların bir devlete ya
da otoriteye bağımsızlıklarının bir kısmından hukukun
üstünlüğü anlayışı ile vazgeçmeleridir.
Hukukun üstünlüğü ilkesi, tarih boyunca farklı medeniyetlerde
ve düşünce sistemlerinde gelişmiştir. Bu kavramın kökenleri Antik Yunan'a kadar
uzanır. Modern Dönem de yani 19. Yüzyılda İngiliz, hukukçu, Anayasa hukuku
konusundaki özgün düşünceleriyle tanınmış, Albert Venn Dicey, hukukun üstünlüğü
kavramını detaylandırmış ve bu ilkenin demokratik toplumlar için vazgeçilmez
olduğunu vurgulamıştır.
“Hukukun üstünlüğü (rule of law) ve hukuk devleti (Rechtsstaat)
kavramları çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Oysa felsefî ve
tarihi açıdan bu iki terim hem anlamları hem de temelleri bakımından çok
farklıdır. Hukukun üstünlüğü (rule of law) ve hukuk devleti (Rechtsstaat),
anlayışları aslında aynı anda iki farklı liberal anlayış ile, yani Anglo-Sakson
ve Alman ekolünün anlayışı ile eşleşmektedir. Anglo-Sakson ekolünde, realist
bir yaklaşımla bireyin mülkiyet üzerindeki egemenliği ön plana çıkarken; Alman
ekolünde, idealist bir yaklaşımla bireyin davranışı üzerindeki egemenliği ön
plana çıkmaktadır. Modern devlet özgür iradelerin kontrolünü sağlamaktan
ibarettir ve bunu yapan egemen güç ise, üst bir irade veya Thomas Hobbes’un
deyimiyle “yeryüzündeki bir Tanrı” veya “Leviathan”dır”. [28]
Thomas Hobbes'un Leviathan adlı eserindeki "Leviathan"
terimi, güçlü ve merkezi bir otoriteyi ifade etmek için metaforik olarak
kullanılmıştır. Hobbes, devletin bireyler arasındaki kaosu ve anarşiyi önlemek
için güçlü bir yapıya sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre,
insanlar doğal durumda -düzenleyici bir otoritenin olmadığı bir ortamda- ‘herkesin herkese karşı savaşı’
olarak tanımladığı bir durum içindedir. Bu durumda yaşam ‘yalnız, fakir, kötü,
kaba ve kısa’ olacaktır.
Hobbes, insanların bu kaotik durumdan kurtulmak için bir
"toplumsal sözleşme" aracılığıyla güçlerini bir egemen otoriteye (Leviathan'a)
devretmeleri gerektiğini savunur. Leviathan, burada düzeni sağlayan ve toplumun
çıkarlarını koruyan devasa bir güç olarak tasvir edilir. Mahfi Eğilmez, 26 Ocak
2017 tarihin de Kendime Yazılar web sitesinde, ‘Leviathan’
yazısında ki anlatısın da “Bu şekilde sözleşme yapan insanların bir araya
gelmesi ile oluşan şey devlettir. Hobbes’un deyişiyle bu Leviathan’dır.”
Demekte.
John Locke’un siyasi fikirlerinin oluşmasında, küçük yaştan
itibaren edindiği tecrübeler çok etkili olmuştur. Buna bağlı olarak; Locke
parlamento yönetimi, demokrasiyi, anayasal yönetimi, özgürlük fikrini, hoşgörü
ortamını, devletin sınırlandırılmasını, kuvvetler ayrılığını, temel hak ve
özgürlükleri savunmuştur.
Cenevreli filozof, yazar ve besteciydi Jean-Jacques
Rousseau, 1762'de yazdığı ‘Toplumsal Sözleşme ya da Sosyal Sözleşmesi’,
kitabında, siyasi bir sistemin kurulabilmesi için en iyi yöntemin toplumsal
sözleşme olduğu açıklanmaktadır. Yazar kitabı neden yazdığını eklediği birinci
bölümde “Eğer dedikleri gibi, yasa koyucu ya da hükümdar olsaydım, ne yapmak
gerektiği hakkında yazı yazmakla oyalanmaz ya yapılması gerekeni yapar ya da
susarım”. [29] Şeklinde açıklamıştır.
Siyaset demokratik mücadeleye açık, sonuçların alemidir. Toplumsal farklı
güçler arasında uzlaşmanın olmadığı yerde, siyasal sistem de olmaz. Buna
karşılıkta toplum içi çatışmalar kaçınılmaz olur. Bu çatışmalar, şiddete karşı
ve şiddete dayalı olarak karşımıza çıkar. Bu çatışmaların en şiddetlilerini
Avrupa’da Karanlık Çağın başlangıç ve bitiş tarihleri de (tartışma
konusudur). Bazıları başlangıç tarihi için 410 yılını esas alırken
diğerleri Roma'da son İmparatorun hüküm süresinin bittiği 476 yılını esas
alırlar. Bitiş tarihi için de Şarlman’ın Papa tarafından İmparator ilan
edildiği 800 yılını esas alanlar da mevcuttur. Bazı tarihçiler ise
toplam 1100 yıl süren Orta Çağ'ın tamamını karanlık çağ olarak nitelendirmek.
Bunun en büyük nedeni, bu yıllarda birçok salgının ortaya çıkması ve Avrupa
ülkelerinin hem ekonomik hem de kültür alanında gerilemesi olarak
göstermektedirler.
“Her siyasal sistem, içinde aynı zamanda çatışmayı ve
uzlaşmayı içerir. Açık ya da kapalı, yumuşak ya da sert, çatışmanın olmadığı
yerde uzlaşmadan söz edilemez. Her uzlaşma mutlaka bir çatışmanın ürünü olduğu
gibi; her çatışma da çok katı ve acımasız bir görünüm altında olsa bile,
mutlaka gelecekteki uzlaşmanın tohumlarını taşır.” [30]
Toplum ve devlet arzuları tatmin etmeye dönük olarak insan
aklının bir icadıdır. Barış, insan arzularının daimî tatmini için bir ‘sine
qua non’ -olmazsa olmaz- konumunda olsa da doğadan
gelen bir nitelik de değildir. Bilakis doğanın getirdiği şey çatışmadır. Barış
insanların isteği, barışın karşıtı olan çatışma ise onların doğal durumudur. Modernlere
göre bu durum insan türünün ikilemidir. Çatışmayı bütünüyle ortadan kaldırmaya
girişmek beyhudedir. Buradaki tek çıkar yol çatışmayı toplumsal yaşamla uyumlu
hale getirmektir; böylece çatışma, toplumun asıl amacına ‘insan arzularının
sürekli tatmini’ hizmet etmesini engellemeyecektir.
Modern yani Rönesans sonrası dönemdeki ulusal ve uluslararası
güçlerin nasıl ve aralarındaki rekabetin bilerek veya bilmeden birbirlerine
verdikleri destekleri ve engellemelerin oluştuğu üzerine üzerinde nasıldı diye
düşünürsek: Bu çağ, uzun süredir geriye düşmüş olan
Avrupa'nın ticaret ve Coğrafi Keşiflerle yükselişinin öncüsü
olmuştur. Klasik öğrenmenin ve bilimin İlk Çağ metinlerinin yeniden
keşfiyle yeniden doğması ve genel anlamda bir Avrupalılık kültürünün yeniden
oluşması gerçeklemeye başlamıştır.
İsviçreli sanat ve kültür tarihçisi, tarih felsefesi alanında
da önemli bir figür olarak tanınan Jacob Burckhardt, İtalya'da Rönesans Kültürü
adlı klasik çalışmasında, bize anlatmak istediği; Bir kültür tarihi yazmakta
karşılaşılan güçlüklerin çokluğu ile «Rönesans Sanatı» adlı ayrı bir
eserle doldurmayı düşündüklerini niyetimizi ancak kısmen gerçekleştirebildiklerini
söyleyerek, İtalya ve Avrupa da Rönesans yıllarındaki siyasi ve kültürel yaşamı
bize aktarıyor. “Papalarla Hohenstaufen hanedanı (Avrupa'nın çeşitli
ülkelerini yüzyıllar boyunca yönetmiş bir hanedan. Avusturya
Hanedanı olarak da bilinir.) arasındaki kavgalar sonuncunda İtalya,
öteki Batı ülkelerinden en esaslı noktalarda tamamıyla ayrı bir siyasi şekil
alıyordu. Fransa, İspanya ve İngiltere'de feodal sistem, yapısı bakımından,
ömrünü tamamladıktan sonra mutlak hükümdarların toparladıkları modern devletler
içinde erimek zorunda kalacak bir tarzda gelişmişti. Almanya'da İmparatorluğun
birliğini, hiç olmazsa görünüşte, muhafaza etmesine yardım etmişti. İtalya'da
ise bu nitelikte bir feodal sistemden hemen hemen tamamıyla uzak kalınmıştı”. [31]
Rönesans; İngiltere, Hollanda Venedik, Floransa,
Portekiz, gibi büyük kent-devletlerinde ya
da metropollerde doğmuştur. Rönesans üzerinde derin araştırmalar
yapan İsviçreli sanat ve kültür
tarihçi Jacob Burkhard, “Rönesans insanın keşfedilmesidir.”
demektedir. Gerçekten de Orta çağ Avrupa'sında insanın hiçbir değeri
yoktu. Engizisyon mahkemelerinde yüz binlerce insan haksız yere ve çok kez
yalnızca servetlerini ele geçirebilmek için öldürüldü.
Rönesansın en önemli sorunu insandır. İnsanın yeniden keşfi
söz konusudur. Yeni bir insan tanı-
mı karşımıza çıkıyor. Bu da “yeni bir hayat duygusunu ve yeni bir dünya
görüşünü ortaya çıkarmaktaydı. Bacon'ın ana görüşlerinden biri ‘bilmek, egemen
olmaktır’ düşüncesidir”. [32]
Mevcut gerçeklik ve
geleneklere karşı çıkışın hayalini kurduğu bir dünyayı işaret ettiği; ‘Gerçekliğe
ve Geleneğe Karşı’ kitabının yazarı Halil Turhanlı’nın Karar gazetesinde 16 Nisan 2024 tarihli ‘Jacob
Burckhardt ve rönesans insanı’ yazısın da “Rönesans bireyin, bireyselliğin,
öznelliğin doğuş çağıydı. Bu dönemde insanlık tarihindeki
en önemli zihinsel ve kültürel dönüşümlerden birine işaret eder. Rönesans,
bireyin toplumdaki kolektivist yapılardan ve dogmatik düşünce kalıplarından sıyrılarak özgün bir kimlik
ve düşünce geliştirebildiği bir çağ olarak görülmesi ile gerçekleşen en sarsıcı
değişim buydu. Orta çağda insan yanılsamalardan, çocuksu duygulardan “örülmüş
bir örtünün altında yarı uyanık halde” uzanmış yatarken Rönesans’ta üzerindeki
örtüyü kaldırmış, birey olarak ayağa kalkmış, karakterini geliştirmiş, kendini
yenilemiş, kendini algılama tarzı radikal içimde değişmiştir. Örtü ilk kez
İtalya’da kalkmıştır. İşte bu nedenle İtalyanlar ilk 'modern insanlar’ ‘dır.”
Demekte.
Floransalı düşünür Ernst Bloch da “Henüz bilinmeyen insanlığın
yenilenmesidir: Taptaze yeni bir sınıfın yükselişi, Rönesans'ın ortaya
çıkışıdır. Ama bu Rönesans, yaygın şekilde yorumu yapıldığı gibi, geçmişteki
bir şeyin, Antik Çağ'ın yeniden ortaya çıkışı değildir. İnsanoğlunun hiçbir zaman
tasarlamadığı bir dönemin doğuşudur; yeryüzünde hiçbir zaman görülmeyen
kişilerin ortaya-çıkışıdır.” [33] Demekte. İtalya’nın ulusal birliğinin
sağlanmasının adeta bir saplantı haline geldiğini, birliği sağlayacak bir yönetimi
sanat eseri gibi olgunlukla tasarladığını belirtir: “Kaba güç politikasının
klavyesi üzerinden çalmak, ama yine de güzel bir (müzik) parçası üretmek, işte
Machiavelli politikayı böyle anlıyordu”! [34]
Önceki çağlardan beri var olan İmparatorluklar
ile Papalık arasında birçok siyasi kuruluşlar, şehirler ve zorba hükümdarlar -tiranlar-
yer almaktaydı. Avrupa da ki sözü geçenlerin modern devlet anlayışı, kendi
ihtiras ve emelleri uğrunda hiçbir kayda bağlı kalmaksızın tamamıyla serbest
hareket eder haliyle, ilk kez işte bu siyasi kuruluşlarda görülmektedir. Batı
Avrupa’nın’ yeni monarşilerinin kurulmasından ve okyanus ötesi, global
devletler sisteminin başlangıcından bu yana geçen beş yüz yıl içinde Büyük Güçlerin,
birbirlerine kıyasla, nasıl yükselip çöktüklerini izlemek mümkündür.
“Dünya meselelerinde başı çeken ulusların nispi güçleri
hiçbir zaman değişmeden kalmaz; bunun başlıca sebebi de farklı toplumlar
arasındaki eşitsiz büyüme hızları ve bir topluma bir diğerinden daha büyük
yarar sağlayan teknolojik ve yapısal atılımlardır. 1500'den sonra uzun menzilli silahlarla
donatılmış yelkenli gemilerin ortaya çıkışı ve Atlantik ticaretinin önem
kazanması, tüm Avrupa devletlerine aynı ölçüde yarar sağlamadı- kimilerine
öbürlerinden çok daha fazla yardımcı oldu. Bunun gibi, daha sonraki dönemlerde
buhar gücü ve bu gücün fazlasıyla bağımlı olduğu kömür ve metal kaynaklarının
meydana çıkması, belli birtakım ulusların nispi gücünü artırmış, diğerlerinin
nispi gücünü de azaltmıştır”. [35]
Rönesans döneminin yaratıcılığının esas yürütücü gücü
tüccarlardır. Bunlar en kârlı ticaretin hangi alanda olduğunu araştırdılar ve
bu yoldan sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine
yatırdılar. Avrupa'da Doğu ülkelerinde ki gibi bir üst otoritenin bulunmayışı
ve çeşitli krallıklar ile kent-devletleri arasındaki kavgacı rekabetler, değişme
yönünde önlerinde daha az engel bulunan Avrupa toplumları, sürekli olarak bir
ekonomik büyüme tırmanışı içine girerek askeri etkinliklerini artırdılar; bu da
onları, zamanla yerkürenin Doğu bölgeleri ülkelerinin önüne geçirmesinin önemli
farkı olmuştur.
Sömürgecilik ile dünyayı talan ederek zenginleyen Avrupa ve
ABD, sömürge şeklini, global finans, ticaret ve kültür ile öncelikle
kapitalizmin yumuşak gibi olan yüzü ile Dünya savaşları ve sonunda sömürgeciliğin
boyutuna çevirerek emperyalist sürece girdi.
Cambridge Üniversitesinde görev yapmış bir İngiliz ekonomist,
yazar ve Cambridge Trinity College Akademi Üyesi, 20. yüzyıl İngiltere’sinin en önde
gelen Marksist iktisatçılarından Maurice Herbert Dobb, “bütün bu
tartışmaların ardından, kendisinin vurgusuyla Marx’tan hareketle geliştirdiği Kapitalizm
tanımını vermektedir: “Kapitalizm sadece pazar için üretim sistemi – Marx’ın
deyimiyle, bir meta üretimi sistemi – değil; iş gücünün ‘bizzat meta durumuna
geldiği’ ve herhangi bir mübadele nesnesi gibi pazarda alınıp satıldığı bir
sistemdir”.
Dobb,
kapitalizmi sadece pazar için üretim sistemi olarak değil, aynı zamanda iş
gücünün de bir meta haline geldiği ve pazarda alınıp satıldığı bir sistem
olarak tanımlar.
Dobb'un
bu tanımı, Marx'ın kapitalizm anlayışına dayanmakta ve iş gücünün metalaşmasını
vurgulamaktadır. Bu tanım, Dobb'un kapitalizm üzerine yaptığı çalışmalarda
sıkça yer alır ve onun ekonomik düşüncesinin temel taşlarından biridir
Karanlık
Çağ'da ticaretin rolü neydi? Feodal kiralar Orta Çağ'da nasıl gelişti? Orta çağ
kasabalarının ekonomik kökenleri nerede aranmalıdır? Batı Avrupa'da serflik
neden sonunda ortadan kalktı? Feodalizmden kapitalizme geçişte şehir ve kırsal
arasındaki tam ilişki neydi? Avrupa'daki 'ilkel sermaye birikimi' için
denizaşırı genişlemenin önemi nasıl değerlendirilmelidir? İlk burjuva
devrimleri ne zaman tarihlendirilmeli ve bunlara hangi toplumsal sınıflar
katılmalıdır? Tüm bunlar ve her orta çağ ve modern tarih öğrencisi için diğer
birçok hayati soru geniş ve özgürce araştırıldığı, Paul Sweczy, Maurice Dobb, Kohachiro
Takahashi, Rodney Hilton, Christopher Hill Georges Lefebvre, Giuliano Procacci Eric
Hobsbawn, John Merrington yazarların ‘Feodalizmden Kapitalizme Geçiş’
kitabında, Tartışma konusu soruların doğasını ve yerini daha açıkça belirterek -2.Dünya Savaş yıllan boyunca yalıtılmış olan- Japon tarihçilerine Avrupa ve Amerika'daki
ekonomi tarihinin bugünkü kuramsal aşamasını değerlendirme olanağını
vermektedir. Japon tarihçi Kohachiro Takahashi ‘Tartışmaya Bir Katkı’
bölümümde yazdıkları: “Feodalizmde,
doğrudan-üreticiler üretim araçlarıyla birleşmiş olduğu ve bu yüzden işgücü bir
meta biçimini alamadığı için, feodal lordların artı-emek üstündeki tasarrufu,
meta değişiminin ekonomik yasalarının aracılığı olmaksızın doğrudan
ekonomi-dışı zor kullanımı yoluyla gerçekleşir. Kapitalizm ise, meta haline
gelen yalnızca emek ürünleri değildir; işgücü nün kendisi de bir meta olur. Bu
gelişme aşamasında zor kullanımı sistemi ortadan kalkar ve ekonominin tüm
kapsamında değer yasası geçerli hale gelir. Bu yüzden feodalizmden kapitalizme
geçişin temel süreçleri: üretim araçlarının doğrudan üreticilerden ayrılmasıyla
ortaya çıkan, işgücü nün toplumsal varoluş biçiminde değişim; işgücünün
toplumsal yeniden-üretim tarzındaki değişim (aslında bu aynı anlama
gelmektedir); doğrudan üreticilerin kutuplaşması, ya da köylülüğün
farklılaşmasıdır”. [36]
Feodalizmden kapitalizme geçiş, özellikle Avrupa'da 15.
yüzyılın sonlarından 18. yüzyılın sonlarına kadar süren bir süreçtir. Bu geçiş,
çeşitli ekonomik, sosyal ve politik faktörlerin birleşimiyle gerçekleşmiştir. Feodaliteden kapitalizme geçişini sürecin de ekonomideki değişimler ki tarımda
verimliliğin artması, ticaretin gelişmesi, feodal sistemin zayıflamasına yol
açtı. Ticaret yollarının genişlemesi ve yeni pazarların keşfi, kapitalist
ekonominin temel taşlarını döşedi. Sanayi devrimi 18. yüzyılın sonlarında gelişmeye başlayan sanayi, üretim
süreçlerinde büyük değişikliklere yol açtı. Makineleşme ve fabrikaların
kurulması, kapitalist üretim tarzının yayılmasını hızlandırdı. Kentleşme ile kırsal
alanlardan şehirlere göç, iş gücünün sanayiye kaymasını sağladı. Bu da feodal
tarım ekonomisinden kapitalist sanayi ekonomisine geçişi destekledi. Sosyal ve
Politik Değişimler feodal beylerin gücünün azalması ve merkezi devletlerin
güçlenmesi, kapitalist sistemin gelişimini kolaylaştırdı. Ayrıca, burjuvazinin
yükselişi ve siyasi güç kazanması, kapitalizmin yayılmasında önemli rol oynadı.
Kapitalizm, tıpkı dağların veya kıta kütlelerinin oluşumu
gibi insan kontrolünün ötesinde modern insan türünün doğasından kaçınılmaz
olarak ortaya çıkan bir ekonomik istem olarak sunuldu. Ancak kapitalizm doğal
‘güçler tarafından’ değil dünya çapında yoğun ve kitlesel şiddet yoluyla
kuruldu. İlk olarak ‘gelişmiş’ ülkelerde, çitlemeler yalnız başına yeten
köylülerin komünal bölgelerden fabrikalarda çalışmak üzere şehirlere göçüne yol
açtı. Her tür direniş bastırıldı. Ücretli emeğin kullanılmasına direnen kişiler
barbarca yasalara maruz bırakıldı ve hapsedildi, işkenceye uğradı, sürgün ve
idam edildi. İngiltere’de Kral 8. Henry hükümdarlığı döneminde 72.000 insan
serserilik nedeniyle infaz edildi.
Harvard Üniversitesi’nde iktisat ve tarih profesörü, ekonomik
tarih, sanayi devrimi, kalkınma farklılıkları çalışmalarıyla tanınan David S.
Landes ‘Milletlerin Zenginliği ve Yoksulluğu: Neden Bazıları Çok Zengin,
Bazıları Çok Yoksuldur’? Kitabın da “Şeker tarımının, Atlantik
(kıtalararası) ekonomisinin gelişimi ve Avrupa'nın sanayileşmesindeki önemi,
uzun zamandır tartışılan bir konudur. En basit düzeyde, kimileri, özellikle de
Trinidad ve Tobagolu tarihçi ve siyasetçi Eric Williams, köle ticaretinden elde
edilen karın ve köle emeğinin sömürüsünün yeni oluşan kapitalizmin bahçesini
suladığını öne sürer. Başka bir benzetme kullanacak olursak, "ülkenin
üretim düzeninin tamamını gübrelemiştir". Daha karmaşık bir düzeyde ise
düşünce Adam Smithçidir: "Köleliğe dayanan Atlantik düzeni, İngiltere'ye
iş bölümü ile iktisadi ve toplumsal yapıların dönüştürülmesi konusunda
fırsatlar sundu . . . “
Williams'ın tezi, iyi ve kötü sebeplerden dolayı hem
eleştirildi hem de desteklendi. Williams'ın amacı gibi, bu tezlerin de amacı,
halinden memnun ve imparatorluklarından gurur duyan Britanyalılara, Afrika'ya
olan borçlarını hatırlatmaktır. İngiltere "ilk sanayileşen millet"
olabildiyse, bunu kırbaçladığı kölelerin sırtına binerek yapmıştır.
Kimileri, 19. yüzyılın sonunda en son aşamasına ulaşan
emperyalizmin, her nedense modem kapitalizmin bir icadı ya da yan ürünü olduğu
konusunda ısrar ediyor. Lenin'in sözleriyle, "kapitalizmin en yüksek
aşaması': Buradan yola çıkarak da imparatorluğun modern kapitalizmin gelişimi
ve hayatta kalabilmesi için gerekli (zorunlu) olduğunu iddia ediyorlar. Bu
inancın azmi, emperyalizmin her şeyden öte, açık bir şekilde zarar ettiği ve
kaybettiği zamanlarda bile maddi kazancı hedeflediğini söyleyen kaynakların bolluğuyla
ölçülebilir.
Landers, Avrupa emperyalizmi (sömürgeciliği) -ben bu iki
terimi dönüşümlü olarak kullanacağım- diyor”. [37]
İngiltere’de 16. yüzyılda başlayan tarım devrimi ve 18.
yüzyılda Sanayi Devrimi'nin öncüsü olan İngiltere, kapitalizmin gelişiminde
önemli bir rol oynamıştır. Hollanda 17. yüzyılda ticaret ve finans alanında
büyük ilerlemeler kaydeden Hollanda, erken kapitalist ekonominin örneklerinden
biridir. Fransa, 18. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız Devrimi,
feodalizmin sonunu getirerek kapitalist sistemin yayılmasını hızlandırmıştır.
“Coğrafi olarak hümanizm, İtalya'da doğmuş, Floransa'daki
merkezinden tüm yarımadaya yayıldı. On beşinci yüzyılın son on yılı ve on
altıncı yüzyılın başlarında
Alplerin ötesinde Avrupa'nın pek çok yerine hâkim oldu. Bu, Kuzey ve Güney
Avrupa arasında yeni fikirlerin kolayca iletilebilmesine olanak tanıyan
kapsamlı ilişkilerin bir sonucuydu.
Orta çağ boyunca Batı'da yavaş yavaş gözden düşmüş olan bu
dil, on beşinci yüzyılda, çoğunlukla varsayıldığı gibi 1453'te İstanbul'un
Türkler tarafından fethinden sonra Doğu'dan göçen bilginler yoluyla değil,
1390'1arda Marvel Chrysoloras gibi Bizanslı bilginlerin Floransa ve Roma'da
ders vermek üzere davetler almasıyla yaygınlaştı”. [38]
“Çağdaş Batı uygarlığı, Rönesans, Hümanizma, Reformasyon,
Bilim Devrimi, Burjuva Devrimleri Sanayi Devrimi, Aydınlanma gibi temel dönüm
noktalarının ortak mirası üzerinde yükselmektedir. Bu dönüm noktaları ortaya
çıktığı yer ve zaman bakımından olduğu gibi,
içerik bakımından da farklılaşmaktadır.” [39]
Bu süreç, Avrupa'nın ekonomik ve sosyal yapısında köklü
değişikliklere yol açmış ve modern kapitalist sistemin temellerini atmıştır. Dünyayı
talan ederek zenginleyen Avrupa ve ABD, sömürge şeklini, global finans, ticaret
ve kültür sömürgeciliği boyutuna çevirerek emperyalist sürece girdi. Dünyayı
kendi aralarında paylaşamadıkları için iki defa dünya savaşı çıkarttılar. Şimdi
bütün oyun üçüncü savaş için!
“Çözülme
devri insanı geçim yollarını önüne gide gide kapanır görüp orada yitirdiğini
loş ve kuytu yollara sapmak suretiyle karşılamaya çalışırken, ahlâk kuralları
alışılmış, Orta çağ değerleri ile (kısmet, kazaya rıza, kadere teslimiyet vs.)
bu tehlikeli taşmaya gittikçe daha sert bir tepki göstermekten geri
kalmayacaktı. Yolunu ve kolayını bulanlar normatif değerlerin üstüne ve dışına
taşma ve tırmanmayı bilmişler, başarmışlardır”.
[40]
Devlet
ve Siyasi İdeolojik Yönetim
Toplum
bireylerden oluşmaktadır. Tüm farklılıklarına rağmen bireylerin bir arada
yaşamaları zamanla toplumsal bir yapının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Toplumsal yapı şüphesiz dinamik bir niteliğe sahiptir. Tarihsel süreç
içerisinde gösterdiği değişim ve dönüşümler farklı tabakalaşma sistemlerinin
oluşmasını sağlamıştır. Siyasal sistemin bir parçası olan bu tabakalaşma
sistemleri aynı toplum içinde birtakım ortak özelliklere sahip olan farklı
gruplaşmaların oluşmasına neden olmuştur.
Toplumda
kimlerin yönetmesi gerektiği ya da yöneticilerin hangi vasıflara sahip
oldukları/olmaları gerektiği gibi sorular siyaset sosyolojisinin tartıştığı
önemli konulardandır.
İnsanlık,
tarih içinde varlığından haberdar olduğu zamandan beri toplumsal düzeni
sağlamak, güvenliği korumak ve ortak ihtiyaçları karşılamak amacıyla devlet
kavramını geliştirdi.
Devlet,
bir toplumun düzenini sağlamak, güvenliğini korumak ve kamu hizmetlerini sunmak
amacıyla oluşturulan siyasi ve hukuki bir yapıdır. Devlet, yasama, yürütme ve
yargı gibi temel organlar aracılığıyla işlevlerini yerine getirir. Yasama
organı, kanunları yapar; yürütme organı, bu kanunları uygular; yargı organı ise
hukukun doğru bir şekilde uygulanmasını denetler.
C. Cengiz Çevik, ‘Cicero'nun Devlet'i De Re Publica
Yazılar’ kitabının ‘Devlet Tanımı ve Türleri’ bölümünde: “Devletin
nasıl olması gerektiği üzerine düşünüp mevcut devlet türlerinin olumlu ve olumsuz yanları
üzerinde yoğunlaşan Yunan filozofları kimileyin gerçekleşebilir, kimileyin de
gerçekleşmesi mümkün olmayan devlet
idealleri tasarlamıştır. Bu ideal tasarımların temelinde siyasi iradenin
bireysel özgürlükleri güvence altına alıp adaleti ve iyi yaşamı mümkün kılma
kaygısı yatar.” Cicero da bu kaygıyla kaleme aldığı De Re Publica adlı eserinde
bilhassa Yunan filozoflar Platon ile Aristoteles ve Yunan tarihçi Polybius'un
devlet Anlayışlarını göz önünde tutarak kendi devlet anlayışını ortaya koymaktadır.
Eserin genelinde Roma devletinin gelmiş geçmiş en iyi siyasi rejime sahip
olduğunu savunan Cicero öncelikle Yunan öncüllerinden farklı bir siyasi
terminolojiyi kullanarak bir devlet tanımı yapar, türlerini sıralar ve bunların
birbirine dönüşme koşullarını inceler.
Cicero'ya göre devlet bir halk unsuru (res populi) (halk işi) yani kamu
varlığıdır. Respublica tamlaması Latincede “şey, nesne, olan, mesele, olay,
durum, iş, koşul, hakikat, mal, varlık, neden, gerekçe” gibi farklı anlamları
olan res ile "açık, net, kamuya ait" anlamındaki Publica Belediyesi
kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. "Devlet" olarak
Türkçeleştirdiğimiz “Res publica ilkin” “Cumhuriyet önce” "halk şeyi,
unsuru, meselesi" anlamındadır”. [41]
Cicero’ya göre eşitlik muazzam bir eşitsizliğin temellerini
oluşturur. Burada liyakate vurgu yaptığı gayet açıktır. Çalışmayan, çaba
göstermeyen, emek harcamayan, alanında yeterli birikim ve bilgiye sahip olmayan
birisinin yönetimde yer almasını kabul edilemez bulur. Ona göre eşitlik, aynı
niteliklere haiz insanlar arasında yapılacak adil seçimden ibarettir.
Onun anlayışına göre adalet, adaletin kendisi için
sevilmelidir. Bu güçlü ama basit anlatım tarzı, adalet sağlanırken herhangi bir
menfaat beklentisi güdülmemesi gerektiğini, adaletin kendi içerisinde sağladığı
kutsallığın yeterli olacağını anlatır.
Cicero Roma’da bin bir güçlükle kurulan Cumhuriyet’in
yozlaşmasına da çok içerliyordu ve bu durumu şöyle izah ediyordu.
“Cumhuriyet’in gerçekliğini yitirmesinin suçu talihsizliğimizden değil ahlaksal
eksikliğimizdendir”.
"Eğer adalet yok olursa," der Kant, "insanların
yeryüzünde yaşıyor olmasının bir değeri kalmaz". [42]
Neal Wood York Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi Profesörü, Marcus
Tullius Cicero'nun (MÖ 106-43) toplumsal ve siyasal düşüncesini yakından
incelediği bu çalışmada, Cicero'nun devlet ve yönetim anlayışlarına
odaklanarak, onun anayasacılığın babası, siyasal olarak muhafazakâr düşüncenin
arketipi ve siyaseti bir etkinlik olarak kapsamlı bir şekilde ele alan ilk kişi
olduğunu göstermektedir. N.
Wood’un da bildirdiği gibi, Orta Çağ’dan itibaren devletçi düşüncenin
gelişiminde olduğu kadar, erken modem dönemde
ama özellikle de karma monarşi düzeni, Klasik İngiliz Cumhuriyetçileri, Montesquieu ve
ABD’nin kurucu babaları üzerinde kayda değer bir
şekilde etkili olmuş olan karma
devlet anlayışını ilk savunan Cicero değildir, ondan önce Aristoteles de oligarşi ile demokrasinin
unsurlarından oluşan bir sistem önermiştir.
Kemal
Gözlerin, ‘Devletin Genel Teorisi Devlet, Birinci Kısım Devletin Kavram ve
Kökeni’ bölümünde kavramının genel bir tanımını, “Devlet konusunda pek çok tanım yapılmıştır ve
yapılmaya da devam etmektedir. Bu tanımların içinde şüphesiz en benimsenmişi
kökeni Georg Jellinek’in ilk baskısı 1900 yılında yayınlanan Allgemeine
Staatslehre’de bulunan “üç unsur teorisi (Dreielementenlehre, three
elements theory)” diye bilinen teoriye göre yapılmış olan tanımdır. Bu
teoriye göre devlet, insan, toprak ve egemenlik unsurlarının bir
araya gelmesiyle oluşmuş bir varlık olarak tanımlanmaktadır. TANIM: Devlet,
belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belirli bir insan topluluğunun
oluşturduğu bir varlıktır
Devletin birinci unsuru olan insan topluğuna hukukta millet
denir. Devletin ikinci unsuru olan toprak unsuruna hukukta ülke denir.
Devletin üçüncü unsuru olan iktidar unsuruna hukukta egemenlik denir. Bir
devletin varlığından bahsedebilmek için, insan topluluğunun belirli bir ülke üzerinde
en üstün iktidara sahip olması gerekir.” [43]
bunu kontrol et.
Günümüz
Devlet yönetim anlayışı, genellikle anayasal düzenlemelerle yönetilir ve
vatandaşların hakları ve özgürlükleri korunur. Devletin temel işlevleri
arasında güvenlik, adalet, eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler yer alır. Ayrıca,
küreselleşme ve uluslararası ilişkiler, devletlerin işleyişini ve anlayışını
etkileyen önemli faktörlerdir. Devletin Siyasal ideolojisi, toplumun ihtiyaçlarına, kültürel değerlerine
ve tarihsel geçmişine göre şekillenmelidir. İdeal bir siyasal ideoloji, Mustafa
Erdoğan, ‘Hukukun Üstünlüğü El Kitabı’ da “hukukun
üstünlüğü”, “Hukuk önünde eşitlik hukuk devletini
hukukun üstünlüğüne bağlayan temel bir ilkedir. Hukuk devleti ve hukukun
üstünlüğü herkesin ayrım gözetmeksizin hukuk önünde eşit olmasını, yani hukukun
kişilere eşit muamele etmesini şart koşar”. [44] Demektedir.
“Hukukun üstünlüğü”, adalet, laik, eşitlik, özgürlük ve insan haklarına saygı gibi
temel prensiplerini içermelidir. Ayrıca, ekonomik kalkınma, eğitim, sağlık ve
çevre gibi alanlarda sürdürülebilir politikalar geliştirmeyi hedeflemelidir. Her toplumun kendi yapısına özgü bir devlet
anlayışı ve yönetim biçimi geliştirdiğinde unutulmamalıdır.
Dünya
da var olan siyasi ve ekonomik farklı ve karmaşıklarla başa çıkabilmesi için
çabalamış devletler, kimler için ve neden olmalı?
Asıl
bu soruya cevap verebilmeliyiz.
Devlet, toplumun düzenini sağlamak, bireylerin haklarını
korumak ve ortak refahı artırmak amacıyla var olmalıdır. Devletin varlık
nedeni, vatandaşlarının güvenliğini, adaletini ve refahını sağlamak olmalı. Bu;
eğitimde eşitlik, sağlıkta eşitlik ve erişim hakkı, altyapı ve sosyal hizmetler
gibi alanlarda hizmet sunarak gerçekleştirebilmelidir. Devlet, aynı zamanda
toplum içinde yaşayan bireylerin özgürlüklerini ve haklarını eşitlilik ilkesiyle
korumak, toplumsal barışı, adaleti ve hukukun toplumda yasaların en yüksek
otorite olarak kabul edilmesi ve herkesin, bireylerin ve devletin, bu yasalara
uyması gerektiği ilkesini sağlamalıdır.
Devletin kim için var olması gerektiği sorusuna gelince,
devlet tüm vatandaşları için var olmalıdır. Her bireyin eşit haklara sahip
olduğu ve devletin bu hakları korumakla yükümlü olduğu bir laik bir sistem
idealliği içinde, toplumun her kesimine eşit hizmet sunmalı ve ayrımcılığa
karşı durmalıdır. Devletin yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı güç
tarafından yönetilmesi gerektiğini savunan bir prensip ile, her bir gücün
bağımsız ve birbirinden ayrı olmasını, böylece bir gücün diğerleri üzerinde
baskı kurmasını engellemeyi amaçlamalı. Yasama, kanun yapma yetkisini; yürütme,
kanunları uygulama yetkisini; yargı ise kanunların doğru bir şekilde
uygulanmasını denetleme yetkisiyle, devletin gücü dengelenir ve keyfi
yönetimlerin önüne geçilmesini sağlamalıdır.
Bir toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda belirli
bir düşünce ve inanç sistemi olmalıdır. Bu ideolojiler, bireylerin ve grupların
politik, ekonomik ve sosyal konulardaki görüşlerini ile şekillendirilmeli,
genellikle belirli bir dünya görüşüne dayanmalı ve bu görüşler doğrultusunda
politika ve eylem önerileri sunmalıdır. Liberalizm, sosyalizm, muhafazakarlık
ve milliyetçilik gibi farklı siyasi ideolojilerden hangisi veya nelerin
karışımı konusunda o ülkede yaşayan toplumların ortak uzlaşması ile yapılabilmesine
dikkat edilmelidir.
Dünya da ki birçok ülkede devam eden eşitsizliğin ‘soyut -beş duyu organından
biriyle algılanamayan, maddesi olmayan, varlıkları inançla ve his ile bilinen
kavram ve varlıkları karşılayan kelimeler- piyasa güçleri’ ni, içinden
kendiliğinden ortaya çıkmadığını, siyaset tarafından şekillendirilip
derinleştirildiğini gördük. Ülkenin ekonomik GSMH ‘gayri safi milli hasıla’
nın, nasıl bölüştürüleceğini belirleyen, yürütmede ki siyasi güç veya
güçlerdir. Bu bölüşme de en fazla payı %1- 4'lük kesime aktarılmaktadır. Ancak
demokrasiyle yönetilen bir ülkede durum böyle olmamalıdır. Her bireyin bir oya
sahip olduğu bir sistemde, insanların % 100' ünün söz hakkı olmalıdır.
Devlet
ve Hükümet Farklı kavramlardır. Devlet içindeki "hükümet", bir
ülkenin yönetim organıdır ve yasaların uygulanmasından, kamu politikalarının
oluşturulmasından ve yürütülmesinden sorumludur. Hükümet, genellikle yürütme,
yasama ve yargı olmak üzere üç ana sütun üzerine kurulur. Yürütme organı,
devlet başkanı, başbakan ve bakanlar gibi yöneticilerden oluşur ve günlük
yönetim işlerini yürütür. Yasama organı, parlamentolar veya meclisler
aracılığıyla yasaları yapar ve değiştirir. Yargı organı ise mahkemeler
aracılığıyla yasaların uygulanmasını denetler ve adaleti sağlar. Hükümet, seçim
yolu ile, insanların iradesiyle seçilmiş ve bu iradeyi yürüten bir kanaldır. Hükümetler
halkın iradesini yansıtmadan önce, istismar ve toplumca kabul göremeyecek veya
uygunsuz bulunabileceği yollara sapması gibi olumsuzlukları beraberinde
getirebileceğini şekilde, hükümetlerin ‘gücü’ elinde bulundurması, bazen
halkın çıkarlarına aykırı hareket etmelerine ve bu gücü kötüye kullanmalarına
yol açabilir. Bu tür eleştiriler, hükümetlerin daha şeffaf, hesap verebilir ve
halkın çıkarlarına uygun hareket etmeleri gerektiğini var oluşmasını
istenmektedir.
Atatürk Üniversitesinden Prof. Dr. Şükrü Nişancı ve Dr. Öğr.
Üyesi. Selçuk Aydın’ın ‘Henry David Thoreau’nun Demokrasiye İlişkin Düşünceleri
Üzerine Bir Değerlendirme’ makalesin de “Demokrasi kavramsal olarak, halkın
doğrudan veya dolaylı bir şekilde egemenliğini ya da güç kullanımı anlamına
gelmektedir. Atina tecrübesinden sonra demokrasi kavramı, toplum sözleşmesi
kuramlarıyla yeniden hayat bulmuştur. Genel anlamda demokrasi, gücün tek bir elde
toplanmasının doğuracağı muhtemel bir takım tehdit ve tehlikelere karşı, yönetimin
bir takım kural ve ilkelerle sınırlandırılması anlayışı üzerine kurulan bir
sistemdir. Demokrasi tarihsel süreç içerisinde, gücün
tek elde toplanmasının doğuracağı sakıncanlar nedeniyle, geleneksel
diktatörlüklere ve kralların ilahi olduğunu iddia ettikleri haklarına dayanan
yönetim anlayışlarına karşı verilen bir tepki olarak ortaya çıkmıştır”. [45]
Demokraside gücün tek elde toplanması, özellikle
"otoriter yönetim" veya "tek adam yönetimi" gibi sistemlere
dönüşme risklerini beraberinde getirebilir. Bu da bir dizi sakıncaları ortaya
çıkarabilir.
Demokratik sistemler, halkın geniş kesimlerinin temsil
edilmesine dayanır. Ancak güç tek elde toplandığında, farklı görüşlerin ve
grupların sesi duyulmaz hale gelebilir. Gücün merkezileşmesi, yasaların kişisel
çıkarlar doğrultusunda kullanılmasına veya yargının bağımsızlığını kaybetmesine
neden olabilir. Denetim mekanizmalarının zayıfladığı durumlarda, yolsuzluk ve
kötü yönetim artabilir. Merkezi güç, bireysel hak ve özgürlükleri sınırlama
eğiliminde olabilir. Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve toplanma hakkı gibi
temel haklar tehlikeye girebilir. Tek bir grubun veya kişinin baskın olması,
toplumun farklı kesimleri arasında gerginliklere ve kutuplaşmaya yol açabilir.
Farklı fikirlerin, yenilikçi çözümlerin dışlanması, toplumun ekonomik, sosyal
ve politik ilerlemesini yavaşlatabilir. Demokratik mekanizmaların ve
kontrol-denetim dengelerinin eksikliği, siyasi krizlerde sistemin
dayanıklılığını zayıflatabilir.
Bu tür riskler, demokrasi içerisinde denge ve denetim
mekanizmalarının önemini vurgular. Demokratik bir sistemin temel amacı, gücü
dağıtarak toplumun tüm kesimlerine adil ve eşit bir yönetim sunmaktır.
Güçlerin ayrılması, demokrasinin temel taşlarından biri olup,
farklı yetkilerin bağımsız kurumlar arasında dağıtılmasını sağlar. Bu ayrım,
devletin otoritesinin kötüye kullanılmasını önlemek için çok önemli olduğunu
unutmamalıyız.
Anayasalar, yasama, yürütme ve yargı organlarının görev ve
yetkilerini açıkça tanımlar. Anayasa, bu organlar arasındaki sınırları
belirleyerek onların bağımsız çalışmasını sağlar.
Organlar arasında bir denge sağlanması için kontrol
mekanizmaları kurulur. Örneğin, bir yasama organının yürütme organını denetleme
yetkisi veya yargının yasaları anayasaya uygunluk açısından inceleme yetkisi,
vs. gibi.
Yargı bağımsızlığı, güçlerin ayrılmasının en kritik
unsurlarından biridir. Yargı, diğer organların etkisinden uzak, tarafsız
kararlar alabilmelidir.
Farklı siyasi partilerin, grupların ve bireylerin yönetimde
temsil edilmesi, güç tekeline karşı bir koruma sağlar.
Merkezi otoritenin dışında yerel yönetimlere daha fazla yetki
verilmesi, güç dağılımını artırır.
Kurumların bağımsızlığı anlayışıyla, merkez bankası, Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumu veya kamu denetleme kurumları gibi yapılar,
siyasi etkiden bağımsız olarak çalışmalıdır.
Bu yöntemler bir araya geldiğinde, demokrasinin etkin
çalışmasını destekler ve halkın haklarını güvence altına alır.
Devlet Yönetimin de ‘güçler ayrılığı’, anayasal olarak
yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden bağımsız olması gerektiğini
öngörür. Ancak, uygulamada bu ilkenin ne ölçüde hayata geçirildiği tartışma
konusudur.
Özellikle yürütme organının (Cumhurbaşkanlığı) yetkilerinin
genişlemesi ve başkanlık sistemine geçişle birlikte, güçler ayrılığı ilkesinin
zayıfladığı yönünde eleştiriler yapılmaktadır. Yargı bağımsızlığı ve
tarafsızlığı konusundaki endişeler de bu tartışmaların bir parçasıdır. Örneğin,
yargının yürütme organından etkilenme riski, hukuk çevrelerinde sıkça dile
getirilen bir konudur.
Bununla birlikte, güçler ayrılığı ilkesinin korunması ve
geliştirilmesi için çeşitli reform önerileri gündeme gelmektedir. Bu reformlar
arasında yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, yasama organının denetim
yetkilerinin artırılması ve yürütme yetkilerinin sınırlandırılması gibi adımlar
yer alabilir.
Güçler ayrılığının gelecekteki durumu, demokrasinin evrimi,
siyasi sistemlerin şeffaflığı ve toplumun katılımı gibi pek çok faktöre
bağlıdır. Eğer güçler ayrılığı prensibi güçlü şekilde korunur ve
geliştirilirse, toplumlar daha demokratik, adil ve istikrarlı bir yapı
oluşturabilir.
Bunu nasıl oluşturulabilir dersek?
Yargı, yasama ve yürütme organlarının birbirinden bağımsız
çalışması, bu prensibin gelecekte güçlü bir şekilde devam etmesi için kritik
öneme sahiptir. Halkın siyasi süreçlere daha fazla katılım göstermesi ve aktif
denetim mekanizmalarına destek olması, güçler ayrılığı sisteminin
sürdürülebilirliğini artırır. Güçler ayrılığı hakkında toplum genelinde eğitim
verilmesi ve farkındalığın artırılması, demokratik sistemlerin daha etkin
işlemesine katkı sağlar. Demokratik normların ve uluslararası ilişkilerin güçler
ayrılığı üzerinde olumlu etkileri olabilir. Bu, ülkelerin birbirlerinden örnek
almasını teşvik edebilir.
Güçler ayrılığı ilkesinin geleceği hem siyasi reformlarla hem
de vatandaşların hak arama ve denetim mekanizmalarına aktif katılımı ile
şekillenecektir. Ancak siyasi ortamda zaman zaman görülen merkeziyetçilik
eğilimlerinin bu dengeyi zorlayabileceği de bir gerçektir.
20. yy.’da siyaset felsefesi üzerine önemli çalışmalar yapan
John Rawls’a göre sivil itaatsizlik “Yasaların ya da hükûmet politikasının
değiştirilmesini hedefleyen, kamuoyu önünde icra edilen, şiddete dayanmayan,
vicdani ancak yasal olmayan politik eylemdir.”
“Devlet
neyin yasal olduğuyla ilgili belli bir anlayışı yürürlüğe koyma iktidarına
sahiptir, ama iktidar adalet, hatta doğruluk anlamına bile gelmeyebilir; yani
devlet bir şeyi sivil itaatsizlik olarak tanımlarken yanlış yapıyor olabilir”.
[46]
Sivil
itaatsizlik kavramı, Amerikalı yazar ve filozof Henry David Thoreau tarafından
ortaya atılmıştır. Thoreau, 1849 yılında yayımladığı "Resistance to
Civil Government" (Sivil Hükümete Karşı Direniş) adlı
makalesinde bu kavramı detaylandırmıştır. Thoreau'nun bu eseri, sivil
itaatsizlik kavramının temelini oluşturmuş ve daha sonra Hindistan'ın ve
Hindistan Bağımsızlık Hareketi'nin siyasi ve ruhani lideri Mahatma Gandhi,
Amerikalı Din adamı, aktivist ve siyaset filozof Martin Luther King Jr. gibi
önemli figürler tarafından benimsenmiştir.
Devleti
halktan belirli bir süre için yetki alan hükümetler bunları yapmadıkları veya
farklı şekillerde başka yollara yöneldiklerinde: Politik Bir Mücadele Yöntemi
olarak: ‘Sivil itaatsizlik’; demokratik hukuk düzeni içinde haksızlığa
uğrayan bireylerin, söz konusu haksızlığa karşı şiddete başvurmadan, tamamen
barışçıl yöntemlerle kamuoyu oluşturarak hukuki sonuç yaratma girişimini
oluşturabilirler. Dünyanın birçok yerindeki sivil itaatsizlik eylemleri
haksızlığa sadece kan ve şiddetle değil; barışçıl ve aklî yöntemlerle de
direnilebileceğini göstermiştir.
Hükümet,
bir hizmet sunabiliyorsa iyidir, ama çoğu hükümet genellikle ve tüm hükümetler
de kimi zaman yersiz kalabilirler.
“Demokratik
rejimlerde sıklıkla varlığına rastlanan popülizm yasama ve yürütme erkleriyle
daha yakından ilgili olsa da yargı erkini de etkileyen bir kavramdır. Dünya
üzerinde yaşamış farklı popülist hareketlerde ortak özellikler bulunmakla
beraber bu hareketlerin birbirlerinden ayrılan yönleri mevcuttur. Türkiye’de
öncelikle halkçılık ilkesi şeklinde ortaya çıkan popülizmin varlığı
Meşrutiyet dönemlerine kadar götürülebilir. Popülizmin ilk belirdiği ülke Rus
Çarlığıdır. Rus Narodnik -"halk" anlamına gelen narod
sözcüğünden türemiştir. Narodnik Rus İmparatorluğu'nda 19. yüzyılın ikinci
yarısında ortaya çıkan sosyal-devrimci bir-
hareketi, köylülüğe vurgu yapan romantik bir popülist akımdır. Popülizm akımına
asıl ismini kazandıranlar ise ABD’de çiftçi hareketi neticesinde 1892 yılında
Halk Partisini kuran aktivistlerdir. Popülizm, geçmişten bugüne yeryüzünün
farklı coğrafyalarında, farklı tarihlerde ortaya çıkmış; benzer özellikler
göstermiş olmakla birlikte içinde bulunulan zaman ve koşullar açısından farklı
hedefler ve öğeler içermiştir. Bu nedenle popülist akımlar öğretide Rus
popülizmi, Amerikan popülizmi, Latin Amerika popülizmi şeklinde
isimlendirilmiştir”. [47]
Seçilen
yönetimin uygulayacağı "popülist politika" uygulamaları yapacağı
konusunda, elbette ki o veya onları seçen halktır. Burada soracağımız soru,
halkın popülizm ile ilgili bilgisi ne kadar? Veya anladığı nedir? Seçilecek
yönetim ben yönetim de "popülist politika" uygulayacağım diyor mu? Popülizm
Halkçılık mı demektir? Popülizm ve halkçılık bazı yönlerden benzerlik gösterse
de tam olarak aynı şey değillerdir. Popülizm, siyasi liderlerin halkın
iradesini yüceltme iddiasında bulunarak, halkı elitlere ve mevcut siyasi düzene
karşı harekete geçirme stratejisidir.
Popülist
düşünce ve siyasi yaklaşım, 19.
yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış bir kavramdır. Popülizm, halkın
kendisini elitlere karşı konumlandırarak iktidar mücadelelerine katılmasını
sağlayan bir siyasi strateji ve ideoloji olarak tanımlanır. Bu yaklaşım, halkın
iradesini ve üstünlüğünü vurgulayan bir anlayıştır ve genellikle mevcut siyasi
düzeni ve elitleri eleştirir.
Alan
Knight ‘in 1998 yılında "Populism and Neo-Populism in Latin America,
especially Mexico" (Meksika başta olmak üzere Latin Amerika’da Popülizm
ve Neo-Popülizm) adlı çalışmasın da “Popülizm geri döndü ... demokrasinin
ve neoliberalizmin parlak şafağına aldırmadan, duyarlı dünyaya musallat
olmaya.” Bu referans, Benjamin Moffitt'in The Global Rise of Populism
(Popülizmin Küresel Yükselişi) adlı kitabında, Birinci ‘Bölüm Giriş:
Popülizmin Küresel Yükselişi’ bölümünde yer alıyor.
Popülist
liderler, genellikle ‘elit karşıtlığı’, ‘halkın yüceltilmesi’, ‘basitleştirilmiş
mesajlar’, milliyetçilik ve halkın gerçek temsilcileri oldukları,
Halkçı
Liderler, ‘halkın refahı’, ‘sosyal devlet anlayışı’ toplumsal katılım’
söylemleriyle öne çıkarlar.
Sonuç
olarak, popülizm ve halkçılık bazı benzerlikler taşısa da popülizm daha çok
siyasi bir strateji iken, halkçılık sosyal adalet ve refahı vurgulayan bir
ideolojidir. Popülist liderler, halkın iradesini yüceltme iddiasında
bulunurken; halkçılar, halkın refahını ve sosyal adaleti sağlama amacındadır
Popülizm,
küresel siyasi manzarayı dramatik bir şekilde değiştiriyor.
Popülizm
iki temel iddia içerir.
-
Bir
ülkenin 'gerçek insanları', düzen seçkinleri de dahil olmak üzere
yabancılarla çatışmaya kilitlenmiştir.
-
Hiçbir
şey gerçek halkın iradesini kısıtlamamalıdır.
Popülizm
her zaman bu iki temel iddiayı paylaşsa da bağlamlar arasında çok çeşitli
biçimler alabilir. Bu rapor, popülist liderlerin 'gerçek insanlar' ile
yabancılar arasındaki çatışmayı nasıl çerçevelediğine göre ayırt edilen üç tür
popülizmi tanımlamaktadır.
‘Kültürel
popülizm’, ‘Sosyo-ekonomik popülizm’, ‘Düzen karşıtı popülizm’.
1990
ile 2018 arasında, dünya çapında iktidardaki popülistlerin sayısı kayda değer
bir şekilde beş kat artarak dörtten 20'ye yükseldi. Bu, yalnızca Latin
Amerika'daki ve popülizmin geleneksel olarak en yaygın olduğu Doğu ve Orta
Avrupa'daki ülkeleri değil, aynı zamanda Asya ve Batı Avrupa'daki ülkeleri de
içerir.
Amerika
Birleşik Devletleri'nde (ABD) Başkan Donald Trump'ın seçilmesi, Brexit
oylaması, İtalya'daki Beş Yıldız Hareketi'nin seçim başarısı, Brezilya'nın
Başkan Jair Bolsonaro'nun seçilmesiyle aniden sağa kayması, Avrupa genelinde
popülist partilere verilen desteğin iki katına çıkması gibi son yıllarda dönüm
noktası olan siyasi olaylar, "popülizm" kelimesini akademik
dergilerin yıllıklarından çıkarıp manşetlere taşıdı.
Popülizmin
Küresel Yükselişi: Çağdaş siyaset
teorisi ve popülizm üzerine çalışan bir akademisyen ve özellikle popülizmi
sadece ideolojik bir duruş değil, aynı zamanda bir siyasi üslup ve performans
biçimi olarak ele almasıyla tanınan, popülizmi sağ-sol ayrımından bağımsız
olarak, liderlerin kriz söylemleri ve halkla kurdukları ilişki üzerinden analiz
eden Benjamin Moffitt ‘Popülizmin küresel yükselişi: Performans, siyasi
üslup ve temsil’ kitabın da “Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu siyasi ve
ekonomik sorunlarla uğraştığı, 2016 yılında Avrupa’da göçmen karşıtlığını temel
alarak yükselen aşırı sağ, İngiltere’de başlayan Brexit tartışmaları ve bazı
devletlerin Euro Bölgesindeki borç krizi görünür durumdaydı. Ayrıca, Avrupa’da
siyasi partilere katılım oranının düştüğünden de bahsetmektedir. Özellikle
göçmenlere tepki gösteren Avrupalıları yanlarına alan aşırı sağcı popülist
liderler (Hollanda’da Geert Wilders, Fransa’da Marine Le Pen, Avusturya’da Jörg
Haider) güçlenmeye başlamış durumdaydı ve popülizm akımı yükselişe geçmişti.
Moffitt’e göre elitlere duyulan öfke halk nezdinde artmaktadır. Dolayısıyla
kurumlara duyulan güvenin de sarsıldığı kaçınılmaz olmuştur. Popülizmin
dirildiğini ve bir öç alma girişimiyle tekrar geldiğini çeşitli dünya
ülkelerinden popülist lider isimleri vererek beyan etmektedir.
Latin
Amerika ve Batı Avrupa temelli popülizm çalışmaları çok yaygın olmasına rağmen,
en az 6 akademisyenin popülist olarak kabul ettiği dört kıtadan 28 lider gözden
geçirilmiştir. Amerika kıtasından 8, Batı Avrupa’dan 8, Asya-Pasifik’ten 4’er
ve nihayet Afrika kıtasından 4 lider bu kıstasla seçilmiştir. Liderlerin
popülist olarak kim olduğu görülmüştür. Team Populism adlı bir
araştırma grubu, dünya genelinde yaklaşık 140 liderin konuşmalarını analiz
ederek popülist retoriklerini değerlendirmiştir”. [48]
New
York Times ‘ın iklim değişikliği raportörü Minho
Kim’in ile Avustralyalı tarihçi Darius von Guttner Sporzynski’nin, 10 Ocak
2025’te The Conversation’da kaleme aldığı yazılar, “Başkan seçilen
Donald J. Trump’ın dikkati yıllardır kendisini büyüleyen bir fikre döndü:
Grönland’ı ABD’ye katmak. Bir basın toplantısında, bölgeyi ABD’nin müttefiki
Danimarka’dan almak için askeri ya da ekonomik güç kullanmayı reddetti.
“Grönland’a ulusal güvenlik amaçları için ihtiyacımız var” dedi ve
Danimarka’nın ‘özgür dünyayı korumak’ için Grönland’dan vazgeçmesi gerektiğini
savundu. Aksi takdirde Danimarka’yı gümrük vergisi uygulamakla tehdit ettiğini
söylediler.
Böylesine
popülist düşünce yapısıyla siyaset dünyasın da şaşkınlıkla karşılanması
kaçınılmazdır. NATO üyesi iki ülke toprak anlaşması ve sınırlarına müdahalesi
ile karşılaşması, NATO’nun 5. Maddesini ne diyecek?
Kuzey
Atlantik Antlaşması'nın örgüte üye ülkelerin silahlı bir saldırıya uğrayan
herhangi bir üye ülkeye yardım etmelerini ön görmektedir.
"Amerika
Birleşik Devletleri, Grönland'ı işgal ederlerse NATO'yu da işgal etmiş
olurlar". "Yani iş burada biter. 5'inci Madde'nin tetiklenmesi
gerekir. Ve eğer bir NATO ülkesi NATO'yu işgal ederse o zaman NATO diye bir şey
kalmaz."
Kısaca
Amerika Birleşik Devletleri, Grönland’a askeri müdahale ederse, diğer Nato
üyesi ülkeler Danimarka’ya askeri yardım yapacaklar mı? Böylesine paradoksal
sonuçlara gebe olabilecek popülist düşünceler, insanlığın sonunu nasıl
etkileyebilir?
Acaba
III. Dünya savaşı yakın da mı?
Popülisti
anlayış ile yönetilen hükümetlerde ki siyaset yapabilme yeteneği zayıfladığında,
ülkedeki kaos nasıl gelişme gösterir?
Popülist
liderler üzerine yapılan araştırmalar, genellikle farklı kıtalardan liderlerin
popülist söylemler ve politikalarla nasıl öne çıktığını inceler. Örneğin, Team
Populism adlı bir araştırma grubu, dünya genelinde yaklaşık 140 liderin
konuşmalarını analiz ederek popülist retoriklerini değerlendirmiştir. Ayrıca,
popülist söylemlerin 2000'li yıllardan bu yana iki katına çıktığı ve dünya
genelinde 2 milyar insanın popülist liderler tarafından yönetildiği
belirtiliyor.
“Westminster
Üniversitesi’nde politika teorisi profesörü, popülizm teorisinin duayeni”
Chantal Mouffe: “Günümüzün siyaset-sonrası dünyasında, sağ popülizmin tek panzehri
sol popülizmdir” diyor!..
“Tüm
insanlığı yakından ilgilendiren iklim değişikliği krizi ve küresel pandemi
eşliğinde Batı’nın liberal demokrasilerindeki erozyon, ekonomi-politik
çıkmazlar göze giriyor. Üretilen yanıtlar sorunlara çözüm olamamakla kalmayıp,
insanlığı giderek belirsizliklerle yüklü bir geleceğe sürüklüyor. Erişilen
teknolojik gelişmişlik düzeyi, ‘Endüstri 4.0’ hedefleri sistemik hiçbir soruna
deva üretemiyor. İnsan toplumlarının geçmiş deneyimlerden dersler çıkartmakta ki
yetersizlikleri, dünyayı belki de topyekûn yok oluşa taşıyacak potansiyel
çatışmalara itmekte. Ve aradan geçen bir yüzyıl sonra toplumsal mücadelelerin.
1990’lar da Batılı liderlerle zirvelerde kadınlara sarkıntılık eden, masayı
öfkeyle terk edebilen alkolik Boris Yeltsin liberal dünyanın ‘gözdesiydi’.
Parlamentosunu bombalatmış olması, onun ‘demokratlığına’ iliştirilebiliyordu.
Çünkü anti-komünistti. Yeltsin’in kapitalist restorasyon süresince bozuk para
gibi harcadığı başbakanları demokrasinin sancılarıydı. Sovyetler Birliği’nin
kamuya ait üretim araçlarının özelleştirilmesi hayırlı, onları yağmalayan
oligark ’lar (gelir kaynağı bilinmeyen, seçkin zümreye ait kişilere verilen
isim. Yunanca oligarkhia yani azınlık kuralı anlamına gelmektedir.) potansiyel
ortaklar olarak itibarlı iş insanlarıydı. Mafyalaşma hazzedilmeyen bir sistemin
çöküşünün kullanışlı çıktısıydı. Federal yapının cumhuriyetlerindeki milliyetçi
ve İslamcı akımlar, halkların ‘özgürlük arayışıydı’. Yeltsin’in bozuk para gibi
harcadığı diğer başbakanlar gibi karşılanan Putin, altı ay sonra yıkımın
liderinin 31 Aralık 1999’daki konuşmasıyla başkanlığı devrettiği isim oldu. O
gün bugündür Putin üzerinden türetilen olumlu/olumsuz ‘mitleştirmeler’ devam
ediyor.” [49]
Burada
hükümetin en büyük görevi, bir ülkenin yönetim ve işleyişini sağlamak için
çeşitli alanlarda sorumluluklar üstlenmesidir. Hukukun üstünlüğünün korunması
için, Yasaların Uygulanmasını sağlamalı. Eğitim, sağlık, ulaşım, güvenlik gibi
temel kamu hizmetlerini sunmak. Vatandaşların yaşam koşullarını kolaylaştırmak
için, ekonomik politikalar geliştirilmesi, bütçeyi yönetimi ile ekonomik
istikrarı sağlar. Ülkenin dış ilişkilerini yönetir, uluslararası anlaşmalar
yapar ve diplomatik ilişkileri sürdürebilmek için, sürdürülebilir dış politikaları
geliştirmek. Ülkenin güvenliğini sağlamak için savunma politikaları geliştirir
ve doğru ülke menfaatleri için de silahlı kuvvetleri yönetmek. Sosyal güvenlik,
işsizlik yardımı, emeklilik gibi sosyal refah programlarını sosyal refahı
sağlamak. Çevreyi koruma ve sürdürülebilir kalkınma politikaları geliştirir. Bu
görevler, hükümetlerin toplumun barış içinde, refahını ve düzenini sağlamak
için üstlendiği temel sorumluluklar olarak görmeliyiz.
Burada
toplumlar başarı kazanamazlar ise, toplum içinde yavaşça başlayıp sonradan
hızlanabilecek evre içersin de çürümeye ile bozulmaların başlaması kaçınılmaz
olabilir.
“En
iyi hükümet en az hükmedendir.” [50]
Cumhuriyet
Cumhuriyet, siyasi
gücün halk ve temsilcileri tarafından paylaşıldığı bir
devlet yönetim şeklidir ve yapısı gereği monarşinin yokluğu üzerine
kuruludur.
Bir cumhuriyette temsil, genel vatandaşlar tarafından
serbestçe seçilebilir veya seçimle belirlenebilir. Birçok tarihi cumhuriyette,
temsil kişisel statüye dayanmış ve seçimlerin rolü sınırlı olmuştur.
"Cumhuriyet" kelimesi ise bize Arapça
"cumhur" kelimesinden geçmiştir. "Cumhur" toplu halde
bulunan halk demektir. "Cumhurf' ise, cumhura, yani "millete, halka
mahsus". "Cumhuriyet" işte bu "cumhurf'den türetilmiş bir
isimdir. Dolayısıyla etimolojik olarak cumhuriyeti "halka mahsus
şey", "halka ait olan şey" demektir. O halde, yine etimolojik
olarak, devlet şekli anlamında "Cumhuriyet’i, "halka ait olan devlet"
diye tanımlayabiliriz.” [51]
Cumhuriyet kavramı, farklı ülkelerde ve kültürlerde çeşitli
şekillerde yorumlanmaktadır. İşte bazı farklı görüşler:
-
Klasik Cumhuriyetler: Antik Roma ve Atina gibi klasik
cumhuriyetler, halkın doğrudan katılımını ve temsilcilerini seçmesini esas
alırdı. Bu tür cumhuriyetlerde, vatandaşlar yasaları kabul etmek ve
yöneticileri seçmek için doğrudan oy kullanırlardı.
-
Modern Cumhuriyetler: Günümüzdeki cumhuriyetler,
genellikle temsilî demokrasiye dayanır. Vatandaşlar, kendilerini temsil edecek
kişileri seçerler ve bu temsilciler yasaları yapar ve uygular. Bu tür
cumhuriyetlerde, halkın iradesi seçimler yoluyla tecelli eder.
-
Sosyalist Cumhuriyetler: Sosyalist cumhuriyetler, ekonomik ve
sosyal eşitliği sağlamak amacıyla devletin ekonomiye müdahale ettiği ve
kaynakları yeniden dağıttığı bir yönetim biçimidir. Bu tür cumhuriyetlerde,
devletin rolü daha büyüktür ve genellikle merkezi planlama yapılır.
-
İslam Cumhuriyetleri: İslam cumhuriyetleri, İslam hukukuna
(şeriat) dayalı bir yönetim biçimidir. Bu tür cumhuriyetlerde, yasalar ve
politikalar İslam dininin prensiplerine göre şekillendirilir.
-
Liberal Cumhuriyetler: Liberal cumhuriyetler, bireysel
özgürlükleri ve insan haklarını korumayı amaçlar. Bu tür cumhuriyetlerde,
devletin rolü sınırlıdır ve bireylerin özgürlükleri ön plandadır.
Cumhuriyet kavramı, tarih boyunca farklı coğrafyalarda ve
kültürlerde çeşitli şekillerde yorumlanmış ve uygulanmıştır. Bu çeşitlilik,
cumhuriyetin esnek ve evrensel bir yönetim biçimi olduğunu göstermektedir.
Cumhuriyet türleri
arasında en ideal yönetim biçimi, toplumun ihtiyaçlarına ve değerlerine bağlı
olarak değişebilir. Ancak, genel olarak kabul gören bazı cumhuriyet türleri
şunlardır:
-
Parlamenter
Cumhuriyet: Bu sistemde, devlet başkanı genellikle
sembolik bir rol üstlenirken, yürütme yetkisi başbakan ve kabineye aittir.
Parlamenter cumhuriyetler, yasama ve yürütme organları arasında güçlü bir denge
sağlar.
-
Başkanlık
Cumhuriyeti: Bu sistemde, devlet başkanı aynı zamanda
hükümetin başıdır ve geniş yürütme yetkilerine sahiptir. Başkanlık
cumhuriyetleri, güçlü liderlik ve hızlı karar alma süreçleri sunar.
-
Yarı
Başkanlık Cumhuriyeti: Bu sistem, parlamenter ve başkanlık
sistemlerinin bir karışımıdır. Devlet başkanı ve başbakan, yürütme yetkilerini
paylaşır. Yarı başkanlık cumhuriyetleri, esneklik ve denge sağlar.
-
Federal
Cumhuriyet: Bu sistemde, merkezi hükümet ile eyalet
veya bölge hükümetleri arasında yetki paylaşımı vardır. Federal cumhuriyetler,
yerel yönetimlerin güçlendirilmesini ve yerel ihtiyaçların daha iyi
karşılanmasını sağlar.
En ideal yönetim
biçimi, toplumun tarihsel, kültürel ve sosyal yapısına bağlı olarak
değişebilir. Önemli olan, demokratik değerlerin korunması, hukukun üstünlüğü,
insan haklarının gözetilmesi ve vatandaşların aktif katılımının sağlanmasıdır.
Türkiye için en uygun cumhuriyet türü, “parlamenter sistem?” dir.
Bu sistem, yasama ve yürütme organları arasında güçlü bir denge sağlar ve
farklı siyasi partilerin ve görüşlerin temsil edilmesine olanak tanır. Ayrıca,
hükümetin daha hesap verebilir olmasını ve vatandaşların karar alma süreçlerine
daha aktif katılımını teşvik eder.
Elbette, her sistemin avantajları ve dezavantajları vardır.
Önemli olan, demokratik değerlerin korunması, hukukun üstünlüğü ve insan
haklarının gözetilmesidir. Türkiye'nin tarihsel, kültürel ve sosyal yapısına en
iyi uyum sağlayan sistemin belirlenmesi, toplumun genel çıkarlarını gözeten
politikaların oluşturulmasına yardımcı olabilir.
Demokrasi
Ceren Kalfa ve Faruk Ataay. ‘Tocqueville’in Demokrasi
Teorisine Katkıları Üzerine’ Nisan 2014 Sosyal Bilimler Dergisi/Journal
of Social Sciences dergisinde yayınlanan makalesinde: “Demokrasi,
18. yüzyıla gelene kadar, Antik Yunan kent devletlerinde hayata geçmiş olan
‘doğrudan demokrasi’ ile özdeşleştiriliyordu. Bu nedenle, demokrasi kavramı,
onu halkın sınırsız ve doğrudan egemenliği -çoğunluğun despotizmi- olarak gören Platoncu bakış açısı
ile değerlendiriliyor ve olumsuz bir içeriğe işaret ediyordu. ABD ise, büyük
bir devlette gerçekleşen ilk ‘temsili demokrasi’ deneyimi olmuştu. Dolayısıyla,
Tocqueville, bu ilk modern temsili demokrasi örneği üzerine yazdığı eserle,
modern kitlesel demokrasinin ilk teorisyeni unvanını elde etmişti. Tocqueville
demokrasiyi yeniden ele alırken, kavramın Eski Yunan toplumlarındaki özgün
anlamını içeren ‘kent devleti’ ve ‘doğrudan demokrasi’ kavramları yerine, ‘ulusal
devlet’ ve ‘temsili demokrasi’ içeriğine vurgu yapmıştır.
Ayrıca, demokrasi Tocqueville için sadece bir siyasal rejimin adı olmakla
kalmamış, düşünür bu kavramı, aynı zamanda 19. Yüzyılda yaşanan ekonomik,
toplumsal, kültürel, siyasal ve hukuksal dönüşümler sonucunda gelişmeye
başlayan modern toplumu ifade etmek için kullanmıştır. Böylece, Tocqueville,
modern toplumla demokrasiyi özdeşleştirmiş ve modernleşmenin sonuçlarını
demokrasiye atfetmiştir”. [52]
“Demokrasi kavramının ortaya çıkış koşullarını ve gelişim
sürecini ihtiva eden bu tarihsel süreç, her ne kadar Batı uygarlığı ile
özdeşleştirilmiş olsa da farklı toplumların ve düşünürlerin eleştiri ve
katkılarıyla birlikte şekillenmiştir. Bundan dolayıdır ki demokrasi kavramının
evrensel düzeyde kabul gören tek bir tanımını yapmak mümkün olmadığı gibi
uygulaması bakımından da muhtelif unsurlara bağlı olarak değişen çok çeşitli
şekillerde tezahür ettiği görülmektedir.
“Demokrasi, anlamı ve tanımı üzerinde henüz mutabakat
sağlanamamış olan “esasen tartışmalı” (essentially canfeste) bir kavramdır.
Böyle olduğu için de birçok tanımı yanında,
birçok modeli de vardır. Holden’ın da belirttiği gibi, sistemleri arasında dağlar
kadar farklılıklar, hatta zıtlıklar olsa da neredeyse her örgütlenme biçimi,
kendi modelini demokratik olarak takdim etmektedir. Bunun böyle
olmasında bir sosyo-politik örgütlenme biçimi olarak demokrasinin çağımızda
görmekte olduğu evrensel kabul, rağbet ve mazhariyetin rolü büyüktür”.[53]
Siyasal literatür içinde demokrasi, siyasal rejimde yeri inkâr
edilemeyecek yaşamsal önemde bir terim olarak karşımızda durmaktadır.
Demokrasi, tüm sosyolojik dertlerimize deva sihirli bir ilaç olmasa da şu ana
kadar, siyasi yönetim de ki sorunlarımıza bulunan en doğru çözümleri içeren bir
sistem olarak karşımıza da durmaktadır.
Bir sosyal kurum olarak demokrasi halkın kendi kendini
yönetmesi ve yönetim düzeninde halk iradesinin ağır basması ve yönetimin halk
tarafından denetlenmesidir.
“Abraham Lincoln, ünlü "Gettysburg Söylevi" ni
bitirirken "halkın, halk tarafından, halk için yönetimi" nin
yeryüzünden silinmeyeceğini söylüyor”. [54]
Gettysburg
Konuşması Amerika Birleşik Devletleri başkanı Abraham
Lincoln tarafından yapılan ve Amerika Birleşik Devletleri
tarihinin en ünlü konuşmalarından biridir. Amerikan İç
Savaşı sırasında, Konfederasyon güçlerinin Birlik
Güçleri tarafından Gettysburg Muharebesin de yenilmesinden dört buçuk
ay sonra 19 Kasım 1863 Perşembe günü Gettysburg,
Pensilvanya'da Gettysburg Ulusal Mezarlığının kurulması nedeniyle
yapılan törende verilmiş bir söylevdir.
Lincoln
bu ifadeyle, demokrasinin özünü tanımlamış ve Amerikan halkına, halk
egemenliğine dayalı bir yönetim biçiminin kalıcılığını vurgulamıştır. Aynı zaman da, demokrasi kavramının evrensel
bir simgesi hâline gelmiştir.
Leeds Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi Fahri Profesörü, Essex
Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi Üyesi ve Birleşik Krallık Demokratik Denetim
Direktör Yardımcısı, David Beetham ‘Demokrasi ve İnsan Hakları’
kitabında ‘Demokrasiyi Tanımlamak ve Savunmak’ bölümünde ki tanım sorunu anlatımı:
“Demokrasinin makul bir tanımını yapmak isteyen herkes birtakım sorunlarla
karşılaşır. Bu sorunlardan biri, demokrasi terimine son yarım yüzyılda
yüklenilen anlamların gösterdiği çeşitliliktir. Halk idaresi, halkın temsilcilerinin
idaresi, halkın partisinin idaresi, çoğunluk idaresi, proletarya diktatörlüğü,
maksimum siyasal katılma, seçkinlerin halk oyu için yarışması, çok-partililik,
siyasal ve toplumsal çoğulculuk, eşit vatandaşlık hakları, medenî ve siyasî
özgürlükler, özgür toplum, sivil toplum, serbest piyasa ekonomisi, Birleşik
Krallık’ta -veya ABD’de- yapılan her şey, ‘tarihin sonu’, güzel olan her şey,
… demokrasi terimine atfedilen anlamların sâdece bir bölümünü oluşturmaktadır.
Yukarıdaki liste dikkatle incelendiğinde, tanımların bir
bölümü örtüşmekle birlikte çoğunun aslında birbiriyle tezat teşkil ettiği
ortaya çıkmaktadır. Bu durum, demokrasi kavramı konusundaki akademik
tartışmada, zıt kutuplardan oluşan ve bu kutuplar arasında bir tercih
yapılmasına yönelik kavram ikilileri oluşturulmasına neden olmuştur. Bu
tez-antitez ikililerinin en yaygınları şu şekilde sıralanabilir: Tasvir edici (descriptive)
bir kavram olarak demokrasi veya yönlendirici (prescriptive) bir kavram
olarak demokrasi, kurumsal prosedür olarak demokrasi veya normatif ideal olarak
demokrasi, temsilî demokrasiye karşı doğrudan demokrasi, katılımcı demokrasiye
karşı seçkinci demokrasi, liberal olmayan (halkçı, Marksist, radikal)
demokrasiye karşı liberal demokrasi, kitle demokrasisine karşı müzakereci (deliberative)
demokrasi, sosyal demokrasiye karşı siyasal demokrasi, uzlaşmacı (consensual)
demokrasiye karşı çoğunlukçu demokrasi, bireysel haklar olarak demokrasi veya
ortak iyi olarak demokrasi, eşitliğin gerçekleşmesi olarak demokrasi veya
farklılığın ifadesi olarak demokrasi. Bu tür kavram ikiliklerinin aşılamaması,
demokrasinin, tanımı konusunda uzlaşma imkânı olmayan, ‘özü itibarıyla
tartışmalı kavram’ lardan bir başkası olduğu inancını güçlendirmektedir”.[55]
Orwell’in
1984 kitabında ‘Çiftdüşün’ (doublethink), kilit bir
kavramdır ve totaliter rejimlerin bireyleri nasıl kontrol ettiğini anlamak için
çok önemlidir. Çiftdüşün, bir kişinin çelişkili iki fikri aynı anda kabul etme
yeteneğini ifade eder. Örneğin, bir kişi hem "Savaş barıştır" hem de "Barış
savaştır" gibi tamamen zıt iki düşünceyi aynı anda doğru olarak kabul
edebilir.
Bu kavram, bireylerin
eleştirel düşünme yetilerini yok etmek ve onları sistemin propagandasına
tamamen bağlı hale getirmek amacıyla tasarlanmıştır. Parti, bu yöntemi
kullanarak kendi gerçekliğini dayatır ve bireylerin geçmişi, gerçeği ve kendi
düşüncelerini sorgulamalarını imkânsız hale getirir. Çiftdüşün sayesinde
insanlar Parti’nin her zaman haklı olduğunu düşünür, çünkü çelişki bile onların
gözünde bir hakikat haline gelir.
G. Orwell ‘1984’
kitabın da: “Demokrasi gibi bir kelime söz konusu olduğu zaman yalnız üzerinde
anlaşılmış bir tanım yok değildir, fakat böyle bir işe kalkışmak da bütün
taraflardan direnme görür. Her çeşitten rejim savunucuları onun demokrasi
olduğunu öne sürerler ve herhangi bir anlama bağlanacak olursa kelimeyi
kullanamayacaklarından korkarlar.
Eğer demokrasiyi
tanımlamak yalnız kelimenin anlamını vermek demek olsaydı sorun kolayca
çözülürdü, çünkü bütün gereken biraz Yunanca bilgisi olmaktı”. “Orwell’in betimlediği dünyada, gerçekliğin
denetim altında tutulabilmesi için, bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun
yaratılması büyük önem taşır. İktidarı ellerinde tutanlar, kitlelere sürekli
hükmedebilmek için, Eski söylem 'de "gerçeklik denetimi", Yeni söylem
'de "çiftdüşün" denen bir işlem geliştirmişlerdir: "... Hem
bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir
yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine
de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı
mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem
demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna
inanmak; unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak,
sonra birden yeniden unutuvermek; en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine
de uygulamak...” [56]
Orwell,
bu kavramla bireyin düşünce özgürlüğünün baskı altında nasıl yok edildiğini ve
toplumun gerçeği algılama kapasitesinin nasıl çarpıtıldığını çarpıcı bir
şekilde eleştirmektedir.
Türk
Demokrasi Vakfı'nda Başkan Yardımcısı ve Akademik Araştırmalar Kurulu Başkanı
olarak yer almakta; Türkiye’nin en önemli bağımsız think-tank kuruluşlarından
Ekonomi ve Dış Politika Çalışmaları Merkezi'nde (EDAM) yönetim kurulu üyeliğini
sürdürmektedir. Prof. Dr. Ahmet Kasım Han, 08 Şubat 2025 tarihinde “X
hesabın” da “Zira, gerçeği koruyamadığımız zaman özgürlüğümüzü kaybederiz”.
Diyor.
Uzun
yıllar Floransa Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi Profesörlüğü yapmış, demokrasi
ve karşılaştırmalı siyaset alanlarında çalışmaları bulunan İtalyan siyaset
bilimci Giovanni Sartori, ‘Demokrasi Kuramı’ kitabında: “Demokrasiyi tanımlamak yalnız,
kelimenin anlamını vermek demek olsaydı, sorun kolayca çözülürdü, çünkü bütün
gereken biraz Yunanca bilgisi olacaktı. Kelime olarak demokrasi “halkın
iktidarı”, iktidarın halkta olması demektir. Fakat burada sadece bir
terminoloji sorunu çözmüş oluyoruz. Demokrasinin tanımlanması sorunu ise bundan
çok daha karmaşıktır. Terimi kullandığımız zaman, açıkça, bir -şeyi
karşılamaktadır. Soru, sadece: Kelime ne dernektir? değildir; fakat aynı
zamanda: O şey nedir? Bu sonuncu soruyu cevaplamağa çalışırsak, o şeyin o
kelimeye uymadığını görürüz. Şayet, demokrasi teriminin yanıltıcı olduğunu
görüyorsak, niçin daha uygun isimler vermeye başlamayalım?
Eğer isim doğru değilse, niçin uygun bir tanesini aramayalım.
R.A. Dahi, gerçek dünyada demokrasilerin ‘polyarchies’ (Poliarşi:
çokluk yönetimi) olduğuna
işaret etmişti. Eğer öyle ise, niçin onu kullanmayalım. Fakat çözüm bu kadar
basit değ ildir. Bir ismin tanımlama amaçları bakımından yanıltıcı oluşu, onun
değiştirilmesini gerektirmez.
Çünkü ‘demokrasi’ yol-gösterici amaç bakımından ihtiyaç
duyduğumuz isim olarak vermek, ta kendisidir. Demokratik bir sistem de ontolojik
baskılar sonucunda kurulur. Demokrasinin ne olduğu, demokrasinin ne
olması gerektiğinden ayrılamaz. Bir demokrasi, idealleri ve değerleri
ona bir varlık kazandırdığı sürece vardır. Şüphe yok ki her siyasal sistem değer amaçları ve
gerçekliliği ile ayakta durmaktadır. Demokrasi belki de bütün diğerlerinden
daha fazla bunlara muhtaçtır. Çünkü başka ideallerin hiç birisi, içinde yer
aldığı gerçeklikten bu kadar uzak olmadığından, demokraside olgu ile değer
arasındaki gerginlik en yüksek noktaya ulaşır.
Demokrasinin adına ihtiyaç duyuşumuzun nedeni budur. Gerçek
dünya hakkında hiçbir bilgi vermeyiş aksaklığı bir yana idealin – demokrasinin ne
olması gerektiğinin- daima önümüzde ve aklımızda durmasına yardım eder. Demokrasiyi
tanımlama sorunu aynı zamanda hem açıklayıcı hem de yol- gösterici bir tanım
gerektirdiği için iki yanlıdır. Bunlardan birisi diğeri olmaksızın var
olamayacağı gibi, bunlardan biri diğerinin yerini de tutamaz. Böylece yanlış adımla
yola çıkmaktan kaçınmak için üç noktayı akılda tutmalıyız: İlk olarak,
demokrasinin olanı ile olması gerekeni arasında sağlam bir ayrım yapılmalıdır;
ikinci olarak idealler ve gerçeklik açıkça karşılıklı olarak etkileştiği
için bu ayrım yanlış anlaşılmamalıdır (idealleri olmaksızın bir demokrasi
gerçekleşemez ve aksi olgu temeline dayanmayan demokrasinin yol- göstericiliği
kendisini inkar demektir), üçüncü olarak birbirini tamamlayıcı olmasına rağmen,
demokrasinin açıklayıcı ve yol gösterici tanımları birbirine
karıştırılmamalıdır, çünkü demokratik ideal demokratik realiteyi tanımlamadığı
gibi bunun tersi de doğru değildir, gerçek bir demokrasi ideal bir demokrasi
ile ayni değ ildir ve olamaz”. [57]
Demokrasi,
yönetimin halk tarafından, halk için yapıldığı bir sistemdir. Bu yönetim biçimi
hem sosyolojik hem de hukuksal açıdan önem taşır. Demokrasinin tam anlamıyla
neyi anlattığını açıklayan temel unsurları neler olabilir?
-
Halkın
Katılımı: Demokrasi, vatandaşların siyasi süreçlere aktif
olarak katılımını sağlar. Seçimler, referandumlar ve kamuoyu yoklamaları gibi
araçlar, bireylerin siyasi kararlar üzerinde etkili olmasını ve temsil
edilmelerini sağlar.
-
Eşitlik ve
Adalet: Demokrasi, her bireyin eşit haklara sahip
olduğunu ve adaletin sağlanmasını hedefler. Bireylerin temel hakları yasalarla
güvence altına alınır ve herkes için adil bir şekilde uygulanır. Toplumsal
adalet, gelir dağılımında eşitlik, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim gibi
sosyal hakların korunmasını içerir.
-
Hukukun
Üstünlüğü: Demokrasi, hukukun üstünlüğüne dayanır ve
yasalar herkes için eşit ve adil bir şekilde uygulanır. Yargı bağımsızlığı,
siyasi baskılardan uzak, tarafsız bir yargı sisteminin varlığını ifade eder.
Bu, bireylerin haklarının korunmasını ve adaletin sağlanmasını garanti eder.
-
Temel Hak
ve Özgürlükler: Demokrasi, ifade özgürlüğü, düşünce
özgürlüğü, din özgürlüğü, toplantı ve örgütlenme özgürlüğü gibi temel hak ve
özgürlüklerin korunmasını sağlar. Bu haklar, bireylerin kendilerini ifade
etmelerine ve toplumsal süreçlere katılmalarına olanak tanır.
-
Çoğulculuk
ve Farklılıkların Kabulü: Demokrasi, çeşitli düşünce ve inançların
bir arada yaşamasını ve farklılıkların kabul edilmesini destekler. Farklı
grupların ve toplulukların seslerini duyurabilecekleri ve haklarını
savunabilecekleri bir ortam yaratır.
-
Sosyal
Refah ve Toplumsal Barış: Demokrasi, sosyal refah devletini
benimser ve toplumun genel refahını artırmayı hedefler. Sağlık, eğitim ve
sosyal güvenlik hizmetlerine erişim sağlar, toplumsal barış ve huzuru korur.
Demokrasi, bu
unsurların birleşimiyle toplumsal düzeni ve bireylerin haklarını koruyan bir
sistem olarak tanımlayabilir diye düşünebiliriz. Bu yönetim biçimi, toplumsal
katılımı, eşitliği, adaleti ve özgürlükleri vurgulamaktadır.
‘Demokrasinin ne olduğu’ ve ‘demokrasinin ne olması
gerektiğinden’ neyin anlanması gerekir?
Demokrasi, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimidir.
Bu sistemde, vatandaşlar doğrudan veya dolaylı olarak yönetime katılırlar.
Demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet ve insan hakları gibi temel değerleri
savunur.
Ancak, demokrasinin ne olması gerektiği konusunda farklı
görüşler vardır. Bazıları, demokrasinin daha katılımcı ve şeffaf olması
gerektiğini savunurken, diğerleri, demokrasinin daha güçlü bir hukuk devleti ve
hesap verebilirlik mekanizmaları ile desteklenmesi gerektiğini düşünür.
Her iki farklı düşünce de kendilerince haklılıkları var.
Neden iki düşünce ortak anlayışı ile birleşebilir mi dersek bu mümkündür
diyebiliriz.
Demokrasinin ne olması gerektiği konusunda farklı görüşlerin
ortak bir anlayışa varamamasının birkaç nedeni olabilir.
- Farklı
Değerler ve Öncelikler: İnsanlar, demokrasinin temel değerleri ve öncelikleri konusunda farklı
görüşlere sahip olabilirler. Örneğin, bazıları özgürlüğü en önemli değer olarak
görürken, diğerleri eşitliği veya adaleti ön planda tutabilir.
- Kültürel ve
Tarihsel Farklılıklar: Farklı kültürel ve tarihsel geçmişlere sahip toplumlar, demokrasiyi
farklı şekillerde yorumlayabilirler. Bu da ortak bir anlayışa varmayı
zorlaştırabilir.
- Güç ve Çıkar
Çatışmaları: Siyasi
ve ekonomik güç sahipleri, kendi çıkarlarını korumak için demokrasiyi farklı
şekillerde yorumlayabilirler. Bu da ortak bir anlayışa varmayı engelleyebilir.
- Bilgi ve
Eğitim Seviyesi:
İnsanların bilgi ve eğitim seviyeleri, demokrasiyi nasıl anladıklarını ve
yorumladıklarını etkileyebilir. Farklı bilgi ve eğitim seviyelerine sahip
bireyler, demokrasinin ne olması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahip
olabilirler.
Bu nedenlerden dolayı, demokrasinin ne olması gerektiği
konusunda ortak bir anlayışa varmak zor olabilir. Ancak, bu farklılıklar,
demokrasinin sürekli olarak gelişmesine ve daha kapsayıcı hale gelmesine de
katkıda bulunabilir.
Demokrasinin sürekli olarak gelişmesi ve daha kapsayıcı hale
gelmesi, toplumlar için birçok olumlu sonuç doğurabilir.
- Artan
Katılım: Daha
kapsayıcı bir demokrasi, daha fazla insanın siyasi süreçlere katılmasını
sağlar. Bu, toplumun farklı kesimlerinin seslerinin duyulmasına ve temsil
edilmesine olanak tanır.
- Güçlü Hukuk
Devleti: Demokrasi
geliştikçe, hukuk devleti ilkeleri güçlenir. Bu, adaletin sağlanması ve hukukun
üstünlüğünün korunması açısından önemlidir.
- Sosyal
Adalet: Kapsayıcı
bir demokrasi, sosyal adaletin sağlanmasına katkıda bulunur. Farklı grupların
eşit haklara sahip olması ve ayrımcılığın azaltılması, toplumsal barışı ve
istikrarı artırır.
- Ekonomik
Kalkınma: Demokrasi
ve kapsayıcılık, ekonomik kalkınmayı teşvik edebilir. Farklı kesimlerin
ekonomik fırsatlara erişimi, genel refahı artırır.
- İnsan
Hakları: Gelişen bir
demokrasi, insan haklarının korunmasını ve geliştirilmesini sağlar. Bu,
bireylerin özgürlüklerini ve haklarını güvence altına alır.
Bu olumlu sonuçlar, demokrasinin sürekli olarak gelişmesi ve
daha kapsayıcı hale gelmesi için çaba göstermenin önemini vurgular.
Gazeteci-Yazar ve Ekonomist H. Yardımcıoğlu, ‘Köleler ve
Efendiler’ kitabında, Demokrasi aslında halkın kendi eliyle kölelerin
efendisini seçmesini ironik şekli ile anlatmaktadır. “Gücü elinde
bulunduranlar, güçsüz olanlara haksızlık eder. Tarih, bunu defalarca kez
kanıtlamıştır.
Devletler milletlere, şirketler çalışanlara, güçlüler güçsüzlere…
Fakat bir kişi veya topluluk, diğer bir kişi veya topluluğun
insafına bırakılamaz. İnsanın insana tahakkümü adil değildir.
İşte bu gerçek, 1789’daki Fransız ihtilalini besleyen ana
motivasyondu. Fransa’daki monarşinin yıkılmasından sonra, sıra diğer krallara
gelmişti. Bu süreç birinci dünya savaşına kadar devam etti. Dönemin krallıkları
birer birer yıkıldı.
Peki onların yerlerine ne geldi? “Demokrasi” adıyla
maskelenen yeni bir krallık sistemi… Bu sefer tek fark; toplumlar, köleliğinden
kurtulmak için bir asır mücadele ettikleri krallarını, artık kendi elleriyle
seçiyorlardı. Ve böylece kendilerini özgür sanmaya başladılar. Ama tam tersine
kölelik daha kronik bir hale gelmişti. Çünkü artık köle olduklarının bile
farkında değillerdi”. [58]
Demokrasi aslında halkın kendi eliyle kölelerin efendisini
seçmesini diye düşünenlerin de olduğu gerçekçiliği ile; demokrasinin
eleştirilerinden biri ve bazı düşünürler tarafından dile getirilmiştir.
Demokrasi, halkın kendi temsilcilerini seçme hakkını ifade ederken, bu
temsilcilerin halkın çıkarlarına ne kadar hizmet ettiği konusunda farklı
görüşler olabilir. Bu eleştiri, demokrasinin daha katılımcı, şeffaf ve hesap
verebilir olması gerektiği yönündeki çağrıları da destekler.
Demokraside yüzde
51'i kazanınca, geriye kalan yüzde 49'u ne olur? Bu demokratik midir? Sorunun
cevabı: Kazanan yüzde 51
'in herkesin yerine sayıldığı ve kaybeden yüzde 49'un hiç sayılmadığını
varsayarsak, kazananlar kaybedenlerin iktidara gelmesini önleyecek bir durumda
olur. Sistem işleyemez duruma gelerek, toplumun çürümesi ve çöküş yoluna girer.
Bunu önlemek,
toplumdaki her bireyin sorunu olarak kabul ederek çözüm arayışı için
birlikteliklerini kaybetmeleridir.
Demokraside, yüzde
51'in kazandığı durumlarda, yüzde 49'un hakları ve görüşleri de korunmalıdır.
Demokrasi, çoğunluğun yönetimi anlamına gelse de aynı zamanda azınlığın da
haklarını ve sesini koruyan bir sistemdir. Çoğunluk kararları alırken,
azınlığın haklarına saygı göstermek ve onların da katılımını sağlamak,
haklarını, özgürlüklerini koruma sorumluluğunu taşıması önemlidir. Bu denge,
demokratik bir toplumun sağlıklı işlemesi için gereklidir. Bu da demokratik bir
toplumun temel prensiplerinden biridir.
Demokrasi, sadece seçimle sınırlı olmayan; temsil, katılım,
şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi birçok sütuna yaslanan bir sistemden
oluşmaktadır.
Demokrasi “bir kez oy ver, sonra sus” olmamalı.
Katılımı sürekli kılmak, sistemi eleştirel gözle değerlendirip geliştirmek
gerçek bir demokrasi kültürünün parçasıdır. Bu gibi düşünenler çoğaldıkça, bu
kültür daha da kök salacaktır.
Dünya demokrasi endeksi, ‘The Economist'in’
araştırma bölümü ‘Economist Intelligence Unit’ (EIU) tarafından derlenen
bir dizindir. Endeks, 167 ülkede demokrasinin durumunu ölçmeyi ve beş temel
kategoride derlemeyi amaçlamaktadır.
Norveç, 10 üzerinden 9.81 puan ile birinciyken, listenin
sonunda 0.32 puan ile Afganistan yer almaktadır.
Endeksteki beş temel kategori şunlardır:
-
Seçim süreci ve çoğulculuk
-
Sivil özgürlükler
-
Devlet fonksiyonları
-
Politik katılım
-
Politik kültür
Demokrasi açısından dünyanın koşullarını dört tür rejime göre
sınıflandırıyor.
- Tam demokrasi, “halkın
tam katılımıyla işleyen bir sistemi ifade eder”.
- Kusurlu
demokrasi, “bazı özgürlüklerin kısıtlandığı olmasıdır”.
- Hibrit (Melez
biyoloji tanım) demokrasi, “Hibrit Rejim ise hem demokratik hem de otoriter
unsurlar içermektedir”.
- Otoriter
rejimler, "diktatörlük olarak değerlendirilmektedir”.
Çalışmanın satırlarında, neredeyse eski Birleşik Krallık
Başbakanı Winston Churchill'in demokratik sistemleri, en kötü siyasi
sistemlerin en iyisi olarak nitelendiren sözünün kokusu alınmakta.
Demokratik sistem kötünün iyisidir, çünkü hatalar yapar ama
aynı zamanda hatalarından ders çıkarır, dahası çıkardığı derse uyum sağlar ki
bu da onu diğer tüm siyasal sistemlerden ayıran özelliktir.
Demokrasi,
siyasi özgürlük ve insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapan bir
sivil toplum kuruluşu olan Freedom House, Dünya da Özgürlük 2025 Politika
Önerilerine baktığımızda.
“Hukukun üstünlüğünü güçlendirmeye ve siyasi geçişlerin
ardından ekonomik temettü sağlamaya öncelik verilmesini. Antidemokratik yönetim dönemlerinden sonra demokratik
güçlerin iktidara geldiği ülkelerde, yeni hükümetler, vatandaşlara somut
ekonomik ve sosyal faydalar sağlarken bile özgürlükleri koruyan ve genişleten
bir gündem izlemelidir.
Savaştan veya otoriter rejimlerin çöküşünden çıkan ülkelerde güvenlik,
uzlaşma ve reforma odaklanmalarını. Bu
ülkeler, tüm siyasi tutukluları serbest bırakmak, demokratik kurumları inşa
etmek veya canlandırmak, polis ve diğer güvenlik güçlerinde reform yapmak,
rekabetçi çok partili seçimler düzenlemek ve yürütmek ve geçmişteki insan
hakları ihlalleri için hesap verebilirliği sağlamak için hızla hareket
etmelidir.
Demokratik gerileme tehdidini azaltmak için kontrolleri ve
dengeleri güçlendirilmesini önermektedir. Siyasi hakların ve sivil özgürlüklerin önemli ölçüde erozyona uğradığı
ülkelerde, politika yapıcılar, yasa koyucular, hukukçular, sivil aktivistler ve
bağışçı topluluklar, seçilmiş liderleri antidemokratik veya liberal olmayan
amaçlarla sınırlamaya hizmet eden kurumsal korkulukları ve normları
güçlendirmek için çalışmalıdır”. [59]
2022'de
Demokrasi Endeksi Puanına göre ülkeleri/bölgeleri gösteren dünya haritası.
Dr. Osman Nuri Özalp, ‘Türkiye Demokrasilerin Neresinde? Demokrasi
Tiplemeleri Işığında Türkiye Örneğine Yeni Bir Bakış Denemesi’ isimli
makalesinde: “İddia edildiği gibi liberal demokrasi artık yönetim biçimi olarak
alternatifsiz mi? Tarihin sonuna mı (Fukuyama 1992) gelindi? Bu sorulara
cevap verebilmek için farklı yaklaşım tarzı gerektiren araştırmalara gerek
duyulmaktadır. Fukuyama'nın Hegel'in tarih felsefesini basitçe yorumlamasından
bu yana; dördüncü demokrasi dalgasının liberal demokrasilerin değil, arızalı
demokrasilerin başarı hikayesi olduğu söylenebilir. Çünkü yeni demokrasiler büyük
ölçüde konsolide, liberal demokrasilerden uzak arızalı demokrasilerdir. Demokratik
hukuk devletinin yapı ve işleviyle alakalı oluşan arızalardan dolayı yeni
sistemler; birinci, ikinci ve üçüncü dalgadan sonra oluşan konsolide
demokrasilerden açıkça farklılık göstermektedir. [60]
Demokratikleşme üzerine yaptığı araştırmalarla öne çıkan
ve karşılaştırmalı siyaset alanında uzmanlaşmış siyaset bilimci ve sosyoloji profesörü. Dankwart
Alexander Rustow, ‘Transitoloji teorisinin’ (Geçiş Bilimi) babası,
Columbia Üniversitesi'nin eski profesörü ve 25 yıl boyunca New York Şehir
Üniversitesi'nde profesörlük yapmıştır. 1970 tarihli ufuk açıcı makalesi, “Transition
to Democracy: Toward a Dynamic Model” 'Demokrasiye Geçiş: Dinamik Bir
Modele Doğru' adlı makalesinde Rustow, ülkelerin nasıl demokratikleştiğine dair
hâkim düşünce okullarından ayrıldı.
Siyaset biliminde, uluslararası ve
karşılaştırmalı hukuk ve ekonomide, ‘geçiş bilimi’,
bir siyasi rejimden diğerine, esas
olarak otoriter rejimlerden, çatışan ve mutabakatlı ekonomik liberalizm
çeşitlerine dayanan demokratik rejimlere geçiş sürecini inceleyen bir
bilimdir.
Yarı demokratik ara
kademe olarak dictablanda (sınırlı otoriter rejim) ve democradura (sınırlı
demokrasi) terimleri, olarak isimlendirilmiş ve yarı demokratik rejimleri
tanımlamak için kullanılır.
"Dictablanda,"
İspanyolca ‘da "yumuşak diktatörlük" anlamına gelir ve sınırlı
otoriter rejimleri ifade eder. Bu tür rejimlerde, bazı demokratik unsurlar
bulunabilir, ancak otoriter kontrol baskındır. "Democradura" ise "sert
demokrasi" anlamına gelir ve sınırlı demokrasileri tanımlar. Bu tür
rejimlerde, demokratik süreçler ve kurumlar mevcut olabilir, ancak otoriter
eğilimler ve sınırlamalar da belirgindir. Bu terimler, demokrasinin ve
otoriterliğin bir arada bulunduğu karma rejimleri tanımlamak için kullanılır.
Bu tür rejimlerde, vatandaşların bazı hak ve özgürlükleri olabilir, ancak tam
anlamıyla demokratik bir sistemden farklıdırlar.
Yeni sistemler;
birinci, ikinci ve üçüncü dalgadan sonra oluşan konsolide demokrasiler,
demokratik süreçlerin ve kurumların köklü ve istikrarlı bir şekilde yerleştiği,
otoriter eğilimlerin zayıf olduğu siyasi sistemlerdir. Bu tür demokrasiler,
genellikle üç ana dalga sonrasında ortaya çıkmıştır:
-
Birinci
Dalga: 19. yüzyılın sonlarından 1920'lere kadar süren bu
dönemde, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da demokratikleşme hareketleri
başlamıştır. Bu dönemde, demokratik kurumlar ve süreçler ilk kez geniş çapta
uygulanmaya başlanmıştır.
-
İkinci Dalga: İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle 1945-1960 yılları arasında,
birçok ülke demokratikleşme sürecine girmiştir. Bu dönemde, özellikle Avrupa ve
Asya'da demokratik rejimler kurulmuştur.
-
Üçüncü Dalga: 1970'lerden itibaren, Latin Amerika, Doğu Avrupa, Asya ve Afrika'da
birçok ülke demokratikleşme sürecine girmiştir. Bu dönemde, Soğuk Savaş'ın sona
ermesiyle birlikte, otoriter rejimlerin yerini demokratik sistemler almıştır.
Konsolide
demokrasiler, bu dalgalar sonrasında oluşan ve demokratik değerlerin,
kurumların ve süreçlerin derinlemesine yerleştiği sistemlerdir. Bu tür
demokrasilerde, siyasi istikrar, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ve
demokratik katılım gibi unsurlar güçlü bir şekilde korunur.
Bu konuyla ilgili
daha fazla bilgi edinmek istersen, Demokrasi Endeksi 2022 raporuna göz
atabilirsiniz. Bu rapor, dünya genelindeki ülkelerin demokrasi seviyelerini
değerlendiren bir harita sunar.
Yarı demokratik ara kademe olarak dictablanda (sınırlı
otoriter rejim) ve democradura (sınırlı demokrasi) olarak
isimlendirilmiştir.
Prof. Dr. Kemal Gözler “anayasa.gen.tr” web sitesinde ki ‘DEMOKRASİ
NEREYE GİDİYOR’? ‘Nerede Hata Yaptık’? yazısında; gözlemi olarak “Demokrasiden
Uzaklaşma” veya “Demokrasilerin Gerileme Dönemi” olarak açıklamakta.
Yazısının devamında; Türk demokrasisi bir gerileme dönemi içinden geçiyor.
Yıldan yıla demokrasiden uzaklaşıyoruz. Hemen belirtelim ki, bu olgu sadece
bizde değil, derecesi farklı olmakla birlikte, Rusya, Macaristan, Polonya,
Venezuela, Bolivya gibi başka ülkelerde de görülüyor. Öncelikle bu gerileme
olgusunu teorik olarak bir yere oturtmamız lazım.
Kavramlar olarak: Bu olguyu ifade etmek için siyaset
bilimi literatüründe “melez rejimler (hybrid regimes)”,
“yarı-demokrasiler (semi-democracies)”, “sözde demokrasiler (pseudo
democracies)”, “eksik demokrasiler (defective democracies)”,
“göstermelik demokrasiler (façade democracies)”, “seçimsel demokrasiler
(electoral democracies)”, “liberal olmayan demokrasiler (illiberal
democracies)”, “modern otoriterizm (modern authoritarianism)”,
“delegasyoncu demokrasiler (delegative democracies)”, “yarışmacı otoriterizm
(competitive authoritarianism)” ve “popülizm (populism)” gibi
kavramlar kullanılıyor.
Aynı olguyu ifade etmek için anayasa hukuku literatüründe de
“suiistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism)”, “anayasal
parçalanma (constitutional dismemberment)”, “popülist anayasacılık (populist
constitutionalism)”, “otoriter anayasacılık (authoritarian
constitutionalism)”, “anayasal otoritercilik (constitutional
authoritarianism)” gibi kavramlar kullanılıyor. Türkiye’de aynı olguyu
ifade etmek için son yıllarda “anayasasızlaştırma” kavramı kullanılmaya
başlandı. Demektedir.
İsviçreli bir Alman psikolog ve psikanalist Arno Gruen, ‘Demokrasi
Mücadelesi Radikalizm, Şiddet ve Terör’ kitabında ki ‘Kimliksizlik ve
demokrasiyi tehdit eden tehlike’ bölümünde; “Gözden kaçırılmaması gerekli
önemli bir detayın bilinmesi de fayda olacağı belirtilmesidir. O da insanların,
toplumsal koşulların istikrarsızlaştığı durumlarda, korku ve kendine acıma nedeniyle
otoriter düşünce ve anlayışa teslim olma eğiliminin temelinde, daha çocuklukta
şekillenen içselleşmiş bir konformizm vardır.”
Evet, "Demokrasiden Uzaklaşma" veya
"Demokrasilerin Gerileme Dönemi" dünya genelinde gözlemlenen bir
olgu. Bu durum, çeşitli ülkelerde farklı derecelerde ve şekillerde ortaya
çıkıyor. Örneğin, Türkiye, Rusya, Macaristan, Polonya, Venezuela ve Bolivya
gibi ülkelerde demokrasiden uzaklaşma eğilimleri gözlemleniyor. Bu ülkelerde,
demokratik kurumların zayıflaması, hukukun üstünlüğünün ihlali ve temel hak ve
özgürlüklerin kısıtlanması gibi belirtiler yaygın olarak görülüyor.
Son 500 yılın büyük çağının, genellikle "modern
çağ" olarak adlandırılan çağın sonunun ötesindeyiz. Başlıca özelliği,
belki de insanlık tarihinde ilk kez demokrasinin (azınlıkların değil çoğunluğun
egemenliği) yükselişiydi. Başlayan şey uzun sürecek mi? Bilemeyiz. İleriye
doğru yaşıyoruz ama bildiğimiz her şey geçmişten geliyor. Buna kelimeler ve
kökenleri de dahildir. Demokrasi kelimesi antik Yunan'da da
vardı, ancak son 2.000 yılda sadece burada ve orada, kısa bölümler halinde
uygulamaya kondu.
“Çağdaş demokrasilerin temel özelliklerinden sorumlu/hesap
verebilir hükümet ilkesi, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı gibi anayasal
demokrasinin temel ilkeleriyle yakından ilişkilidir. Devleti oluşturan erklerin
karşılıklı “denge ve fren” sistemi içinde işlemeleri hem istikrar ve güven
açısından hem de hesap verme sorumluluğu açısından vazgeçilmezdir”. [61]
T24 Yazarı Eray Özer, 29 Ocak 2024 tarihinde ‘ABD’de tüm taşlar
yerinden oynuyor, güç karanlık tarafta yükseliyor’ yazısında: “Amerika Birleşik
Devletleri’nin içinde bulunduğu karmaşadan ve ülkede giderek yükselen
sağcı/muhafazakâr dalgadan söz etmek istiyorum. Önce bilmeyenler üç kavramın
tanımını yapmak isterim”.
Woke: Aslında kullanımı 1930’lara kadar uzanan bir kavram. 2014’te
Afro-Amerikalı Michael Brown’ın Missouri Ferguson’da bir polis
tarafından vurulmasıyla yeniden popüler hale geliyor. Çok basit özetlemek
gerekirse ırka, cinsel yönelime dayalı her türlü ayrımcılığa, sosyal
adaletsizliklere karşı “uyanık” olmak, yani aslında bir tür farkındalık
geliştirmek ve bu farkındalığı korumak anlamına geliyor.
Euronews Web sitesinde 19 Ekim 2021tarihinde Hüseyin Koyuncu
tarafından ‘ABD'de ortaya çıkan, Türkiye'de de duyulmaya başlayan 'woke'
nedir’? Yazısında: “Batı medyasında sık duyduğumuz "woke"
kavramı, Türkiye'de de artık kullanmaya başladığımız bir kelime.
Özellikle azınlık hakları için çeşitli mücadelelere atıfta
bulunulan bu İngilizce kelime, başta ABD ve birçok Avrupa ülkesinde “solcu
ideolojiyi” kınamak için muhafazakâr ve aşırı sağcı politikacılar tarafından
düzenli olarak kullanılıyor.
İngilizceden olan woke kelimesi, "uyandı"
veya "uyanık" anlamına geliyor.
Amerikan Merriam-Webster sözlüğü, "woke"
kelimesinin anlamı şöyle açıklıyor: "Önemli gerçeklere veya sorunlara,
özellikle ırksal konulara ve sosyal eşitliğe dikkat ediyor".
Sosyolojik olarak "woke" kelimesi, toplumsal
konulara duyarlı, gerçeklerin farkında olan kişi anlamını taşıyor.
Aslında kelimenin gerçek anlamı olumlu fakat yıllar içinde bu
kelime sosyalist görüşe yakın olan kişileri küçük düşürmek için kullanılmaya
başlandı.
Özellikle ABD'de ve Fransa'da aşırı sağ ve merkez sağ
siyasetçileri sıklıkla, sosyalist kişilikleri, ilerici olarak tanımlanan
insanları, ayrımcılık üzerine çalışan akademisyenleri ve hatta eşit haklar için
mücadele eden aktivistleri aşağılamak için "woke" ifadesini
kullanmaya başladı”.
Eleştirel Irk Teorisi (Critical Race Theory- CRT): Bu da kökleri 1960’larda
dayansa da 80’lerle birlikte akademide hatları belirlenmiş ve isminden de
anlaşılacağı gibi ırka dayalı her türlü ayrımcılığın bir iktidar ilişkisinden
kaynaklandığına vurgu yapan bir kavram. Yani yine basitçe anlatmak gerekirse
bir insana ten rengi nedeniyle diğerlerinden farklı davranmanın tarihte belirli
bir siyasi ve iktisadi amaç için üretildiğine inanmak anlamına geliyor.
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Kamu
Hukuku Bölümü, Hukuk
Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim görevlisi Fatma Süzgün Şahin
Ünver, ‘Eleştirel Irk Kuramı ve Irkın Hukuk Tarafından Belirlenmesi’ araştırma
makalesinde, ABD eski başkanı Donald Trump’ın ‘Eleştirel Irk Kuramı’ konusunda
ki tutumunu şu şekilde açıklıyor. “Amerika Birleşik Devletleri’nde sosyo-hukuki
çalışmalar açısından oldukça önemli bir konum kazanan ve başta hukuk
fakülteleri olmak üzere sosyal bilimler eğitiminde önemli etkisi olan Eleştirel Irk Kuramı, Amerika Birleşik Devletleri eski
başkanı Donald Trump’ın söz konusu kurama açıkça retorik bir savaş ilan
etmesiyle birlikte akademik tartışma alanının sınırlarını aşarak gündelik
siyasi tartışma alanının da gündeminde yer almaya başladı. Başkanlık
kararnamesinde, günümüzde her bireyin eşit onuru üzerinden değil kolektif
toplumsal ve siyasal kimliklere
dayanan hiyerarşiler üzerinden farklı bir Amerika anlayışı ortaya koymaya
çalışanlar olduğu ileri sürülmekte ve bu ideolojinin kaynağında da Amerika’nın
geri dönülemez bir biçimde ırkçı ve cinsiyetçi bir ülke olduğu, bazı kişilerin
salt ırk yahut cinsiyetlerinden dolayı baskıcı olduğu ve ırk kimliklerinin ve
cinsel kimliklerin Amerikalı yahut insan olma statüsünden daha önemli olduğu
yolundaki kötücül ve hatalı inancın olduğu belirtilmektedir”. [62]
Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık Programları (Diversity, Equity,
Inclusion Programs- D.E.I.): Bu da yine her türden cinsel kimliğe, her renkten
insana, her türden farklılığa karşı bir farkındalık geliştirmek için ABD’deki
okulların müfredatında yer alan eğitim programlarına verilen isim. Çeşitli
bakış açıları ve deneyimlerin bir araya gelmesi, yenilikçi fikirlerin ortaya
çıkmasını sağlar ve daha iyi karar alma süreçlerine katkıda bulunur.
ABD’de yaklaşık üç yıldır yani 2020’den bu yana, hız kazanan
bir şekilde bu yukarıda sayılan üç kavrama karşı büyük bir savaş veriliyor. Öyle
ki, sistematik şekilde devam eden bir propaganda sonucu toplumun azımsanmayacak
bir kısmı bugün artık bu üç kavramı aşırı sol, radikal ve hatta
sosyalist/komünist görüşlerin bir parçası olarak görmekteler.
Bu gerileme, genellikle popülist liderlerin iktidara gelmesi
ve demokratik süreçleri manipüle etmeleriyle ilişkilendiriliyor. Popülist
liderler, halkın geniş kesimlerinin taleplerine hızlı ve doğrudan yanıt vermeyi
hedeflerken, uzun vadede demokratik kurumları zayıflatabiliyorlar. Ayrıca,
ifade ve basın özgürlüğünün kısıtlanması, yargı bağımsızlığının zayıflaması ve
sivil toplum kuruluşlarının baskı altına alınması gibi durumlar da demokrasinin
gerilemesine katkıda bulunuyor.
Cumhuriyet Döneminde İzlenen Değişme-Batılılaşma; Nizamı
Cedit Hareketi ile başlayan ve kademe kademe ilerleyen, genişleyen Batı yanlısı
değişme süreçleri Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleştirilen devrimlerle,
üst yapı değişimleri olarak yoluna devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilanı ile
birlikte sosyologların ve aydınların yeni toplumsal değişme önerileri yeni
rejimin resmî ideolojisi doğrultusunda şekillenmiştir.
“1950’de çok partili hayata geçtikten sonra Türkiye,
demokrasinin temel sorunlarını çözemese de demokratik siyaseti sürdürebilmişti.
Çok partili siyasi hayat, askerî darbe, popülist tek parti yönetimleri,
istikrarsız ve siyasi yozlaşmanın hâkim olduğu koalisyon hükümetleri gibi
demokratik rejimi kusurlu kılan pek çok sorunu içerisinde barındırdı. Ancak
demokratik
rejimin pekişmesi önündeki engeller Türkiye’de demokrasinin asgari koşulu olan
adil ve özgür seçimleri sistematik ve uzun soluklu şekilde ortadan kaldırmadı.
Demokratik seçimlere en
güçlü tehdit ise 1950’lerin ikinci yarısında Demokrat Parti iktidarından
olmuştu”. [63]
Hukukçu, akademisyen, Ankara Hukuk Fakültesi'nde öğretim üyesi Prof. Dr. Yaşar Karayalçın
'Türk Ticaret Hukuku' ve 'Bankacılık Hukuku' alanlarında önemli katkıları olmuş,
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Bankacılık Enstitüsü'nün kurucularında,
Uzun yıllar enstitünün başkanlığını yapan, bilahare Türkiye İş Bankası baş
hukuk müşaviri yapmış olan ve 11 Nisan 1992 tarihinde Türk Demokrasi Vakfı'nda
verilen konferansa, ‘Hukukun üstünlüğü (kavram-bazı problemler)’
konuşmasında: "Hukukun üstünlüğü" kavramı Türk
hukukuna 1982 Anayasası ile girmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri ve
Cumhurbaşkanı göreve başlarken "hukukun üstünlüğüne... bağlı"
kalacaklarına da and içerler (m. 81, 103).
19
Kasım 1991 tarihli DYP-SHP ortak hükümet protokolünde ve Demirel Hükümeti programında
(RG. 1 Aralık 1991) yer alan "hukukun üstünlüğü" kavramı, hukuk
hayatımız yanında siyasi hayatımızda da sık sık kullanılan bir kavram olmuştur”.[64]
1950'lerin
ikinci yarısında Türkiye'de Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde, demokratik
seçimlere yönelik bazı eleştiriler ve endişeler ortaya çıkmıştı. Bu dönemde,
DP'nin iktidarda kalabilmek için bazı demokratik ilkelere aykırı uygulamalara
başvurduğu iddia edilmiştir.
1957
genel seçimlerinde, DP'nin seçim güvenliğini tehlikeye atan bazı uygulamalara
başvurduğu iddia edilmiştir. Muhalefet partileri, seçimlerde hile yapıldığını
ve baskı uygulandığını öne sürmüştür. DP iktidarı döneminde, basın özgürlüğü
konusunda da bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Muhalif gazeteler kapatılmış,
gazeteciler tutuklanmış ve basın üzerinde baskı kurulmuştur. DP, muhalefet
partilerine ve liderlerine yönelik baskılar uygulamıştır. Muhalefet liderleri
tutuklanmış, siyasi faaliyetleri engellenmiş ve muhalefetin sesi kısılmaya
çalışılmıştır. DP iktidarı döneminde, hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı
uygulamalar da görülmüştür. Yargı bağımsızlığı zedelenmiş ve yargı organları
siyasi baskı altında kalmış, bu da ‘Hukukun Üstünlüğü’ nü zedelemiştir.
Her ne kadar ‘Hukukun Üstünlüğü’ kavramı 1982
Anayasın da hukuk sistemime, 1991 yılında da siyasi hayatımıza girmiş olsa bile
Demokrasi yaşamamız da bu kavramla daima çelişkiye düşmüşüz gibi görünmekte.
“Hukukun üstünlüğü,”
bir toplumda yasaların herkes için eşit, bağımsız yargı ile insan hakları
içinde şeffaf ve hesap verebilme anlayışı şekilde adalet kurallarının
uygulandığı, adil bir şekilde uygulanmasıdır. Diyebiliriz.
Frantz
Fanon ölümünün 50′inci yılında Jean Paul Sartre’ın “Yeryüzünün Lanetlileri”
kitabına yazdığı 1961 Tarihli Baskıya önsöz de “Kısa bir süre öncesine dek
yeryüzünün nüfusu iki milyardı: beş yüz milyon insan ve bir buçuk milyar
‘yerli’. Birinciler ‘Söz’ e sahipti, ötekilerse bu sözü ödünç almışlardı. Bu
ikisi arasında aracı olarak hizmet veren satılmış kralcıklar, derebeyleri ve
tepeden tırnağa sahte bir burjuvazi vardı. Avrupalı seçkinler yerlilerden
seçkin bir tabaka yaratmaya kalkıştı. Gençler arasından ayıklayıp seçiyorlardı;
alınlarına kızgın demirle Batı kültürünün ilkelerini dağlıyorlardı; ağızlarını
seslerle, tumturaklı, parlak, içi boş sözcüklerle tıkadılar”. [65]
Kısaca
Fanon ’un anlatmak istediği; sömürgecilik döneminde Avrupalı sömürgeciler,
yerli halklar arasından kendilerine sadık ve Batı kültürüne uyum sağlamış bir
elit tabaka oluşturma çabalarını oluşturmuştur. Bu süreçte, yerli gençler
arasından seçilen bireyler, Batı kültürü ve değerleriyle eğitilerek,
sömürgecilerin çıkarlarına hizmet eden bir sınıf haline getirilmiştir. Bu elit
tabaka, sömürgecilerin yerel yönetimlerde ve toplumda etkilerini sürdürmelerine
yardımcı olmalarını sağlama yönünde oluşan çabalarının varlığı, ret edilemez
bir durumun oluştuğudur.
Şiddet,
insan ruhunun en karanlık köşelerinden biri. Hem bireyin kendisine hem de
çevresine zarar veren, sökülüp atılması gerekirken yeşertilen nefret tohumunun
yol açtığı bir insanlık lekesi. Sosyal psikolojinin en yetkin isimlerinden Arno
Gruen'ün son kitabı Demokrasi Mücadelesi, toplumsal şiddetin kaynaklarını
bireyler üzerinden inceleyen önemli bir çalışma. Dünya çapında yapılan çeşitli
araştırmalara dayanarak vardığı sonuçlar, özellikle milliyetçilik temelli
şiddetin nasıl bir salgın olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Demokrasi Mücadelesi, her gün gazetelerde, haberlerde, sokaklarda karşımıza
çıkan şiddetin, hatta bazen içimizde yükselen öfkenin kaynağına inebilmek, onu
anlayabilmek, bizler için zor ve anlamsız gelebilmekte olsa bile, aklımızdan
çıkartamayacağımız olgulardandır.
“Bugün
karşımızda sergilenen soyut poz, hayata bakışını ve tek gerçeğini ekonomik
karın oluşturduğu küreselleşmiş bir dünyaya duyulan inançtır. Peki bunun Stalin'in
beş yıllık planlarından, gözü kara başarı tutkusundan ve halka kaçınılmaz
gerçeklik olarak dayatılan
ütopyalarından ne farkı vardır? Orada olduğu gibi burada da otorite edilgenlik
talep etmektedir. İnsanlar o gün olduğu gibi bugün de uyumlu olmaya,
kendilerine özgü hedeflerden vazgeçmeye, kendi değer yargılarını bir tarafa
bırakmaya ve tutumlarını, sanayinin, bankaların ve siyasetin uygun bulduğu
kriterlere tabi kılmaya zorlanıyorlar. Beklenen şey, poz içindeki varlığı
sürdürmeyi garanti edecek olağanüstü uzmanlık bilgileridir. Soyut bir
küreselleşme fikri, dünya çapındaki sorunların çözümüne biraz daha yaklaşmamızı
sağlamayacaktır. Eğer dünyayı daha insani, daha demokratik ve daha adil bir yer
haline getirmek istiyor ve farklı toplumsal değerlere karşı daha çok saygı
talep ediyorsak, bunlar sadece ulusal hükümetler düzeyinde mümkündür. Uluslararası
iş birliği, sadece soyut bir kar düşüncesini izler ve gerçek insani
ihtiyaçların çok uzağında kalır.
İnsanlığın
asıl sorunları varlığını sürdürür: Yoksulluk, açlık, kölelik, baskı, kesintisiz
savaşlar, dini hoşgörüsüzlük, uyuşturucu ve hırs. Bütün belaların kökeni tam
da burada. İnsanın bu sefaleti olmasa Hitler, Stalin, Lenin, Mussolini veya bin
Ladin gibi liderler etraflarına kitleler halinde taraftar toplayamazlar.” [66]
Gruen’e
göre gerçek demokrasi, yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bireyin
kendi vicdanıyla kurduğu sağlıklı bir ilişki biçimidir. Otoriteye körü körüne
itaat eden bireyler, demokratik değerleri içselleştiremez. Bu nedenle,
demokratik bir toplumun inşası, bireyin içsel özgürlüğüyle başlar.
“Sağ
radikalizmin gelişiminin temelinde otoriter bir eğitim vardır. Böyle bir
sosyalleşme süreci geçiren çocukların ne babalarından ne de annelerinden
korunma ve şefkat gördüklerini ortaya koyuyor. İnsanların kendilerini kimliksizlik hissetmeleri,
demokrasiyi tehdit eden tehlike olarak göreliyiz.
Henry
Dicks'in 1950'de yayımlanmış bir araştırmasının sonucu: İkinci Dünya Savaşı'na
katılmış 1000 Alman savaş tutsağıyla konuşmuştu. Tutsaklardan yüzde 11'i etkin
Naziler oldukları, yüzde 25'i inançlı Naziler olmakla birlikte çekincelerinin
bulunduğunu söyledi. Yani, araştırmaya katılanların yüzde 36'sını oluşturan bu
iki grubun, Nazi olmayanlarla kıyaslandıklarında sevecenliği açıkça
reddettikleri görülüyor. Anneleriyle ilişkilerinde şefkat yaşamamışlar. Şefkat
duyguları yasaklanmış, sevgi ve sıcaklık ihtiyacı tabu haline getirilip
bastırılmak zorunda bırakılmış”. [a.g.e]
Adalet
Adalet
kavramının içerik ve değeri, her kültürde değişiklik gösterir.
Adaletle ilgili ilk teoriler ‘Devlet’ adlı
eserinde Eflâtun tarafından ve ‘Nicomachean Ethics/ Nikomakhos'a
Etik’ adlı eserinde Aristoteles tarafından ortaya konulmuştur. “Söylediğimiz şey doğru olmasaydı öğretmen diye bir şeye gerek olmazdı.
Her insan kötü ya da iyi doğabilirdi. Erdemler için de aynı durum geçerlidir,
kimi insanlara karşı davranışlarımız bizi adil ya da adaletsiz yapar, yine
tehlikelere karşı davranışlarımız cesur ya da korkak olmamızı sağlar. Yine bir
şeyi istemek ya da kızmak konusunda da aynı durum geçerlidir, bir davranış
şekli ya da bir başkasına göre ölçülü, sakin, hazza meraklı ya da sinirli gibi
sıfatlar almaktayız. Kısacası benzeri eylemler huyları doğururlar. Bu nedenle
eylemleri farklı şekilde gerçekleştirirseniz huylar farklılaşır, ortaya çıkan
farklara göre huylar oluşmaktadır. O halde insanın gençliğinden itibaren
erdemlere alışması ya da alışmaması arasında çok ciddi farklar olabilmektedir.
Bu konu diğerleri
gibi teorik bir başlık değil, çünkü temel amacımız erdemin ne olduğunu bilmek
değil, sadece iyi olmaya çalışmak, zaten böyle olmasaydı araştırmamızın bir
önemi olmazdı”. [67]
Aristoteles,
‘Nikomakhos'a Etik’ adlı eserinde adalet kavramını detaylı bir şekilde
ele alır. Ona göre adalet, erdemlerin en büyüğüdür ve toplumsal yaşamın
temelini oluşturur. Aristoteles, adaleti iki ana kategoriye ayırır.
- Dağıtıcı Adalet (Distributive Justice): Bu tür adalet, toplumsal kaynakların ve
fırsatların bireyler arasında adil bir şekilde dağıtılmasını ifade eder.
Aristoteles'e göre, dağıtıcı adalet, bireylerin yeteneklerine ve katkılarına
göre yapılmalıdır.
- Düzeltici Adalet (Corrective Justice): Bu tür adalet, haksızlıkların düzeltilmesi
ve zarar gören tarafların haklarının iade edilmesiyle ilgilidir. Düzeltici
adalet, bireyler arasındaki anlaşmazlıkların ve haksızlıkların giderilmesini
amaçlar.
Aristoteles,
adaletin, bireylerin haklarını ve toplumsal düzeni koruyan bir erdem olduğunu
vurgular. Adalet hem bireysel hem de toplumsal düzeyde dengeli ve uyumlu bir
yaşamın sağlanması için gereklidir.
Tarih
boyunca birçok teori geliştirilmiştir. İlahi emir teorisi savunucuları adaletin
Tanrı tarafından sağlandığı görüşündedirler. 1600'lü yıllarda John
Locke gibi teorisyenler, doğa kanunlarını savundular. Toplumsal
sözleşme geleneğindeki düşünürler adaletin ilgili herkesin ortak
uzlaşmasından kaynaklandığını savundular. 1800'lü yıllarda John Stuart
Mill ‘inde dahil olduğu ‘yararcılık kuramı’ düşünürleri
adaletin en iyi sonuçları doğuran durum olduğunu savundular. Dağıtımcı
adalet teorileri neyin dağıtıldığı, kimlere dağıtıldığı ve doğru oranda
dağıtımın ne olduğu ile ilgilenir. Egaliteryanlar -eşitlikçilik veya egaliteryanizm bir ya da tüm
canlı varlıklar için belirli kategorilerde eşitlik talebinde bulunan düşünce
biçimi- adaletin sadece eşitlik koordinatları
çerçevesinde var olabileceğini savundular. John Rawls adaletin,
özellikle de dağıtımcı adaletin hakkaniyetin bir formu olduğunu bir toplumsal
sözleşme argümanı kullanarak göstermiştir. Mülkiyet hakları teorisyenleri de
(Robert Nozick gibi) dağıtımsal adaletin sonuç odaklı bir görüşünü
benimserler ve mülkiyet haklarına dayanan adaletin bir ekonomik sisteminin
refah düzeyini mümkün olan en yüksek seviyeye taşıyacağını savunurlar.
Cezalandırıcı adalet teorileri yanlışların cezalandırılması ile
ilgilenir. Onarıcı adalet mağdurların ve faillerin ihtiyaçlarına odaklanan bir
yaklaşımdır.
John
Rawls ‘Bir Adalet Teorisi’ kitabını Türkçemize kazandıran Vedat Ahsen
Coşar Çevirmenin Önsözü bölümünde kitabın kısa bir özetin anlatımı ile Rawls
‘ın ‘Adalet’ kavramının özlü bir aktarmasında: “Amerikalı siyaset bilimci ve
hukukçu John Rawls'ın "A Theory of Justice/Bir Adalet Teorisi" isimli
kitabı, çağdaş bir sosyal sözleşme teorisidir. Nitekim John Rawls kitabına
yazdığı önsözde bu hususu "Benim amacım, örnekleri Locke, Rousseau ve
Kant’ta bulunan sosyal sözleşme teorisini genelleştirmek, benzer nitelikteki bu
teorilerin yüksek düzeydeki soyutlamasına ulaşan bir adalet kavramı
sunmaktır" demek suretiyle ifade etmektedir.
Adalet
anlayışı konusunda Rawls'ı geleneksel sosyal sözleşme teorisyenlerinden ayıran
en önemli husus, onun teorisinin toplumdaki tüm değerlerin dağıtımının, gelir
ve refahla sınırlı olmaması, özgürlük gibi, eşitlik gibi, siyasal güç gibi,
hayatın sunduğu fırsatlar gibi anlamlı değerler üzerine kurulu olmasıdır”. [69]
Rawls,
1. Kısım ‘Hakkaniyet olarak adalet’ bölümünde: “Düşünce sisteminin bir
gerçeği olarak adalet, sosyal kurumların en önde gelen erdemidir. Ne kadar iyi
düzenlenmiş ve verimli olurlarsa olsunlar, kanunların ve kurumların adil
olmamaları durumunda, yürürlükten kaldırılmalarında veya değiştirilmelerinde
olduğu gibi, eğer bu görüş doğru değil ise, seçkinci ve ekonomiksel teorinin
reddi gerekir. Eğer adalet, bir bütün olarak toplumun refahını sağlayamayacak
ise, hiç kimse adalet üzerindeki bozulmalara sahip çıkmamalıdır. Zira adalet,
başkalarıyla paylaşılan daha büyük bir iyi için hak olarak kabul edilen
özgürlük kaybını reddeder. Adalet, daha fazla sayıdaki insanın lehine olan ve
ağırlığını onlar için koyan özverinin dayatılmasına izin vermez. Bunun içindir
ki adil bir toplumda yurttaşların eşit özgürlükleri çözümlenmiş olmalıdır.
Adalet tarafından korunan haklar, sosyal menfaatlerin hesaplanmasına veya
siyasal pazarlıklara konu olmamalıdır. Bize bu konuda izin verecek yegâne şey,
bir teorik sistemde ki hatanın daha iyi olandan eksik olmasına rıza göstermek
olmalıdır. Aynı şekilde, adaletsizlik, sadece daha büyük bir adaletsizlikten
kaçınmak için hoş karşılanmalıdır. İnsani faaliyetlerin birincil erdemleri
olan hakikatten ve adaletten asla ödün verilmemelidir”. [a.g.e]
Adaletin
önceliği, toplumda eşitlik, hak ve özgürlüklerin korunması olmalıdır. Adalet,
bireylerin haklarını güvence altına alarak, haksızlıkların önlenmesini ve
toplumsal düzenin sağlanmasını amaçlarındandır.
Öncelikle,
Eşitlik ile, Her bireyin yasalar önünde eşit muamele görmesi ve
ayrımcılığın önlenmesi. İnsan Hakların Korunmasıyla, bireylerin temel
hak ve özgürlüklerinin korunması ve ihlallerin önlenmesi. Hukukun Üstünlüğüyle,
yasaların herkes için eşit şekilde uygulanması ve yargının bağımsız olması. Adil
Yargılama Sağlanmasıyla, her bireyin adil bir şekilde yargılanma
hakkının güvence altına alınması. Sosyal Adalet Anlayışıyla, toplumda
eşit fırsatlar ve kaynakların adil dağılımının sağlanması.
Adâlet
(Justice): Her bireye hak ettiğinin verileceği şekilde, ödüllerin ve cezaların
ahlâkî bakımdan haklılaştırılabilir şekilde dağıtılması -verilmesi-.
Adalet, bireylerin haklarının korunması ve herkesin eşit
muamele görmesi anlamına gelir. Adalet, toplumsal düzenin sağlanmasında ve
bireylerin haklarının korunmasında temel bir rol oynar.
Adaletin Temel Unsurları
- Eşitlik, her
bireyin yasalar önünde eşit olması ve ayrımcılığa maruz kalmaması.
- Dürüstlük, karar
vericilerin ve uygulayıcıların tarafsız ve doğru bir şekilde hareket etmeleri.
- Hukukun
üstünlüğü, yasaların herkes için eşit şekilde uygulanması ve keyfi yönetimlerin
önlenmesi.
- Hakların
Korunması, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması.
Adalet, toplumsal barışın ve güvenin sağlanmasında kritik bir
öneme sahiptir. Adaletin sağlanması, bireylerin haklarının korunmasını ve
toplumsal düzenin sürdürülmesini sağlar.
Adalet, en geniş bağlamda hem adil olanın sağlanmasını hem de
felsefi açıdan neyin adil olduğunun tartışmasını içerir. Adalet kavramı; etik,
akılcılık, hukuk, din, eşitlik ve hakkaniyeti de içeren birçok alana, farklı
görüşlere ve perspektiflere dayanmaktadır. Sıklıkla adaletin genel tartışması
felsefe, din bilim ve dindeki genel durumu ve hukuk bilimi ve hukukun
uygulanması gibi prosedürel adalette bulunan iki farklı alana yoğunlaşır.
Adalet için de yazılanları sosyal medyada rastladığınızda da
doğruluğu hakkında araştırmanız kaçınılmaz olmalıdır. Her yazılanı doğru kabul
edersek, yanılma payı büyük olabilir.
Malumatfuruş Nedir? Kimdir? Neyi Amaçlamaktadır? TTK’ya göre
malumatfuruş, Arapça ve Farsça karışımı bir sıfat olup, “bilgiçlik taslayan”,
“bilmiş geçinen” anlamına gelmektedir. Malumatfuruş kelimesi, Arapça ‘bilgiler/
bilinen şeyler’ anlamına gelen malumat kelimesi ile Farsça ‘satan/ satıcı’
anlamına gelen “furuş” kelimesinden oluşmaktadır. Diye Web Sitesi, hakkında
bölümünde, “Malumatfuruş” köşe yazarı zabıtası “Muhtesip.com” kültüründen
esinlenen, 2015 yılında köşe yazarları odaklı faaliyete geçen bir “yanlışlama”
girişimi diyen ‘Malumatfuruş.org web’ sitesi ve burada ki yazı da örnek
olarak: Dostoyevski’nin Ezilenler kitabından etkileyici
bir alıntı” olduğu sanılarak paylaşılan metin şöyle:
Adalet Hangisi? Adalete bakış demektedir.
“Bir aslanı gün boyu takip etseydiniz ve aslanın yaşamak için
verdiği mücadeleye tanık olsaydınız günün sonunda bu aslanın bir ceylanı
yakalayıp yemesi sizi mutlu ederdi. Aynı hikâyeyi ceylanı takip ederek
başlasaydınız ve ceylanın yaşamak için verdiği mücadeleye tanık olsaydınız
günün sonunda bu ceylanın bir aslan tarafından yenmesi sizde bir öfke
uyandırırdı. Yani başlangıç noktasını farklı seçersen aynı olay kişide 2 farklı
yargı oluşturabilir. Bu yüzden kişinin içindeki adalet duygusu hangi hikâyeyi
ne kadar süreyle takip ettiğine bağlıdır”. [70]
Demekte.
Sanılanın aksine bahsi geçen ifadeler Dostoyevski’ye ait
değil. Türkiye İş Bankası Yayınları, İmge Yayınları, Altın Kitaplar ve Bordo
Siyah Yayınları tarafından yaptırılan Ezilenler çevirilerini baktığınızda böyle
bir metine rastlayamazsınız.
Arslan ile ceylanın hikayesinde ki “adalete bakış”, “adalet hangisi”
yazısında sorusu belki de doğru bir soru değildir.
Adalet kavramı, farklı bakış açılarına göre değişebilir ve bu
nedenle "doğru" bir soru olup olmadığı tartışmaya açıktır diye
düşünmeliyiz. Arslan ile ceylanın hikayesinde adaletin nasıl ele alındığı ve
hangi perspektiften değerlendirildiği de önemlidir. Belki de bu hikâyede
adaletin farklı yönlerini ve sonuçlarını incelemek daha anlamlı olabilir.
Adaletin ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği üzerine düşünmek, her zaman
değerli bir tartışma konusudur.
İnsanlar ve hayvanlar arasındaki adalet kavramı aynı
düşünülebilir mi?
İnsanlar ve hayvanlar arasındaki adalet kavramı, genellikle
farklı şekillerde ele alınır. İnsanlar arasında adalet, genellikle hukuk, etik
ve sosyal normlar çerçevesinde değerlendirilir. Bu, bireylerin haklarının
korunması, eşitlik ve adil muamele gibi unsurları içerir.
Hayvanlar söz konusu olduğunda ise adalet kavramı, genellikle
hayvan hakları ve refahı çerçevesinde ele alınır. Bu, hayvanların acı
çekmemesi, doğal yaşam alanlarının korunması ve insan müdahalesinin minimum
düzeyde tutulması gibi unsurları içerir.
Her iki durumda da adalet, bireylerin veya canlıların
haklarının korunması ve adil muamele görmesi anlamına gelir. Ancak, insanların
ve hayvanların ihtiyaçları ve hakları farklı olduğundan, adalet kavramı da bu
bağlamda farklılık gösterebilir.
Dostoyevski’nin Ezilenler kitabı ne anlatıyor?
Romanda, yoksul köylülerle üst sınıfa mensup kişilerin
arasında oluşan çatışmalar yer alıyor. Alt sınıfların, toplumun
aristokratları tarafından ezilmesi ve aşağılanması hikâyenin ana hatlarını
oluşturuyor. Başından sonuna kadar sürükleyici bir ritimle ilerleyen Ezilenler,
son derece gerçekçi bir kurgu sergiliyor.
Dostoyevski, ‘Ezilmiş ve Aşağılanmışlar’ kitabı Önsöz saf ve
duygusal genç yazar: Orhan Pamuk “Dostoyevski, Ezilmiş ve Aşağılanmışları
Sibirya sürgününden Petersburg'a döndükten sonra 186l'de, kırk yaşındayken
yazıp yayınladı. Roman Türkçe ‘de bilinen Ezilenler adıyla değil,
Ezilmiş ve Aşağılanmışlar adıyla ve "Başarısız Bir Yazarın Notları"
alt başlığıyla dönemin ünlü Zaman dergisinde yayınlandı ilk. Aynı yıl
Dostoyevski sürükleyicilik, duygusallık gibi özellikleri öne alarak yazdığı bu
tefrika romanı kitaplaştırdı.” [71]
“20. yy.’ın önde gelen siyaset felsefesi kuramcılarından olan
John Rawls, toplumun bir arada
adil bir biçimde yaşayabilmesini ve bu olurken de bireylerin özgürlük ve
eşitlik değerlerini
kaybetmemelerini ana problem olarak belirler. Bütün bu sistemin dayanak noktası
ve çıkış
noktası olarak adalet kavramını görür. Doğru bir adalet sistemi üzerine kurulan
bir toplumun, iyi şartlarda ve birlikteliğini sürdürebilecek biçimde
işleyebileceğini savunur. Rawls’un verdiği isimle, hakkaniyet olarak adalet bir
toplumun makul bir anlayışla seçebileceği siyasal sistemin temelini oluşturur.
Rasyonel şartlarda adalet anlayışı konusunda uzlaşmaya çalışan bir topluluğun
faydacı, sezgici vb. ahlak anlayışları yerine kendi anlayışınca şekillendirdiği
hakkaniyet olarak adaleti bir öncü olarak belirleyeceğini söyler”. [72]
“Geleneksel
olarak 'uluslararası' adalet fikrini, ulus-devletlerin birbirlerine
karşı nasıl davranması gerektiğini belirleyen ilkeler temelinde savunmuşlardır.
Ulusal bağımsızlık ve dolayısıyla siyasi özgürlüğün garantisi olan devlet
egemenliğine ve diğer devletlerin içişlerine müdahale etmeme kuralına saygı,
bunun açık örnekleridir. Bu düşünce, 'haklı savaş' teorisinde de
yansımalarını bulmuştur. Bu, savaşın hem gerekçeleri hem de yürütülüş biçimi
adalet ilkelerine uygun olduğu sürece savaş yoluyla şiddet kullanımının haklı
görülebileceği fikridir.
Genellikle
artan ekonomik karşılıklı bağımlılık (küreselleşmeyle bağlantılı) ve demokratikleşmenin ilerlemesiyle
ilişkilendirilen bir eğilim olarak, uzlaşmazlıkları yönetmek ve savaştan
kaçınmaya yardımcı olmak üzere 'güvenlik rejimleri' veya 'güvenlik toplumları'
ortaya çıkmıştır”. [73]
Adli
Yargı Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları ile İdari Yargı Hakimleri Kura Töreni'nde
adaylar arasında yer alan yeğenini, Cumhurbaşkanı ile tanıştırması
eleştiri konusu olan bir Parti Grup Başkanvekili kişinin, aynı törende
yeğenini Adalet Bakanı ile de tanıştırması, insanların adalete olan saygı
ve güvenlerini sarsabilir mi? Kararı, sizlerle birlikte ne demek olduğunu
düşünmeliyiz.
Öylesine
düşünülmeden yapılan hareketler, siyesi erklerin, toplumda uzaklaşmış oldukları
düşünülebilir. Bunun sonuçları gelecekte, toplumsal çürümeye ve çöküntüye
gidilmekte olduğu kaçınılmaz sonu işaret etmekte olduğunu bilmeliyiz.
Siyaset
ve Politika
Gelişmiş toplumlar, siyasal değil bilimsel akılla yönetilir.
"Ahlak" kavramı, bireylerin davranışlarını ve yaşam
tarzlarını yönlendiren, doğru ve yanlış arasındaki farkı belirleyen prensipler
ve değerler bütünüdür. Ahlak, insan davranışlarının etik ve sosyal açıdan kabul
edilebilir olup olmadığını değerlendiren kuralları içerir.
Ahlak kavramının bazı
önemli yönleri:
- Etik İlkeler: Ahlak,
dürüstlük, adalet, doğruluk, yardımseverlik, saygı gibi etik değerleri içerir.
- Toplumsal Normlar: Ahlak, toplumun genel kabul görmüş kuralları ve normlarına dayalıdır.
Bireylerin toplum içinde uyumlu ve sorumlu bir şekilde davranmalarını sağlar.
- Vicdan: Ahlak, bireylerin
vicdani kararlarına ve içsel değerlendirmelerine dayalı olarak doğru ve yanlış
arasındaki farkı anlamalarına yardımcı olur.
- Davranış Rehberi: Ahlak,
bireylerin davranışlarını yönlendiren bir rehber olarak işlev görür. Bu rehber,
bireylerin kendilerine ve başkalarına karşı sorumlu ve saygılı bir şekilde
davranmalarını sağlar.
Ahlak, bireylerin ve
toplumların uyumlu ve etik bir yaşam sürdürmelerine katkıda bulunan önemli bir
kavramdır. Ahlak ve
siyaset arasındaki ilişki, toplumsal düzenin ve adaletin sağlanması açısından
oldukça önemlidir.
‘Etik İlkeler ve
Değerler’ kendine örnekleyen Siyaset ise etik ilkeler
doğrultusunda toplumu yönetmek ve düzenlemekle ilgilidir. Siyasetçilerin,
adalet, dürüstlük, eşitlik gibi ahlaki değerleri benimsemesi ve uygulaması,
toplumsal düzenin sağlanmasında kritik bir rol oynar.
Ahlaki değerleri
benimseyen siyasetçiler, ‘halkın güvenini’ kazanabilir ve daha etkili
bir yönetim sağlayabilir. Halkın güveni, siyasal istikrarın ve toplumsal
barışın temelidir.
Ahlaki değerlere
bağlı olan siyasetçiler, ‘hesap verebilirlik’ ilkesine uygun hareket
ederler. Bu, siyasi liderlerin ve kurumların şeffaf ve sorumlu bir şekilde
yönetilmesini sağlar.
Ahlak, adaletin
temelini oluşturur. Siyasetçiler, adil kararlar almak ve toplumsal eşitliği
sağlamak için ahlaki değerlere başvururlar. ‘Adaletin sağlanması’,
toplumsal huzurun ve refahın artırılmasında önemli bir faktördür.
Siyaset, ‘toplumsal
normların belirlenmesinde’ ve uygulanmasında önemli bir rol oynar. Bu
normlar, ahlaki değerler ve etik ilkeler doğrultusunda şekillenir ve toplumun
genel kabul görmüş kurallarını yansıtır.
Siyaset, insanların bir arada yaşamaya başlamasıyla birlikte
karşılaştıkları bazı sorunların aşılması için geliştirdikleri bir sorun çözme
yöntemidir. Bu açıdan bakıldığında siyaset kavramı, siyaset biliminin en
merkezî kavramıdır.
Fransız siyaset bilimci ve Anayasa Hukuku uzmanı
Prof. Dr. Maurice Duverger’ in ‘Politikaya Giriş’ kitabın da söylediği gibi,
“siyasetin bir de sanat ve faaliyet yönü vardır. Siyasetin bilimsel yönü, onun
“sanat ve faaliyet” niteliğinde olan, ölçülemeyen sezgiye dayanan ve rasyonel
olmayan sektöre göre çok daha küçüktür”. [74]
“Duverger, her toplulukta idare edenlerle edilenlerin
bulunduğunu ve devletin idare edenlerin bütünü olduğunu belirtmektedir. Şu
hâlde bir ülkede bulunan idare edilenler bu ülke toplumunun çoğunluğunu meydana
getirmektedir. İdare edenler ise, küçük bir azınlıktır. Bu durumda toplumun
dünya görüşü statik, idare edenlerin dünya görüşü ise çeşitli etkiler altında
genellikle dinamiktir. İşte bu farklılık çeşitli toplumlarda aynı iktisadi,
siyasi ve mali sistemleri benimseseler bile birbirinden farklı sonuçlara neden
olmaktadır”.
“Her şey —ya da hemen hemen her şey— kısmen siyasaldır ve
hiçbir şey —ya da hemen hemen hiçbir şey—tümüyle siyasal değildir”. [75
Siyaset, belli bir toplumda çatışma halinde olan
düşüncelerin uzlaştırılması faaliyetidir. Bu uzlaştırma faaliyeti ise yönetim
erkinin elde bulunması ile gerçekleşir.
Tüm medeni toplumlarda Antik Çağ'dan beri toplum
yönetimi üzerine çalışma yapan düşünürler hep kendi çağlarının mükemmel ve daha
iyi bir toplum oluşturmak için verilen çabaları anlatmışlar, düşüncelerini de
bu amaç için kullanmışlar, açıklamışlar ve mücadelesini vermişlerdir.
Siyaset tarihine bakıldığında insanın ortaya çıkışı ile
birlikte siyaset; yönetim sanatı da sahnede yerini almış ve binlerce yıl
yöneten ve yönetilen arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ile yönetsel gücün
elde tutulması davranışlarına yön vermiştir.
"’Siyaset’ Arapça kökenli bir sözcük. At eğitimi
anlamına geliyor. Oysa aynı kavrama karşılık Batı'dan alınan ‘politika’
sözcüğünün Yunan kökenli olduğunu biliyoruz. Yunanca ‘da "polis" kent
devletlerine verilen isim. Politika da devlete ait işler anlamını taşıyor.
’Siyaset’ sözcüğünün günümüzdeki anlamı konusunda Prof. Bülent Daver'e katılmak
ve siyaseti "ülke, devlet, insan yönetimi" biçiminde tanımlamak
olanaklıdır.” [76]
“Siyaset çağdaş toplumlar için en yaşamsal kurumlardan
birisidir. Onun kararlardan
toplumun tüm kesimleri etkilenmekte, yaptıkları ve yapmadıklarıyla siyaset,
toplumun
yazgısını belirlemektedir. Bu nedenle siyaset sorunlarına ilgisiz kalmak
güçtür”. [77]
“Platon’dan günümüze kadar, filozofun siyaset karşısındaki
kaygısını billurlaşan bir kelime vardır: “adalet”. Filozofun siyasete
yönelttiği soru şöyle formüle edilebilir: Adil bir siyaset olabilir mi? Ya da
düşünceye hakkını veren bir siyasete”? [78]
Alain Badiou, Peter Hallward, ‘Siyaset ve Felsefe: Alain
Badiou’yla Söyleşi’ de özgürleştirici siyaset için söylediği “Özgürleştirici
siyaset her zaman, tam da durum içerisinden bakıldığında imkânsız olduğu ilan
edilen şeyi mümkün göstermekten ibarettir”. [79]
Demektedir.
John Rawls, siyaset felsefesi alanında önemli katkılarda
bulunmuş bir düşünür olarak, siyaset konusundaki görüşleri, özellikle "Bir
Adalet Kuramı" (A Theory of Justice) ve "Siyasal Liberalizm"
(Political Liberalism) adlı eserlerinde detaylandırılmıştır. Rawls'un siyaset
felsefesinin temel ilkeleri de Rawls, adaletin hakkaniyet temelinde
şekillenmesi gerektiğini savunur. Bu ilke ile, toplumdaki her bireyin eşit
haklara sahip olması gerektiğini ve toplumsal eşitsizliklerin en dezavantajlı
bireylerin yararına olacak şekilde düzenlenmesi gerektiğini ifade ederek,
adalet olarak hakkaniyeti savunmuştur. Bu basit olarak sadece gelir ve refah
ile sınırlı değildir;
özgürlükler, siyasal güç, fırsatlar olmak üzere birçok değeri içermektedir. Her bireyin temel özgürlüklerinin korunması
gerektiği inancın da özgürlükler, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, din
özgürlüğü gibi temel hakları için, özgürlük İlkesini benimsemiştir. Herkesin
eşit fırsatlara sahip olması gerektiği ve bu ilkenin, bireylerin yeteneklerine
ve çabalarına göre fırsatlara erişimlerini sağlamasını önemsemiştir. Toplumsal
ve ekonomik eşitsizliklerin, en dezavantajlı bireylerin durumunu iyileştirecek
şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunmuş, bu ilkenin, toplumsal adaletin
sağlanmasında önemli bir rol oynamasının, farkındalık ilkesi ile oluşturulması
gerektiğine inanmıştır.
Siyaset felsefesi Rawls'un, liberalizmin ve toplumsal
sözleşme teorisinin önemli bir parçası olmuştur. Onun çalışmaları, modern
siyaset felsefesi ve adalet teorileri üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.
Rawls, siyaset felsefesinde konuyu değiştiren adam sıfatını fazlasıyla hak
ettiğini, tartışma konusu bile edilemez.
“İnsanlar birbirleriyle uyuşmazlık hâlindedirler. İnsanlar
nasıl yaşamaları gerektiği konusunda hemfikir değildirler. Kim neyi almalıdır?
İktidar ve kaynaklar nasıl dağıtılmalıdır? Toplum iş birliği temeline mi
dayanmalıdır, yoksa çatışma temeline mi? Aynı zamanda insanlar, bu gibi
sorunların nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda da hemfikir değildirler.
Kolektif kararlar nasıl alınmalıdır? Söz kimde olmalıdır? Her bir kişinin ne
kadar etkisi olmalıdır?
Siyaset, en geniş anlamda, insanların hayatlarını düzenleyen
genel kuralları yapmak, korumak ve değiştirmek için gerçekleştirdikleri
faaliyetlerdir. Siyaset akademik bir konu olmakla birlikte (bazen büyük S
harfiyle “Siyaset” şeklinde kullanılır), aslında hiç şüphesiz bu faaliyetin
incelenmesidir. Bu çerçevede, siyaset, çatışma ve iş birliği olgularıyla
karmaşık bir bağlantı içindedir. Bir yandan, rakip fikirlerin, farklı
isteklerin, rekabet eden ihtiyaçların ve çatışan çıkarların varlığı, insanların
beraberce tâbi oldukları kurallar hakkında hemfikir olmamalarını beraberinde
getirir; diğer yandan, insanlar bilirler ki, bu kurallar üzerinde etkili olmak
veya onların yürürlükte kalmasını sağlamak için birlikte çalışmak, yani, Alman
asıllı Amerikalı tarihçi ve filozof Hannah Arendt’in siyasî iktidarı
tanımlarken kullandığı ifadeyle, “elbirliği etmek” zorundadırlar”. [80]
Bu nedenle, siyasetin temel özelliği, farklı rakip görüşlerin
birbiriyle rekabetlerini ve çıkarlarını uzlaştırmayla çıkan veya çıkabilecek
bir çatışmayı çözme süreci olarak anlayabilir, anlatırız. Hacettepe Üniversitesi Doç. Dr. Bican Şahin, ‘Siyasi Düşünceler Tarihine Giriş’
bölümünde: “Antik ve Orta Çağ siyasal
teorilerinden önemli açılardan farklılaştığını görürüz. İlk olarak,
Machiavelli’nin düşüncesinde görüldüğü gibi özel hayatımızda davranışlarımıza
yön veren ahlak kuralları ile siyasal alanda davranışımıza yön veren kuralların
birbirinden koparılması,
bir başka ifadeyle, siyaset ile ahlakın bir arada olmasına son verilmesi söz
konusudur. Siyasetin amacı Aristoteles’in ileri sürdüğü gibi insanları erdemli
kılarak onların mutluluğa ulaşmalarını sağlamak olamazdı. Siyaset, örneğin
hayatta kalmak, mülkiyetini korumak gibi daha dünyevi, daha acil ihtiyaçların
karşılanmasının bir aracı olmalıydı”. [81]
Demektedir.
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde Prof. Dr. Yüksel Taşkın ‘Siyaset’ Kitabın da Siyaset Nedir?
Sorusuna karşılık, tarihten bir anekdot ile anlatmakta: “Büyük İskender’in
(M.Ö. 356-323) “hükmettiği” denizlerde korsanlık yapma cüretini gösteren
birisini yakalayıp karşısına getirirler. İskender ona, “Neden korsanlık
ediyorsun?” diye sorar. Bunun üzerine korsan, “Benim sadece bir gemim var,
hırsızlık yaptığım. Oysa siz koca bir hırsız çetesine sahipsiniz!” der. Bu
hikâyeyi bize aktaran anlatıcıya göre, dünyevi bir etkinlik olarak devlet
yönetimi veya siyaset, içinde ahlaki bir değer barındırmayan, çıkar odaklı bir
etkinliktir. Böylesine olumsuz bir siyaset anlayışına sahip olanlar kendi
içlerinde, siyasal etkinlikten bütünüyle uzak duranlar veya mecburen
katlananlar diye ikiye bölünebilirler.
“Siyaset nedir?” sorusuna verdikleri yanıtları veya önerileri
olarak verdiği, Siyaset bilimci ve Devlet yöneticileri aşağıda ki farklı
tanımlamaları yapmışlardır.
– Amerikalı
siyaset bilimci, iletişim teorisyeni ve düşünür, Harold Dwight Lasswell “Siyaset, kimin neyi, ne
zaman ve nasıl elde ettiğiyle ilgilidir”.
– Siyaset bilimci Bernard Crick, demokrasinin gerekli ama
iyi yönetim için yeterli bir koşul olmadığını ve “Siyaset, farklı çıkarlar
arasında bölünmüş toplumların, şiddet içermeyen özgür tartışma yoluyla
yönetilmesidir.” Diye anlatmakta.
– ABD’li Siyaset Bilimci David Easton, “Siyaset,
değerlerin otoriteler yoluyla dağılımıdır.”
– Çinli devrimci ve siyasetçi. Çin Komünist Partisi'nin ve
Çin Halk Cumhuriyeti'nin kurucusu Mao Zedong da “Siyaset, kan dökülmeyen
savaş; savaş ise kan dökülen siyasettir”. [82]
İngiliz siyaset bilimcisi Andrew Heywoo da “Siyaset, en geniş
anlamıyla, insanların ortak yaşamalarını mümkün kılan genel kuralları
oluşturma, koruma veya değiştirme etkinliğidir. Siyaset, çatışma ve iş birliği
olgularıyla karmaşık bir bağlantı içindedir siyaset, bu geniş anlamıyla, tüm
çatışmaların çözüme kavuşturulduğu veya kavuşturulabildiği faaliyet olarak
değil, bunun başarılmasından çok, bir çatışma çözme arayışı olarak
düşünülebilir”. [83] Siyaset
nedir ve ne anladıklarını, farklı kelimeleri ve cümlelere yerleştirerek
anlatmışlar.
“‘Yönetme Sanatı’, bir liderin veya yöneticinin, bir organizasyonu, toplumu
veya devleti etkili ve verimli bir şekilde yönetme becerisini ifade eder. Bu
kavram, liderlik, strateji, karar alma, iletişim ve insan ilişkileri gibi
çeşitli unsurları içerir. Yönetme sanatı hem teorik bilgiye hem de pratik
deneyime dayanır ve başarılı bir yönetici olmanın temelini oluşturur.
Alman devlet adamı ve Alman İmparatorluğu'nun ilk şansölyesi
Otto von Bismarck, “siyaset bir' bilim değil... bir sanattır.” Onun
kastettiği idare sanatıydı; toplumda kontrol, ortak kararların verilmesi ve
uygulanmasıyla sağlanır. Bu muhtemelen, terimin Antik Yunan'daki orijinal
anlamından geliştirilmiş, klasik siyaset tanımıdır”. [84]
Popülist
düşünce ve siyasi yaklaşım: Toplumlarda ki yaşayan insanlar,
popülist düşünce ve siyasi yaklaşım düşünce tuzağına düşebilirler. Popülist
düşünce ve siyasi yaklaşım düşüncesi 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya
çıkmış bir kavramdır. Popülizm, halkın kendisini elitlere karşı konumlandırarak
iktidar mücadelelerine katılmasını sağlayan bir siyasi strateji ve ideoloji
olarak tanımlanır. Bu yaklaşım, halkın iradesini ve üstünlüğünü vurgulayan bir
anlayıştır ve genellikle mevcut siyasi düzeni ve elitleri eleştirir.
Popülist liderler, halkın gerçek temsilcileri olduklarını
iddia ederek, mevcut siyasi düzeni ve elitleri eleştirirler. Bu liderler,
karmaşık toplumsal sorunları basit ve anlaşılır mesajlarla açıklayarak,
kitlelerin duygusal tepkilerini manipüle edebilmekte ve bu sayede siyasi
desteklerini artırabilmektedir.
Popülizmin temel özellikleri arasında elit karşıtlığı, halkın
yüceltilmesi ve çoğulculuk karşıtlığı bulunur. Bu yaklaşım, ideolojik olarak
hem sağ hem de sol yelpazede yer alabilir. Örneğin, Avrupa’da göçmen karşıtı
söylemlerle öne çıkan sağ popülist partiler, yerlilik ve millilik kavramları
üzerinden yabancı düşmanlığı yaparken; Latin Amerika’da sol popülistler ve
siyasî liderler, zengin ve elit kesimlere karşı ezilen halkı savunarak
anti-elitist bir söylem geliştirmişlerdir.
Popülist düşünce ve siyasi yaklaşım tuzağına düşen toplumlar
çeşitli olumsuz sonuçlarla karşılaşabilirler.
- Popülist
söylemler, halkı "biz" ve "onlar" şeklinde ayırarak ‘toplumsal
bölünmeyi’ körükleyebilir. Bu, toplumda kutuplaşma ve gerilim yaratabilir.
- Popülist
liderler, kısa vadeli kazanımlar için uzun vadeli politikaları ve reformları
göz ardı edebilirler. Bu durum, ‘siyasi istikrarsızlığa’ ve yönetim
krizlerine yol açabilir.
- Popülist liderler,
‘hukukun üstünlüğüne ve yargı bağımsızlığına’ zarar verebilirler. Yargı
sistemi, siyasi baskılara maruz kalabilir ve adaletin sağlanması zorlaşabilir.
- Popülist
politikalar, ekonomik istikrarı tehlikeye atabilir. Kısa vadeli ve popüler
politikalar, uzun vadede ‘ekonomik sorunlara’, borç krizlerine ve
enflasyona yol açabilir.
- Popülist
liderler, ‘medya özgürlüğüne ve ifade özgürlüğüne müdahale’ edebilirler.
Medya kontrol altına alınabilir ve eleştirel sesler susturulabilir. Bu durum,
demokratik değerlerin zayıflamasına neden olur.
- Popülist
söylemler, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığı körükleyebilir. Göçmenlere,
azınlıklara ve farklı gruplara yönelik önyargılar artabilir ve ‘toplumsal
huzursuzluklar’ yaşanabilir.
- Popülist
liderlerin milliyetçi ve korumacı politikaları, ‘uluslararası ilişkilerde
gerilimlere’ yol açabilir. Diplomatik ilişkiler zarar görebilir ve ülkeler
arasında anlaşmazlıklar artabilir.
Popülist liderler, halkın duygularını ve taleplerini manipüle
ederek siyasi güç kazanmaya çalışırlar.
ABD'nin 45. Başkanı olan Donald Trump, popülist söylemleri ve
milliyetçi politikalarıyla, bilhassa ikinci kere seçildikten sonra, Beyaz
Saray'da görevi devralmadan, Panama Kanalı'nı ve Grönland'ı ele geçirmek
istediğine yönelik açıklamalarıyla kaygı uyanırken, yeni yönetimi için
belirlediği en tartışmalı isimlerden Robert F. Kennedy Jr., yeni sağlık bakanı
olarak onaylandı. Bu atama ile Kennedy, tıp alanında hiçbir eğitimi bulunmasa
da ABD'nin federal sağlık kurumları üzerinde geniş yetkilere sahip olacak.
The Daily Economy yönetici editörü Laura
Williams, 24 Mart 2025 tarihinde şunları yazıyor. Texas Tech Üniversitesi'nde
Ekonomi Doçenti ve Serbest Piyasa Enstitüsü'nde akademisyen olan Dr. Alex
Salter, Başkan Trump'ın Federal Rezervi kendi siyasi nüfuzu altına alma
arzusundan endişe duyuyor. "Trump'ın tarifeler ve hükümet yatırımları
konusunda ekonomik ortodoksluktan radikal bir şekilde sapması, uluslararası
ekonomik politika için yeni bir paradigmayı öneriyor” ve Fed, mevcut küresel
ekonomiyi şekillendiren ve birçok durumda istikrara kavuşturan büyük bir gücü
temsil ediyor. Ancak gelecekte, daha fazla siyasi olarak etkilenen bir Fed,
"başkan ve danışmanları tarafından belirlenen ulusal çıkarları ilerletmeye
daha fazla” odaklanabilir. Alex, "Bütün bunlar uğursuz geliyorsa, bunun
nedeni öyle olmasıdır.” diye uyarıyor.
Trump'ın tarifeler ve hükümet yatırımları gibi konularda
geleneksel ekonomik yaklaşımlardan sapması, uluslararası ekonomik politika için
kendi anlayışına göre, yeni bir paradigma öneriyor diyebiliriz. Federal Rezerv,
küresel ekonomiyi şekillendiren ve istikrara kavuşturan büyük bir güç olarak
görülmektedir. Fakat, daha fazla siyasi etkiye maruz kalan bir Fed, ulusal
çıkarları ilerletmeye daha fazla odaklanabilir
Bu durum da FED’in bağımsızlığını zayıflatabilir ve uzun
vadeli ekonomik istikrarı riske atabilir. Örnek vermemiz gerekirse, faiz
oranları gibi kararların siyasi hedeflere göre şekillendirilmesi, piyasalarda
belirsizlik yaratır/yaratabilir. Trump'ın bu yaklaşımı, ekonomik büyümeyi
hızlandırma veya kendi yönetiminin politikalarını destekleme amacı taşıyor
olabilir mi?
Brezilya'nın eski Başkanı Jair Bolsonaro, aşırı sağcı ve
popülist söylemleriyle dikkat çekti. Bolsonaro, 3 milyon dolar değerindeki
mücevherler ile Suudi Arabistan'dan gelen beyan edilmemiş elmaslarla bağlantılı
olarak kara para aklama ve suç ortaklığı ile suçlanmaktadır.
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, göçmen karşıtı
politikaları ve milliyetçi söylemleriyle tanınır. Macaristan hükümeti perşembe
günü, bir önceki Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) hükümetinde bakanlık yaptığı
dönemde yolsuzluk yaptığı iddiasıyla Polonya'da aranan eski Adalet Bakanı ve
mevcut PiS Milletvekili Marcin Romanowski'ye siyasi sığınma hakkı verdi.
Fransa'da aşırı sağcı parti lideri Marine Le Pen, popülist ve
milliyetçi politikaları savunur.
Hindistan Başbakanı Narendra Modi, milliyetçi ve popülist
söylemleriyle dikkat çeker.
Meksika Cumhurbaşkanı Andrés Manuel López Obrador, sol
popülist söylemleri ve halkçı politikaları ile bilinir.
Bu liderler, farklı ideolojik yelpazelerde yer alsalar da
popülist söylemler ve stratejiler kullanarak siyasi güç kazanmışlardır.
Toplumların bu tuzaklara düşmemesi için, demokratik değerleri
ve hukukun üstünlüğünü koruyarak, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim
anlayışını benimsemeleri önemlidir.
“Siyaseti kimler yapmalı?” sorusuna yanıt verirken bir
de “Siyaset nedir?” sorusuyla da doğrudan ilişkilendirmeliyiz. Siyaseti,
toplumun farklı kesimlerini temsil eden, bilgi ve deneyime sahip, etik
değerlere bağlı bireyler yapmalıdır. Bu kişiler, toplumun ihtiyaçlarını ve beklentilerini
anlayarak, adil ve şeffaf bir şekilde yönetim süreçlerine katkıda bulunmalıdır.
Ayrıca, siyasetçilerin, halkın çıkarlarını gözeten ve hesap verebilir bir
yönetim anlayışına sahip olmalar. Burada en ideal düşünce olarak siyaset
yapıcıları, “onurlu, namuslu, vicdanlı, yeterliği olan, başarılı, yetenekli,
bilgili ve eğitimli insanlardan olmalı” diye düşünmeliyiz. Onların dışında
kalanlar, “cahil ve ahlâksız” oldukları için yönetim sanatının gerektirdiği
yetenek, bilgi ve ahlaki niteliklerden yoksundurlar. Bu yaklaşımda siyaset, -Fransız
siyaset bilimci ve Anayasa Hukuku uzmanı Duverger ve Alman devlet adamı ve
Alman İmparatorluğu'nun ilk şansölyesi Bismarck’ın da siyaset tanımlamasın da
söylediği gibi- bir yönetim sanatı, becerisi ve yeteneği olarak görüldüğü için
kapsamı oldukça dar tutulmuş olsa bile, bu yönüyle düşünmeliyiz.
Politika
Siyaset veya politika,
gruplar arasında kararların alındığı veya bireyler arasındaki güç ilişkilerinin,
kaynakların dağıtımı veya statü gibi diğer etkileşim biçimlerinin
ilişkilendirildiği bir dizi faaliyeti ifade eder. Siyaset
ve hükümeti inceleyen sosyal bilim dalı ise siyaset
bilimi olarak adlandırılır. Siyaset terimi, olumlu bir bağlamda
"siyasi bir çözüm" olarak kullanılabileceği gibi uzlaşmacı ve
şiddetsiz bir anlam taşırken, tanımlayıcı bir anlamda "hükümetin sanatı
veya bilimi" olarak da kullanılabilir.
Politika: Daha dar anlamda, belirli bir hedefe ulaşmak
için izlenen stratejiler ve kararlar bütünüdür. Politikalar, çeşitli alanlarda -ekonomi, sağlık, eğitim, çevre vb.- belirli sorunları çözmek için uygulanır.
Pratikte uygulanan somut stratejiler ve kararlarla ilgili, Politika,
hükümetler, siyasi partiler ve kamu kurumları tarafından yürütülen eylemleri
ifade eder.
Vergi
politikaları, sağlık politikaları, eğitim politikaları gibi belirli konularda
uygulanan stratejiler ve kararlar.
Sonuç
olarak, siyaset daha geniş bir kavramı kapsarken, politika daha spesifik
strateji ve uygulamaları ifade eder. Ancak, her iki kavram da birbirini
tamamlar ve toplumun yönetilmesi ve düzenlenmesi sürecinde önemli rol oynar.
Siyaset,
belli bir toplumda çatışma halinde olan düşüncelerin uzlaştırılması
faaliyetidir. Bu uzlaştırma faaliyeti ise yönetim erkinin elde bulunması ile
gerçekleşir.
Siyaset
tarihine bakıldığında insanın ortaya çıkışı ile birlikte siyaset; yönetim
sanatı da sahnede yerini almış ve binlerce yıl yöneten ve yönetilen arasındaki
ilişkilerin düzenlenmesi ile yönetsel gücün elde tutulması davranışlarına yön
vermiştir.
Tüm
medeni toplumlarda Antik Çağ'dan beri toplum yönetimi üzerine çalışma
yapan düşünürler hep kendi çağlarının bir ütopyasının -mükemmel veya sadece daha iyi bir toplum
oluşturmak için verilen çabaları tanımlama-
mücadelesini vermişlerdir.
Politika, gerçekler zemininde güç kazanma sanatıdır. Acemler
buna, seyislik sanatı da derler. "Doğru olanı savunuyoruz ama
güçlenemiyoruz", "gerçekleri dile getiriyoruz fakat güç
kazanamıyoruz" diyenler, hiçbir zaman güçlenemez ve iktidar olamazlar.
Çünkü onlar, gerçek anlamda doğru ve gerçek olanı dile getirmiyor, sadece kendi
ezberlerini ve önyargılarını tekrar ediyorlar. Hayat, madde ve gerçeklik,
Herakleitos'tan bu yana değişmekte ve dönüşmektedir. Güçlenmek ve
iktidar olmak, halka uzaktan, yalan söyleyerek oyalamak değil, onun yüreğine
dokunmak, hayatına ortak olmak, ihtiyaçlarını bilmek ve ona çektiği acıların
biteceğini hissettirmek ve onu ikna ederek ayağa kaldırmaktır... En önemlisi
de retoriği ve estetiği bilmektir; yani güzel konuşmasını, akılla ikna
etmesini, ötekileştirmeden kucaklamasını bilmektir...
Kahire
Victoria Kolejinde, Massachusetts Montu Hermon School' da ve Princeton ile
Harvard Üniversitelerinde eğitim gören ve Amerika’da çeşitli üniversitelerinde karşılaştırmalı
edebiyat dersleri veren ve araştırmacı, Edward Said ‘Şarkiyatçılık Oryantalizm’
kitabında yazdığı “Geri kalmışlıklarından, demokrasi yokluğundan, kadın haklarının
ihlalinden ötürü günümüz Arap ve Müslüman toplumlarına yönelik öylesine yoğun
ve hesaplı bir saldın var ki, modernlik, aydınlanma ve demokrasi gibi kavramların
-oturma odasındaki Paskalya yumurtaları gibi ya varlığı ya yolluğu söz konusu
olan- basit ve üzerlerinde uzlaşılmış kavramlar olmadığını kolayca
unutuveriyoruz”. [85] Bu cümlelerde sadece şu kelimelere odaklanmalıyız. “Geri
kalmışlıklarından, demokrasi yokluğundan, kadın haklarının ihlalinden ötürü”.
Bu bizler için ne anlam yüklüyor dersiniz?
Biz
bu sorunun cevabını ancak kendi Ülkemiz için düşünmeliyiz.
Batının
bizi de şarkiyatçı olarak tanımlaması ile aynı sepete koymasını kabullenip, rıza
mı gösterelim?
Ünlü
Fransız siyaset bilimci ve Anayasa Hukuku uzmanı Prof. Dr. Maurice Duverger
‘Batının İki Yüzü’ kitabında ki ‘Batı Sistemi’ ni anlatımında, Batı dünyası olarak adlandırılan
ülkelerin siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal yapısının, gelişim düzeyleri,
dini ve ahlaki inançlarını ve kültürleri ile geleneklerinin birbirlerine
bağlılıklarını ifade eden bir kavramdır. Genellikle Batı Avrupa, Kuzey Amerika
ve bazı diğer gelişmiş ülkeleri kapsar. “Batı sistemini öncelikle belirleyen
şey, çok sayıda adayın karşı karşıya bulunduğu ve yurttaşların bunlar arasında
serbest tercihlerini yapabilecekleri özgür seçimlerin varlığıdır. Gerçi malî
kaynakların farklılığı ve hükümetlerce yapılan yardımlar sonucu, propaganda
olanakları herkes için eşit değildir, ama her aday kendini dinletebilir ve her
seçmen, büyük baskılara maruz kalmaksızın oyunu kullanabilir. Yönetenler, belli
aralıklarla (ortalama 4-7 yıl) halk tarafından onaylanmak ve bu arada
iktidardan uzaklaşmayı hesaba katmak zorundadırlar”. [86]
New
York Beşerî Bilimler Enstitüsü kurucu direktörü, Richard Sennett'in sosyal
bilimlere en önemli katkılarından biri, kentlerin modern dünya gerçekliği
içerisinde bireysel yaşamları şekillendirişi ile ilgilidir. 2006
yılında Hegel ödülünü kazanmış, 2008 yılında ise
100.000 Euro değerindeki Düsseldorf Gerda Henkel Vakfı tarafından
verilen Gerda Henkel ödülüne layık görülmüştür. Sennett, ‘Kamusal İnsanın
Çöküşü’ kitabında kamusal yapının bozulması, yönetimde ki kişilerinmiş gibi
toplumların kamusal mesenlerini içselleştirmeleri ile çöküntüye uğrayacaklarını
anlatmaya çalışmıştı. “Modern çağlar, sıkça Roma İmparatorluğu'nun çöküş
yıllarıyla karşılaştırılır: Ahlaksal çürümenin, Roma'nın Batı'ya hükmetmesine
engel olduğu gibi, modern Batı'nın da dünyaya hükmetme gücünü azalttığı öne
sürülür. Budalaca olmasına karşın bu yaklaşımın doğru bir yanı da vardır. Roma
toplumunda Augustus'un ölümünün ardından gelen kriz ile günümüzde yaşanan kriz
arasında bir paralellikten söz edilebilir; bu paralellik kamusal yaşam ile özel
yaşam arasındaki dengeyle ilintilidir. Augustus çağı sona ererken, Romalılar
kamusal yaşamlarını formel bir yükümlülük meselesi olarak ele almaya
başladılar. Kamusal törenler, Roma emperyalizminin askeri gereklilikleri ve
aile çevresi dışında kalan öteki Romalılarla ritüel ilişkilerin hepsi birer
görev haline geldi. Bunlar, Romalıların “res puhlica'nın” -kamu meselesi-
kurallarına boyun eğerek daha çok edilgen bir ruh haliyle, ama giderek daha az
inançla katıldıkları görevlerdi. Roma'nın kamusal yaşamı cansızlaşırken
Romalı, kendi başına duygusal enerjisini boşaltacak yeni bir odak, inançları ve
bağlandığı değerler için yeni bir ilke arayışına girdi”. [87]
Ahlaksal çürümenin, Roma İmparatorluğuna Batı üzerinde ki
hükmetme ergini engellediği ve modern Batı'nın da dünyaya hükmetme gücünü
azalttığı öne sürüldüğü iddiasının doğması kaçınılmaz olmuştur.
Avrupa’nın
bir parçası olan “res puhlica'nın” -kamu meselesi-, formalitelerinden kaçmayı
amaçlayan bu kişisel arayış mistik nitelikteydi ve adım adım Hristiyanlığın ve
feodal yapının baskısı ile egemenliği altına giren, Yakındoğu'nun dinsel
topluluklarına yönelmişti; sonunda Hıristiyanlık egemenliği gizlice sürdürülen
manevi bir bağlılık olmaktan çıkarak Orta Çağ dönemim de ki sömürgecilik ve
emperyal anlayışla dünyaya açıldı ve bizzat kamusal düzenin yeni ilkesi haline
geldi.
Kendi
dışındaki dünyadan ve o dünyanın parçası olan res puhlica'nın -kamu meselesi-,
tarihi, toplumların yönetim biçimlerinin ve ortak çıkarlarının şekillenmesiyle
yakından ilişkilidir.
Antik
Dönem de “Res publica” kavramı, Roma
Cumhuriyeti döneminde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde kamu meseleleri, halkın
ortak çıkarlarını temsil eden bir yönetim biçimi olarak görülmüştür. Antik
Yunan'da ise şehir devletleri (polis) kamu meselelerini tartışmak için agoralarda
toplanırdı. Bu, demokratik yönetim anlayışının temelini oluşturdu.
Orta
Çağ da Feodal sistemde kamu meseleleri,
genellikle yerel lordlar ve kilise tarafından yönetilirdi. Halkın katılımı
sınırlıydı ve kamu yararı kavramı daha çok dini ve feodal otoriteye
dayanıyordu.
Modern
Dönem de 18. ve 19. yüzyıllarda, Aydınlanma Çağı ile
birlikte kamu meseleleri daha geniş bir perspektiften ele alınmaya başlandı.
İnsan hakları, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar kamu yönetiminin temel
taşları haline geldi. Sanayi Devrimi, kamu hizmetlerinin genişlemesine ve
devletin daha aktif bir rol üstlenmesine yol açtı.
Türkiye'de
Kamu Yönetimi: Osmanlı
İmparatorluğu'nda kamu yönetimi, merkeziyetçi bir yapıya sahipti. Tanzimat
Dönemi ile birlikte modernleşme çabaları başladı. Cumhuriyetin ilanından sonra,
kamu yönetimi daha demokratik bir yapıya kavuştu ve halkın katılımı teşvik
edildi.
Modern
dönemde kamu meselesi, toplumların değişen ihtiyaçlarına ve yönetim
anlayışlarına göre önemli bir dönüşüm geçirmiştir.
Aydınlanma
Çağı ve Modern Kamu Yönetimi:
Aydınlanma Çağı ile birlikte birey hakları, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar
ön plana çıkmıştır. Bu dönemde kamu yönetimi, halkın çıkarlarını koruma ve kamu
hizmetlerini etkin bir şekilde sunma amacıyla şekillenmiştir. Modern kamu
yönetimi, merkeziyetçi bir yapı ve bürokratik kurallar üzerine inşa edilmiştir.
Hiyerarşi, süreç odaklılık ve standartlaşma bu dönemin temel özellikleridir.
Sanayi
Devrimi ve Kamu Hizmetlerinin Genişlemesi:
Sanayi Devrimi, şehirleşme ve nüfus artışı gibi faktörlerle kamu hizmetlerinin
genişlemesine yol açmıştır. Eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda devletin
rolü artmıştır. Kamu yönetimi, ekonomik kalkınmayı desteklemek ve sosyal refahı
artırmak için daha aktif bir rol üstlenmiştir.
Postmodernite
Dönem ve Esneklik: 20.yüzyılın
ikinci yarısından itibaren postmodernizm, kamu yönetiminde daha esnek ve
katılımcı bir yaklaşımı teşvik etmiştir. Yerinden yönetim, bireysel
farklılıkların önemi ve teknolojinin kullanımı bu dönemin özelliklerindendir.
Bürokrasi ve kırtasiyeciliğin azaltılması, kamu yönetiminde daha dinamik ve
insan odaklı bir yapının benimsenmesine yol açmıştır.
Türkiye'deki
Gelişim: Türkiye'de kamu yönetimi, Osmanlı'dan
Cumhuriyet'e geçişle birlikte modernleşme sürecine girmiştir. Tanzimat
Dönemi'nden itibaren başlayan reformlar, Cumhuriyet döneminde daha demokratik
bir yapıya dönüşmüştür. 1980 sonrası yapısal dönüşüm politikaları ve
küreselleşme etkisiyle kamu yönetimi, özel sektör tekniklerini benimseyerek
daha etkin bir hale gelmiştir.
Modern
kamu yönetiminin temel ilkeleri nelerdir?
Modern
kamu yönetiminin temel ilkeleri, etkin, şeffaf ve vatandaş odaklı bir yönetim
anlayışını desteklemek için geliştirilmiştir.
- Şeffaflık: Kamu yönetiminin karar alma
süreçleri açık ve erişilebilir olmalıdır. Bu, vatandaşların yönetime
güvenini artırır.
- Hesap Verebilirlik: Kamu görevlileri,
yaptıkları işlemlerden ve aldıkları kararlardan sorumlu tutulmalıdır. Bu
ilke, kamu kaynaklarının etkin kullanımını sağlar.
- Katılımcılık: Vatandaşların karar alma
süreçlerine dahil edilmesi, kamu politikalarının daha kapsayıcı ve etkili
olmasını sağlar.
- Etkinlik ve Verimlilik: Kamu
hizmetlerinin en az kaynakla en yüksek faydayı sağlayacak şekilde
sunulması hedeflenir.
- Hukukun Üstünlüğü: Kamu yönetimi,
yasalara uygun hareket etmeli ve vatandaşların haklarını korumalıdır.
- Yenilikçilik ve Teknoloji Kullanımı:
Modern kamu yönetimi, teknolojiyi etkin bir şekilde kullanarak hizmetlerin
kalitesini artırmayı hedefler.
- Adalet ve Eşitlik: Kamu hizmetleri, tüm
vatandaşlara eşit ve adil bir şekilde sunulmalıdır.
Bu
ilkeler, modern kamu yönetiminin temel taşlarını oluşturur ve vatandaşların
ihtiyaçlarına daha iyi yanıt verebilmek için sürekli olarak geliştirilmektedir.
Modern
kamu yönetiminin temel ilkeleri, birçok ülkede uygulanmaktadır. Özellikle OECD
ülkeleri bu ilkeleri benimsemiş ve kamu yönetiminde reformlar
gerçekleştirmiştir.
Avrupa
Birliği Ülkeleri: AB, kamu
yönetimi reformlarını desteklemek için standartlar ve ilkeler geliştirmiştir.
Şeffaflık, hesap verebilirlik ve etkinlik gibi ilkeler, AB üyesi ülkelerde
yaygın olarak uygulanmaktadır.
Amerika
Birleşik Devletleri: ABD'de kamu
yönetimi, vatandaş odaklı hizmet sunumu ve yenilikçi teknolojilerin kullanımı
ile dikkat çeker.
Türkiye: Türkiye'de kamu yönetimi, özellikle
1980'lerden itibaren modernleşme sürecine girmiş ve OECD ülkelerindeki
uygulamalardan etkilenmiştir.
Asya
Ülkeleri: Japonya ve Güney
Kore gibi ülkeler, kamu yönetiminde etkinlik ve verimlilik ilkelerini
benimseyerek başarılı reformlar gerçekleştirmiştir.
Türkiye'deki
modern kamu yönetimi uygulamaları, özellikle son yıllarda dijitalleşme ve
vatandaş odaklı hizmet sunumu üzerine yoğunlaşmıştır.
1.
Dijitalleşme ve E-Devlet: Türkiye,
e-Devlet Kapısı gibi dijital platformlarla kamu hizmetlerini daha erişilebilir
hale getirmiştir. Vatandaşlar, bu platform üzerinden birçok işlemi hızlı ve
kolay bir şekilde gerçekleştirebilmektedir. Dijitalleşme, bürokrasiyi azaltarak
süreçleri hızlandırmış ve vatandaş memnuniyetini artırmıştır. Bunu yanında da
birçok olumsuzluklar olmuştur. (KVKK gibi kanunlarda ki aksaklıklar vs.).
2.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi:
2018'de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçişle birlikte, karar alma
süreçleri hızlanmış ve kamu yönetiminde etkinlik artırılmıştır. Bu sistem, kamu
kurumları arasındaki koordinasyonu güçlendirmiş ve şeffaflık ile hesap
verebilirlik ilkelerini ön plana çıkarmıştır. Böylesine bir yönetim şekli ilk
anda iyi gibi de göründe, yetkinin bir elde toplanması, işleri hızlandıracağına
yavaşlamasına, hatta birtakım yolsuzluklara da sebep olduğu düşüncesi
yaygınlaşmasını artırmıştır.
3.
Kamu Yönetiminde Reformlar: Türkiye,
kamu yönetiminde reformlar yaparak daha dinamik ve vatandaş odaklı bir yapıya
geçiş yapmıştır. Özellikle bürokratik süreçlerin sadeleştirilmesi ve gereksiz
formalitelerin kaldırılması hedeflenmiştir. Veri temelli karar alma süreçleri,
kamu politikalarının daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamıştır. Bura
yapılan yanlış kararlar alma sebebi ile ekonomik yapı dengeleri bozularak,
alınan kararlar sadece sabit ücretler üzerinden giderilmeye çalışılması,
ekonomiyi çıkılması zor bir döneme sokmuştur.
4.
Yerel Yönetimlerde Katılımcılık:
Yerel yönetimlerde vatandaşların karar alma süreçlerine katılımı teşvik
edilmiştir. Bu, kamu politikalarının daha kapsayıcı ve etkili olmasını
sağlamaktadır. Bu kararlar sonraları merkezi yönetimin müdahalesi ile sekteye
uğrayarak zor yönetilir hale gelmiştir.
Günümüzde
de kamusal yaşam formel bir yükümlülüğe dönüşmüştür. Çoğu yurttaş, devletle
ilişkilerine teslimiyetçi ve kanıksayıcı bir ruh haliyle bakmaktadır. Ama
kamunun bu zayıflaması, politik faaliyetlerden çok daha geniş bir toplumsal
alanı ilgilendiriyor.
Yalnızlık
Politikası
Yalnızcılık ya
da izolasyonizm daha çok politik bir terim olarak, kendini diğer
ülkelerin sorunlarından ve dünya politikasından uzak tutan
devletlerin stratejik politikalarını tanımlamak için kullanılır. Bu,
bir ülkeyle ilişki kurmanın doğuracağı olumsuzları önleme düşüncesine
dayanmaktadır. Devletlerin hiçbir ticari sözleşmeye taraf olmaması
gerektiğini savunan siyasetçiler de mevcuttur.
Yalnızlık
politikası, bir ülkenin dış ilişkilerinde diğer ülkelerle mümkün olduğunca az
etkileşimde bulunma ve kendi iç meselelerine odaklanma stratejisidir. Bu
politika, genellikle dış müdahalelerden kaçınarak ulusal güvenliği ve
bağımsızlığı koruma amacı güder. Amerika Birleşik Devletleri, 19. ve erken 20.
yüzyıllarda bu politikayı benimsemiş ve Avrupa'nın siyasi ve askeri
çatışmalarından uzak durmuştur.
“ABD
Başkanı James Monroe tarafından, 2 Aralık 1823’de Kongre’ye sunulan bildiri ile
açıklanan Monroe Doktrinini ABD’nin ‘yalnızlık politikası’ olarak
tanımlayabiliriz. Bu doktrin çerçevesinde Amerika, ne kendi kıt ’ası dışındaki
işlere karışacak, ne de Avrupa’nın o zaman ki sömürgeci güçlerinin kıt ’aya
müdahalesine izin verecekti. İkinci Dünya Savaşı esnasında gelen davet üzerine
bu müdahale alanına Avrupa da ilave edildi ve sonrasında Amerikan müdahaleleri
tüm
dünyayı hedef tahtası yaptı”. [88]
Amerika'nın
yalnızlık politikası, yani izolasyonizm, ABD'ye birkaç önemli kazanç
sağlamıştır.
- Ulusal Güvenlik: ABD, Avrupa'nın siyasi ve askeri
çatışmalarından uzak durarak kendi güvenliğini korumuştur. Bu, özellikle 19. ve
erken 20. yüzyıllarda ABD'nin kendi iç meselelerine odaklanmasını sağlamıştır.
- Ekonomik Büyüme: İzolasyonist politika, ABD'nin ekonomik
olarak kendi kendine yeterli olma çabalarını desteklemiştir. Bu, dış ticarete
bağımlılığı azaltmış ve iç piyasaların gelişmesine katkıda bulunmuştur.
- Kültürel Koruma: İzolasyonizm, ABD'nin kendi kültürel
değerlerini korumasına ve dış etkilerden uzak durmasına yardımcı olmuştur. Bu,
ulusal kimliğin güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
- Bağımsızlık ve Egemenlik: ABD, dış müdahalelerden kaçınarak ulusal
egemenliğini ve bağımsızlığını korumuştur. Bu, ülkenin kendi politikalarını
belirlemede daha özgür olmasını sağlamıştır.
Toplumsal
Çürüme ve Çöküşü
Politikacı, şair, yazar Aime Cesaire 1950 yılında
yayınlanmış, ‘Sömürgecilik Üzerine Söylev
Fransız ırkçılığının Fikri ve Tarihsel Temelleri’ kitabının ‘Medeniyet
Dediğin’ giriş yerine "Bir
medeniyetin ilk çürümeye başlayan yeri kafası değil, kalbidir" diye başlar.
Toplum
diye bir olgudan, toplumsal hayattan, toplumsal değişimden ve toplumların
değişmesinden söz edilebildiğine göre toplumsal çöküşten de söz edilebileceği
açıktır.
"Dünyada
her şey değişime uğrar” sözünü, Pers
İmparatorluğu'nun bir parçası olan Efes 'te yaşamış Presokratik Antik
Yunan filozofu olan Herakleitos, "Değişmeyen tek şey değişimin
kendisidir" ve "Her şey akar" ifadelerle değişimin ve
sürekliliğin önemini vurgulamıştır. Bu düşünce, evrenin sürekli bir değişim
içinde olduğunu ve hiçbir şeyin sabit olmadığını ifade eder.
Ayrışma veya çürüme: Organik maddelerin, maddenin daha basit
formlarına ayrıldığı süreçtir. Bu süreç biyomda (aynı iklim koşullarının yaşandığı ve bunun
paralelinde aynı bitki örtüsüne sahip olan geniş coğrafi alanlardır. Geniş
ekosistemleri tanımlamak amacı doğrultusunda kullanılan biyolojik bir terimdir.)
yer kaplayan sonlu maddelerin geri
dönüşümü için gereklidir. Canlı organizmaların organları ölümünden kısa bir
süre sonra ayrıştırmaya başlar. Sağlam bir durumdan bozulma veya
düşme anlamına gelir.
Toplumsal
çürüme: Sosyal bozulma, sosyolojide,
genellikle bir topluluk ortamında sosyal yaşamın değişmesini, işlevsizliğini
veya çöküşünü tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Sosyal bozulma, modern
toplumun eski kesinliklerinin ortadan kalktığı ve oldukça yeni bir şeyin ortaya
çıktığı radikal bir dönüşümü ifade eder.
Çürüme
teorisi ya da bozunma teorisi:
Sadece zamanın geçmesi nedeniyle hafızanın kaybolduğunu öne süren bir teoridir.
Bu nedenle bilgi, zaman geçtikçe ve hafızanın yanı sıra hafıza gücü de
yıprandıkça daha sonraki erişim için daha az kullanılabilir hale
gelir. Birey yeni bir şey öğrendiğinde, nörokimyasal bir "hafıza
izi" yaratılır. Ancak zamanla bu iz yavaş yavaş parçalanır. Bilginin aktif
olarak tekrarlanmasının, bu geçici düşüşe karşı koyan önemli bir faktör olduğuna
inanılıyor.
Çöküş: Çökme işi, yıkılma. Mecazi anlamda:
Devletlerin veya uygarlıkların son bulması, mahvolması; dekadans (TDK göre, çöküş).
Gün boyu gazetesi 18 Aralık 2023 tarihli baskısı gündem
bölümünde, haber merkezinden Tuğçe Karataş’ın ‘Sosyal çürüme nedir? Sosyal
çürüme ne anlama gelir, nasıl oluşur?’ yazısında: “Toplumsal çürüme veya
sosyal çürüme, bir toplumun temel sosyal yapılarının, kültürel değerlerinin,
ahlaki normlarının ve sosyal kurumlarının erozyona uğraması veya zayıflaması
durumunu ifade eder. Bu durumda toplumda değer kaybı yaşanabilir, güven azalabilir
ve toplumsal düzen bozulabilir. Suç oranlarında artış gözlenebilir. Sosyal
çürüme genellikle ekonomik, politik, kültürel veya diğer sosyal faktörlerle
ilişkilidir.” [89] Bir toplumun sosyal, ekonomik, politik ve kültürel
yapılarının ciddi şekilde bozulması ve işlevsiz hale gelmesi durumunda,
Toplumsal Çöküşün yaşanması kaçınılmaz olur. Bu durum, genellikle büyük sosyal, ekonomik veya politik
krizler sonucunda ortaya çıktıkları gözlenmiştir.
Toplumsal çürümenin belirtileri neler olabilir? Sorusuna…
Ahlaki Yozlaşma: Toplumda ahlaki normların zayıflaması veya çürümesi,
bireylerin etik değerlere olan bağlılığını azaltabilir. Hile, yolsuzluk,
dürüstlükten uzaklaşma gibi davranışların yaygınlaşır.
Bireyselleşme ve Yabancılaşma: İnsanların toplumsal bağlardan
koparak yalnızlaşması. Rol model olması gereken, kişi ve kurumların bozulması.
Güven kaybı: İnsanların birbirine ve kurumsal yapılara olan güvenlerinin
azalması. Hukukun zayıflayıp, adalete olan güvenin sarsılması.
Şiddet ve Suç Oranlarında Artış: Toplumsal düzenin zayıflamasıyla
birlikte yüksek suç oranları ve güvenlik suç oranlarının yükselmesi.
Eğitim ve Kültürde Gerileme: Eğitim kalitesinin düşmesi, kültürel
değerlerin önemsizleşmesi. Eğitim kurumlarındaki sonuç alabilme başarısının
düşmesi. Özel okul-devlet okulu farkının açılması.
Ekonomik Eşitsizlik: Gelir adaletsizliği ve ekonomik fırsatların eşitsiz
dağılımı. Ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve gelir eşitsizliği sosyal çürümeyi,
tetikleme tehlikesinin oluşabilmesi
Aile ve Toplum Yapısındaki Zayıflıklar: Aile bağlarının zayıflaması ve
sosyal dayanışmanın azalması.
Eğitim Eksiklikleri: Ailede başlayan bozulma. Değerler eğitimine yeterince önem
verilmemesi. Medyanın olumsuz Etkileri. Şiddet, nefret ve ayrımcılığı
körükleyen medya içerikleri. Şiddeti, zenginliği, kolaycılığı önceleyen diziler
ve kadın programları.
Hukuki ve Kurumsal Yozlaşma: Adalet,
eşitlik ve kişinin kendi hayatını şekillendirmek için söz sahibi ve aracı
olmasıdır. Adalet sistemine olan güvenin
azalması, adalet sistemi hızlı ve evrensel kıstaslara göre çalışmaz ise
bireyler veya gruplar kendi adaletlerini sağlama yolunu seçmeye kalkarlar.
Sonucunda toplumsal çürüme ve bozulmalar başlar.
Politik İstikrarsızlık: Demokrasi temeli üzerine inşa edilmiş Devlet
yapısını, yönetenler. Politik istikrarsızlık ve güvensizlik, toplumun sosyal
yapısını olumsuz etkileyebilir. Bunun yanın da bazı yöneticilerin yanlışları
nedeniyle aşırı siyasi parti taraftarlığı toplumdaki ayrılıkları tetikleyip
bozulmasına neden olabilmektedir.
Coğrafya profesörü, fizyoloji alanında başladığı akademik
kariyerine daha sonra biyocoğrafya alanında devam eden, Kaliforniya Üniversitesi
öğretim üyesi ve Ulusal Bilim Madalyalı, Jared Diamond ‘ÇÖKÜŞ Medeniyetler
Nasıl Ayakta Kalır ya da Yıkılır?’ kitabında, toplumların çöküşüne neden
olan beş ana unsurun neler olduğunu anlatmakta.
-
Çevre Tahribatı: Doğal kaynakların aşırı kullanımı ve çevrenin tahrip
edilmesi.
- İklim
Değişikliği: İklim
koşullarındaki değişiklikler ve bu değişikliklerin toplumlar üzerindeki
etkileri.
- Düşman
Toplumların Varlığı:
Düşman toplumların saldırıları ve baskıları.
- Dost
Toplumların Yokluğu:
Ticaret ve iş birliği yapılan dost toplumların yokluğu veya zayıflığı.
- Toplumun
Çevre Sorunlarına Karşı Tutumu: Toplumun çevre sorunlarına karşı aldığı önlemler ve bu
sorunlara karşı duyarlılığı.
Bu unsurlar, geçmişteki büyük medeniyetlerin çöküş
nedenlerini ve günümüzde benzer sorunlarla karşılaşan toplumlar için önemli
dersler çıkartmalarının gerekliliğini anlatmaktadır.
Düşünür, yazar, tercüman ve birçok alanda katkıları olan
Cemil Meriç'in siyaset hakkındaki görüşleri, Marksizm ve sol düşünce akımları
üzerine yoğunlaşmıştır. Siyaset hakkındaki düşünceleri, toplumsal adalet,
eşitlik ve insan hakları gibi konulara yoğunlaşır. Ona göre, siyasetin amacı,
bireylerin yaşam koşullarını iyileştirmek ve toplumsal eşitliği sağlamak
olmalı. Ayrıca, siyasetin etik ve ahlaki değerlere dayalı olması gerektiğini
savunan Meriç’in söylediği "Her medeniyet çöküş sebeplerini kendi
içinde taşır." cümlesi, medeniyetlerin kendi iç dinamikleri ve yapısal
sorunları nedeniyle zamanla zayıflayarak çöktüğünü vurgulamaktadır. Cemil
Meriç, bu düşüncesiyle, medeniyetlerin çöküşünün dış etkenlerden ziyade içsel
sorunlardan kaynaklandığını ifade etmek istemiştir.
31 Mayıs 2008 tarihinde, Antakya Kültür Merkezi olarak, Araştırmacı-Yazar,
Kültür ve Turizm Bakanlığı bağlı Nizameddin Duran’ın hazırladığı sempozyum da
Türkiye’de çok esaslı bir medeniyet krizi yaşıyoruz. Bu durum
bizim tarihte yaşadığımız
ikinci büyük medeniyet krizidir. Öncekini, 13. 14. Yüzyıllarda Moğol
istilasıyla Bağdat’ın düşmesi ve Haçlı istilalarıyla birlikte batı cephesinin
çökmesi ile yaşadık. Aynı dönemlerde Endülüs’te 1326’da Kurtuba -Córdoba- ’nın çökmesi ile birlikte başlayan,
iç çekişmelerin, çatışmaların kriz ortamında, İbn-i Haldun gibi bir tarih
felsefecisinin ortaya çıkmasına yol açan bir dönem yaşadık. Yani İslam
medeniyetinin doğu cephesi de batı cephesi de 13. 14. Yüzyıllarda çatırdıyor,
müthiş bir krizle karşı karşıya kalıyoruz. İlk defa büyük bir medeniyet krizi
var. Ancak bu medeniyet krizi, siyasi bir krizdir. Esas itibariyle siyasi bir krizdir.
Akademisyen Ejder Okumuş, ‘İbn Haldun ve Osmanlı’da çöküş
tartışmaları’ makalesin de: “İbn Haldun, devletin çöküşüne ilişkin işaretlerin,
devletin zirveye çıkmaya başladığı daha ikinci tavırda belirdiğini
söylemektedir. İkinci tavırda hükümdar, kendi nesep asabiyetini, yani kendi
nesil ve nesebinden olmayan başka bir takım taraftar ve yardımcılar edinir.
Onlara çevresinde görevler verir, makam ve mevkiler verir. Artık kendi kavmi ve
asabesi -kendi himayesinde, baba tarafından olan yakın akrabaları-
hükümdara ve devlete düşman hale gelirler ve hükümdara karşı bir fırsat
kollamaya başlarlar. Hükümdar, etrafına topladığı taraftarları, vezirlik,
komutanlık ve vergi toplama gibi devlete ait makam ve mevkilere tayin eder.
Şahsına mahsus olan ve kavmine değil sadece kendi zatına inhisar eden memleket
ve mülkle ilgili unvanları da bunlara dağıtır. İşte bu durum devletin artık hastalandığının,
yıkılma sürecine girdiğinin işareti olmaktadır. İbn Haldun bu teorisini Emevi
ve Abbasi devletlerine uygulayarak tezlerini deneysel planda ispatlama
yoluna başvurmaktadır”. [89]
Temel Aksoy Web Blog sitesinde. “İbrahim Müteferrika 1731
yılında yazdığı ‘Usûi al-Hikem fî Nîzam al Ümem” = ‘Milletlerin Düzeni
Hakkında Bilgelik Kaideleri’ isimli bir eseri kaleme almıştır. Eserinde Osmanlı İmparatorluğu’nun
gerilemesinin 8 nedenini şöyle sıralamış.
Nedenini şöyle sıralamış: “Kanunları uygulamamak.
Adaletsizlik. Devlet işlerinin ehliyetsiz ellere düşmesi. Bilim adamlarının
fikirlerine tahammülsüzlük. Modern teknolojide bilgisizlik. Orduda
disiplinsizlik. Devlet servetini kötüye kullanma ve rüşvet. Dış dünyadan
habersizlik”. [90]
“Kaldı ki Müteferrika bu eseri 1730 ihtilalini
müteakip, memlekette vuku bulan fitne sebeplerini araştırmak maksadıyla kaleme
alığını kendisi ifade etmektedir. Devlet
hizmetinde uzun yıllar görev yapıp tecrübe, ilim ve kabiliyetiyle kendisini
herkese kabul ettirmiş olan Müteferrika'nın devletin bünyesindeki bozuklukların
sebebi ve giderilmesine dair bu eseri, elbette ki XVIII. yüzyıl Türkiye'si ve o
dönem için önemli bir kaynaktır.
Askeri mevzular daha çok yer tutmaktadır. Zira Osmanlı Devleti'ni önemde
en fazla rahatsız eden mevzu, şüphesiz askeri teşkilat da ki bozukluklardır.
Başka bir deyişle çöküntünün en bariz tezahür ettiği müessese askeri
teşkilattadır.” [91]
Osmanlılar
tarafından fethedilen topraklardan Hristiyan gençlerin zorla toplanarak, asker
veya bürokrat olarak eğitilerek yetiştirilmesiyle işleyen bir ‘Devşirme’
sistemi vardı. Bu sistem Osmanlı askeri ve idari kadrolarını güçlendirmek
amacıyla kullanılmıştı.
Ancak,
zamanla bu sistemin bazı dezavantajları ortaya çıkmaya başladı. Devşirmelerin
farklı kökenlerden geldiği ve Müslüman olmaları gerektiği nedeniyle, Osmanlı
toplumunda etnik ve dini çeşitlilik arttı. Bu durum, merkezi otoritenin
zayıflamasına ve iç karışıklıklara yol açtı. Ayrıca, devşirme sisteminin
bozulması ve Yeniçeri Ocağı'nın çökmesi gibi askeri yapıların dağılması,
Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri gücünü zayıflattı. Bu sonuçla da Osmanlı
İmparatorluğu siyasi sisteminde ki çökmeyi ve yıkılması nedenlerinden biri
olarak sayabiliriz.
16 Amerikan istihbarat Kurumunun Bağlı Olduğu Üst Konseyin ve
Pentagon'un Danışmanı James Rickards’ın ‘Çöküşe giden yol’ kitabında.
Dr. Ramazan Kurtoğlu yazdığı ‘James Rickards ve Çöküşe Giden Yol’ İsimli
ön yazısın da ki ilk sözü şu dur “İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreği
diyebileceğimiz 2018-2030 döneminde dünyanın altüst olacağı bir dönemin
yaşanacağı anlaşılıyor. Bu dönemde din-para-siyaset temelinde zayıf ihtimaller
üzerinden küresel şoklar ile ‘yaratıcı yıkım’ ların kotarılacağını
göreceğiz, 21. Yüzyıl da bilgi ve kıymetli metaller altın, gümüş, platin,
paladyum dışında her şey çökecek. Daha doğrusu dünyamıza hükmeden para
"EKE"leri (hizmet edenler) ve emirlerindeki tetikçileri,
"BABO"lar (hizmet edenler) tarafından çökertilecek”. [92] Diyor.
Toplumların ekonomik veya iktisadi olarak çöküşü, genellikle
bir dizi faktörün birleşimiyle gerçekleşir.
- Uzun süreli
ekonomik durgunluklar, yüksek işsizlik oranları ve mali krizler, toplumların
ekonomik yapısını zayıflatabilir. Bu durum, yoksulluğun artmasına ve sosyal
huzursuzlukların ortaya çıkmasına yol açabilir. Bu da ‘Ekonomik Krizleri’
doğurur.
- Doğal
kaynakların aşırı kullanımı veya kötü yönetimi, ekonomik sürdürülebilirliği
tehlikeye atabilir. Tarım arazilerinin tükenmesi, su kaynaklarının azalması ve
ormanların-ekolojik yapı- yok edilmesi gibi sorunlar, ‘Kaynakların Yanlış
Yönetimi’ ile ekonomik çöküşe katkıda bulunabilir.
- Aşırı borçlanma
ve borçların ödenememesi, ekonomik çöküşe yol açabilir. ‘Borç krizleri’,
devletlerin mali yapısını zayıflatabilir ve ekonomik istikrarı tehlikeye
atabilir.
- Kontrolsüz
enflasyon veya deflasyon, ekonomik çöküşün önemli nedenleri arasındadır. ‘Enflasyon
ve Deflasyon’ Yüksek enflasyon, halkın satın alma gücünü azaltırken,
deflasyon ekonomik durgunluğa yol açabilir.
- Sanayi
sektörünün gerilemesi ve iş gücünün azalması, ekonomik yapının zayıflamasına
neden olabilir. Bu durum, ‘Sanayisizleşme’ işsizlik oranlarının
artmasına ve ekonomik büyümenin yavaşlamasına yol açabilir.
- Yolsuzluk,
şeffaf olmayan yönetim ve kötü yönetişim, ekonomik yapıyı zayıflatabilir ve
toplumun güvenini sarsabilir. ‘Yolsuzluk ve Yönetişim Sorunları’,
yatırımcıların ve iş dünyasının güvenini azaltarak ekonomik büyümeyi
engelleyebilir.
Ekonomik veya iktisadi nedenlerle toplumların çöküşü,
genellikle bu faktörlerin bir kombinasyonu sonucu ortaya çıkar. (Bu
yürütmenin-liyakatsizlik veya bilinçli- birçok hataların ardışık şekilde
yapması) Bu sorunlarla başa çıkmak ve ekonomik istikrarı sağlamak için,
etkili yönetim, sürdürülebilir kalkınma politikaları ve şeffaf yönetişim için önemlidir.
Ekolojik sorunlar derken insanların, kasıtsız da olsa yaşamak
için ihtiyaç duydukları doğal kaynakları yok etmesinden söz ediyor. Bu yüzden
de medeniyetlerin ayakta kalmasının ya da yıkılmasının bir anlamda kendi seçimleri
olduğunu öne sürülebilir. Bu bir yorum olarak kabul edilebilir. Ekolojik
intihar olarak nitelendirebileceğimiz bu bilinçsiz gidişatın gerçekliği son
zamanlarda arkeologlar, iklim uzmanları, tarihçiler, paleontologlar (fosil bilimi)
ve polinolojistler (polen bilimi) tarafından yapılan araştırmalarla
kanıtlanmıştır. Ekolojik denge üzerinde farklı derecelerde hasar yaratmış
olsalar da eski toplumların yaşadıkları çevreye zarar vererek kendi
geleceklerini kararttığı süreç, sekiz ana kategori altında incelemişler.
-Ormansızlaşma ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi: Nasıl olur da bir toplum, kendisi
için gerekli olan tüm ağaçlan kesmek gibi “yıkıcı” olduğu apaçık olan bir karar
alabilirdi? İnsanlar hangi sıklıkta, kasıtlı olarak veya en azından olası bir
sonucun farkında olarak hırslarını ekolojik zarardan alıyorlar? Buna karşın
insanlar hangi sıklıkla bunu istemeden veya cahilliklerinden dolayı yapıyorlar?
İnsanların körlüğü karşısında hayrete düşürüldüğü gibi, acaba gelecek yüzyılın
insanları da—tabii eğer bundan yüz yıl sonra canlı insan kalırsa—bizim bugünkü
körlüğümüz karşısında hayrete düşecekler mi?
-Toprakla ilgili sorunlar: Toprak erozyonu, tuzlulaşma, su altında kalma, besin
kayıpları, pulluk tabanı oluşumu, strüktürün bozulması veya toprak sıkışması,
arazi parçalanması yanlış tarımsal uygulamalar
-Su yönetimi sorunları: Fiziksel altyapı yetersizliği, su kalitesinin
bozulması ve su kirliliği, su iletim ve dağıtım sistemlerinin yetersizliği,
aşırı su kayıpları ve organizasyon ve yönetim sorunları
-Aşırı kara avlanması: Aşırı avlanma, bazı hayvan türlerinin popülasyonlarının
azalması, besin zincirlerinde bozulmalarına, genetik çeşitliliğin azalmasına,
doğal habitatlarının tahrip olmasına, karbon döngüsündeki rolünü
etkileyebileceği ve ekosistemlerin sürdürülebilirliğini tehlikeye atarak,
toplumsal refahı olumsuz yönde etkiler.
-Deniz ürünlerinin aşırı tüketimi: Balıklar ve daha az ölçüde
kabuklular insanlar tarafın tüketilen önemli protein kaynaklarıdır. Bu
kaynaklar bize bedavaya gelir (balık avlama ve nakliye masrafları dışında) ve
evcil çiftliklerde kendimiz yetiştirmek zorunda kaldığımız hayvanlardan elde edilen
proteine olan ihtiyaçlarımızı azaltır.
-İnsanın beraberinde getirdiği bitki ve hayvan türlerinin
yerel türlere olan olumsuz
etkisi: Biyoçeşitlilik
üzerindeki muhtemel olumsuz etkilerinin kontrol edilmesi ve azaltılması
-İnsan nüfusunun aşırı artışı: Nüfus artış hızı, doğum ve ölüm
oranlarının yanı sıra göç nedeniyle de değişebilir. Göç, bir ülkeden başka bir
ülkeye veya bir bölgeden başka bir bölgeye insanların hareketidir. Göçün
nedenleri arasında iş, aile, eğitim, politik nedenler, doğal afetler ve
çevresel faktörler gibi çeşitli faktörler yer alabilir.
-İnsanların her birinin yaşam ortamına getirdiği yükün
artması: Gittikçe
artan bir oranda doğal kaynakları tahrip ediyor veya onları insan eliyle
yapılmış yani doğal olmayan habitatlara çeviriyoruz.
Toplumlar neden çöker? Toplumların çöküşünü araştıran bilim
dalları oldukça geniş bir yelpazeye yayılır. Bu soruya cevap arayan
çalışmalarda, Tarih: Geçmişte yaşanmış olayları ve toplumların çöküş
nedenlerini inceler. Arkeoloji: Kazılar yaparak eski uygarlıkların
kalıntılarını inceler ve çöküş nedenlerini araştırır. Sosyoloji: Toplumların
yapısını, gelişimini ve değişimini ve genelde ömrünü tamamlamış toplumsal
yapılar için kullanılmaktadır.
- Antropoloji
(kültür bilim): İnsan kültürlerini ve toplumların biyolojik ve kültürel
evrimini araştırır.
- Ekonomi:
Ekonomik sistemlerin nasıl işlediğini ve ekonomik krizlerin toplumlar
üzerindeki etkilerini inceler.
- Coğrafya: İnsan
ve çevre arasındaki ilişkileri ve çevresel faktörlerin toplumlar üzerindeki
etkilerini araştırır.
- Paleontoloji
(fosil bilim): Fosil bilimidir ve geçmişteki yaşam formlarını inceleyerek
çevresel değişimlerin toplumlar üzerindeki etkilerini araştırır.
- Filoloji (dil
bilim): Dil bilimidir ve eski metinleri inceleyerek toplumların çöküş
nedenlerini anlamaya çalışır.
- Botanik (bitki
bilim): Bitki bilimidir ve çevresel değişimlerin bitki örtüsü üzerindeki
etkilerini inceleyerek toplumların çöküş nedenlerini araştırır.
- Nümizmatik (para
bilim): paraların, madalyaların ve diğer para benzeri objelerin incelenmesiyle
ilgilenen bir bilim dalı ve nümizmatik çalışmaları, eski medeniyetlerin
ekonomik sistemlerini, ticaret yollarını ve kültürel etkileşimlerini anlamamıza
yardımcı olur. Ayrıca, paraların üzerindeki semboller ve yazılar, dönemin
siyasi ve sosyal yapısı hakkında da ipuçları verir. Bu bilim dalları,
toplumların neden çöktüğünü anlamak için farklı perspektifler sunar ve birlikte
çalışarak daha kapsamlı bir analiz sağladıkları gibi pek çok sosyal bilim
dalından yararlanılmaktadır.
“Her toplumsal yapının; kuruluşu, öğeleri, aşamaları ve
çöküşle son bulan bir ömrü vardır.
Toplumsal yapıların yaşadığı değişimin yönü, hızı ve değişim üzerinde etkili
olan faktörlerin
nitelikleri, yapının çöküşünde de belirleyici bir etkiye sahiptirler. Örneğin;
Platon, bütün toplumsal değişimin bozulma, çürüme yahut soysuzlaşmadan ibaret
olduğu görüşündedir” [93]
Toplumların çöküşünde rol oynayan bir diğer faktör ise sosyal
karmaşıklıktır. 1988 yılın da Cambridge University Yayınlanan Joseph A. Tainter
‘ın Karmaşık Toplumların Çöküşü kitabın da toplumların neden çöktüğüne
dair kapsamlı bir çözümleme sunar. Tainter, yaklaşık iki düzine çöküş vakasını
inceler ve 2000 yıldan fazla bir süreyi kapsayan açıklamaları gözden geçirir. Çeşitli
toplum türleri arasındaki çöküşü açıklayan bir teori
geliştiriyor- toplumlar, problem çözme kapasitelerine yaptıkları
yatırımların marjinal getirilerinin hızla azaldığı bir noktaya geldiklerinde
çöküyorlar- modelini değerlendiriyor ve Roma, Maya ve Chacoan çöküşlerinin
ayrıntılı çalışmalarıyla parçalanma süreçlerini açıklıyor…
Tainter'a göre, toplumlar başlangıçta kolayca erişilen
kaynakları kullanırken, zamanla daha maliyetli kaynaklara yönelmek zorunda
kalır. Bu durum, bürokrasi, ordu ve diğer karmaşık yapıları sürdürme
maliyetlerini artırır. Sonuç olarak, toplumların statükoyu sürdürme maliyeti,
sağladığı faydaları aşar ve bu durum toplumsal hoşnutsuzluğa ve çöküşe yol
açabileceğini düşünmektedir.
Toplumsal çürümenin en önemli nedenlerinden biri, sadece
insanların siyasi entrika ve ayak oyunlarından bıkıp kenara çekilmesi değil,
aynı zamanda siyasetçilerin de halka sürü muamelesi yapmasıdır. Bir yerden
sonra herkes ektiğini biçer. Siyasetin tıkandığı yerde, ahlaki çürüme
olağanlaşır, ikiyüzlülük ve ben -herkesin yaptığını- yaptım. Bu da değerlerin
hiçbir kıymeti kalmadığı, yapılan her şeyin mubah olduğu anlayışını yaygınlaşır.
İlkelere, vicdani değerlere ve yeminlere sahip çıkanlarsa, ahmak ve enayi
muamelesi görmesi ile kanıksanması oluşur.
“Tainter (2000, 1988) çöküşü, “bir toplumun sosyo-politik
karmaşanın saptanmış düzeyinin hızlı ve önemli bir kaybı gösterdiği” yerdeki
bir olgu olarak tanımlamaktadır. Toplumların içinde kendi çöküşlerini
açıklayan temel bir süreç olduğunu savunmaktadır. Toplumların büyüdüğünde,
karmaşıklıklarının da arttığını öne sürmektedir.” [94]
Kaliforniya eyalet üniversitesinde psikoloji ve kültür
antropolojisi alanında ders veren Amerikalı profesör, İktisatçı Robert B.
Edgerton ‘Hasta Toplumlar’ (Sick Societies) kitabın da “Tüm toplumlar hastadır, ancak bazıları daha
hastadır. Orwell'in ünlü hayvanların eşitliği nüktesine yapılan bu gönderme,
bir toplumun insan sağlığı ve mutluluğunu diğer toplumlara göre daha fazla
tehdit eden geleneksel inanç ve uygulamaların varlığına dikkat çekmektedir.
Aynı zamanda bu cümle, insan refahını tehdit eden bazı gelenek ve sosyal
kurumların tüm toplumlarda var olduğunu göstermektedir. Yaşadıkları çevreye iyi
bir biçimde uyum sağlamış olarak görünen toplumlar bile, refahlarını ya da bazı
örneklerde bekalarını dahi gereksiz yere tehlikeye atacak inanç ve uygulamaları
sürdürmeye devam etmektedir”. [95]
"Hiçbir
toplum mükemmel değildir ve ideal bir adaptasyon yoktur; sadece kusurlarda
dereceler vardır." Edgerton, toplumların kendi iç dinamikleri ve yapısal
sorunları nedeniyle zamanla zayıflayarak çöküşe doğabileceğini savunur. Bu
bağlamda, toplumların her zaman mükemmel değildir ve her medeniyetin kendi
içinde çöküş sebeplerini taşıdığı bir görüşü ortaya koymaktadır.
“Neden orta çağlarda dünyanın evrenin merkezinde olduğuna
inananlar veriler tutarsız gezegen hareketleri gösterdiği halde kendi
sistemlerini sorgulamamışlardı? Bu kişiler kullandıkları sistemi ıskartaya
çıkaracaklarına neden verilerde görülen anormallikleri açıklamaya çalışmışlardı?
Yanıt psikolojiktir.
İnanç sistemleri rahatlatıcı öğelerdir. Bu sistemler belirsiz
dünyada insanlara belirlilik sunarlar. İnsanlar için yanlış olsa bile
belirliliğin bir değeri vardır. İnanç sistemlerindeki yanlışlıkların uzun
vadeli etkileri olsa da kısa vadede insana günü atlatacak kadar huzur verirler”.[96]
“Dedikoduyla neden ilgileniriz? Kendi hatalarımızı görmek
yerine başkalarınınkini tanımlayıp sınıflandırmak hem çok daha kolay hem daha
zevklidir.” [97] Kendi inanç ve isteklerimizi
sorgulamak en iyi zamanda bile zordur, en çok ihtiyacımız olduğundaysa
özellikle zordur, ama başkalarının bilgili görüşlerinden yararlanabiliriz.
Bulgaristanlı Siyaset Bilimci lvan Kruşçev’in çağımızı
"Popülizm Çağı" olarak adlandırmasına rağmen, konuştuğumuz konu
hakkında bildiklerimizin pek de net olmadığı gözlemi ile başlıyor. [98] Bu tür bir yaklaşım, popülizmin
demokratik süreçlerdeki değişimlerin ve toplumsal tepkilerin önemini gösterir.
Ramazan Kurtoğlu Hollywood İşi Din Siyaset Ticaret kitabında,
“Din-siyaset felsefesi-ekonomi formatlı Yeni Dünya Düzeni ve ilk siyasi
dayatması olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), Huntington'ın "Medeniyet/er
Çatışması" tezine paralel yeni tehdit arayışları, şaibeli 11 Eylül
hadisesi ve İslami terör tehdidi (!), "ılımlı İslam", "Arap bahan"
gibi anlamlı gelişmeler olarak tedavüle sürülmektedir”. [99]
Siyaset ve Politika bölümün de ‘Popülist düşünce ve siyasi
yaklaşım’ kısmında bahsettiğimiz, Popülist anlayışla yönetilen hükümetlerde
siyaset yapabilme yeteneği zayıfladığında, ülke içerisindeki kaos çeşitli
şekillerde gelişme gösterebilir. İşte potansiyel sonuçların bazıları:
Bu da kendini; toplumsal bölünme ve kutuplaşma, siyasi istikrarsızlık,
hukukun üstünlüğünün zayıflaması, ekonomik krizler, medyaya ve ifade özgürlüğüne
baskı, yolsuzluk ve rüşvet, uluslararası ilişkilerde gerilim oluşabilmektedir.
Bu durum, Anomie -İlk kez Fransız sosyolog Emile Durkheim tarafından
kullanılan anomi kelimesi Yunanca kökenlidir. Orijinal dilinde ''anomie''
şeklinde yazılan bu kelime, yasaların hükmünü kaybetmesi, kuralsızlık ve kaos
anlamına gelir. Sosyolojide önemli bir yer tutan anomi terimi, birey ile toplum
arasında çatışma yaşanması ve toplumsal normların geçerliliğini yitirmesi
anlamında kullanılır- ülke içerisindeki kaosu derinleştirebilir ve
toplumsal huzursuzluklara yol açabilir.
Ülkemizdeki bazı sıkıntılar sonucun da yaşayanlar arasında ki
oluşan gelir dağılımında ki eşitsizliği, TÜİK tarafından: “Son 10 Yılda
(2012-2022) En Zengin Yüzde 5’in Ortalama Geliri, En Yoksul Yüzde 5’in Ortalama
Gelirinin Kaç Katı? Diye baktığımızda, 30.8 kat artığını görmekteyiz.
- Türkiye’de gelir
eşitsizliği derinleşiyor!
- Türkiye AB
ülkeleri içinde gelir eşitsizliğinin en fazla olduğu ülke!
- En zengin yüzde
5’lik grubun ortalama geliri en yoksul yüzde 5’inkinin 31 katı düzeyinde!
- Son 10 yılda
P95/P5 oranı, 11 puan artarak 19,7’den 30,8’e çıktı!
- İşveren
gelirleri tüm gelirlerden daha fazla artıyor!
- Kadınların
ortalama geliri ortalama gelirin yüzde 21 altında!”. [100]
Finans merkezlerinde, geniş cam pencerelerin ardında, her şey
hala tozpembe görünebilir. Finans merkezlerinde trilyonlarca para karşılığı
olan değer konulan hisselerin ve Hedge fonlar ile piyasaların
sürdürülebilirliği görüntülenmesi devamlılığı sağlamaya çalışmaları, hedefleyen
sistemlerin bir parçasıdır. Bazıları ekonomistler finansal sistemde büyük bir
bağımlılığa yol açtığını düşünürken, bazıları da büyümeyi ve istikrarı sağlamak
adına gerekli bir adım olduğunu savunuyor.
Uygulanan finansal politikaların türüne ve kapsamına bağlı
olarak düşük gelirli gruplar üzerimdeki etkilemek değişebilir. Artan oranlı
vergiler, yüksek gelirli gruplardan daha fazla vergi alınmasını sağlayarak
gelir eşitsizliğini azaltabilir. Ancak, dolaylı vergiler (örneğin, KDV, ÖTV,
vs.) düşük gelirli grupları daha fazla etkileyebilir, çünkü bu gruplar
gelirlerinin daha büyük bir kısmını tüketim için harcar. Eğitim, sağlık ve
sosyal yardımlar gibi kamu harcamaları, düşük gelirli grupların yaşam standartlarını
iyileştirebilir. Ancak, bu harcamaların yetersiz olması, bu grupların ekonomik
fırsatlara erişimini sınırlayabilir. İşsizlik oranlarını düşürmek için yapılan
yatırımlar ve teşvikler, düşük gelirli grupların gelirlerini artırabilir.
Ancak, bu politikaların etkili bir şekilde uygulanmaması, bu grupların ekonomik
durumunu iyileştirmekte yetersiz kalabilir. Yüksek enflasyon, düşük gelirli
grupların alım gücünü olumsuz etkileyebilir. Faiz oranlarının artırılması ise
borçlanma maliyetlerini yükselterek bu grupların finansal erişimini
sınırlayabilir. Bu politikaların etkileri, ülkelerin ekonomik yapısına ve
uygulama şekline bağlı olarak farklılık gösterebilir.
“Kapitalizmin uzun dönemdeki ufukları karanlıktır. OECD'ye
göre, gelişmiş ülkelerde büyüme, bundan sonraki 50 yılda "zayıf"
olacaktır. Eşitsizlik %40 artacaktır. Gelişme yolundaki ülkelerde bile, şimdiki
dinamizm 2060'a kadar tükenecektir.2 OECD iktisatçıları, bunu söylemeyecek
kadar kibardırlar, öyleyse açıkça ifade edelim: Gelişmiş ülkeler için,
kapitalizmin en iyi günlerini arkamızda bıraktık, kalan günleri de bizim
sağlığımızda sona erecektir.
2008'de bir ekonomik kriz olarak başlayan olgu, başkalaşarak,
kitlesel huzursuzluğa yol açan bir toplumsal krize dönüşmüştür; şimdi ise
devrimler iç savaşlara dönüşüp nükleer süper güçler arasında askeri gerginlik
yaratırken, küresel düzenin bir krizi haline gelmiştir”. [101]
Dünyanın
talan edilmesi, önemli bir konu ve birçok açıdan ele alabiliriz diye
düşünebiliriz. Emperyalizme karşı durmak ve daha adil bir dünya düzeni
oluşturmak için yapılabilecek bakmalıyız.
Eğitim,
İnsanları tarih, ekonomi ve siyaset konularında eğitilmesini sağlamak,
emperyalizmin etkilerini anlamalarına yardımcı olabilir. Bilinçlendirme
Kampanyaları ile Medya ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla bilinçlendirme
kampanyaları düzenlemek, halkın farkındalığını artırabilir.
Yerel
üretimi ve tüketimi teşvik ederek, dışa bağımlılığı azaltmak. Adil ticaret
uygulamalarını desteklemek ve sömürüye dayalı ticaret ilişkilerini reddetmek.
Uluslararası
platformlarda iş birliği yaparak, emperyalist politikaların karşısında durmak.
Emperyalist uygulamalara karşı hukuki düzenlemeler yapmak ve bu düzenlemeleri
etkin bir şekilde uygulamak.
Kültürel
çeşitliliği ve yerel kültürleri desteklemek, kültürel emperyalizme karşı
durmanın bir yolu olabilir. Medya ve sanat aracılığıyla emperyalizmin
etkilerini eleştiren ve alternatif bakış açıları sunan içerikler üretmek.
Emperyalizme karşı durmak ve daha adil bir dünya düzeni oluşturmak için
atılabilecek bazı önemli adımlar olabilmesine karşın daha farklı alımlar da
oluşturulabilir.
Sonuç
Toplumların
çürümesi ve çöküşü üzerine yaptığımız kapsamlı analiz, bir dizi içsel ve dışsal
faktörlerin birleşiminin toplumların yıkımına nasıl katkıda bulunabileceğini
göstermektedir.
Gebze Teknik
Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümünde öğretim üyesi olarak görev
yapmakta olan Prof.
Dr. İbrahim Soğukpınar, ‘Toplumsal Barış Neden Önemlidir? Nasıl
Korunmalıdır?’ 24 Eylül 2024 de ki yazısında: “Evrenin oluşumundan itibaren
hayat bulan bütün canlılar hemcinsleri ile birlikte toplu olarak yaşamayı
tercih etmişlerdir. Doğal olarak insanlar, tarih boyunca hep topluluk
olarak yaşamayı benimsemişlerdir. Topluluk içinde barışık ve huzurlu yaşamak
esas olduğu halde her dönemde yakın veya uzak bireyler arasında barışın
korunması mümkün olamamıştır. Oysa toplumlardaki bağlılık zayıflayıp, barış
bozulduğu durumlarda huzursuzluk artar ve üretkenlik düşer. Sonuçta ilgili
toplum zayıflayarak dağılır veya başkalarının boyunduruğu altına girip
köleleşirler. Sıklıkla toplumda en yakın bireylerin birbirleri ile
aralarında çıkar çatışması veya kişisel üstünlük kurma hedefi öne çıkmaktadır.
Bu nedenlerden dolayı anlaşmazlıklar ve çetin mücadeleler gözlenmiştir.
Söz konusu eylemler bir anlamda toplumsal huzursuzluğu tetiklemesi yanında, çok
derin ayrışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böyle durumları aşamayan toplumlar
dağılma sürecine girmişlerdir.”.
[102]
Sürdürülebilirlik veya çöküş, problem çözen kurumların- insanlar
tarafından tasarlanan ve çalıştırılan devlet veya özel sektör yapılanması-
başarısından veya başarısızlığından kaynaklanır. Problem çözmede uzun vadeli
başarıya veya başarısızlığa yol açan faktörler çok az dikkat çekmiştir, bu
nedenle bu temel faaliyet- asıl neden- tam olarak anlaşılamamıştır. Kurumların
problem çözme kapasitesi zaman içinde liyakatli çalışanların olup olması ile
değişir, bu da bir problem çözme biliminin ve dolayısıyla bir sürdürülebilirlik
biliminin tarihsel olması gerektiğini düşündürür. Karmaşıklık, genellikle kısa vadede başarılı olan, ancak kümülatif
olarak sürdürülebilirliğe zarar verebilecek birincil bir problem çözme
stratejisidir. Yani: Kısa vadede başarılı gibi görünen bir stratejinin, uzun
vadede sürdürülebilirliğe zarar verebileceği anlamına gelir. Yani, belirli bir sorunu
çözmek için kullanılan yöntem veya strateji, başlangıçta olumlu sonuçlar
verebilir. Ancak, bu strateji uzun vadede daha büyük sorunlara yol açabilir
veya mevcut sorunları daha da kötüleştirebilir.
Örneğin, “çevresel
sürdürülebilirlik açısından bakarsak, fosil yakıtların kullanımı kısa vadede
enerji ihtiyacını karşılayabilir ve ekonomik büyümeye katkı sağlayabilir.
Ancak, uzun vadede fosil yakıtların çevreye zararları, iklim değişikliği ve
kaynakların tükenmesi gibi sorunlara yol açarak sürdürülebilirliğe zarar
verir”.
Bunun için, stratejik
planlama ve problem çözme süreçlerinde kısa vadeli kazançlar yerine uzun vadeli
etkilerin dikkate alınmasının önemini vurgular. Bu stratejik planlama yerine
uzun vadeli planlamaların yapılması ve bunlar yapılırken ilerleyen zaman içerisinde
ki risk faktörlerinin de belirlenmesi gerekir. Bu sürdürebilirliğinin temeli, ‘stratejik
planlama proje ve risk yönetimi’ şeklinde hazırlanarak planlamaların
yapılması gereklidir. Buna da “Stratejik Planlama ve Analitik Çözüm
Üretme” denilmelidir.
Stratejik düşünme becerilerinizi
geliştirmek için analitik düşünme, eleştirel düşünme ve problem çözme gibi
anahtar becerileri geliştirmeniz gerekir. ‘Analitik düşünme’; bilgi toplamak, çözülmeyerek
ve anlamlandırmak için kullanılan bir süreçtir. Stratejik düşünme sürecinde,
analitik düşünme becerilerinizi kullanarak mevcut durumunuzu ve hedeflerinize
ulaşmak için kullanabileceğiniz alternatifleri değerlendirebilir. Eleştirel
düşünme, bilgileri değerlendirmek ve doğruluk, güvenilirlik ve önem açısından
karar vermek için kullanılan bir süreçtir. Stratejik düşünme sürecinde,
eleştirel düşünme becerilerinizi kullanarak alternatiflerin risklerini ve
olasılıklarını değerlendirebilirsiniz. Problem çözme, bir sorunu tanımlamak,
çözümler üretmek ve en iyi çözümü uygulamak için kullanılan bir süreçtir.
Stratejik düşünme sürecinde, problem çözme becerilerinizi kullanarak karşınıza
çıkabilecek sorunları tanımlayabilir ve çözümler üretebilirsiniz.
Risk değerlendirmesi
ve stratejik seçim, kurumların veya işletmelerin başarılı olmaları için önemli
adımlardan biridir. Kurumlar veya işletmelerin karşılaşabilecekleri riskleri
tanımlayarak, bunları değerlendirmek ve uygun stratejileri seçerek başarılı bir
şekilde yönetilmeleri sağlarsınız. Her yerde, her zaman yapılanların
içerisin de risk vardır. Hiçbir zaman riskin yok olmayacağını bilmelisiniz. Riskin
büyüğü, küçük fark etmez, her planlamanın kendine göre riskleri vardır. Bu
risklerle karşılaştığınızda neleri yapabilirsiniz? Olası çözümlerin nasıl olması
ve uygulanabilirliği üretmelisiniz? Olası negatif senaryoları önceden
belirleyebilmeli ve bunları nasıl çözebileceğinize dair öngörülü planlamasını
yapmalısınız. Risklerin belirlenmesi ve değerlendirilmesi, kurumların
zayıf noktalarını ve karşılaşabileceği potansiyel tehlikeleri anlamasını sağlayacak
ve sizlerin aldığınız önlemleri kuvvetli hale gelmelerini amaçlarsınız.
Buna örnek olarak,
Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen ve 11 ilde büyük yıkıma neden olan 7.7
ve 7.6'lık deprem Asrın Felaketi olarak tarihe geçti. Bu depremi incelediğimiz
de Analitik düşünme ile kurumların Risk (risk; kurumların stratejik amaç ve hedeflerine
ulaşmalarını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebilecek olaylar veya durumlar
olarak tanımlanır) değerlendirmesi ve stratejik seçimin
yapılmadığı ve müdahalelerde yapılan yanlışların sonucu, anlatmak istediğimiz
bir şekilde hazırlık yapmadıkları görülebilmektedir.
“Nasıl göreceğinizi öğrenirseniz, her şeyin birbiriyle nasıl
bağlantısı olduğunu anlarsınız.” Leonardo da Vinci söylediği cümlenin önemini de anlamalıyız.
Toplumsal çürüme, etkili ve kararlı müdahalelerle
önlenebilir. ‘Eğitim Reformları’: Değerler eğitimi ve eleştirel
düşünmeyi teşvik eden eğitim sistemleri geliştirilmelidir. Mesleki teknik
eğitim geliştirilmeli, her kişinin bir yabancı lisanı akıcı konuşacak kadar
öğrenebilmelidir. ‘Eşitlik ve Adaletin Sağlanması’: Ekonomik
eşitsizliklerin azaltılması, adalet sisteminin şeffaf ve güvenilir olması
sağlanmalıdır. ‘Toplumsal Dayanışmanın Güçlendirilmesi’: Aile
bağlarını ve sosyal ilişkileri destekleyen politikalar uygulanmalıdır. ‘Medyanın
Sorumluluğu’: Medyanın toplumsal barışı ve ahlaki değerleri
destekleyen içeriklere yönelmesi teşvik edilmelidir. ‘Sivil Toplumun Rolü’: Sivil
toplum kuruluşları, bireylerin ve grupların toplumsal sorunlara karşı
bilinçlendirilmesinde aktif rol oynamalıdır.
“Toplum için doğru, hakikat, adalet ve erdem kaybolduğunda o
toplumun akıbetinin ne olacağı tarihte yaşanan birçok örnekte görülmüştür.
Dolayısıyla toplumun varlığını güçlendiren olumlu tüm değerler ve ölçüler
kimilerince çocukça ve safça da görülse de büyük bir iyi niyet ve idealizmle
yaşatılmalı ve sürekli şekilde ayakta tutulmalıdır. İstikametini şaşırmış,
kolektif
düşünmeyi bırakmış toplumlarda zaman içerisinde doğrunun ne olduğunu bulmak
çoğu zaman kişisel değil birlikte bir çabayı gerektirir. Onun için sadece
kendisine doğru davrananların ve kendisi için doğru, hakikat, adalet ve
hakkaniyet arayanların değil içinde yetiştiği topluma
karşı sorumlu olanların “doğruyu arayıp bulmak”, “doğruyu sürekli haykırmak”
çabasında olanların her daim ve fırsatta yanında olup desteklenmesi gerekir”.[103]
Toplumların çürümesi ve çöküşü, genellikle ekonomik krizler,
kaynakların yanlış yönetimi, borç krizleri, enflasyon, sanayisizleşme,
yolsuzluk ve yönetişim sorunları gibi çeşitli faktörlerin birleşimiyle
gerçekleşir. Aşırı avlanma, ekolojik yapının bozulmasına ve biyoçeşitlilik
kaybına yol açarak ekosistem dengesini sarsar ve bu durum da toplumsal çöküşün
bir başka yüzüdür. Ahlak kavramı, toplumların etik ve sosyal uyum içinde
varlığını sürdürmesine katkı sağlar. Ahlaki değerler ve prensipler, siyasetle
yakından ilişkilidir ve siyasetçilerin bu değerlere bağlı kalması, toplumsal
düzenin sağlanmasında kritik bir rol oynar.
Mehmet Rauf’un ‘Eylül’ romanında şöyle bir cümle
geçer: “Nedir bu insanın içten içe çürüyüşü …
Eğer bir toplumda adalet zedelenmiş, samimiyet kaybolmuş,
vicdan susmuşsa, orada birey de zamanla içten içe çökmeye başlar. Bireyin bu
çöküşü bir salgın gibi yayıldığında zamanla toplumun kendisi de çürümeye
başlar. Bu çürümenin temelinde, bireylerin “biz” bilincinden uzaklaşarak
yalnızca kendi çıkarlarını gözettiği bir bencillik yatar. Liyakatin yerini nepotizm, -kayırmacılık veya akraba
kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık-, dürüstlüğün yerine aldatma, ortak
faydanın yerine kişisel menfaat aldığında, Toplumun temelleri sarsılır. Kurumlar,
varoluş amaçlarından saparak içi boşaltılmış birer kabuğa döner. Adalet
dağıtılması gereken hukuk, güçlünün sopası haline gelir; bilgi üretmesi gereken
eğitim ise vasatlığı yücelten bir çarka dönüşür. Ancak bu çürüme toplumun
kaderi değildir.
Çözüm yine bireyin kendisinde, vicdanının sesini yeniden
duymasında ve “ben” hapishanesinden çıkarak “biz” diyebilmesinde saklıdır. Bu
her şeyden önce bir ahlaki uyanış ve irade gerektirir.
Çürüme nasıl ki bireyde başlayıp yayılıyorsa, yeniden doğuş
da adaleti ve dürüstlüğü hayatının merkezine koyan bireylerin omuzlarında
yükselecektir. Unutulmamalıdır ki en karanlık gecenin ardından söken şafak, o
karanlığa inatla direnenlerin eseridir”.
Bu sözleri kim nerede söyledi dersek; sosyal medya da
rastladım. “Mehmet Rauf’un “Eylül” romanında geçtiği söylense de Rauf’un “Eylül”
romanında geçmiyor. Kimin söylediğini de biliyorum.
Bu etkileyici metnin tamamı, özgünlüğü ve düşünsel yoğunluğu
gerçekten takdire şayan olarak tanımlayabiliriz. Spesifik olarak -bu sözleri yazana has ve özgün
olabilecek-, “Nedir bu insanın içten içe çürüyüşü…” diye başlayan
ve “En karanlık gecenin ardından söken şafak, o karanlığa inatla
direnenlerin eseridir.”
Ancak bazı bölümleri, düşünsel paralellikleri açısından
tanıdık çağrışımlara sahip:
·
“Vicdan susmuşsa toplum çürür” türü ifade, Arno Gruen’in
birey-toplum ilişkileri ve psikolojik şiddet üzerine olan analizleriyle örtüşmekte.
·
“Ben hapishanesi” kavramı, Erich Fromm’un yabancılaşma ve özgürlük
üzerine düşüncelerine yakın.
·
“Kurumlar kabuğa döner” gibi ifadeler, Max Weber’in
bürokratik yapılarla ilgili kurumsal yozlaşma eleştirisini andırıyor.
·
Son satırlardaki “karanlığa direnenler” motifi
hem Albert Camus’nun başkaldırı felsefesine hem de 20. yüzyılın en etkili
eğitim düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Brezilyalı bir filozof ve
eğitimci Freire’in eğitimi özgürleştiren bir mücadele olarak gören
perspektifine benziyor.
Bunun içinde bu yazı, oldukça güçlü bir düşünsel temele
sahip!
İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi,
kriptolog ve Bilgisayar biliminin kurucusu Alan Mathison
Turing ‘in söylediği atfedilen, “bir insanın düşünmediğini düşünen
insan herkesin yapamadığını yapabilir. Bazen, kimsenin hayal edemediklerini,
kimsenin hayal edemediği insanlar gerçekleştirir. İnsanların neden şiddeti
sevdiğini biliyor musun? Çünkü iyi hissettiriyor. İnsanlar şiddeti derinden
tatmin edici buluyor. Ama memnuniyeti kaldırın ve hareket içi boş olur”.
Demekle İnsan duygularının da değişkenlini anımsatmadır.
Platon ve Aristoteles'ten başlayarak devlet ve yönetim
üzerine yapılan felsefi çalışmalar, devletlerin nasıl yönetilmesi gerektiği
konusunda önemli fikirler sunmuştur. Demokratik sosyalizm ve demokrasi
prensipleri, toplumların adalet, eşitlik ve katılım ilkeleri doğrultusunda
yönetilmesin hedefler. Hukukun üstünlüğü -bir toplumda yasaların herkes için eşit ve adil bir
şekilde uygulanmasını, kimsenin yasaların üzerinde olmamasını ve devletin tüm
eylemlerinin hukuka uygun olmasını ifadesi-, ve adil, etkili bir hukuk sisteminin varlığını
gerektirmektedir. Bu da demokrasinin temel taşlarından biridir.
Coğrafya profesörü olan ve fizyoloji alanında başladığı
akademik kariyerine daha sonra biyocoğrafya alanında devam eden, Jared Diamond
halen ABD'nin Kaliforniya eyaletinde, Los Angeles şehrinde kurulu bir araştırma
üniversitesi Kaliforniya Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Diamond, ‘Çöküş’
kitabının önsözünde ‘Türkiye’nin Dünya Tarihine Katkıları’ bölümünde
ülkemiz için söylediği; “Türkiye’nin üstlendiği dört önemli rolden
bahsedeceğim: Bunlar ‘medeniyetin gelişmesi’, ‘Avrupa ve Asya dil
haritasının yeniden biçimlenmesi’, ‘Avrupa ve Asya arasında bir köprü
görevi üstlenmesi’ ve ‘çevre problemlerine getirdiği çözümlerle’
dünyanın diğer ülkeleri için örnek teşkil etmesidir”. Diyerek devam etmekte. “Medeniyetin
yükselişiyle ifade edilen unsurları olağan kabul ederiz ve günümüzde yaşayan
her canlı da ‘medenidir’. Türkiye ve Bereketli Hilâl’in dünyaya
kazandırdığı dört değerli gıda buğday, arpa, bezelye ve mercimek;
evcilleştirdiği dört hayvan ise inek, domuz, koyun ve keçidir. Sadece at,
Bereketli Hilâl’in dışında evcilleştirilmiştir”. [104]
Sonuç olarak, toplumların çürümesi ve çöküşü, içsel sorunlar
ve kötü yönetim ile tetiklenir. Bu süreç, genellikle ekonomik ve ekolojik
krizlerin, ahlaki yozlaşmanın ve kötü yönetişimin bir sonucudur. Toplumların
sürdürülebilir bir şekilde gelişmesi ve çöküşten kaçınması için, etkili
yönetim, şeffaf yönetişim, sürdürülebilir kalkınma politikaları ve ahlaki
değerlere bağlılık gereklidir.
Bu bağlamda, toplumların çürümesini ve çöküşünü önlemek için
güçlü bir hukuk sistemi, demokratik değerler ve etik prensiplerin benimsenmesi
şarttır. Toplumsal düzeni ve adaleti sağlamak, bireylerin haklarını korumak ve
sürdürülebilir kalkınmayı desteklemek, sağlam bir toplum inşa etmenin
anahtarıdır.
“Doğu Akdeniz'in ışıkları söndü. Sonra karanlık gezegene
yayıldı. Bence bu bir rastlantı değil, Demem doğru mu? Çağdaşlarım ve ben tüm
zamanların en parlak teknolojik ilerlemesine tanık olurken; daha önce hiç görülmemiş
bir şekilde insanların tüm bilgisi artık parmaklarımızın ucundayken; insan ömrü
giderek uzar ve geçmişe göre daha sağlıklı yaşanırken; en başta Çin ve
Hindistan olmak üzere, eski "Üçüncü Dünya" nın birçok ülkesi geri
kalmışlıktan nihayet çıkarken, karanlıktan söz etmek yersiz değil mi?” Diyen ve
bizlere sorma zorunluluğu hisseden, Levant (Doğu Akdeniz) dünyasında doğan,
2019 yılın da yayınlanan ‘Uygarlıkların Batışı’ kitabından, Amin Maalouf
"Bir
sistem, parçalarının davranışlarının toplamı değildir. Onların etkileşimlerinin
ürünüdür."
Jay
Forrester
Erdem
Şeneroğlu
[01] Marr,
A. (2018). Büyük Dünya Tarihi. Çev. Çağla Irmak Ece, İstanbul, Yakamoz.
[02] Şimşek,
F. (2017). Paleolitik dönemde insan türleri. Amisos, 2(3), 66-85.
[03] Yalçınkaya,
I. (2009). Arkeoloji ve Sanat Tarihi Eski Anadolu Uygarlıkları Paleolitik Çağ
(Eski Taş Çağı/Yontma Taş Çağı). TC. Kültür ve Turizm Bakanlığı Türkiye Kültür
Portalı Projesi.
[04] Erdem
Şeneroğlu, ‘Antikçağ Anadolu’yu Oluşturan Kürler’
https://erdemseneroglu.blogspot.com/2024/03/antikcag-anadoluyu-olusturan-kulturler.html
[05] https://kayipdiller.com/yazinin-gelisimi/
[06] Özbay,
M. (2005). Bilim ve kültür aktarıcısı olarak yazı. Hacettepe Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları (HÜTAD), (2), 67-74.
[07] Gümüşhan,
H. (2018). Yazının tarihsel gelişimi ve bu süreçte yazının çeşitli yüzeylere
uygulanabilirliği. 6. Uluslararası Matbaa ve Teknoloji Sempozyumu,
İstanbul Üniversitesi, 1-3.
[08] Harari,
Y. N., (2022), Durdurulamayan İnsanlık- 1. Cilt -Dünyanın hâkimiyetini nasıl
ele geçirdik, Çev. Çiğdem Şentuğ, kollektif Kitap
[09] Kıray,
M. B. (2006). Toplumsal Yapı Toplumsal Değişme, Bağlam Yayınları 2. Basım,
İstanbul.
[10] TOPLUMU,
İ. V. Karl Marx İnsan, toplum ve iletişim. Sayı 25 Yaz-Güz 2007, 199
[11] Bloch,
M. (1983). Feodal Toplum, (Çev.) Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: Savaş Yayınları.
[12] Özkan,
M. S. (2017). Orta Çağ’da Batı Dünyasında Otoritenin Sorunsallığı Tarihi ve
Felsefi Bir Çözümleme. Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 4(8),
94-134.
[13] Ülgen,
P. (2010). ORTA ÇAĞ AVRUPASINDA FEODAL SİSTEME GENEL BİR BAKIŞ. Mukaddime,
1(1), 1-18.
[14] Denk,
E. (2021), 50 Bin Yıllık Dünya Düzeni- Toplum ve Hukukları, Kalkedon Yayınları
[15] Laurence,
B. (2018). Marco Polo'nun fotoğrafı. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
[16] Arnold,
D. (2001). Coğrafi Keşifler Tarihi (1400-1600). Çev. O. Bahadır). İstanbul:
Yöneliş Yayınları.
[17] Özensoy,
A. U. (2019). 15 ve 16. Yüzyıllarda Sömürgecilik Hareketleri, Fiyat Devrimi ve
Sömürgecilik İdeolojisi. Tarih ve Gelecek Dergisi, 5(3), 819-834.
[18] National
Geographic Sosyal Bilimler, Dünya Tarihi.
https://educationnationalgeographic.org.translate.goog/resource/colony/?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=sc&_x_tr_hist=true
[19] Mütercimler,
E., (2022) Dünyamızı Dönüştüren Coğrafi Keşifler, Alfa Yayınları
[20] Kıvılcım,
H. (1935). Emperyalizm: Geberen Kapitalizm.
[21] Lenin,
V. İ. (1995). Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması. Inter
Yayınları.
[22] Arıkan,
R., Demiryürek, H., Göksoy, İ. H., Kavas, A., Özcan, A., Demiroğlu. H.,
Yurdakul, İ., Ediz, İ., (2014), Sömürgecilik Tarihi. (Afrika-Asya), Eskişehir,
T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 3120, Açık öğretim Fakültesi Yayını No:
2029, Editör, Özcan A.
[23] Bağcı,
H. E. (2011). Emperyalizm Kuramları ve Amerikan Kamu Diplomasisi. İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (28).
[24] Ferro,
M. (2002). Fetihlerden bağımsızlık hareketlerine sömürgecilik tarihi. İmge
Kitabevi, Ankara.
[25] Ryan,
A. (2021) Herodotos’tan Günümüze Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilge Yayıncılık
[26] Şahin,
B. Siyasi Düşünceler Tarihine Giriş II, Modern Dönemde Siyasal Sosyal Kurumsal
Yapı, Yöntem ve Teoriye Dair, Türkiye Bilimsel Akademisi web sitesi,
https://acikders.tuba.gov.tr/course/view.php?id=63
[27] Locke,
J. (2024). Yönetim üzerine ikinci inceleme: sivil yönetimin gerçek
kökeni boyutu ve amacı üzerine bir deneme. Serbest Kitaplar.
[28] Yaylalı,
M. (2018). Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğü Kavramları: Albert Venn Dicey ve
Hans Kelsen. Liberal Düşünce Dergisi, 23(91-92), 95-111.
[29] Rousseau,
J. J. (2006). Toplum sözleşmesi, çev. Vedat Günyol, İş Bankası
Yayınları, İstanbul.
[30] Kışlalı,
A. T. (2000). Siyasal sistemler: Siyasal çatışma ve uzlaşma. İmge Kitabevi.
[31] Burckhardt,
J., & Baykal, B. S. (1977). İtalya'da Rönesans kültürü. Milli Eğitim
Basımevi.
[32] Gökberk,
M. (2010). Felsefe Tarihi, 20. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
[33] Bloch,
E. (2002). Rönesans Felsefesi. Çev. Hüsen Portakal. İstanbul: Cem
Yayınevi.
[34] Kutlu,
E. Pre-modern dönemde siyaset algısı ve yeni-dünya okumaları (Master's
thesis, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
[35] Kennedy,
P., & Yükseliş, B. G. (2001). Çöküşleri, çev. Birtane Karanakçı, T. İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
[36] Dobb,
M., Sweezy, P., Hill, C., Takahashi, K. H., & Hilton, R. (1984). Feodalizm
’den kapitalizme geçiş. M. Gürer ve S. Sökmen, Çev.). İstanbul: Metis
Yayınları.
[37] Landers,
D. S. (2017), ‘Milletlerin zenginliği ve Yoksulluğu. Neden Bazıları Çok Zengin,
Bazıları Çok Yoksuldur?’, çev. Doğru, A. S., İstanbul, Feylesof Kitap
[38] Lee,
S. J., & Demirel, E. (2002). Avrupa tarihinden kesitler. Dost Kitabevi.
[39] Kaymak,
M. (2011). Sanayi devrimi neden İngiltere’de gerçekleşti? karşılaştırmalı bir
makro tarih denemesi. Der. Hakan Mıhcı) İktisada Dokunmak, Ankara: Phoenix
Yayınevi, 163, 185.
[40] Ülgener,
S. F. (1981). İktisadi çözülmenin ahlak ve zihniyet dünyası: fikir ve sanat
tarihi boyu akisleri ile bir portre denemesi. (No Title).
[41] Çevik,
C. C. (2017). Cicero'nun devlet'i: de re publica yazıları. Yapı
Kredi Yayınları
[42] Comte-Sponville,
A. (2004). Büyük erdemler risalesi. İstanbul Bilgi Üniversitesi.
[43] Gözler, K., (2020). Devletin
genel teorisi: bir genel kamu hukuku ders kitabı. Ekin Kitabevi.
[44] Erdoğan,
M. (2020). Hukukun üstünlüğü elkitabı. Ankara: Özgürlük Araştırmaları Derneği.
[45] Aydın,
S., & Nişancı, Ş. (2018). HENRY DAVİD THOREAU’NUN DEMOKRASİYE İLİŞKİN
DÜŞÜNCELERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME. Kafkas Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, 9(18), 675-703.
[46] Foucault,
M., & Chomsky, N. (2005). İnsan Doğası: İktidara Karşı Adalet. Çev. Tuncay
Birkan, İstanbul, BGST Yayınları.
[47] Çamurcuoğlu,
G. (2019). Çoğunlukçu demokrasiye yöneliş olarak popülizm. İnönü Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, 10(1), 277-291.
[48] Moffitt,
B. (2020). Popülizmin küresel yükselişi: Performans, siyasi üslup ve temsil. O.
Özgür (çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
[49] Yalın
H., (2021), Rusya Çöküşü, Yükseliş ve Dinamikler, İstanbul, Nota Bene Yayınları
[50] Thoreau,
H. D. (2013). Sivil itaatsizlik. lamure
[51] Gözler,
K. (1999). Hukuk açısından monarşi ve cumhuriyet kavramlarının tanımı sorunu.
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 54(01).
[52] Kalfa,
C., & Ataay, F. TOCQUEVİLLE’İN DEMOKRASİ TEORİSİNE KATKILARI ÜZERİNE. YDÜ
SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ, 29.
[53] Hüseyin,
B. A. L. (2014). DAVİD HELD’İN SINIFLANDIRMASINA GÖRE DEMOKRASİNİN KLÂSİK
MODELLERİ. The Journal of Academic Social Science Studies, 26(1), 213-229.
[54] Mumcuoğlu,
M. (1982). Çağdaş Demokrasi Kuramlarında Katılma ve Türkiye'de Katılmanın
Gelişimi. Doçentlik Tezi.
[55] Beetham,
D. (2006). Demokrasi ve İnsan Hakları, Çev. Bilal Canatan. Liberte Yayınları,
Ankara.
[56] Orwell,
G. (2014). Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Can Yayınları.
[57] Sartori,
G., & Baykal, D. (1971). Demokrasi kuramı. Siyasi İlimler Türk Derneği.
[58] Yardımcıoğlu,
H. (2017), Köleler ve Efendiler, Şira Yayınları, İstanbul.
[59] https://freedomhouse.org/country/turkey
[60] Özalp, O.
(2008). TÜRKİYE DEMOKRASİLERİN NERESİNDE? DEMOKRASİ TİPLEMELERİ IŞIĞINDA
TÜRKİYE ÖRNEĞİNE YENİ BİR BAKIŞ DENEMESİ. Journal of Istanbul
University Law Faculty, 66(2), 129-162.
[61] Taner, A.
(2015). Demokrasi, hesap verme sorumluluğu ve hükümet modelleri. Uludağ
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 34(1), 71-92.
[63] Esen, B.,
Gumüsçu, S., & Yavuzyılmaz, H. (2023). Türkiye'nin yeni rejimi: rekabetçi
otoriterlik. İletişim.
[64] Karayalçın, Y.
(1992). Hukukun üstünlüğü (kavram-bazı problemler). Ankara Üniversitesi SBF
Dergisi, 47(03).
[65] Fanon, F.,
& Lanetlileri, Y. İstanbul: Versus; 2007; çev. Şen Süer.
[66] Gruen, A.
(2010). Demokrasi Mücadelesi Radikalizm, Şiddet ve Terör, çev. İlknur İgan,
Çitlembik yayınları, İstanbul.
[67] Aristotle.
(2014). Nikomakhos'a etik: Bütün yapıtları-5. Say Yayınları.
[69] Rawls, J.
(2017). Bir adalet teorisi. Çev. VA Coşar). Phoenix Yayınları.
[70] https://www.malumatfurus.org/bir-aslani-gun-boyu-takip-etseydiniz/#google_vignette
[71] Dostoyevski,
(2012), Ezilmiş ve Aşağılanmışla, İletişim Yayınları
[72] Bağder, M. M. (2020). John Rawls' un Adalet Düşüncesinin
Oluşum Şartları Üzerine. Felsefe Arkivi, (53), 105-121.
[73] Heywood, A.
(2018). Küresel Siyaset (5 b.). N. Uslu, & H. Özdemir, Çev.) Ankara: BB101
Yayınları.
[74] ÖZEL, M. H.
Toplumun Devlet Anlayışının Siyasi İktisadi ve Mali Sistemlere Etkileri Üzerine
Bir Deneme. IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28.
[75] Maurice, D.
(1982). Siyaset Sosyolojisi. İstanbul, Varlık Yayınları.
[76] Taner, K. A.
(2000). Siyasal Sistemler (sekizinci Baskı). İmge, Ankara.
[77] Siyaset
Felsefesi I, C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2270, Açıköğretim Fakültesi
Yayını No: 126 Doç. Dr. Cengiz İskender ÖZKAN (Ünite 1, 2, 3), Doç. Dr. Hüseyin
Fırat ŞENOL (Ünite 4, 5), Prof. Dr. Harun TEPE (Ünite 6)
[78] Badiou, A.
(2006). Sonsuz Düşünce, çev. Işık Ergüden, Tuncay Birkan, Metis, İstanbul.
[79] Badiou, A.
(2013). Etik: Kötülük kavrayışı üzerine bir deneme, çev. Tuncay Birkan,
Metis Yayınları: İstanbul.
[80] Heywood, A.
(2013). Siyaset. (Çev. BB Özipek vd.). Ankara: Adres Yayınları.
[81] Şahin, B.
Siyasi Düşünceler Tarihine Giriş, Türkiye Bilimsel Akademisi web sitesi,
https://acikders.tuba.gov.tr/course/view.php?id=63
[82] Taşkın, Y.
(2014). Siyaset Nedir?. Siyaset Kavramlar, Kurumlar, Süreçler. İstanbul:
İletişim Yayınları.
[83] Heywood, A.,
Özipek, B. B., & Kalkan, B. (2014). Siyaset. Liberte Yayınları.
[84] Heywood, A.,
& Köse, H. M. (2012). Siyaset teorisine giriş. Küre Yayınları.
[85] Said, E.
(2013). Şarkiyatçılık. B. Ülner (Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
[86] Duverger, M.
(1977). Batının İki Yüzü, (Çev. Cem Eroğul-Fazıl Sağlam). Ankara, Doğan
Yayınevi.
[87] Sennett, R.
(2013). Kamusal İnsanın Çöküşü, (çev. Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz), Ayrıntı
Yayınları. 4. Basım. İstanbul.
[88] YILMAZ, S.
(2012). ABD, MONREO DOKTRİNİ’NE DÖNEBİLİR Mİ?
[89] Okumuş, E.
(1999). İbn Haldun ve Osmanlı'da çöküş tartışmaları. Divan: Disiplinlerarası
Çalışmalar Dergisi, (6), 183-209.
[90] https://temelaksoy.com/biz-neyi-yanlis-yapiyoruz/
[91] Şen A., İbrahim
Müteferrika ve Usûi al-Hikem fî Nîzam al Ümem
[92] Rickards, J. A.
M. E. S. (2018). Çöküşe Giden Yol. Çeviren: Mert Akcanbaş. İstanbul.
Destek Yayınları, 3.
[93] Yazıcı, M.
(2016). GÖÇERLERDE TOPLUMSAL YAPI VE ÇÖKÜŞ ÜZERİNE KURAMSAL BİR DEĞERLENDİRME.
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 26(1).
[94] Alagöz, B.
(2011). SOSYAL BİLGİLER VE COĞRAFYA EĞİTİMİNDE KARMAŞIK TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ.
Kafkas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitü Dergisi, 1(7), 1-19.
[95] Edgerton, R. B.
(2015). Hasta Toplumlar. Ankara: Buzdağı Yayınevi.
[96] Rickards,
JAMES. (2018). Çöküşe Giden Yol. Çeviren: Mert Akcanbaş. İstanbul. Destek
Yayınları, 3.
[97] Kahneman, D.
(2011). Hızlı ve Yavaş Düşünme. çev. OÇ Deniztekin and F. Deniztekin Varlık
Yayınları.
[98] Müller, J. W.
(2019). Popülizm Nedir?, (çev. Onur Yıldız). İstanbul: İletişim
Yayınları.
[99] Kurtoğlu, R.
(2015). Hollywood İşi Din-Siyaset-Ticaret.
[100] Kaynak: TÜİK,
Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2023. DİSK-AR Gelir-Dağılımı-bülten
[101] Mason, P.
(2019). Kapitalizm sonrası: geleceğimiz için bir kılavuz. Yordam Kitap.
[102] Prof. Dr.
Soğukpınar, İ., Eylül 24,
2024, https://www.akademikakil.com/toplumsal-baris-neden-onemlidir-nasil-korunmalidir/ispinar/
[103] Güneş, M.,
(2019) Adalet ve Devlete İtaat, Astana Yayınları
[104] Diamond, J.
(2006). Medeniyetler Nasıl Ayakta Kalır Ya Da Yıkılır. İstanbul: Timaş
yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder