Cumhuriyeti’mizin
100 Yıllık Yolculuğu (1923-1960)
Erdem Şeneroğlu 29 Ekim 2023
Diğer Yazılara bu linkten ulaşabilirsiniz.
http://erdemseneroglu.blogspot.com/
“Hangi istiklal vardır ki
yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay
kaydetmemiştir. Bilelim ki, ulusal
benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.” Mustafa Kemal Atatürk
Meclis konuşmasından 6 Mart 1922 |
Tarihte geçmişe yolculuk
yapabiliriz, okuduklarımızla keyifli vakit geçirebiliriz. Millî Mücadele ruhu
yeniden canlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Millî
Mücadele’nin 100’üncü yılın da yaşayanların anılarını tekrar ederek, o anı
yeniden yaşamışlığın nasıl olduğunu aktarmak ile anlayabilmek ve onların
duydukları heyecanı bizler de yaşayabilir miyiz? Onların o zaman için de sahip
olduğu şartlar için de yaşayabilmemiz gerekliliğini hissetmeliyiz.
Yazdıklarımı, başta Türk, İslam
ve Atatürk Ansiklopedisi olmak kaydıyla, herkesin bildiği, herkesin her an
ulaşabileceği, güvenilir kaynaklara dayandırılmıştır. Pek çok bölümde,
yararlandığım kaynakları da belirttim.
“İnsanlar tarihi, genellikle sahip oldukları
ideolojilere göre saptırırlar. Tarihe bakarken, genellikle kasıtlı yapılan
yanlışların altında yatan bu "ideolojik saptırma", en çok dinci ve
milliyetçi çizgide, Müslümanlığı ve Türklüğü yüceltmek veya tam tersine, haksız
ve yanlış suçlamalarla yermek ve küçültmek konularında görülür.
Bu ideolojik inançlar, insanların
devlet karşısında doğuştan eşitliğine dayalı bir demokrasi ve insan hakları
anlayışıyla dengelenmezse, Hitler Faşizmi ya da El Kaide terörü gibi, kitlesel
cinayetlere yol açan sapmalar ortaya çıkar. Tabii bu dinci ve milliyetçi
sapmalar, saptırmalar, tam ters bir yönde de görülebilir.” [1]
Emre Kongar hocanın söylediği gibi ideolojik ve önyargılı davranılmadı.
Amerikalı yazar, avukat ve
tarihçi David Henry Fromkin ‘Barışa Son Veren Barış’ isimli
kitabında; 1. Dünya Savaşı çağımızın kaderini, ülkelerin sınır çizgilerini
belirlemiş ve yönlendirmiş bir savaş olarak hatırlanacaktır. Balkanlardan Orta
Asya’ya; Kafkaslardan Kuzey Afrika’ya ‘Arap Baharı’, bugün bile devam
ederken ne zaman biteceği bilinemeyen sıcak bölge konumunu koruyan Ortadoğu
sorunları (Irak, Suriye, Filistin, Ürdün, vs.), Birinci Dünya Savaşı ile
biçimlenmiştir. Osmanlı için 1914-22 arası
imparatorlukların çöktüğü, yeni bir dünyanın kurulduğu bir dönem. “Batı
yayılımının doruk noktaya ulaştığı 1914’ün çözümsüzlüklerini de bağrında
yaşatan bir yeni dünya. Bu gelişmelerden belki de kendi iradesiyle yönünü çizen
tek bölge ülkesi Türkiye. Cihan Harbi’ni yitirmesine karşın Millî Mücadele’yle
yeni bir devlet kuran ve Batı’ya meydan okuyan bir ülke Türkiye. Bağımsızlık
savaşıyla Batı yörüngesinde birçok ülkeye örnek olacak olan Türkiye bu denli
sorunlu bir ortamda biçimlenmiş.
Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının
Avrupa’da çizildiği bir dönemdi, örneğin Irak ve Ürdün, İngiliz buluşudur ve
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra boş bir haritada sınırları İngiliz
politikacıları tarafından çizilmiştir. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak sınırları
1922’de bir İngiliz devlet memuru tarafından belirlenmiştir. Suriye Lübnan’da
Müslüman ile Hıristiyanlar arasındaki sınırlar Fransa; Ermenistan ve Sovyet
Azerbaycan’ı sınırları da Sovyetler Birliği tarafından çizilmiştir.” [2]
İtilaf Devletleri 1919,
1920 ve 1921’de Anadolu’daki Türkçe konuşan halkın durumunu görüşürken Osmanlı
İmparatorluğu sorununun tam merkezinde yer almaktaydı
Ortadoğu’nun o günlerdeki politik
görünümü de bugünkünden farklıydı. İsrail, Ürdün, Suriye, Irak ve Suudi
Arabistan henüz yoktu. Ortadoğu’nun büyük bölümü, yüzyıllardır Osmanlı
İmparatorluğunun uyuşuk, borç içinde karar verme zorluğu ve ihmalci yönetimi
altındaydı. Nispeten sakin olan bölgede her şey gibi tarih de çok ağır hareket
ediyordu. 20. yüzyılın sonlarına yaklaştığımız günümüzde bu bölgenin politikası
tümüyle başka bir görünümü sunmaktaydı.
Avrupalı güçler o dönemde
Müslüman Asya’yı politik varlığının temellerine dek değiştirebileceklerine inanmışlardı.
Ruslar Komünizmi, İngilizler ise milliyetçiliği ya da hanedanlığa bağlılığı
getirmek istemişlerdi. Şii dünyasında Humeyni’nin İran’ı, Mısır ve Suriye’de
Müslüman Kardeşler ve başka yerlerde Sünni topluluklar, din konusunu ayakta
tutmaktaydı. Ortadoğu’da dinin, politikanın temeli olmasına izin veren Fransa,
bir mezhebi diğerlerine karşı tutmuş ve özellikle Lübnan’ı 1970-80’lerde parçalayan
toplumsal çatışmalara yol açarak konunun hep canlı kalmasını sağlamıştı.
1908-1916 arasında İngiltere’de
başbakanlık yapmış liberal devlet adamı Herbert Henry Asquith, Hükümeti savaş
kargaşası içinde geleneksel İngiliz politikasının en önemli gerçeklerinden
birini göz ardı etmişti: Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunması
Türkiye’nin değil, İngiltere’nin çıkarları içindi.
“Öte yandan İngilizlerin Osmanlı
İmparatorluğu’nu yıkma kararı, Avrupalıların Ortadoğu konusunda yüzlerce yıldan
beri paylaştığı bir varsayımı tekrar gündeme getirmişti: Bölgenin Osmanlı
sonrası politik kaderi, bir ya da daha fazla Avrupalı güç tarafından
belirlenmeliydi.
Bu nedenle İngiliz liderlerinin
1914’te kesin bir berraklıkla görebildikleri tek şey, Osmanlıların savaşa
girmesinin Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi ve modem Ortadoğu’nun
yaratılması yolunda ilk adım olduğuydu.” [a.g.e]
“Ortadoğu’da Osmanlı sonrası paylaşım gibi barış masasında
bir nebze alaka görmüş Avrupa dışı meselelere karşı tarihî yaklaşım da büyük
güçlerin perspektifini vurgulamış, yerel aktörlerin faaliyetlerini
önemsememiştir.
Barış Konferansı’nın standart anlatısında, Batılı olmayan
bölge ve halklar, emperyalizmin emsalsiz genişlemesi esnasında büyük güçler
tarafından paylaşılan hareketsiz toprak ve insan yığınları olarak yer alır.” [3]
1914-1922 yılları yaratıcı,
şekillendirici ve her şeyin mümkün göründüğü heyecan dolu yıllardı. Bu dönemde
Avrupalılar, Arap ve Yahudi milliyetçiliğinin doğal müttefikler olduğuna
inanıyordu; Yahudi halkının tarihi yurtları olan topraklarına dönüşü anlamın da
Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen siyasi ideolojisi, tehlikeli
düşmanı Araplar değil, Fransızlardı ve petrolün Ortadoğu politikasında önemli
bir yeri yoktu.
Doğu Akdeniz’in düğüm noktasını
teşkil eden Kıbrıs adası, Anadolu ve Suriye kıyılarına olan komşuluğu, Ege
Denizi’nin giriş ve çıkışına etkisi, Mısır ile Süveyş Kanalı’na olan
yakınlığıyla stratejik açıdan önemli bir ada konumundaydı. İngiltere
Ortadoğu'nun kontrolü için Kıbrıs’a önem vermiş, menfaat alanlarının, Süveyş
Kanalı-Hint Okyanusu gibi suyollarının güvenliği açısından adayı bir üs olarak
değerlendirmiş. Fransızlar da ele geçirmeyi planladıkları Suriye, İskenderun,
Adana-Kilikya bölgesi için Türklere karşı Ermenilerin desteğine ihtiyaç
duymuşlar, bu nedenle Kıbrıs’ı Ermenilere geçici olarak kalıp
yerleşebilecekleri bir yurt ve yer olarak değerlendirme düşüncesi içinde
olmuşlardı.
Almanya’nın denizaltı savaşına
yönelmesi, ABD’nin dış ticaretine çok olumsuz etki yapmış, aynı zamanda,
Almanya’nın kurmaya çalıştığı ‘Alman-Meksika İttifakı’ da ABD’de büyük bir
tepkiye yol açmıştı (Almanya
ABD’nin savaşa girmesi durumunda Meksika’nın ABD’ye saldırmasını istiyordu).
Bu iki nedenin ABD’de kamuoyu
oluşturmasıyla, “Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. ABD’nin
savaşa girmesi, aynı zamanda dönemin en büyük ekonomik imkânlarına sahip olan
bir devletin savaşa girmesi demekti. Bu da savaşın kaderine çok önemli
etkilerde bulunmuştur”.
Japonya'nın amacı Çin, Hong Kong
(Çin), Tayvan (Çin), Endonezya, Kore, Malezya üzerindeki etki alanını genişletmek
ve savaş sonrasında oluşacak jeopolitik düzlemde bir büyük güç olarak
tanınmaktı.
Britanya hükûmetinden Japon
hükûmetine 7 Ağustos 1914 tarihinde gönderdiği resmi bir
mektupta Kaiserliche (Almanca:
İmparatorluk) Donanması'nın Çin sularında etkisiz hale getirilmesi
için yardım isteğinde bulunuluyordu. Bunun üzerine “Japonya, Almanya'ya 14
Ağustos 1914 tarihli bir ültimatom gönderdi. Ültimatomun yanıtsız kalmasının
ardından Japonya 23 Ağustos 1914 tarihinde Alman İmparatorluğu'na savaş
ilan etti.
Japon güçleri Uzak
Doğu'daki Alman bölgelerini hemen işgal etti. 2 Eylül 1914 günü
Çin'in Shandong eyaletine giren Japonlar,
Almanları Tsingtao (Kiautschou)'da kıstırdı.
Sivil hükûmetten bağımsız hareket
eden Japon donanması Ekim ayında aralarında Mariana, Caroline ve Marshall
Adaları'nın da bulunduğu Alman etki alanlarını ele geçirdi”.
I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914
tarihinde başlayıp, 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli
küresel bir savaş gibi olsa da sonuçta, Uzak Doğuda Japonya savaşı kazananlar
tarafından olması, Amerikan ticaret yollarında ki Alman denizaltılarının
tehlike ve zarar yaratması gibi sebeplerden dolayı Amerika Birleşik
Devletleri’nde savaşa katılması ile savaş Avrupa merkezlilikten küresel bir
savaş durumuna gelmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu
II. Abdülhamit’in baskı rejimine
karşı mücadele etmek ve Osmanlı Devleti’nin çöküşünü engellemek amacıyla
faaliyet gösteren ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’ isimli gizli ihtilal
komitesi. 1908 ihtilalinden sonra bazı kesintilerle Birinci Dünya Savaşı’nın
sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin yönetiminde söz sahibi olan siyasal örgüt.
19. yüzyıl sonunda Osmanlı
İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu bunalımdan kurtulması için, 1876 Kanun-ı
Esasi’nin (temel
kanun-anayasa) yeniden yürürlüğe konmasını isteyen öğrenciler
tarafından 21 Mayıs 1889 ‘da Askeri Tıbbiye Mektebi’nde İttihad-ı Osmanî
Cemiyeti adlı gizli bir örgüt olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve
Terakki Cemiyeti adını alacak örgüt, (“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889-1918 döneminde
birbirinden çok farklı organizasyonlar şeklinde faaliyet göstermiş olup isim
benzerliği dışında gerek örgütsel yapı gerek üyelerinin niteliği ve gerekse
ideolojik açılardan büyük farklılıklar göstermektedir.”) [4] Aynı devirde kurulmuş irili
ufaklı diğer pek çok örgütle birleşerek Osmanlı coğrafyasında dönemin en güçlü
teşkilatı haline geldi.
“1913 Yılında gerçekleştirilen
bir darbeyle yönetime el koyan İttihat ve Terakki Cemiyeti, hemen akabinde
diğer siyasi partilerin faaliyetlerini engelledi ve en önemli siyasal rakibi
olarak görünen Hürriyet ve İtilâf Fırkasının ileri gelenlerini İstanbul dışına
göndererek ülkede fiilen bir “Tek Parti Yönetimi” oluşturdu.
Yaklaşmakta olan bir Avrupa
savaşının farkında olan yönetim, bu hesaplaşmada yalnız kalmamak için müttefik
aramaya çaba harcamıştır. Osmanlı devleti geleneksel dostu saydığı
İngiltere’den ve Fransa’dan bu girişimlerine olumlu cevap alamadı.
Buna karşılık Almanya, Osmanlı
Devleti ile ilişkilerini yoğunlaştırmaya ve geliştirmeye dönük ciddi çaba harcıyordu.
Bu durumda Osmanlı yönetimi de Almanya ile anlaştı ve hükümetten gizlenmiştir. Sadrazam
Sait Halim Paşa’nın bile olaylardan geç haberdar olduğu bilinmektedir.” [5]
Osmanlı orduları I. Dünya
savaşında yedi cephede vuruştu: Kafkas ve Galiçya cephesinde Ruslarla, Makedonya’da,
Yunan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere, Fransa ve İtalya ile; Filistin,
Suriye, cephesinde İngiliz ordularıyla.
Çanakkale harekâtının başlaması
üzerine, Osmanlı topraklarını kendi savaş hedefleri arasında gören Rusya,
Osmanlı topraklarının paylaşılmasıyla ilgili bir yazılı antlaşmanın ortaya
çıkması için ısrarlı girişimlerde bulundu
Sykes-Picot
Antlaşması
29 Nisan
1916'da Kût'ül-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz
kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna
uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Fransız diplomat François
Georges Picot ve İngiliz diplomat Sir Mark Sykes arasında imzalanan Sykes-Picot
olarak bilinecek olan ‘gizli bir anlaşma’ ile ‘hasta adam’ olarak niteledikleri
Osmanlı İmparatorluğu’nun etkili olduğu bölgeleri, kendi aralarında paylaşma
konusunda ‘gizli anlaşma’ da uzlaşmışlardır. Aynı yılın Ekim ayında Rusya
tarafından da onaylanan ve Orta Doğu’da büyük devletlerin savaş bitmeden önce
kendileri için nüfuz bölgelerini belirledikleri bir anlaşma olup bölgenin
bugünkü haritasının da ilk nüvesini oluşturmaktadır.
Sykes-Picot
Antlaşması ile İngiltere ilhak ettiği Kıbrıs'ı Fransa'ya danışmadan üçüncü
bir ülkeye devredilmemesi konusunda anlaşma sağlanmıştır.
1917'deki Rus
devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev
Davidoviç Bronştayn ya da yaygın bilinen adıyla Lev Troçki, Bolşevik siyasetçi,
devrimci ve Marksist teorisyen Dışişlerinden Sorumlu Halk Komiseri görevini
alan ilk kişisi olarak, gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917 de
İzvestiya gazetesin de yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı
İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştır.
St.
Jean de Maurienne Antlaşması
Ancak Osmanlı İmparatorluğu topraklarından
pay almaya çalışan devletler sadece İngiltere ve Fransa’dan da değildi.
İtalyanların savaşa odaklanmasını ve dolayısıyla savaşa dahil olmasını sağlamak
amacı ile İngiltere ve Fransa, İtalyanların Anadolu’daki paylarını görüşmek
amacıyla 21 Nisan 1917 tarihte Savoya Dukalığının Maurienne ‘ye bağlı olup
günümüzde Fransa'nın Savoie bölgesinde ki St. Jean de
Maurienne tren istasyonun da bulunan bir vagonda görüştüler. Antlaşma
neticesinde İtalya, daha önce İtilaf devletlerinin imzalamış olduğu gizli
antlaşmaları tanıdığını kabul etti. Buna karşılık ise İtalyanlara Mersin
dışında Anadolu topraklarında topraklarından Antalya, Konya, Aydın ve İzmir
taahhüt edildi. Anlaşma içerdiği maddelere göre Rusların onayına bağlı idi.
Ancak Rus Hükûmeti Bolşevikler tarafından devrildiği için bu anlaşma
da diğer antlaşmalar gibi hiç yürürlüğe giremedi.
Balkan Savaşı’yla başlayan sergi;
savaş sonrasında devam eden süreci, 1. Dünya Savaşı’nı ve Kurtuluş
Savaşı’nı detaylı bir şekilde aktarıyor. Yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin temellerinin nasıl atıldığını gösteren anlatım ve yazılar
ile devam ediyor.
Mondros
Mütarekesi
Dünya Savaşı sonunda Osmanlı
İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mütareke Belgesi’ni
Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının
Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon (Miken kralı ve Homeros'un İlyada'sında Troya Savaşı'nda
Yunan ordusunun lideriydi. Büyük bir savaşçı ama bencil bir hükümdardı.)
zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalandı. Mondros
Mütarekesi'nin imzalanmasıyla herkes, hiç olmazsa Türk milli varlığının
korunması ümidine bel bağlamıştı. Mütareke, bu amaca ulaşmak ve adil bir barış elde
etmek umuduyla imzalanmıştı.
Atatürk Mondros Ateşkes
Antlaşması’nın imza edildiği gün Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na
getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. Bir müddet sonra, bu Grup
Kumandanlığının kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi,
Fen Fakültesi, Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zafer Koylu, ‘Esaretten Özgürlüğe
423 Gün İngiliz İşgalinde Eskişehir’ isimli kitabında: Mütareke imzalanır
imzalanmaz, “İngilizler stratejik önemi bulunan Eskişehir istasyonunu işgal
ettiler”. Osmanlı Hükümeti halkın tepki göstermesini engellemek için, bu
hareketi bir işgal olarak algılanmamasını, salt demiryollarının denetimine
yönelik bir eylem olarak değerlendirilmesini istedi.
Sevr
Antlaşması
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı
İmparatorluğu’nun yenik sayılması ile “Osmanlı topraklarını paylaşmak için uzun
yıllardır mücadele eden emperyalist devletler için önemli bir fırsat olmuştur.
Mondros Mütarekesi sonrasında İtilaf Devletleri Anadolu’nun çeşitli bölgelerini
işgal etmişler ve bu durumu hukuki hale getirmek için barış antlaşmaları
hazırlamaya başlamışlardır. Paris Barış Konferansı’nda mağlup devletlerle yapılacak
barış antlaşmaları hazırlanırken Osmanlı topraklarının paylaşılması da gündeme
gelmiştir. Fakat yürütülen uzun müzakerelere rağmen İtilaf Devletleri paylaşım
konusunda anlaşamamışlardır. Londra ve San Remo’da yapılan görüşmeler sonucunda
paylaşım konusunda bazı uzlaşmalara varılmış ve ortaya Sevr Antlaşması
çıkmıştır.” [6]
Rusya 19. yüzyıldan itibaren
Osmanlı topraklarını üzerinde ki emelleri doğrultusunda yaptığı çalışmalar ile
Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak, toprakları üzerinde hak sahibi olacağı
düşüncesi, Batı devletlerini birtakım önlemleri almaya yönetmiştir. Rusya, 1877-1878 (93 Harbi) Osmanlı-Rus Harbi
sonucu Plevne’nin ele geçirilmesi ve 40.000 civarındaki Osmanlı askeri Ruslara
esir düşmüştü. Osmanlı Devleti bu noktada teslim olmuş ve Ayastefanos Antlaşması
yapılmıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, politika
değiştirerek Osmanlı İmparatorluğu’nu kendileri ortadan kaldırmaya karar
vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın ittifakı olarak savaşa
girmesini fırsat bilerek, Osmanlı İmparatorluğu paylaşımı için aralarında gizli
antlaşmalar yapmışlardır. Bu antlaşmalara daha sonra İtalya’da dahil olmuştur.
“Birinci Dünya Savaşı sonrasında
Almanya ve müttefiklerine savaş ilan etmiş 32 devletin katılımıyla barış
antlaşmalarını şekillendirmek için 18 Ocak 1919 günü Paris’te barış konferansı açılmıştır.
Konferansa İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya ve Japonya’nın başbakan ve
dışişleri bakanlarından oluşan grup, Konseye hâkim olmuştur. Konferansın amacı
Birinci Dünya Savaşı sonrasında barışı yeniden tesis etmek olarak açıklanmıştır.
Fakat gerçekte galip devletler, daha fazla sömürge elde etmek, savaş sırasında
yaşanan yıkımı telafi edebilmek için mağlup devletlerden büyük tazminatlar
almak, mağlup devletleri bir daha tehdit yaratamayacak hale getirmek için yoğun
çaba göstermişlerdir.” [a.g.e]
Paris Barış Konferansı’nda
Amerika’nın izlediği politik yol, Konferansa katılan diğer devletlerden farklı olmuş,
Konferans sırasında Amerikalı delegeler, dünya nüfuz alanlarını genişletip
hakimiyet kurma istekleri için, ağırlık verdiği konu Milletler Cemiyeti meselesi
olmuştur. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını
öne alarak Amerika Başkanı Wilson’ın ülkesine dönmesini sağlamışlar ve
konferansı istedikleri gibi yönetme olanağı bulmuşlardır. Japonya Orta Doğu
meselelerine ilgi göstermemişler, İtalya ise adeta dışlanarak pasivize edilmiştir.
İtilaf Devletlerinin bu
Konferansın isteği; Osmanlı Devleti’ni sömürge durumuna getirebilmek, İşgalciler
şark meselesini hallettiklerine inandıkları ve istediklerinin olduğuna
inanması, Osmanlı yönetimi içinse; Sevr Antlaşması tamamen yok olmaktan daha
iyidir anlayışına inanmasıdır.
Paris Barış Konferansı’nda
Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak barış hakkında kesin bir karara
varılamamıştır. Bunun nedeni henüz Osmanlı topraklarının paylaşılması
meselesinin çözülememiş olması ve Anadolu’da başlayan direniş hareketi de
İtilaf Devletleri’ni tedirgin etmesidir.
Bu kadar uzamasında ki durumuma
bakınca İtilaf Devletleri bitmek bilmeyen istekleri ve anlaşmazlıkları
sonucunda, Osmanlı heyeti Paris’e davet edilmemiştir. Bu antlaşma Ayastefanos
Antlaşması gibi geçersiz ve uygulanmayan bir antlaşma olarak tarihteki yerini
almıştır.
Paris’te çözülemeyen sorunların
çözümü için görüşmelere 21 Şubat-12 Mart 1920 Londra ve 19-26 Nisan tarihinde
San Remo Konferansın da devam etmiştir. Barış antlaşması hazırlanırken Osmanlı
Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Millîyi kabul etmesi
İtilaf Devletleri’nin 16 Mart tarihinde İstanbul’u resmen işgal etmelerine yol
açmıştır.
Millî
Mücadelenin Başlaması
Ülkenin ve halkın içinde
bulunduğu şartları ağır idi. Memleketin birçok bölgeleri İtilâf Devletleri tarafından
işgal edilmiş, düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Padişah ve
hükûmet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette idi. Mustafa
Kemal, bu şartlar altında tek ve gerçek kurtuluşun Anadolu’ya geçerek Millî
Mücadele için mücadele bayrağı eline alarak Vatanın her toprağına ve her
vatandaşına kurtuluş için mücadele etmek olduğunu gördü. Mustafa Kemal Paşa kendisini
İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, Anadolu’da 9. Ordu Müfettişliği teklifini
kabul etti.
Prof. Dr. ve siyaset insanı
Muzaffer Utkan Kocatürk ‘Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’
kitabında, Atatürk’ün ‘Millî Mücadele’ ye başlamasını şöyle anlatır: İstanbul’dan
ayrılışından bir gün önce, 15 Mayıs 1919’da İzmir de Yunanlılar tarafından
işgal edilmiş bulunuyordu.
Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal,
artık kutsal görevine başlamak üzeredir. “Komutan ve valilere 22.6.1919
tarihinde Amasya’dan yapılan bir genelge ile ‘vatanın bütünlüğünün, milletin
bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin vazifesini yapamadığı’
belirtilmiş ve ‘Millî Mücadele’nin fiilen başladığı’ onun imzasıyla ilân
edilmiştir. Dâhi adam, ‘milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının
kurtaracağına’ inandığından, her şeyden evvel, millî kararlar alabilecek bir
kongrenin acele toplanması lüzumu üzerinde durmuştur.” [7]
Genelkurmay Askeri Tarih ve
Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınlarından Askerî Tarih Belgeleri Dergisi Nisan
2007 Sayı 120 dergide ki önsöz yazıda ‘Yol Haritası Çizilirken’ yazısın da;
Mustafa Kemal, kendisine geniş
yetkiler tanıyan bu vazifeyi kabul ederek deniz yoluyla, Millî
Mücadele’yi başlatmak üzere 19 Mayıs
1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa daha sonra Havza’ya geçmiş ve
burada bir genelge yayınlamıştır. Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal,
9
Haziran 1919 tarihinde yayımladığı genelgede:
“Geçirdiğimiz şu ölüm
kalım
günlerinde bütün milletçe her tarafta yapılan gösterilerle gerçekleştirilmeye
çalışılan millî istiklâlimiz uğrunda ben de bütün varlığımla çalışmaktayım.
Bu kutsal emel uğrunda milletle beraber sonuna kadar çalışacağıma
da mukaddesatım adına söz veriyorum.” der.
Amasya’ya geçen Mustafa Kemal;
İstanbul hükümetinin gerçekleşen işgallere karşı olan sessiz tavrı üzerine bir
genelge daha yayınlamaya karar vermiştir. Amasya’da bulunan Saraydüzü
Kışlası’ndaki görüşmeler 21 Haziran 1919 günü başlamış ve genelgenin esasları
Mustafa Kemal Paşa tarafından Cevat Abbas Bey’e yazdırılarak 22 Haziran 1919
tarihinde ilan edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
taşlarından biri olan Amasya Genelgesi imzalayanlar; Mustafa Kemal, Rauf
Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele tarafından hazırlanıp imzalanan bu belge
ayrıca Kazım Karabekir ve Cemal Paşa tarafından da telgraf vasıtasıyla
onaylanmıştır.
Amasya Genelgesi ile birlikte
milli mücadelenin kurtuluş aşaması resmen başlamıştır. Bu genelgede ortaya
konan hususlar ile İstanbul hükümeti yok sayılarak yeni otorite Anadolu’da
başlayan direniş hareketi olmuştur. İlk kez ortaya atılan milli egemenlik,
milli bağımsızlık gibi kavramlarla yeni bir yönetim anlayışından
bahsedilmiştir.
Asker Emeklisi ve Doktorasını ‘Atatürk
İlkeleri ve Devrim Tarihi’ dalında yapan ve Harp Akademileri’nde 9 yıl harp ‘tarihi,
askeri coğrafya, strateji ve Atatürkçülük’, Yıldız ve Bilkent Üniversitelerinde
birer yıl yarı zamanlı olarak ‘Atatürkçülük’ dersleri veren İsmet Görgülü
‘Millî Mücadele Döneminde Kongreler’ makalesinde şunları anlatıyor. Kongrelerin
düzenlenmesinde genel amaç, halkın, varlığını korumak için çare arayışıdır.
Çünkü Mondros Mütarekesi ile devlet teslim olmuş ve otoritesi bitirilmiş,
halkını ve vatanını korumayı sağlayamayan acizlik içinde kalmış yapıdan ibaret.
Osmanlı memleketleri tamamen ayrılarak parçalanmış, paylaşılmış durumdaydı. Diyerek
anlatıyor.
Atatürk Nutuk’ta, Mondros Mütarekesi
sonrasında, ülke okur yazar aydınlarının düşünülen kurtuluş çarelerini
açıklarken, birincisinin İngiliz himayesi istemek, ikincisinin Amerikan mandası
istemek, üçüncüsünün de bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmak olarak sıralar
ve bunlar ile ilgili, fikirlerini şöyle anlatır.
“Ben bu kararların hiç birisinde
isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıkları
çürüktü, temelsizdi… O tarihte, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü
tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son
mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı devleti, onun
bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış bir
takım boş sözlerden ibaretti.” der. Atatürk bölgesel kurtuluş çarelerine
yönelen eğilimler için, yani bu amaçla düzenlenen kongreler için dayanakları
çürüktü, sonuca erişmeleri mümkün değildi, demektedir. [8]
Mondros Ateşkes Anlaşması
sonrasında Trakya ve Anadolu’da 31 kongrenin düzenlendiği görülmekte.
Atatürk gerçek kurtuluşu, Trakya
ve Anadolu’daki kurtuluş mücadelesi yapma amaçlı kurulmuş tüm derneklerin bir
çatı altında toplanması ile verilecek bir ‘Millî Mücadele’ ile olabileceğini
görmüş, Amasya Genelgesi ile bunu ilan ederek, Erzurum ve Sivas Kongrelerini de
bu amaçla düzenlemiştir.
Ulusal mücadeleri ‘Millî
Mücadele’ ye dönüştürülebilmesi için, önce yapılmış olan kongreler de ulusal
mücadelenin alt yapısını oluşturulmasını sağlamıştır.
Millî Mücadele döneminde
düzenlenen kongreler, tarih sırasıyla ile şöyledir. Atatürk’ün katıldığı
kongreler italik harflerle yazılmıştır.
Millî istek ve arzular, millî
irade, yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, bütün millet vatandaşlarının istek
ve emellerinin birleşmesinin toplamıdır diyebiliriz.
Mustafa Kemal daha güvenli ve rahat
çalışabilmek için hem vazifesinden hem askerlikten istifa ederek, Padişah ve
İstanbul Hükümeti’yle ilgisini tamamen kestir. Bunun arkasından, 23 Temmuz 1919’da
Erzurum ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongreleri toplanarak, toplantı görüşmeleri
sonuçlarında ortaya çıkan hedef belliydi. Bu sonuç da “Bağımsızlık mücadesi
için yapılan tüm toplantı ve kongrelerde Millî Mücadele’nin temel ilkeleri
belirlenmiştir. “Ya bağımsızlık ya ölüm” Millî Mücadele’nin parolası” olarak
kabul edildi. (a.g.e)
Mandacılık,
Atatürk ve Arkadaşları Yol Ayrımı
“Yenik Türkiye başını kaldırıp da yenenin İngiltere
olduğunu görünce, rahat bir nefes aldı.” CHURCHILL
Doğan Avcıoğlu’nun ‘Milli
Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e’ isimli kitabında şunları anlatır. Rauf
Bey, 2 Kasım 1918 tarihli Tasvir-i Efkâr ve Yenigün gibi gazeteleri üzerinden,
basına Mondros Mütarekesini kazanılan zafer olarak sunmuştur.
“İmzaladığımız mütareke sonucunda
Devletimizin bağımsızlığı, Saltanatın hakları tamamen kurtarılmıştır. Bu
mütareke yenen ile yenilen arasında imzalanmış olan bir mütareke değil, belki
savaş durumundan çıkmak isteyen iki denk kuvvet arasında imzalanabilecek,
çatışmalara son veren bir belge niteliğindedir.”
Rauf Bey, gazetecilerin soruları
üzerine, “İstanbullumuza bir tek düşman askeri çıkmayacaktır. Tersanelerimiz işgal
olunmayacaktır. Demiryollarına el konulmayacaktır. Adana kurtarılmıştır. Ne
miktar asker terhis edeceğimizi biz saptayacağız”. Diyerek iyimser cevaplar vermiştir.
“Rauf Bey, Mütareke imzalanınca General
Townshend aracılığıyla Londra'ya şu mesajı göndermişti: “Dönüşünüzde Lord
Curzon'u görerek, Türkiye'nin İngiltere için pek sadık bir müttefik
olabileceğini, rica ederim, söyleyiniz.”
Rauf Orbay: “İngilizler,
güvenilir dosttur!” düşüncesi içindedir. Bunu Erzurum ve Sivas Kongrelerinin
‘Şevket Süreyya Aydemir’in ikinci adamı’ kitabında, ‘İngiltere, çıkarları
gereği, Türkiye'nin tam bağımsızlık içinde yaşamasından ve ilerlemesinden
yanadır’ diyebilmektedirler. [9]
Dünya Savaşı'nda, Alman
tehlikesine karşı İngilizler, ezelî düşmanımız olan Rusların yanını tutmuşlarsa
da Türklerde İngiliz milletine karşı kin ve öfke duyguları doğmamıştı. Dış
politikada Ülke çıkarları yerine kişisel sempati içinde düşünmekteler. Tıpkı
Osmanlı Devleti devletinin dış politika anlayışı gibi davrandıkları görülmekte.
Birinci Dünya savaşında Amerika
ile hiç savaşmamış olan Osmanlı Devleti Lozan Antlaşmaları görüşmelerinde,
Amerikan heyeti tarafından, ABD, vatandaşlarının Türkiye'de uğradığı zararlara
karşılık 55 milyon dolar götürü ödeme ister. ABD'nin zarar ziyan isteği ise,
ancak 1934 yılında birçok pazarlıklar sonucu çözülebilecektir. Türkiye, 28
Eylül 1934'te 13 taksitte faizsiz 1,3 milyon dolar ödemeyi kabullenir. Türkiye,
taksitleri ödemeye başlar. Amerika Devleti tarafından atanan Avukat Nielsen de
ABD'de bu parayı hak sahipleri arasında paylaştırmaya koyulur. Nielsen, 1937
yılında görür ki. 33 hak sahibi vardır ve bunlara ödenecek zarar ziyan ancak
899 bin dolara ulaşmaktadır! Türkiye'den 400 bin dolar fazla para alınmıştır.
Nielsen, fazla paranın Türkiye'ye geri verilmesi söyler. Bunun üzerine, ABD
Hükümeti, 13 taksitte ödenen, borcun 1948 yılında değil de 1944 yılında sona
ereceğini Büyükelçi Münir Ertegün'e bildirir. Büyükelçi, “ABD Hükümetinin
cömertliğine, hakseverliğine ve ahlâk dürüstlüğüne karşı duyduğum derin
hayranlığı belirtecek kelime bulamıyorum. Meslek hayatınım en mutlu günü” der.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük
Söylev de ‘Yerli Azınlıklar Örgütleniyor’ bölümünde: Yerli Azınlıklar
Örgütleniyor, bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar
gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye,
devleti bir an önce çökertmeye çalıştıklarını, İstanbul Rum Patrikhane’sinde
kurulan Mavri Mira Heyeti, illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları
ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç’ı ve Resmî Göçmenler
Komisyonu, Mavri Mira Heyeti ‘nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevlendirildiğini
ve Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Heyeti ile birlikte çalıştığını söylüyor.
Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum
hazırlığı gibi ilerlediğini, Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş
olan ve İstanbul’daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiçbir engelle
karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalıştıklarından bahsediyor.
Osmanlı Devleti’nin artık tek
başına varlığını ve bağımsızlığını sürdüremeyeceğini düşünen eski Almanya
yanlısı bazı aydınlar da Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak,
azınlıkları bahane edilerek büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
karışmasını önlemek, adaletli ve sürekli bir yönetim kurarak ülkenin
geliştirilmesine katkıda bulunabilmek, bunun için yabancı sermayeden ve yabancı
uzmanlardan yararlanabilmek amacıyla Wilson ilkelerine sarıldılar. Wilson
Prensipleri Cemiyetinin kuruluşundan sonra İstanbul gazetelerinin bir kısmında
menfi yazılar yayınlanmaya başladı. Sabah, Serbesti ve Minber ’de çıkan
yazıların ortak noktası Amerikan Mandası idi. İstanbul’da erkekli kadınlı ileri
gelen bir kısım kimseler de gerçek kurtuluşun Amerikan mandasını sağlamakta
olduğu görüşünde olduklarını açıkça belirtmekte idiler. Güçlünün yanında
olunmalı mantı ile, Almancı olan İttihat ve Terakki taraftarları, Almanya’nın
yenilmesi üzerine ABD ’ci olmuşlardı. İsmail Fazıl Paşa 7 Eylül Pazar, saat
14.30’daki Sivas Kongresi üçüncü oturumda arkadaşlarıyla hazırladığı önergeyi
sundu. “Bir yabancı devletin ve özellikle Amerika’nın yardımını sağlamak” tan
bahsetti. Yani ABD mandasının kabulünü önerdi. Önergenin altında kongreye
katılan 38 delegeden 25’inin imzası vardı.
Mustafa
Kemal Atatürk’ün Büyük Söylevde ‘Genel Durumun Dar Bir Çerçeve İçinden
Görünüşü’ bölümünde, anlattıktan sonra Osmanlı devleti ve Aydın kişilerin
kurtuluş için Devleti kurtarıp yeni Devlet kurma fikrinde yoksunlar ve bu konu
da düşünceleri üç türlü kararın ortaya atılmış olduğunu söyler. Bunlarda:
‘İngiliz Mandasını İstemek’, ‘Amerikan Mandasını İstemek’ ve ‘bölgesel kurtuluş
çarelerine başvurmaktır’. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan
kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin bölüşüleceğini oldu bitti kabul ederek,
kendi başlarını kurtarmaya çalıştıklarında bahsetmekte.
Atatürk Ülkenin geleceği ile
ilgili düşüncelerin yani kendi kararını açıklıyor: “Efendiler, ben bu
kararların hiçbirinde uygunluk görmedim. Çünkü, bu kararların dayandığı bütün
deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte,
Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri
tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu
kalmıştı. Son mesele bunun da bölüşümünü sağlamaya çalışmaktan ibaretti.
Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi
anlamı kalmamış bir takım boş sözlerden ibaretti.”
Millî Mücadele bir var olma yok
olma mücadelesiydi. Mustafa Kemal Paşa ile öteki öncü kadronun yol arkadaşlığı
böyle hayati bir süreçte gerçekleşmiş, aralarında ortaya çıkan birtakım
anlaşmazlıklar, dönemin birleştirici havası nedeniyle erken bir ayrılığa
dönüşmedi.
Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle
yeni Türkiye devletini inşa etmek için düşündüklerini hayata geçirmesi
sürecinde bir yol ayrımına gelinecekti.
Yol arkadaşlığını sona erdiren
gelişmeler Millî Mücadele devam ederken baş gösteren anlaşmazlıklar neticesinde
değil, Mustafa Kemal Paşa’nın, ‘milli sır’ çerçevesinde saklı tuttuğu
fikirlerini uygun zaman ve zeminde hayata geçirmeye başlaması, fikirleri
dikkate alınmayan arkadaşlarının ise kendilerini dışlanmış hissetmeleri
neticesinde yaşanacaktı.
Mustafa Kemal Paşa ile Millî
Mücadele süresince birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile yol ayrımına
Cumhuriyet’in ilanı sürecinde gelmişti. Bu noktada daha önce Sivas Kongresi
sırasında Saltanatın kaldırılması ile gelinmişti.
Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü Yrd. Dr. Yavuz Özdemir, ‘İngiliz Yarbayı Rawlinson Mustafa
Kemal Görüşmeleri’ makalesinde; 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros
Mütarekesi’nin Maddeleriyle Osmanlı Devleti'ni fiilen sona erdiren, oldukça
elastiki bir mahiyet taşıyan ve Bağlaşık Devletlerin aralarında imzaladıktan,
paylaşma projelerini gerçekleştirmek yolunda onlara imkanlar tanıyan, daha çok
bir teslimiyet belgesi olan Mondros Bırakışmasının söylemine uygun olarak
uygulatılması ve olabilecek girişimlerden haberdar olunması için bilhassa
İngiltere Hükumeti Anadolu'da bölge temsilcilikleri kurmuştur.
“Osmanlı Hükümeti’nin de bölge
temsilcilikleri kurulması konusunda olurunu alan İngiltere, söz konusu
temsilciliklere atamalar yapmaya başlamıştır. Samsun'a Yüzbaşı Perring'i,
Trabzon'a Yüzbaşı Farel'i atayan İngiltere, Anadolu'nun hem kilidi hem anahtarı,
Trabzon-İran yolunun üzerinde, transit karayolu ile Kafkasya bağlantısı bulunan
Erzurum'a oryantalist, asker, diplomat ve politikacı kişileriyle ünlü bir
aileden, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğeni Yarbay Alfred Frederick
Rawlinson'u atamıştır. (10)”
Rawlinson'un Erzurum da ki gizli
görevleri ise; bağımsız bir Ermenistan kurulması olanaklarını araştırmak ve
Türklerin elinde bulunan silahlarını teslim etmelerini sağlamak ve bu silah ve
cephaneleri Kafkas Ermenilerine götürerek teslim etmek ve Anadolu'da olup bitenleri
yakından takip ederek raporlamaktır.
Rawlinson, İngiltere de ki
siyasetçilerin düşledikleri ve çıkarları doğrultusunda açık ve gizli
görevlerinin kendisine yüklediği misyonu gerçekleştirebilmek amaçlarıyla
Erzurum'da faaliyetler yürütmekteydi. Rawlinson verilen görevleri yerine
getirebilmesi için, Amasya Genelgesi ile kendisine tehlikede gördüğü Mustafa
Kemal ile görüşme yapabilmekti. Bu
görüşme 9 Temmuz 1919 tarihinde oldu. Bu görüşme sırasında;
“İngiliz, gizli servis görevlisi Rawlinson; İşittiğime göre, burada yarın bir kongre
açacak imişsiniz?
Dedi.
Paşa; kesin bir sesle:
- Evet milletçe açılması takarrür
etmiştir.
Dedi ve muhavere karşılıklı şöyle
devam etti.
Rawlinson
-Açılmaması daha münasip
olacaktır.
Mustafa Kemal Paşa
- Kongre muhakkak toplanacak ve
gününde açılacaktır. Millet buna karar vermiştir. Açılmamasını tavsiye eden mütalaamıza
hâkim olan sebepleri bile sormayı lüzumlu görmüyorum.
Rawlinson
-Fakat, hükümetim, bu kongrenin
toplanmasına müsaade edemez.
Mustafa Kemal Paşa
- Ne hükümetinizden ne de sizden müsaade istemedik ki, böyle bir müsaadenin, verilip verilmeyeceği bahis mevzuu olsun.
- Ne pahasına olursa olsun kongreyi açacağız.
Diyerek yerinden kalktı
ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğenine kesin bir şekilde:
-Mülakatımız burada bitmiştir.
Diyerek dışarı çıkması
gerektiğini anlayan Rawlinson, Mazhar Müfit kapıyı gösterdim ve muhakkak ki,
Paşa'nın muhataplarını esir halinde tutan yüksek iradesinin sevk ve tesiri
altında Rawlinson açtığım oda kapısından ağzından tek kelime çıkmadan ve sapsan
bir yüzle basıp gitti. Diye anlatmakta.
İstanbul’un işgal edilmesi
üzerine Mustafa Kemal ilkin İngiliz Kuvvetlerinin Batı Anadolu’da stratejik
yerlerden çıkarılması ve silahsızlandırılması yönünde emir vermiş, ardından da
İstanbul’da tutuklanan ve Malta Adasına sürülen milletvekillerini kurtarmak
için misilleme yaparak, Anadolu’da bulunan bütün İngiliz Subaylarının
tutuklanmasını emretmiş ve eğer 10 gün içinde Malta’da bulunan asker ve sivil
aydınlar serbest bırakılmazsa İngiliz Subaylarının ’da Ankara’da Ulus
Meydanında kurşuna dizileceklerini bildirmiştir.
Bunun üzerine, 16 Mart 1920'de
İstanbul'un Müttefiklerce resmen işgali ve bazı milletvekillerinin tutuklanması
üzerine, İtilaf Komiseri ve İngiliz gizli servis görevlisi Rawlinson, rehin
olarak Erzurum'da tutuklanmıştır.
Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak ‘Atatürk
ve Meclis’ makalesinde şunları aktarır. “Goethe der ki; "En mutlu
insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir." Bu
deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır. 1923'de
gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini
1907'de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz.
O tarihte Selânik'te tanıdığı bir
Türkolog ve olan Malikofa şunları söylemiştir. "Gün gelecek şimdi
hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum
millet bana inanacaktır.
Sultanlık kaldırılmalıdır,
devletin yapısı mütecanis bir temele dayandırılmalıdır. Din ile devlet
birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine
yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni
bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız.
Latin alfabesi kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya
yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız."
Bu tarihten tam bir yıl önce de
Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a ilerde Misak-ı Millî ‘de
gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti. Mustafa Kemal 1919'da
da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit'e Türkiye'nin bir cumhuriyet
olacağını "millî sır olarak" tevdi etmişti.
Bütün bunlar gösteriyordu ki
Mustafa Kemal, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zikzağa yer vermeden düpedüz bir
çizgide birleştirebilmiştir.
Bu olağanüstü görünüş mutlu bir
rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli
bir ürünü müdür? Şüphe yok ki, bu ikincisidir.” [11]
“Yalnız en yakın arkadaşlarına,
zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti. İstanbul’da da
‘Cumhuriyet yapacaklar, Cumhuriyet!’ diye bağıran Ali Rıza Paşa gibi bazı keskin
görüşlü devlet adamları bunu anlamışlardı. Fakat Mustafa Kemal onlara yalnız inkılapçı
değil, aynı zamanda, kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşacağının anlaşılmış
olması gerekliliğini bilerek bizlere büyük bir diplomat olduğunu
göstermiştir.” [12]
Cumhuriyet’in ilanı süreci de
işte bu yol ayrımının gerçekleştiği nokta olacaktır.
Osmanlı
İmparatorluğu Ne Yapıyor
Mustafa Kemal, İstanbul’un işgal
edilmesi ile, valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara’da
toplanacak olağan üstü yetkilere sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini
bildirdi. Prof. Dr. ve Siyaset İnsanı Muzaffer Utkan
Kocatürk ‘Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’ kitabında şöyle
devam eder: “Sonuçta 23 Nisan 1920’de, yurdun her bölgesinden gelen millet
temsilcileriyle Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal,
millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis’e ve onun hükûmetine de
başkan seçilerek, artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî,
siyasî ve sosyal lideri oldu.”
Millet Meclisi’nin açılmasına,
millî bir hükûmetin kurulmasına karşın Padişah ve Hükûmeti, 10 Ağustos 1920’de
İtilâf Devletleriyle Sevr Antlaşması’nı imzalayarak dış düşmanlarımızla
birleşmiş ve Millî Mücadele’yi geniş ölçüde baltalamak yollarına sapmıştı.
Anadolu’da ki millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, yer
yer isyanlar çıkartılıyor, başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî Mücadele
kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu.” [a.g.e]
Meclisin
Kurulması
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1.
Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının ardından, Mondros Mütarekesi'ne rağmen
ülkenin işgal edilmeye başlanması üzerine Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da
Samsun'a çıktı.
Amasya Tamimi ile Erzurum ve
Sivas kongrelerinde alınan kararlar, ''ulusun egemenliğini yine ulusun
sağlayacağı'' nı ortaya koydu.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında
Ankara, kısa bir süre için İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal
edildiğinde küçük bir Fransız müfrezesi, henüz çatısının bir bölümü örtülmemiş
olan bu binaya yerleşmiş, ancak 27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın
Ankara’ya gelmesi üzerine binayı boşaltarak kenti terk etmiştir.
Mustafa Kemal Nutuk da Meclis
için şunları söylüyor: “Milletin mukadderatına hâkim bir millî iradenin, ancak
Anadolu’dan doğabileceğini belirttim. Millî iradeye dayanan bir Millet
Meclisi’nin meydana getirilmesini ve gücünü millî iradeden alacak bir hükûmetin
kurulmasını, kongre çalışmalarının ilk hedefi olarak gösterdim”.
1919 sonbaharında yapılan
seçimlerden sonra Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920'de, 168 üyesinden
162'sinin katılımıyla toplandı. Mustafa Kemal, Erzurum mebusu seçilmişti ancak
o Ankara'da kaldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yanlısı milletvekillerinin
çoğunlukta olduğu bu Meclis, 28 Ocak 1920'de yaptığı gizli oturumda
Misakımilli'yi kabul etti.
İstanbul'un 16 Mart'ta işgali ve
Millî Mücadele yanlılarının tutuklanmaya başlamaları üzerine milletvekilleri ve
aydınlar, Ankara'ya kaçmaya başladı.
Mebusan Meclisi de 18 Mart'ta son
kez toplanarak, Meclisin süresiz olarak tatil edilmesini kararlaştırdı.
Mustafa Kemal, 19 Mart 1920'de
yayımladığı genelgeyle “Ankara'da olağanüstü yetkili bir Meclisin”
toplanacağını duyurdu.
Genelgede, ''Ulusun
bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak önlemleri düşünüp
uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki verilecek bir Meclisin Ankara'da
toplantıya çağrılması ve dağıtılmış olan mebuslardan Ankara'ya gelebileceklerin
de bu Meclise katılmaları'' istendi.
23 Nisan 1920'de Osmanlı
Devleti'nin İtilaf Devletleri'nce işgaline direniş göstermek
üzere kurulan, asli görevi yürütmeyi denetlemek olan
ve yasama erkini kullanan Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal
devlet organıdır. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin varoluşunun temel dayanağını oluşturur.
Meclisin 24 Nisan 1920 günü
yapılan ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa oy birliğiyle Meclis
Başkanlığına seçilmiş olan, Mustafa Kemal Paşa bu toplantı da uzun ve anlamlı
bir konuşma yaparak; “Artık Yüce Meclisin üzerinde bir güç yoktur.”
diyerek Meclisin önemini vurgulamıştır.
“23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan
ilk Büyük Millet Meclisi, ‘Kuvayi Milli ye Ruhu’ nu temsil eden bir meclisti. Ne demekti ‘Kuvayi Milliye ruhu’? Ulusal güçlerin
bütün milletçe benimsenme ve özümsenmesinden oluşan bir ruh, ulusal bir
kükreyiş demektir.”
23 Nisan 1920 Meclis hükûmetinden
29 Ekim 1 923 Cumhuriyeti'ne tek bir sıçrayışta varılmadı. Birinci Meclis'ten
İkinci Meclis'e, İkinci Meclis'ten Cumhuriyet'e giden yol üzerinde birbirini
izleyen ve birbirini güçlendiren aşamalar vardır. Genel olarak kamusal ve yasal
nitelikteki bu aşamalar bilinmeden Cumhuriyet'in kuruluşunu bütünüyle görüp
kavrama olanağı olunamaz.
İlk Büyük Millet Meclisi
olmasaydı, daha doğrusu, bu Meclis ulusal egemenlik yolunda yüklendiği görevi
başarıyla yerine getirmeseydi, Cumhuriyet kurulabilir miydi?
Meclis'in ilk açıldığı gün olan
23 Nisan 1920'den 1Ocak I929 tarihine kadar her üç mecliste türlü görevlerde
bulundu. Bunlar Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci
Meclis, "Millî Mücadele Meclisi”, İkinci ve üçüncü Meclis ise
"Siyasal ve toplumsal devrim meclisleridir”. [13]
Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk
ilan edildiğin de kendisine hedef olarak “Cumhuriyet'in kurulmasını” değil.
Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, yurdun düşmandan kurtarılması olarak
belirlemişti. Büyük taarruzun başlaması ve İzmir'in kurtarılmasından sonra
olaylar hızla değişecek, gelişecek ve asıl olan Cumhuriyet'e varılacaktı.
Mustafa Kemal Paşa ile Millî
Mücadele süresince birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile yol ayrımına
Cumhuriyet’in ilanı sürecinde gelmişti. Bu noktada daha önce Sivas Kongresi
sırasında Saltanatın kaldırılması ile gelinmişti.
Saltanatın 1 Kasım 1922’de
kaldırılması ile ülkenin yönetim şekline ilişkin tartışmalar başlayacak,
Türkiye Devleti’nin uluslararası düzeyde tanındığı 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan
Anlaşması sonrasında, rejimin adının konulmasına gelecekti.
Büyük
Taarruz
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacaklarının üstünde
yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız
gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na
atlayacaktı.
“Nazım Hikmet -Kurtuluş
Savaşı Destanı’ndan”.
Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan
1920 günü açılmasıyla, fiili tasfiye süreci başlayan Osmanlı Hanedanının
siyaset sahnesinden çekilmesine giden yol, ilk aşamada 26 Ağustos 1922 günü
sabahın ilk anlarında başlayan Büyük Taarruz ile başladı, son aşamasına Kurtuluş
savaşı ile geldi.
Türk İstiklâl Harbi; Türk
Milleti’nin maddi ve manevi tüm varlığı ile yapmış benzeri olmayan bir savaştı.
Bu savaşta millî güç unsurlarının tamamı uygun bir şekilde kullanıldı. 26
Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922’de yapılan Başkomutan
Meydan Muharebesi ile Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğratıldı. Takip
Harekâtı ile aralıksız kovalanan düşman kuvvetleri denize döküldü.
İstiklal Savaşını üç aşama olarak
değerlendirebiliriz.
“Birinci aşama stratejik
çekilme safhası olup, düşman ana merkezinden ve lojistik kaynaklarından
uzaklaştırılmıştır. Bu sırada icra edilen muharebelerle düşman yıpratılma
yöntemiyle şaşırtılarak geri çekilmesi sırasında, askeri gereklilik içinde
çekilme düzeni sağlanamadığı için dağılmış ve fazlasıyla zaiyat vermişlerdi.
İkinci aşama stratejik
savunma safhası olup, Türk Ordusu Sakarya Meydan Muharebesinde 100 km’lik cephe
30 km’lik bir derinlik içerisinde, 23 Ağustos- 13 Eylül 1921 tarihleri arasında
21 gün ve gece aralıksız ve adım adım devam eden bir mücadele ile Yunan
ordusunu yenmiştir. Sakarya Zaferi ile ordunun ve milletin morali yükselmiştir.
Üçüncü aşama ise 1922
yılında icra edilen stratejik taarruz safhasıdır. 26 Ağustos 1922’de başlayan
Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922’de yapılan Başkomutan Meydan Muharebesi ile
beş gün içerisinde neticelenmiş ve Yunan kuvvetleri kesin bir yenilgiye
uğratılmıştır. Daha sonra Takip Harekâtı ile kalan düşman kuvvetleri denize
dökülmüştür.” [14]
Sakarya Meydan Savaşı’nın en
önemli sonucu sonra hızla askerî ve siyasi hazırlıklara başlayan TBMM Hükümeti,
20 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma oldu.
Fransa Türkiye’ye karşı katı politika izleyen İngiltere’den yolunu ayırarak,
Ankara ile iş birliğini seçti. İtalyanların daha önce Temmuz 1921’de Antalya
bölgesinden çekilerek, Yunanistan’a karşı Ankara’yı destekleyen tavrıyla
birlikte değerlendirildiğinde, işgalciler arasındaki anlaşmazlıkların su yüzüne
çıkmaya başladığı anlaşılıyordu. Türk ordusunu bir sene içinde savunma
düzeninden süratle taarruz edebilecek bir duruma getirdi. Türk ordusunun silah,
araç ve gereçteki eksikliği, çok iyi planlama ile giderildi. 25 Ağustos 1922
günü Fahrettin Paşa (Altay) komutasında ki 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları
üzerindeki, Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak
düşman hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar
sürdü. Büyük taarruz başlamıştı.
Bu safha İstiklâl Harbi’nin
neticelenmesi bakımından olduğu kadar, harp prensiplerinin tam olarak
uygulamasına çok önemli bir örnek teşkil etmesi bakımından da her yönü ile incelenmeye
değer bir millî savaşımızdır
Mudanya
Mütarekesi veya Mudanya Ateşkes Antlaşması
İstiklal
harbini Mudanya mütarekesine götüren olaylar ve Mütareke Teklifleri ve Paris
Müzâkereleri:
“Sakarya meydan muharebesinden sonrası
Türk ordusunun üstünlüğünü gören İtilaf Devletleri, Yunan ordusu kesin bir
yenilgiye uğramadan önce, kendi lehlerine çözülebilecek bir barış için çareler
aramaya başladılar, 22 Mart 1922'de mütareke, 26 Mart 1922'de de "Paris Mukarreratı"
(eskimiş alınan kararlar,
kararlaştırılmış şeyler). 18 May 2022 adını verdikleri barış
tekliflerini İstanbul, Ankara ve Atina'ya göndererek üç hafta içinde bir
konferans toplanmasını istediler.” [15]
Orhan Hülagü,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisinde yayınlana ‘Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim
1922)’ makalesin de olayları şöyle aktarmakta; “İtilâf devletlerinin bu
notasına Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 5 Nisan 1922’de bazı şartları
ihtiva eden cevabını bildirdi. İtilâf Devletleri 15 Nisan 1922'de bu notaya, olumsuz
cevap verdi. İtilâf Devletleri bundan sonra ilki 4, İkincisi de 7 Eylül’de
olmak üzere, iki defa daha mütareke için teklifte bulundular. Bu sırada 9
Eylül'de İzmir, 11 Eylül’de Bursa'yı geri alan Türk Orduları Trakya'yı
kurtarmak üzere İstanbul ve Çanakkale istikametlerinde harekâta devam
ediyorlardı. 20-23 Eylül 1922 tarihlerinde, bir araya gelen Fransız başbakanı
Poincare, İngiliz Dışişleri bakanı Lord Curzon ve İtalya'nın Paris büyükelçisi
Comte Sfortza, Edirne ve Doğu Trakya'nın Türkiye’ye geri verilmesini teklif
eden ortak bir notayı imzalayarak aynı gün İzmir'de bulunan Başkomutan Mustafa
Kemal Paşa'ya gönderdiler.” General Pellè ve Franclin Bouillon ’un İzmir'de Baş
Komutan Mustafa Kemal Atatürk ile Buluştular.
Türk Ordusu, 9 Eylül 1922
tarihinde İzmir ve Bursa'nın kurtarılmasından sonra, yenilgiye uğrayan
Yunan ordusunu takip eden Türk orduları ve Çanakkale’de tarafsız bölge üzerinden
İstanbul boğazlarına doğru ilerlemeye başladı. Türk Kıta’ları ile İngiliz
kuvvetleri arasında bir çatışma ihtimali belirince, İstanbul'daki Fransız Yüksek
Komiseri General Pellè, acele İzmir'e giderek, 19 Eylül 1922 Pazartesi günü,
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. (Türk Orduları, İtilaf devletlerinin
tarafsız bölge dedikleri yerdeki ilerlemeleri, tarihte ‘Çanakkale Krizi’
diye anılacaktır.)
Hülagü yazısına devam ediyor. “İstanbul
hükümeti ile İtilâf Devletleri arasında yapılan bir anlaşma gereğince, Boğazları
da içine alan bölgenin tarafsız bölge haline getirildiğini, Türk birliklerinin
bu bölgeye girmesinin çatışmaya yol açabileceğini söyleyen Pellè ‘ye, Mustafa
Kemal de verdiği cevapta, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin I. Dünya
Savaşı’na giren hükümet olmadığını ve bu hükümetin tespit ettiği hayati
noktalar bulunduğunu belirtmiştir. Böyle bir tarafsız anlaşmadan da haberi
olmadığını, ayrıca İstanbul Hükümetinin imzaladığı Mondros Mütarekesi'ne,
Yunanlıların Anadolu'yu işgaline izin vererek, bizzat İtilaf Devletleri'nin
uymadığını belirtti. Dolayısı ile Türk birliklerinin Edirne ve Trakya'yı
Yunanlılardan temizlemek için harekâtını sürdüreceğini açıkladı, Franclin
Bouillon da İzmir'deki Fransız başkonsolosu aracılığı ile Mustafa Kemal
Paşa'ya gönderdiği telgrafta, 25 Eylül 1922'de kendilerine mülâki olmak üzere
hareket edeceğini bildirdi ve yapılacak bütün harekât veya alınacak bütün
kararlardan önce, kendisinin beklenmesini rica etti. Müttefik işgal ordusu ve
İngiliz kuvvetleri başkomutanı General Harrington ise 26 Eylül 1922 tarihinde
doğrudan doğruya Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği telgrafında,
müzakerelere kadar Türk birliklerini tarafsız bölge dışına çekmesini istiyordu.”
Mustafa kemal Paşa’da şimdiye kadar Büyük Millet Meclisi Hükümetinin tarafsız
bir bölge tanımamış olduğunu ve İtilâf Devletleri’nin Yunan ordusunun işgalinde
bulunan Trakya’ya geçmekten Türkleri menedeceklerini düşünmemiş olduklarını
zannettiğini söylemiştir.
Boğazlar meselesini İstanbul’un ve
Marmara’nın emniyeti istihsal edilmek şartı ile alakadar devletlerle her zaman
görüşmeye hazır olduklarını ve Boğazlardan gelip geçisin serbestliğinin kabul
edildiğini bildiren ve düşman ordusunu Trakya’dan bertaraf etmek bu meseleyle
alâkadar telakki edilmemesi gerektiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, İtilâf
Devletleri İstanbul’a girilmesini menetmezlerse orada hiçbir hadiseye meydan
bırakmamak için lâzım gelen bütün tedbirlerin alınacağını söylemiştir. İtilâf
Devletleri’nin Yunanistan’ı Trakya’dan uzaklaştırmaları halinde ise sadece
memurların gönderilmesi ve büyük kuvvetler geçirmemek kaydı ile meselenin
halledilebileceğini, zira Trakya’yı Yunanistan, TBMM Hükümetine teslim ederse
büyük kuvvet geçirmeye lüzum kalmayacağını ve askerî harekâtı bugünkü vaziyette
durdurarak bir konferansa intizar etmenin Türk menfaatlerine uygun olmayacağını
ifade etmiştir.
Büyük Taarruz ’un zaferle sona
ermesi üzerine İtilâf Devletleri, TBMM’ne mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Görüşmeler
3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı.
Görüşmelerde TBMM
hükûmetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil
ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler
boyunca Mudanya'da bulundular. Birleşik Krallık'ı General
Harrington, Fransa'yı General Charpy ve İtalya'yı da General
Mombelli'nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili
durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay
Sariyannis'i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere
doğrudan doğruya katılmayıp Mudanya açıklarında bir Britanya gemisinde
beklediler.
Zaman zaman gergin anların
yaşandığı, hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu ve Türk ordusunun
yeniden harekât hazırlıklarını giriştiği mütareke görüşmeleri 11 Ekim 1922
tarihinde uzlaşmayla sonuçlanmıştır.
Mudanya
Mütarekesi veya Mudanya Ateşkes Antlaşması, Kurtuluş Savaşı'nın
sonunda imzalanan mütarekedir. Osmanlı
İmparatorluğu bu mütarekeyle beraber hukuken sona erdi. TBMM Hükümeti'nin
de ilk siyasi zaferi ve İttifak devletleri tarafından tanınması demek olduğudur.
Lozan
Konferansı ve Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)
Lozan’da Görüşülen Konular: Yunanistan ile Türkiye
Arasındaki Sorunlar (Azınlıklar, Patrikhane, Savaş tazminatı)
Türkiye ile Diğer Devletler
Arasındaki Sorunlar (Suriye, Irak, batı sınırı, Boğazlar, Musul Sorunu, Kapitülasyonlar,
Osmanlı Borçları, Yabancı Okullar)
Konferansa Katılan Devletler: Türkiye, İngiltere (Kapitülasyonlar,
Dış Borçlar, Musul Sorunu), Fransa (Ekonomik çıkarlar), İtalya (Ekonomik
çıkarlar), Yunanistan (Trakya Sınırı, Ege Adaları), Japonya (Boğazlara Yönelik
Çıkar), Romanya (Ekonomik çıkar), Yugoslavya (Ekonomik çıkar), Rusya (SSCB)
(Boğazlar), Bulgaristan (Boğazlar, Trakya sınırı, ABD (Gözlemci sıfatıyla
katıldı)
Türkiye’nin Konferansa Hazırlık
için asıl konuları. Ermeni devletinin kurulması ve kapitülasyonlar konusunda
asla taviz verilmeyecek, diğer konular görüşmelerde karşılıklı konuşma ile
halledilmesi kararı alıyor.
28 Ekim’de İtilaf Devletleri,
İsviçre’nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara
hükümetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM,
İstanbul Hükümeti’nin
tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamıştır.
1 Kasım tarihli toplantıda
Mustafa Kemal’in hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim
gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle,
kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve
saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri
sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık
dur diyerek, hakimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor.
Diyerek müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Mustafa
Kemal’in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması
kararına karşı çıkmışlardır.
Euro News Web sitesi de 24
Temmuz 2023 tarihinde Sertaç Aktan’ın ‘Lozan Antlaşması nedir? 100 yıldır
neden hala tartışılıyor? Antlaşmanın gizli maddeleri var mıydı?’ yazısında
bizlere şunları aktarmakta:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
uluslararası hukuki temelini oluşturan antlaşmanın müzakerelerine 20 Kasım
1922'de İsviçre'nin Lozan şehrinde başlandı. 24 Temmuz 1923'e kadar geçen 8
aylık süre içerisinde çetin müzakereler sonucunda imzalandı ve Sevr Antlaşması'nın
yerini aldı.
Kimine göre Sevr sonrası yoktan
var edilen büyük bir zafer olarak kimine göre Misak-ı Milli (Milli
Yemin) ödünler veren bir 'masa başı yenilgisi' olarak görülen Lozan'a
ilişkin tartışmalar hala devam etmekte.
İngiltere'nin içinde olduğu bir
müzakere ortamında savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan ABD'nin ortaya
koyduğu 'Wilson İlkeleri'ne aykırı hareket edilmesi düşünülemez.
1918'de açıklanmış olan bu
ilkelerin ilk maddesi de uluslararası antlaşmalarda gizli maddelerin olmaması
veya gizli şekilde uluslararası antlaşmalar yapılmamasıdır.”
Bunun içinde, Lozan Antlaşması da
gizli maddeler var iddiaların da asılsız kalmaktadır.
Lozan, 1912 ve 1922 yılları
arasında 10 yıl süren önce Balkan savaşları ardından Dünya Savaşı ve ardından
Millî Mücadele ile bitap düşmüş bir halkın olabilecek tüm kozlarını ortaya
koyduğu bir antlaşma oldu.
9 Eylül 1922'de İzmir'e girerek
savaşa noktayı koyan Mustafa Kemal Paşa komutası altındaki ordu, vazifesini
yerine getirmiş geriye eli güçlü şekilde masaya yeniden oturarak devletin ve
milletin geleceğini garanti altına almak kalmıştı. Bu bağlamda da Lozan
Antlaşması Türkiye için, buhran sonrası ayağa kalkarak evini yeniden inşa eden
bir halkın tapu senedi” diyebilmekteyiz.
Mudanya sözleşmesi ile Lozan
görüşmelerinin başlaması arasında geçen 40 gün içerisinde ise saltanat
kaldırılarak Osmanlı devletinin resmen sona erdiği ilan edildi. Yeni doğan ‘Türkiye
Cumhuriyeti’ devletini, Diğer Ülkelerin kabulü ve tapusu olarak
verilişinin kabulü, ne kadar sağlam temeller üzerine inşa edileceği de Lozan'da
belirlenmiş oldu.
Sözcü gazetesin ’den Saygı Öztürk
25 Temmuz 2023 tarihli yazısında ‘Para için dizlerimize kapanacaksınız’
isimli yazısın da Nazmi Kal, 15 Ekim 1973'de TRT'deki programında İnönü'ye
Lozan görüşmeleri günlerini soruyor. İsmet İnönü, “Batılılar, Lozan'ı istemeseler
de zorlan kabul etti” diyor. Celal Bayar da “Daha fazla ısrar etseydik,
zaferimiz tehlikeye girerdi” görüşünü dile getiriyor.
İnönü, Lozan da ki tarihi olayı
şöyle anlatıyor:
“Lozan'da İngiliz delegesi Lord
Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. Konuşmamızı hiçbir zaman aklımdan
çıkarmadım. İngiliz delegesi Lord Curzon ‘Lozan Muahedesinden (antlaşmasından)
memnun ayrılmıyoruz. Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket
alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir
bunda var (Amerikan delegesini işaret etti), bir bende var. Geleceksiniz
para isteyeceksiniz, diz çökeceksiniz… Reddettiklerinizin hepsini cebimden
çıkarıp size göstereceğim' dedi. Bunu hiçbir zaman unutmam.
Ben de kendisine şu cevabı
verdim: ‘Bizim burada istediklerimiz, müstakil (bağımsız), medeni bir devlet
olarak onun bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin edelim, sulh olsun,
gelirsem size, istediğinizi yaparsınız.
Nazmi Kal, “Bu sözleri söylerken
güvendikleri neydi?” diye soruyor. İnönü'nün cevabı şöyle oluyor:
“Güvendikleri bunlar (devrimler)
yapılmayacaktır. Türkiye içinden birçok keşmekeşlere girecektir. Bu
karışıklıklar içinde adalet müşavirleri, kabotaj hakkının ancak iki sene
sürmesi, özetle kapitülasyonlara ait diğer meseleler fiilen kendi kendine
sürüklenip giderek eski rejim iade olunacak diye düşünüyorlardı. Bu ümit sonuna
kadar onlarda yaşadı. Ama bu benim zihnimde daimî bir tehlike olarak belirdi,
yaşadı, taze bir halde durdu ve ben onu düşünerek idareye geçtim.
Mustafa Kemal Atatürk, Büyük
Söylev de Lozan antlaşması sonun da TBMM yaptığı ‘Yapılan Dört Barış Teklifi
Arasında Bir Karşılaştırma’ bölümünde ki açılamada; “Bu antlaşma, Türk
ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı
sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir.
Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zafer eseridir” sözleri ile
önemin belirtmiştir.
“Atatürk'ten Duymadığınız Anılar”
kitabının da yazarı olan Nazmi Kal ise şöyle değerlendiriyor:
“Lozan anlaşmasını tartışmaya
açmak Atatürk'ün kurduğu laik, çağdaş, demokratik Türkiye'nin temel taşlarını
oynatmak ve şeriat devletine kapı aralamaktır. Her Türk insanı Lozan
Anlaşmasını yapanlara minnet ve saygı duymalıdır.
Dün ve bugün ‘Keşke Yunan galip
gelseydi' diyecek kadar Kurtuluş Savaşı'nın önemini küçümseyen, çağdaş, modern,
laik Türkiye Cumhuriyeti'ni hiçbir zaman içlerine sindiremeyen padişah, hilafet
ve şeriat yanlıları, karşı oldukları bu yönetimin temelini atan Lozan
Anlaşması'na karşı çıkmaları çok normal. Çünkü Lozan onların hayallerini
yıktı.”
Cumhuriyetin
İlanı
Boğaz'dan az önce çıkmışlardı.
Bunu lacivert suların turkuaza dönüşmesinden bile anlayabiliyordu. Keyifle bir
sigara yakıp, sağa sola nazlı nazlı sallanan Bandırma'nın güvertesine çıktı.
İçine doldurduğu dumanı ufka doğru savurdu. Saltanatı kurtarmaya gidiyordu. Ama
aslında kafasında o güne dek hiç kimseye dillendirmediği çok ama çok farklı
düşünceler vardı.
16 Mayıs 1919 Cuma günü
öğleden sonra İstanbul Galata Rıhtımından Kaptan İsmail Hakkı (Durusu)
idaresindeki Bandırma Vapuru, Mustafa Kemal Paşa ve maiyetindekilerle
hareket ederek 19 Mayıs 1919 Pazartesi sabahı saat 08:00'da Tütün (Reji)
İskelesi'nden Samsun'a ulaştırmak suretiyle Millî Kurtuluş Mücadelesinin efsane
gemisi ile milli kurtuluş mücadelesi de fiilen başlamış oldu.
Mustafa Kemal’in ‘Büyük Söylev’ ‘de
anlattıklarını okumaya devam ettiğimiz de:
“Fethi Bey'in Başkanlığındaki
Hükümet ve üyeleri ile Çankaya'da yaptığımız toplantı sonunda, bakanların hep
birlikte imzalayarak bana verdikleri istifa yazısı şuydu:
Yüksek Başkanlığa
Türkiye Devleti'nin, karşı
karşıya bulunduğu önemli ve güç, iç ve dış meseleleri kolaylıkla çözebilmesi
için mutlaka çok kuvvetli ve Meclis'in tam desteğini kazanmış bir hükûmete ihtiyacı
olduğu kanaatindeyiz. Bu bakımdan yüce Meclis'in her bakımdan güven ve desteğine
dayanan bir hükûmetin kurulmasına yardımcı olmak maksadıyla, istifa ettiğimizi derin
saygılarımızla arz ederiz, efendim.
Efendiler, bu istifa yazısı, 27
Ekim 1923 Cumartesi günü saat 13.00'de başkanlığımda toplanan Parti Genel
Kurulu'na bildirildikten sonra, saat 17.00'ye doğru açılan Meclis oturumunda
resmen okunmuştur.
28 Ekim 1923… Türkiye Devleti,
bir hükümet kriziyle karşı karşıyaydı. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fethi Okyar
ve Kazım Özalp’i Çankaya Köşkü’nde yemeğe davet etti. “Efendiler, yarın
Cumhuriyet’i ilan ediyoruz” dedi. Yemekten sonra İsmet İnönü ve Mustafa Kemal
sabaha kadar Meclis’e sunulacak taslak üzerinde çalıştı. İki arkadaş,
Cumhuriyet için baş başa vermişlerdi. O gece Türkiye’nin kaderi ve yönetim
biçimi şekillendi… 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa)'nun
devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim: Birinci
maddenin sonuna "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli Cumhuriyettir"
cümlesini ekledim. Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim: "Türkiye
Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin
ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir."
Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye
Kanunu'nun temel maddelerinden olan sekizinci ve dokuzuncu maddelerle de
değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı:
"Madde- Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi
için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar
devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir."
"Madde- Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır.
Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder."
"Madde- Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve
Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine
Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi
birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama,
Meclis'in toplantısına bırakılır." Cumhuriyetin ilanına artık sadece
saatler vardı.
Mustafa Kemal Paşa, pazartesi
günü saat 10.00'da Parti grubu, Grup Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey'in
başkanlığında toplandı. Bakanlar Kurulu üyelerinin seçimi görüşmelerine
başlandı. Tartışmalardan sonuç alınamayınca, olayın çözümü bana bırakılmış ve “Bir
saat içinde, gereken kimseleri Meclis'teki odama davet ederek onlara 28/29 Ekim
gecesi hazırladığım kanun tasarısını gösterdim ve kendileri ile görüştüm.”
Demekte.
29 Ekim 1923… Parti Grubu
toplantısına son verildi ve hemen Meclis, saat 18.00’de toplandı. Genel Kurul
sıralarında 158 milletvekili oturuyordu. İnönü, Meclis’e Anayasa’nın birinci
maddesinin 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30'da değiştirilmesi teklifini sundu.
"Kabul!" sesleri üzerine, tutanak okundu. Bu öneri, Genel Kurul’da
büyük tartışmalara neden oldu. Kanun teklifi oy birliğiyle kabul edildi. Bütün
milletvekilleri ayağa fırlayıp dualar eşliğinde üç kez “Yaşasın Cumhuriyet”
diye bağırdı… Falih Rıfkı Atay, o anda Meclis’te yaşanan heyecanı şöyle
anlattı: “Oylamada yanımda bulunan Osmanlı’nın dahiliye vekili Hazım Bey’i hatırlıyorum.
‘Kabul edenler’ diye sorulunca iki elini birden kaldırdı.”
Saat 20:45’te Cumhuriyet ilan
edilmişti. Sıra Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı’nı seçmeye gelmişti.
Kapalı oylama yapıldı. Aslında aday da yoktu. Oturuma katılan 158
milletvekilinin aklında tek bir isim vardı: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk… Oylama
sonrası, Atatürk 158 oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Alkışlar arasında kürsüye
çıkan Atatürk, şu konuşmayı yaptı: “Sözlerini şöyle bitirdi: Daima milletin
sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti
mutlu, başarılı ve galip olacaktır.” Dualar okundu, oturum sona erdi…
Efendiler, Cumhuriyet'in ilânı,
bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri
yapıldı. Yalnız İstanbul'da iki üç gazete ve yalnız İstanbul'da toplanan bazı
kimseler, milletin genel ve samimî olan bu sevincine katılmaktan çekindiler. Endişeye
düştüler. Cumhuriyet'in ilânına önayak olanları eleştirmeye başladılar.
Efendiler, kesin zaferden sonra
İkinci Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet'i ilân ettiği zaman bile, Kâzım
Karabekir Paşa, İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını
ve şikâyetlerini ‘Cumhuriyet ilânını bize sormadılar’ şeklinde özetlemekteydi. Kâzım
Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin millet
tarafından olağanüstü yetkiler verilerek gönderilmiş üyelerden kurulu
olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin
koyduğu kanuna hem de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na karşı bulunduğunu ima
ediyor.
Ulusal savaşı ile birlikte
başlayan yolculardan bazıları, ulusal hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet
kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yeteneklerinin
sınırı aşılınca bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.”
“Paşa’nın partiler üstü ve
tarafsız lider olarak kalmasını isteyen kimi yakın çalışma arkadaşları (Rauf
Bey, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar) ile kimi gazeteciler (Hüseyin Cahit
ve Ahmet Emin) bu fikre karşı çıkmaktaydılar.” [16]
Mustafa Kemal Paşa ‘Büyük Söylev’
de ki sözlerine, Cumhuriyet sonrası İstanbul gazetelerindeki muhaliflerin
yazdıklarına karşı verdiği cevap.
“Bir başka gazeteci de ‘Efendiler,
acele ediyorsunuz!’ diye bağırmaya başladı.
Bu gazeteci efendi, millete şu
yolda jurnal veriyordu: ‘Bunalım yeni bir kabine kurulması şeklinde
giderileceği yerde, aksine son günlerin bütün gürültülerine rağmen, yine kimsenin
çok yakında ilân edileceğine ihtimal vermediği Cumhuriyet'in pek delilli
ispatlı, pek kesin ve pek acele olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.’
‘Cumhuriyet ilânının çok yakın
olduğuna ihtimal vermeyen yalnız kamuoyu değildi. Belki Ankara'da en önemli ve
en yetkili mevkilerde bulunan bazı kimseler de böyle bir ihtimali hatırlarına
bile getirmiyorlardı.’
Bu sözlerle itiraf edilmektedir
ki, son günlerin bütün gürültüleri, Cumhuriyet'in ilânına engel olmak içinmiş.
Böyle bir maksat güdenlerin ‘Kararların alınmasında acelecilik’ görmeleri
tabiiydi. Fakat memleket kamuoyunun da bu görüşte, kendileriyle birlikte olduğunu
sanmaları yanlıştı.
Lozan’dan üç ay sonra 24 Ekim’de
başlayan ve adeta bir senaryonun hayata geçirilmesi şeklinde cereyan eden
gelişmeler sonunda Cumhuriyetin ilanı, hukuksal olarak İkinci Dönem
Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’te
Ankara, Türkiye’nin hükümet merkezi oldu.
Artık mevcut rejimin isminin de
bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. İkinci
dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Ekim 1923 günü gerçekleşen
oturumunda Mustafa Kemal'in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin
kabul edilmesiyle Türkiye Devleti'nin yönetim
şeklinin cumhuriyet olarak belirlenmesidir. Böylece, Türkiye’nin
rejimi belirlenmiş oldu.
Yeni devletin başkentinin
seçilmesi ve cumhuriyetin ilanı ile kuruluş aşaması tamamlanmıştır.
“Mustafa Kemal Paşa'nın yıllardan
beri yüce ideali olan Cumhuriyet ne idi? Onu nasıl değerlendiriyordu? Neden
yeni bir devlet şekli olarak Cumhuriyeti seçmişti? Cumhuriyetin nitelikleri ne
idi?
Kendisinin de belirttiği gibi,
Cumhuriyetin ilanına kadar içinde sakladığı bu fikri açıkça ortaya koyamamış ya
imalarda bulunmuş ya da kendisine çok yakın birkaç kişi ile paylaşmıştı. Buna
rağmen, faaliyet ve düşüncelerinden dolayı daima Cumhuriyetçi olmakla itham
edilmişti.
Bundan dolayı, O'nun Cumhuriyet
hakkındaki net düşünceleri ve sözlerini 1923'den itibaren görmekteyiz.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
Paşa'nın, Cumhuriyetin ilanından sonraki tüm konuşmalarında; Cumhuriyet
Hükümeti, Cumhuriyet ordusu, jandarması, Cumhuriyet Merkez Bankası, Cumhuriyet
kanunları, Cumhuriyetin kuvveti şeklindeki ifadeleri özellikle kullandığını
görüyor.
Her şeyden önce şunu belirtmekte
yarar var ki, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa da 8 Mart 928'de Le Martin
Gazetesi muhabirine verdiği demeçte bunu açıkça belirtmişti. Türk demokrasisi,
tüm dünya demokrasi fikirlerini yayan Fransız İhtilali’ni açtığı yolu takip
etmiş ama, kendine has özelliklerle gelişmiştir.
Bugünlere kolay gelinmemişti.
Türk milleti ve Türk vatanı büyük kederler ve elemler geçirmiş, önce "Ya
istiklal ya ölüm" mücadelesi vermişti.” [17]
Devletin yönetiminde çağdaş
boyuttaki yapılanmaya koşut olarak; düşünüş ve felsefede de çağdaş modeli
benimsemesi, yani bu kurumlarda kendine seçenek olarak insan aklından yola
çıkan, onun ürünlerine saygılı olan; deneye ve gözleme dayanan kuşkucu ve bilimsel
araştırmayı temel alan yönüyle pozitivist, aydınlanmacı ve her yönü ile çağdaş
bir eğitim düzenini yine aynı tarihlerde Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin
Birleştirilmesi) yasasını kabul ederek gerçekleştirmiştir.
Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde Prof. Barış Doster Cumhuriyet Gazetesi 29, Ekim,2020 tarihli köşe
yazısında ‘Cumhuriyet Neyi Amaçladı?’ isimli yazısında Cumhuriyet nedir ve neyi
amaçlar bunun en güzel açıklamasını yapıyor: “Mustafa Kemal Paşa, aynı anda hem
savaş yapmıştır hem devrim. Savaş, emperyalizme ve içerideki uzantılarına,
işbirlikçilerine karşı yapılmıştır. Devrim, egemenlik devrimidir. Egemenliğin
kökünü, kaynağını, tanımını, anlamını, işlevini değiştirmiştir. Gökten alıp
yere indirmiş; dini olmaktan çıkarıp dünyevi kılmış, şahıstan alıp millete
vermiştir.
Cumhuriyet, akıl, bilim ve
antiemperyalizmdir. Cumhuriyet, uygarlık yolunda başı dik yürümektir, Cumhuriyet,
öncelikle özgürlüktür, bağımsızlıktır. Aklı ve bilimi rehber edinmektir.
Yurttaşların eşitliğidir. Kuvvetler ayrılığıdır, hukuk devletidir. İktisadi
anlamda devletçilik ve halkçılık ilkelerine dayanan cumhuriyet, kamuculuğu,
planlı ve bütüncül kalkınmayı ilke edinmiştir. Toplumsal, sınıfsal yönünü
Atatürk, “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diye özetlemiştir.”
Cumhuriyet’in ilan ile
kazanımlarımız: Yaşama hakkı, sağlık hakkı, Eğitim Hakkı, Kadınlara Seçme ve
Seçilme Hakkı, Düşünce, Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü, Din ve Vicdan Özgürlüğü,
Özel Hayatın Gizliliği, Dilekçe (Öğrenme ve İstek) Hakkı, Konut Dokunulmazlığı, Basın
Özgürlüğü
Mustafa Kemal'i ve Cumhuriyet
Devrimi'ni doğru değerlendirebilmek, her şeyden önce doğru bir tarih bilincine ve
doğru yelerden ön koşulsuz bilgilere sahip olunmasına bağlıdır.
Ülkemizin önde gelen tarih
profesörlerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı
dolayısıyla değerlendirmelerde bulunarak, “Çanakkale Zaferi, çok kolay
organize olan, direnebilen, tahammül edebilen ve belirli bir hedef etrafında
ısrar eden bir ordu, kumanda heyeti ve toplum olduğumuzu gösterir. Cumhuriyet’i
kuran da işte bu mayadır.” dedi.
Ankara’nın Başkent
Olması
Millî Mücadele açısından sembol
bir şehir olmasının yanı sıra Anadolu’nun güvenilir bir bölgesinde bulunması
nedeniyle yeni başkent için Ankara’yı öne çıkarmıştır. Aslında önce Heyet-i
Temsiliyetin merkezi olarak kabul edilmesi, ardından da TBMM’nin açılması
nedeniyle Ankara fiili başkent görevi görüyordu. Hatta bazı devletler elçilik
ve temsilcilik bile açmışlardı.
Atatürk’ün Büyük Söylev Başken
için yazdıklarını okuyalım: Efendiler, Lozan Antlaşmasının eklerinden olan
düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra,
yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye’nin toprak bütünlüğü fiilî olarak
sağlanmıştı. Artık Yeni Türkiye Devleti’nin başkentini bir kanunla tespit etmek
gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye’nin başkenti Anadolu’da ve Ankara
şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.
Bu seçimde, coğrafî durum ve
askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce
tespit ederek içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şartı. Gerçekten
de bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı
konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında
demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul’un yeni milletvekillerinden
bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul’un Hükûmet Merkezi olarak
kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı.
Ankara’nın gerek iklim gerek ulaştırma araçları ve gelişme yeteneği ve istidadı
ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli
olmadığını söylüyorlar; İstanbul’un “payitaht” olması lâzımdır ve mutlaka
olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim “başkent” deyimiyle kastettiğimiz
anlam ile, bu ifadelerdeki “payitaht” deyimini kullananların görüşleri arasında
bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş
bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek, “payitaht” sözünün
de yeni Türkiye Devleti’nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım
geldi,
“Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk
devletinin rejimini belirlemeden önce “Başkent” ini belirlemek için harekete
geçti Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun
tasarısını on dört arkadaşı ile birlikte Meclis’e teklif etti. Altında daha on
dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun
görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul
edilen kanun maddesi şudur: “Türkiye Devleti’nin başkenti Ankara şehridir.”
Devrimler
“Türk devrimi, bir
"reform" hareketi olduğu kadar bir "revolüsyon"dur.
Revolüsyon, Türkçeye ihtilâl, ayaklanma olarak çevrilmiştir. Aslında, mevcut
bir durumun veya bir yaşama tarzının yahut bir toplum düzeninin anî olarak
değiştirilmesi demektir ve revolüsyon (tedrici değişiklik ve evrim) un tersini
ifade eder.” [18]
Kanuni Sulatan Süleyman’dan sonra
Tahta geçen II. Selim (Sarı Selim), Osmanlı İmparatorluğun bu haşmete rağmen ki
tarihçilerin de hemfikir oluşturabildikleri duraksama ve geri kalışımızın
tohumları bu devirde atılmış olduğunu varsayabiliriz. Çünkü dünya yeni bir
ekonomi düzenine giriyor. Yeni bir zihniyet doğuyordu. Yani, ilim ve felsefe
ile yeni bir dünya doğuyordu. Osmanlı İmparatorluğu işte bu yenileşmeye ayak
uyduramamıştı. Hatta ona inanamamıştı.
Avrupa’nın dolayısıyla bütün
insanlığın manen bir yeniden doğuşu olan Rönesans-Reform hareketi, skolâstisizm
yerine akılcılığı, nakilcilik yerine gözlem ve deneyi, teokrasi yerine
lâikliği ve hoş görürlüğü ikame eden bir bakıma Greko-Lâtin (Şimdiki Avrupa
kültürüne de büyük ölçüde yön vermiştir) medeniyetine dönme, bir bakıma da
görülmemiş bir hızla yayılmıştır.
Atatürk, ileriyi ve gerçeği gören
özelliğiyle hem eylemi hem de ülküleri olan, kendi dönemi içinde yarattığı devrimi
en iyi anlayan, anlatan, en iyi yorumlayan ve yarattığı devrimin en iyi
düşünürüdür. Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasın neticelendirdikten sonra Atatürk
için önemli konu; Türk toplumunun içinde bulunduğu karanlıktan kurtularak, çağdaş
yaşamın yollarını göstermek ve başlattığı çağdaşlaşma hareketini kısa zaman
içinde başarıya ulaştırmıştır.
Atatürk ansiklopedi web sitesinde
Utkan Kocatürk’ün ‘Atatürk Devrimleri’ yazısında şunları anlatır. “Atatürk
devrimlerini 1- Siyasal, 2- Toplumsal, 3- Hukuksal, 4- Kültürel ve 5- Ekonomik
alanlar içinde incelemek onları daha kolay kavramamıza yardım eder.”
Türk devriminin ekseni, dogmatik
ve skolâstik bir şeriat devletinden lâik bir devlet anlayışına geçmekti.
SİYASAL DEVRİMLER: Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisinin açılışı ve kısa süre sonra 20 Ocak 1921 tarihinde millî
egemenliğe dayalı ‘Yeni Anayasanın Kabulü’, 1 Kasım
1922’de ‘Saltanatın
Kaldırılması’, 29 Ekim 1923’te ‘Cumhuriyet’in İlanı’, 3 Mart 1924’te ‘Halifeliğin Kaldırılması’ ve aynı tarihte ‘Şeriye
Vekâletinin kaldırılması’, Anayasa’da laiklik ilkesinin ışığında bazı
değişiklikler yapılması ve nihayet 5 Şubat 1937’de ‘Lâiklik’ ilkesinin Anayasa’da yer alışı Türk devriminin siyasi
alanda gerçekleştirdiği başlıca eylemleri oluşturur.
TOPLUMSAL DEVRİMLER: Kadınların toplum hayatına
özellikle iş gücüne katılması, onların toplumsal ve siyasal haklarda erkeklerle
eşit tutulması (1926-1934) ‘Kadın
Hakları’ (Türkiye’de
ise kadınlar ilk kez 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandı. 1933
yılında muhtar seçme ve seçilme, 1934 yılında ise milletvekili seçimlerinde
seçme ve seçilme hakkına sahip oldu.), kıyafetin çağdaş şekil alması
25 Kasım 1925 ‘Şapka ve Kıyafet
Devrimi’, 30 Kasım 1925’te kabul edilen ‘Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması’, 21
Haziran 1934 ‘Soyadı
Kanunu’nun kabulü’, 26 Kasım 1934 birtakım ‘lakap ve unvanların kaldırılması’,
26 Aralık 1925’da ‘Uluslararası
Saat’, 26 Aralık 1925 ‘Miladi Takvim’ 20 Mayıs 1928 ‘Uluslararası Rakamların’, 26 mart 1931, ‘Ağırlık ve Uzunluk Ölçü Birimlerinin
Kabulü’, 10 Ocak 1945 ‘Bazı Ay Adlarının Değiştirilmesi Hakkında Kanun’ (Teşrinievvel
ayı Ekim-Teşri nisani ayı Kasım, Kanuni evvel ayı ARALIK ve Kanunsani ayı da
Ocak olarak değiştirilmiştir) Türk Devrimi’nin toplumsal alanda başardığı
başlıca çağdaş atılımlardır.
HUKUK ALANINDA DEVRİMLER: Toplumun bugünkü
gereksinimleriyle uygunluk göstermeyen eski hukuk anlayışının terki,
Mecelle’nin (1868-1876
seneleri arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından
düzenlenen medeni hukuk kuralları kitabıdır. Mecelle, maddeler halinde
hazırlanmış hem analitik hem de pozitif bir hukuk sistemi gerçekleştirme çabası
güder.) kaldırılarak yerine lâik hukuk sisteminin ve bu sisteme
bağlı Medenî Yasa, Borçlar Yasası, Ticaret Yasası, Ceza Yasası gibi çağdaş
yasaların uygulamaya konulması, Türk Devrimi’nin hukuk alanında başardığı
başlıca devrimleri oluşturur. Atatürk Türk Devrimi’nde hukukun yerini, önemini
ve yönünü açık şekilde belirtmiştir. Ona göre, hukukta izleyeceğimiz yol
uygarlık yolu olacaktır. 4 Ocak 1926 ‘Mecelle’ kaldırıldı. 20. yüzyıla
gelindiğinde ise, iş hukuku çalışma hayatının değişmez bir parçası halini
almıştır. İlk olarak dar kapsamlı da olsa 2 Ocak 1924 tarihin de ‘Hafta Tatili Kanunu’ yasayla cuma gününü zorunlu
tatil günü olarak kabul edildi. 27 Mayıs 1935 tarih ve 239 sayılı kanunla
cumartesi günü öğleden sonra başlamak üzere pazar dahil, hafta tatili 1,5 gün
olarak kabul edildi. İleriki yıllarda sanayinin gelişmesi ile bu düzenleme,
ülkedeki iktisadi yapıya ve çalışma hayatına yetmemeye başlamıştır. Bunun
üzerine 1935 tarihinde ‘Ulusal
Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’ mecliste yasalaşmıştır. 17 Şubat 1926 ‘Medeni Kanun’un Kabulü’, 1926
‘Borçlar Kanunu’ ve ‘Ticaret Kanunu’
yasalaştı.
Tanzimat I. ve II. Meşrutiyet gibi büyük devrimler
yapılamasına karşın, hukuk alanında çağa gerektiği şekilde ayak uydurulamamış, yeni
mahkemeler rağmen, Şeriye mahkemeleri de varlığını korumuştu. Hukuk alanında bu
iki varlık ya da nesneyi kaldıran sadece ve sadece çağdaş yolu gösteren Atatürk
devrimleri oldu. Medenî Yasamız ve diğer yasalarımız, toplum gereksinimlerine en
iyi cevap veren, çağdaş düşünüş biçimiyle hazırlanmış, laik yasalardı. Bu
nedenle hukuk alanında yapılan yenilikler, Türk Devrimi’nin çağdaş niteliği
simgeleyen başlıca atılımlar
EĞİTİM, KÜLTÜR VE SANAT ALANLARINDA DEVRİMLER: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra millî, demokratik
ve laik bir eğitim programı çizilerek 3 Mart 1924 tarihinde ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ‘Öğretim Birliğinin Yasası’;
Bu yasa ile öğretimde birlik
esas alınarak Türkiye’deki bütün öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığına
bağlandı; medreseler kapatıldı, yerlerini çağdaş, millî ve laik eğitim yapan
cumhuriyet okulları aldı. Türkiye’deki yabancı okullar da devlet denetimi altına
alınarak bunların millî kültürü zedeleyici, millî duyguları gevşetici eğitim
yapmalarına imkân verilmedi. İlköğretimin ise Türk okullarında yapılması yasa
hükmü hâline getirildi. İlk ve ortaöğretimdeki bu yeniliklerin yanı sıra
yükseköğretimde de büyük atılımlar oldu. 1933 yılında gerçekleştirilen Üniversite
Reformu ile millî ve çağdaş Türk üniversitesinin temelleri atıldı. Bu suretle
üniversiteye yeni bir düşünce biçimi, dinamik bir yapı kazandırıldı. Arap harflerinin yerine 1 Kasım 1928 tarihinde
‘Yeni Türk Harflerinin
Kabulü’ dilimizin
yabancı sözcüklerden temizlenerek öz benliğine kavuşturulması, onu yabancı
dillerin boyunduruğundan kurtarmak gerekiyordu. Bu amaçla 12 Temmuz 1932 tarihin de ‘Türk Dil Kurumu’ kurularak
bilimsel çalışmalar yapıldı. Tarihimizin yanlış görüşlerden kurtarılarak doğru
temeller üzerine oturtulması; Türk milletinin, dünya uygarlık tarihi içindeki
yerinin bütün açıklığı ile belirtilmesi; güzel sanatlarda gelişmeler Türk
Devrimi’nin kültür alanında gerçekleştirdiği başlıca devrimlerdir. Millî Tarih
Anlayışı ve Türk Tarih Tezi ile 29 Nisan 1931 tarihinde ‘Türk Tarih Kurumu’nun’ kurulması,
Türklerin bu tarih içinde oynadıkları rol de ümmet anlayışı nedeniyle yeterince
belirtilmiyordu. Türklerin Osmanlılardan, hele İslâmlığı kabulden önceki tarihleri,
bu dönemdeki zengin kültür ve edebiyatları göz ardı ediliyordu. Oysaki Türk
tarihini doğru temelleri üzerine kurmak, onun Orta Asya’dan başlayan gerçek
seyir ve gelişim yollarını incelemek, bu yol üzerinde Türklerin dünya tarihindeki
rollerini, uygarlık zincirindeki yerlerini belirtmek gerekiyordu.
Cumhuriyet’in ilanından 4 yıl sonra
Türk tarihinde ilk defa bilimsel yöntemlerle nüfus sayımı yapıldı. Bu sayım
için ilk resmi hazırlık 1926 yılında İstatistik Umum Müdürlüğü’nün kurulmasıdır.
Nüfus sayımı ve istatistik konularındaki bilgilerinden faydalanılmak için kurumun
müdürlüğüne Belçika’nın en iyi istatistik bilimci olan Camille Jacquart
getirildi. Harf devriminden bir yıl önce 1927’de yapılan Cumhuriyet’in ilk
genel nüfus sayımına göre: “Cumhuriyet dönemi Türkiye'de okuma-yazma oranlarına
bakıldığında, 1927 yılında okur-yazarlık oranı, kadınlarda % 0, erkeklerde % 13
ve genel nüfusa göre % 4.16’dır. Bu oranın % 5-6'sı eski yazıyı (Osmanlıca)
bilen Türklerden, geri kalanı da gayrimüslimlerden ve öteki dillerden
oluşmuştur. Şehirlerdeki okur-yazarlık oranı % 30, köylerde % 6 civarındadır. Harf
inkılâbı yapıldıktan sonra Latin harflerinin öğretimi ve yaygınlaştırılması
için büyük bir eğitim seferberliği başlatılmıştır.
Bu süreçte altı yaş ve üzeri
okuma-yazma oranı %15, 6'ya çıkmış, 2,5 milyon insan okur-yazar olmuştur. 1905
yılına kadar olan süre zarfında ise okur-yazar sayısı 2,1 milyonda kalmıştır.
Sonraki on yılda ise (1905-1955) 4,6 milyon olan okur-yazar sayısı 7 milyona
ulaşmıştır. 1924 Harf devrimiyle başlayan bu süreçte ilk olarak Millet
Mektepleri, daha sonra 1932 yılı itibariyle Halkevleri ve sonrasında da
halkevlerine bağlı bir kurum olarak kırsal kesimlerde okur-yazar sayısını
arttırmak için halkodaları açılmıştır.” [19]
EKONOMİK DEVRİMLER: Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan sonra çağdaş uygarlığa erişme yolunda
gerçekleştirilmesi gereken eylemlerden biri de ekonomik kalkınma idi. Bu
bakımdan cumhuriyet yönetiminin devraldığı fakir ekonomi mirası üzerinde, Türk
milletine yeni bir yaşam vermek üzere yapılan girişimler, millî ekonomi ile
ilgili yasa ve kararlar, kamu yararını gözeten büyük yatırımlar, kurulan büyük
tesisler Türk Devrimi’nin ekonomik alanda gerçekleştirdiği başlıca büyük işler
oldu. Türk Devrimi’nin ekonomi politikası da diğer alanlardaki politikalar
gibi; bir doktrinden değil, doğrudan doğruya memleket gerçeklerinden, milletin
gereksinimlerinden kaynaklanıyordu. Türk Devrimi; ekonomik yaşam denince tarım,
ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini birbirinden ayrı
düşünülmesi mümkün olmayan bir bütün sayıyordu.
Ekonomide planlı kalkınmaya önem
verilerek 1933 yılında ilk beş yıllık, 1937 yılında da ikinci beş yıllık plan uygulamaya
konuldu. Bu dönemde tarım, millî ekonominin temeli kabul edildi. Bu nedenle
tarımda kalkınmaya büyük önem verildi. Osmanlı döneminde köylü, tarımsal
ürününün yüzde onunu devlete vermekle yükümlü idi ve bu vergi “aşar”
adını alıyordu. Ürün alsın almasın, köylü bu vergiyi miktarı değişmeksizin
ödemek zorunda idi. Mültezim adı verilen kişiler, her yıl köye gelir, bu ürünü
zorla alırlardı ve bu vergiye itiraz hakkı yoktu. Cumhuriyet yönetimi bu haksız
vergi sistemine son vermek, yerine âdil bir sistemi getirmek, tarım alanında
büyük bir atılım yapmak için 1925 yılında ‘aşarın’ kaldırılmasıyla,
köylünün ferahlaması bakımından büyük bir aşama oldu.
Cumhuriyet Dönemi’nde millî ticarete
büyük önem verildi. Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına, gereksindikleri
krediyi kolay ve ucuza vermek suretiyle ‘Çiftçinin Özendirilmesi’ ve ‘Örnek Çiftliklerin Kurulması’ için
bu kesim de desteklendi. İç ve dış ticarette üreticinin emeğini değerlendiren
büyük atılımlar yapıldı. Sanayi faaliyetlerine de önem verildi. 1927 yılında ‘Sanayii Teşvik Yasası’ çıkarılarak sanayi
hareketleri büyük ölçüde özendirildi. I. ve II. Kalkınma Planlarının
(1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarının yapılması hızlandı.
Bireysel girişimin olanaklarını
aşan alanlarda devlet yatırımları ile büyük tesisler kuruldu. Madenlerin, ormanların,
kara, deniz ve hava yollarının işletilmesinde büyük gelişmeler oldu. Bütün bu
etkinliklerin yanı sıra bayındırlık işleri de hız kazandı.
1924 İzmir İktisat Kongresi’nde
bankacılık sektöründe milli bankaların kurulması yönünde kararlar alındı.2
Sanayi ve ticari hayatın gelişmesi için milli bankacılık sisteminin
güçlendirilmesine yönelik yapılan girişimler bankacılık sektöründe yeni
bankaların açılmasına yol açtı. Cumhuriyet döneminde devlet desteği ve özel
sermaye ile kurulan ilk büyük banka Türkiye İş Bankası oldu. Türkiye İş Bankası
26 Ağustos 1924 yılında kuruldu. Daha sonra 19 Mart 1924 tarihinde 444 sayılı
bütçe kanunuyla Ziraat Bankası’na tarımsal kredi verme yanında her türlü
bankacılık yapma yetkisi tanınarak faaliyet alanı genişletildi. Sanayi
sektörünün desteklenmesi ve iştiraklerin kurulması hedefi ile kurulan diğer bir
devler bankası, Sanayi ve Maadin Bankası oldu. Sanayi Maadin Bankası 19 Nisan
1925 tarihinde 633 sayılı kanunla kuruldu. Emlak ve Eytam Bankası bu dönem kurulan
diğer bir devlet bankasıdır.6 Ziraat Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, Sanayi ve
Maadin Bankası, uzun vadeli kredi veren kuruluşlar olarak faaliyet
göstermektedirler.
1927 yılına büyük bir para
darlığı ile girilmiş, iç ve dış kaynaklar özellikle ihracat mevsiminde artan
para talebini karşılamakta çok yetersiz kalmışlardır. Bunun üzerine
piyasalardaki darlığı aşma ve kredi ihtiyacını karşılamak üzere 1927
sonrasından itibaren küçük sermayeli birçok yerel banka kurulmuştur.
1929 Kriz dönemlerinde dış
konjektürel bağlı olarak iç piyasanın para talebi artmakta, faiz hadleri yükselmektedir.
Bu durum Anadolu piyasasındaki küçük sermayelerin, yerel kredi ihtiyacını karşılayacak
şekilde bankacılığa akmasına sebep olmuş ve buda birçok yerel bankanın kurulmasına
yol açmıştır.10 Diyarbakır Bankası benzer sebeplerle 1930 yılında kurulan yerel
bankalardan biridir
1923- 1932 yılları arasında
bankacılık alanındaki en karakteristik gelişme, çok sayıda yerel bankanın
kurulmuş olmasıdır. 1923- 1925 yılları arasında kurulan yerel banka sayısı dört,
1926- 1929 yılları arasında kurulan yerel banka sayısı yirmidir.
1923-1960
Arası Çok Partili Sistem
Siyasal alanda çok partili hayata
girişin Türk tarihindeki geçmişi çok da eski değildir. Osmanlı Devleti'nde partilerin katıldığı bir
seçim ve millet meclisi ancak İkinci Meşrutiyet'ten sonra siyasî hayatımıza
girmiştir. Millî Mücadele hareketini kazanan Mustafa Kemal Atatürk’ün
liderliğinde zaferle sonuçlanması sonucunda, kendilerine yeni bir siyasî hayat
biçimi seçerek, ‘millî egemenliğe dayalı bağımsız bir Türk devleti’
kurulmuştur. 5.11.1923'te Akhisar'da yaptığı bir konuşmada "Bu devletin
dayandığı temeller tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız millî egemenlikten
ibarettir. Millet bu egemenlikten zerresini elden çıkarmayacaktır; gözünü açmıştır"
demiştir.
Atatürk'ün demokrasi ile ilgili
sözlerinden biri de eşitlik ile ilgilidir. Bu konuda da şunları söylemiştir:
"En son olarak demokrasi eşit severliktir. Bu nitelik, demokrasinin
bireysel olması niteliğinin mecburî bir sonucudur. Kuşkusuz bütün bireyler aynı
siyasal hakları taşır olmalıdırlar. Demokrasinin bu bireysel ve eşit severlik
niteliklerinden genel ve eşit oy ilkesi çıkar"[20]
Birinci Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nin görev süresinin tamamlanmasından sonra Meclis kendi kendisini
dağıtarak yeni bir seçim kararı aldı.
Mustafa Kemal de 8 Nisan 1923
tarihinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına dokuz ana prensip
yayımlamış ve bundan sonra da seçime gidilmişti. “Dokuz Prensip” adlı dokuz
maddelik bildiri Halk Fırkasının ilk programı niteliğindedir. Aynı bildiride Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Halk Fırkası ’na intikal edeceği de
bildirilmiştir. Halk Fırkası 9 Eylül 1923 tarihinde kurulur. Fırkanın Genel Başkanlığına
Mustafa Kemal Paşa, Genel Sekreterliğine de Recep Bey (Peker) getirilmiştir.
Aynı tarihte TBMM’deki parti üyeleri tarafından parti tüzüğü kabul edilir.
Tarihçi ve yazar Sinan Meydan
Sözcü Gazetesi 16 Kasım 2020 tarihli ‘Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’ yazısında partiyi şu şekilde anlatmaktadır. “1 Kasım 1924'te TBMM yeni döneme
girer girmez, meclisteki muhalif grup, İsmet Paşa Hükümeti hakkında gensoru
verdi. Gensoru görüşmeleri sonunda 146 milletvekili hükümete güvenoyu verirken aralarında
Dr. Adnan Adıvar, Refet Bele ve İsmail Canbolat'ın da bulunduğu 18 milletvekili
güvensizlik oyu verdi.
6 Ekim 1924'te Son Telgraf
gazetesi, Rauf Orbay, İsmail Canbolat ve Refet Bele'nin etrafında bir muhalif
parti kurulacağını yazmıştı. 26 Ekim
1924'te Kazım Karabekir I. Ordu Müfettişliğinden, 30 Ekim 1924'te de Ali Fuat
Cebesoy 2. Ordu Müfettişliğinden istifa ederek meclise dönmüşlerdi. 9
Kasım 1924'te Rauf Orbay, Refet Bele ve Dr. Adnan Adıvar Halk Partisi'nden
ayrıldılar.” (Sözcü Gaz. S. Meydan, 16 Kasım 2020 yazısı)
Mustafa Kemal Paşa'nın eski silah
ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali
Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in
öncülüğünde, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuruldu ve
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisiydi.
TCF kurucularına baktığımızda:
Fırka Başkanı Kazım Paşa (Karabekir), Asbaşkan Rauf Bey (Orbay) ve Doktor Adnan
Bey (Adıvar), Fırka Sözcüsü Ali Fuat Paşa (Cebesoy). TCF üyeleri ise Refet Bey
(Bele), Cafer Tayyar Paşa (Eğilmez), Rüştü Paşa, Kara Vasıf (Karakol), Ahmet
Muhtar Bey (Cilli), İsmail Bey (Canbulat), Mehmet Sabit Bey (Sağıroğlu), Ahmet
Şükrü Bey (Bayındır) ve Zeki Bey (Kadirbeyoğlu) şeklinde sıralanabilir.
1924 yılında Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının
kurulmasıyla muhalefet doruk noktasına ulaştı. Her ne kadar partinin kurulması
girişimlerini başlatan kendisi olmasa da Kâzım Karabekir partiye sempati
duymuştur. Meclis üyeliğini sürdürebilmek için ordu müfettişliği görevinden
istifa etti ve iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası ‘na ılımlı,
liberal-demokratik alternatif olarak ortaya çıkan yeni partiye başkan seçildi.
Yeni parti, kurulduğu ilk günden itibaren baskı altındaydı ve çok geçmeden Mart
1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasıyla da kapatıldı.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası “liberalizm” ve “demokrasi” ilkelerini esas
alıyordu. (Parti programı, madde 2- “Hürriyetperverlik (Liberalizm),
milletin egemenliği (Demokrasi) partinin esasıdır.)
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularının (Adnan Menderes, Emin
Sazak, Mehmet Fuat Köprülü) biyografilerini incelediğimizde; aileden gelen
torak ve muhafazakâr anlayış düşünce içinde yetişmiş olmaları, cumhuriyetin
kendisine beraberinde ki devrimlere karşı duruşları olmak gerekliliği vardı.
Nüfusun yüzde 85'inin köylerde
yaşadığı, 40 bin köyün 37 bininde okulun, yolun, dükkânın olmadığı, toplumun
yüzde 90'ından fazlasının okuma yazma bilmediği, yüzde 60'ından fazlasının
salgın hastalıklarla boğuştuğu, toplumun yarısından fazlasını oluşturan
kadınların sosyal ve siyasi haklardan mahrum olduğu, çaya koyacak şekerin,
sırta giyecek ceketin, ekmek yapacak unun bulunmadığı, tarikat ve cemaatlerin
toplumu şekillendirdiği, ağalık düzeninin devam ettiği, ulus bilincinin
yerleşmediği bir ortamda liberal demokrasi kurulabilir miydi? Diye sormak
gereklidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün o yıllardaki böyle güçlükler içinde
bulunan ülkenin, modern bir devlet olabilmesi için önceliğin ’Laik
Cumhuriyeti’ yerleştirmek, tüm ulusta ki vatandaşların cumhuriyetin
sağlayacağı olanaklardan faydalanması uyum sağlayabilmesi için gerekli
önceliklendirmelerin yapılması ve uygulanabilir olması gerekmekteydi.
Kurulan devletin adı ‘Türkler
Cumhuriyeti’, Bu devletin ilk hükümeti buna Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti demiştir.
3 Nisan 1923’de seçim yasasında
değişiklikler yapıldı. Eskiden her 50.000 erkek başına bir mebus seçilirken, bu
rakam 20.000 olarak değiştirildi. Seçmen yaşı ise 18’e indirildi. Seçmek ve seçilebilmek
için vergi vermek zorunluluğu kaldırıldı. Birinci Meclis’te partiler yoktu. İki
grup vardı. İlki, ‘birinci grup’ olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk grubuydu.
Diğeri ise ‘İkinci Grup’ olarak adlandırılan muhalif gruptu. 1923 seçimleri yapılmadan önce ilk olarak
ülkede oy kullanacak erkek nüfus tespit edildi. Seçim bürosu olarak Rauf Bey’in
İstasyondaki evi kullanıldı. Milletvekili aday listesi belirleme yetkisi
birinci grup ve Mustafa Kemal Paşa’nın sorumluluğunda idi. Seçimler 1 Nisan
1923 günü başlayarak, aynı yılın ağustos ayına kadar devam edildi. 11 Ağustos
1923 tarihi itibariyle yeni meclis görevine başladı. 1927 yılında gerçekleşecek
seçimlerden önce bütün illerinde seçim hazırlıklarına başladı. Türkiye Cumhuriyeti
yeni kurulan bir devlettir. Bunun için ülke sınırları içinde bulunan topraklar
olmak üzere birçok veriler kayıt altına alındı. 1927 seçimleri Cumhuriyet
Dönemi’nin ilk genel seçimi idi. 1927 seçimine göre seçilen meclis ülkeyi dört
yıl yönetecektir.
1920’de çalışmalarına başlayan
TBMM, Osmanlı Parlamentosu gibi iki meclisli bir parlamento olmadığı gibi,
1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra oluşacak yasama, yürütme ve yargının
birbirlerinden ayrılığına dayalı bir meclis de değildir. “Türkiye’de
1876 Kanun-ı Esasi ve 1961 Anayasası iki meclisli, 1921 ve 1924 Teşkilat-ı
Esasiye Kanunları ile 1982 Anayasası ise tek meclisli parlamento yapılarını
tercih etmiştir.” [21]
1920 parlamentosuna rengini veren
sistem, kökleri 1689’daki İngiliz Devrimi’ne (Glorious Revolution) ve Devrim
sonrası (1793-1794) Fransız Konvansiyon Meclisine kadar götürülebilecek,
konvansiyon sistemi ya da meclis hükûmeti sistemi adı verilen sistemdir. Meclis
hükûmeti (konvansiyon) sistemlerinin, olağanüstü dönemleri içine alan, “ihtilal
dönemi” meclisleri olduğunun bilinmesi gerekmektedir.
Fırkası nizamnamesini
tartışmışlar ve nihayet Mustafa Kemal'in genel başkanlığı ile 11 Eylül 1923
tarihinde Halk Fırkası Ankara'da kurulmuştur. Halk Fırkası, Cumhuriyet ilân
edildikten kısa bir süre sonra, 10 Kasım 1924 tarihinde verilen bir karar ile
adını Cumhuriyet Halk Fırkası olarak ilân etti.
Halk Fıkrasının kuruluşundan
takribi Bir yıl sonra, 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Ankara'da kurulmuştur. Kurucuları arasında Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir,
Adnan Adıvar, Hüseyin Rauf (Orbay) gibi çok önemli şahsiyetler bulunmaktaydı.
Atatürk, “Yurtta sulh, dünyada
sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi, sosyal ve ekonomik
ilişkilere girişmiştir. Türkiye’yi medeni devletler arasında layık olduğu yere
çıkartmaya gayret etmiştir. 1923’ten sonra Türkiye Dış Politikada Lozan’da
halledilemeyen Musul, dış borçlar, Suriye sınırı, nüfus mübadelesi ve Boğazlar
sorununa öncelik verdi.
1923 Türkiye genel seçimleri, 28 Haziran 1923
tarihinde 2. dönem milletvekillerini belirlemek için yapmış Türkiye'nin
ilk genel seçimleridir.
Seçimde mebusların büyük
kısmını ‘Birinci Grup’ olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk
Grubu elde etti. 1919'dan
beri mecliste önemli bir ağırlığı oluşturan ‘İkinci Grup’ ise
meclisin o dönemin anayasası sayılan Kanun-i Esasi'ye uygun olarak
feshedilmediği gerekçesiyle seçimleri protesto etti. Bağımsız olarak
seçilen birkaç milletvekilinin dışında tüm milletvekilleri Birinci Grup'tandı.
Muhalif olarak seçilmeyi başaran tek aday Gümüşhane mebusu Zeki
Bey (Kadirbeyoğlu) oldu.
Seçim kararı 1
Nisan 1923 tarihinde alındı. Meclisin feshedilmesi ve yeni bir meclis
oluşturulması düşüncesinin temel nedeni Lozan Barış Görüşmeleri
idi. Muhalefetin Lozan Konferansı'nda büyük bir taviz verildiğini
savunacağı ve Lozan Antlaşması'nı kabul etmeyeceği
düşünülüyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal, Batı Anadolu gezisinde kamuoyunu
hazırlamaya çalıştı ve gezi dönüşü 20 Şubat'ta Vekiller
Heyeti Başkanı Rauf Bey'in çalışma yerinde vekiller heyeti ile bir
gece toplantısı yapıldı. Toplantıya Meclis ikinci başkanı Ali Fuat
Paşa da katıldı. Bu toplantıda meclisin feshedilmesi ve seçimin
yenilenmesi kararlaştırıldı.
Muhalif İkinci Grup, seçimlerden
önce seçim yasasında değişiklik yaparak Meclis üyeliği için "o zamanki
sınırlar içerisindeki yerlerde doğmak ya da en az 5 yıl ikamet etmek"
gerekliliğini okutmadan komisyona getirerek Mustafa Kemal Paşa'nın seçilmesini
olanaksız kılmak istedi ama başarılı olamadı. Bazı kişiler,
örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mardin'den aday olduğunu
gazetelerden öğrenmişti. Mustafa Kemal Paşa ise Ankara'dan aday oldu.
Seçimler 28 Haziran 1923
tarihinde yapıldı. Müdafaa-i Hukuk Grubu adaylarının tümü milletvekili seçildi.
23 Temmuz 1923 tarihinde de Lozan Antlaşması imzalandı.
1927 Türkiye genel seçimleri, üçüncü dönem Büyük
Millet Meclisi için aşamalı seçim sistemi ile yapılan seçim. İkinci
seçmenlerin seçimi 20 Temmuz 1927'de, vekil seçimleri ise 1 Eylül'de yapıldı.
Katılımın %20 civarında olmasından dolayı bir sonraki seçimde katılımı artırmak
için propaganda çalışması yapılmıştır. Seçim öncesi; 1923 yılında Mustafa
Kemal Fırkası ‘nı kurdu. Hemen ardından 1924 yılında Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası kuruldu. TCF, Şubat 1925'te patlayan Şeyh Sait
Ayaklanması gerekçe gösterilerek kapatıldı. Böylece 1927 seçimlerine tek
parti ile gidildi.
“1929 Dünya Ekonomik Buhranı” tüm
dünyada büyük ekonomik yıkıma yol açtı. Buhranın yıkıcı etkileri Türkiye'de de
hissedildi. O günlerde yeni rejim de tehdit altındaydı. Haziran 1930'da Ağrı
Dağı yakınlarında rejim karşıtı “Zeylan Ayaklanması” çıktı. Ağustos 1930'da
Atatürk'ün isteğiyle Fethi Okyar'ın kurduğu “Serbest Cumhuriyet Fırkası” (SCF),
kısa sürede rejim karşıtlarının çekim merkezi haline geldi. Parti
mitinglerinde olaylar çıktı. (SCF, 1930 Belediye Seçimlerinde 502 seçim
bölgesinin 31'inde seçim kazandı). 23 Aralık 1930'da Menemen'de Asteğmen
Kubilay, rejim karşıtı yobazlarca (Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından)
vahşice katledildi.
Mustafa Kemal ile birlikte
çalışanlar, başta Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy
gibi ünlü askeri kişilikler Kemalist yeniliklerle beraber yolların da
ayrıldığını hissediyorlardı. Böylece birlik safından muhalefet safına
geçiyorlardı.
1931 Türkiye genel seçimleri, 25 Nisan 1931
tarihinde TBMM 4. Dönem milletvekillerinin belirlenmesi için yapılan
seçimlerdi. 1931 yılında gerçekleşen seçimde diğer seçimlere göre ilk defa
farklı bir uygulama getirildi. Mecliste muhalefetin fikirlerine de yer verilmesi
için Cumhuriyet Halk Fırkası birçok iller de milletvekili gösterilmedi. Bunun
amacı, Cumhuriyet Halk Firması’nın milletvekili çıkarmadığı illerden bağımsız milletvekilleri
meclise girmelerini sağlayabilmekti.
Türkiye 1929 bunalımı karşısında,
kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı. 1930
yılında hükümet tarafından hazırlanan ekonomik program içerisinde Merkez
Bankası’nın kurulması büyük önem arz etmektedir. Yabancı uzmanların da
raporları doğrultusu ile 30 Haziran 1930 tarihinde 1715 sayılı kanunla Türkiye
Cumhuriyeti Merkez Bankası kurulmuş ve Ocak 1932 yılından itibaren döviz
işlemlerine başlanmıştır
Türkiye Cumhuriyeti bunu
sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi. Türkiye 1933' de dış ödemelerde
uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini (ülkeler arasındaki iki yanlı ticaret anlaşmalarının
temelde malla ödemeyi öngören bir türü) uyguladı. Bilindiği gibi,
kliring sistemi malını alanın, malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde
ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur.
Nitekim, Türk Hükümeti mümkün
olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve
Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden, ithalata öncelik
tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek, ihracat bu
yönden de teşvik edildi. Yerli malı kullanmak teşvik edildi. Yerli malları
haftası ilan edildi.
1935 Türkiye genel seçimleri, 8 Şubat 1935
tarihinde 5. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel
seçimlerdir. 5 Aralık 1934'te yapılan ve kadınlara milletvekili seçilme
hakkı veren anayasa değişikliği sonrasında yapılan ilk milletvekili seçimleri
olup 383 erkek, 18 kadın milletvekili seçilmiştir.
1939 Türkiye genel seçimleri, 26 Mart 1939
tarihinde 6. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel
seçimlerdir. Seçim, tek parti dönemindeki diğer seçimler gibi iki dereceli
yapılmış ve seçime sadece CHP listesi katılmıştır.
Cumhuriyet Halk Fıkrasının 1927
Tüzüğü uyarınca aday listeleri "Millî Şef" İsmet
İnönü tarafından belirlenmiş ve ilan
edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu isimle katıldığı
ilk milletvekili seçimleridir,
1943 Türkiye genel seçimler, 28 Şubat 1943
tarihinde 7. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel
seçimlerdir. 15-20 Şubat 1943 tarihleri arasında ise ikinci seçmenlerin birinci
seçmenler tarafından belirlenmesine ilişkin seçimler yapılmıştır.
1946 Türkiye genel seçimleri, 21 Temmuz 1946 tarihinde 8.
dönem milletvekillerini belirlemek için yapılan genel seçimlerdir. 5
Haziran'da Milletvekili Seçim Yasası değiştirilmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk
defa tek dereceli seçim esasında gerçekleştirilmiştir.
Cumhuriyet Halk
Partisi 397, Demokrat Parti 61 ve Bağımsızlar 7
Milletvekilliği kazandı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk çok
partili genel seçimi olan bu seçim adli denetim dışında, açık oy, gizli
sayım ve liste usulü çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı (açık oy-
gizli tasnif). Bu
usulsüzlüklerinden dolayı "şaibeli seçim" şeklinde de
anılmıştır. Bu genel seçim ile TBMM 8. dönem milletvekilleri
seçilmiştir.
“1946 seçimlerine sadece
Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millî Kalkınma Partisi isimli
partilerin katıldığı belirtilmektedir. Ancak tabloya verilen dipnotta, Tarık
Zafer Tunaya’nın kaleme aldığı Türkiye’de Siyasî Partiler: 1859–1952 isimli
kitaptaki bilgilere referansla “Tunaya’ya göre 1946 seçimlerine CHP
(Cumhuriyet Halk Partisi), DP (Demokrat Parti) ve MKP (Millî Kalkınma
Partisi) ’nin yanı sıra, Liberal Demokrat Parti, Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi
ile Yalnız Vatan İçin Partisi de katılmıştır” notu eklenmiştir.” [22]
1950 Türkiye yerel seçimleri, 13 Ağustos- 15 Ekim 1950
tarihleri arasında Türkiye'de üç aşamalı olarak yapılan yerel seçimlerdir.
Belediye başkanları halk tarafından doğrudan değil, halkoyuyla seçilerek
oluşturulan meclisin kendi içerisinden birini başkan olarak belirlemesi yoluyla
seçilmiştir. Seçimlere Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk
Partisi ve Millet Partisi katıldı.
13 Ağustos 1950 tarihinde Köy ve
Mahalle Muhtarlığı ve İhtiyar Heyeti seçimleri, 3 Eylül 1950 tarihinde Belediye
Meclisi ve Belediye Başkanlığı seçimleri ve 15 Ekim 1950 tarihinde de İl Genel
Meclisi seçimleri yapıldı.
“Menderes'i, kendilerinden önceki
devreyle bütün köprüleri yıkarcasına ve eski devrede bile çok parti tecrübelerine
girişmiş bulunan Atatürk'ün tek defa olsun adını anmamacasına sürüklemiş
olanlar kim olurlarsa olsunlar, az sonra şu oldu; parlamentoda iki parti
arasında açılan hendek, büsbütün derinleştirildi.
Menderes’in şu sözlerine bakalım.
Muhterem arkadaşlar!
Size esefle haber vermek isterim
ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı halde, bazı zaruri
değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize
tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimiz de
demokrasiyi perçinlemeye matuftur. Cumhuriyet Halk Partisi, eğer başarılı bir
çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu
iktidar hastaları, havayı karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi
iktidarı muhtel (bozuk) göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza
geçmişlerdi...»
Suçlama ağırdır. Menderes'e göre, C.H.P. 'nin başındaki
iktidar hastaları ve ona göre en başta İnönü, demek ki orduyu ele alarak, iktidara
karşı bir darbe, yani ihtilal hazırlamışlardır. Ve bu baştakiler atılmalıdır!
Bu sözlerin konuşulduğu tarih, 13 Haziran 1950'dir” [23]
“En azından 15 yıl süreyle ve
Halk Partisinde çalışan, Halkevleri müfettişi ve kurucularından biri olan Adnan
Menderes de böyle faşist bir nizarn (Zayıf. Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için
söylenilen söz) içinde, faşist bir teşkilatçı mıydı? Elbette ki
değil. Mesela onun, Halkevleri için çalışırken ve Aydın Halkevinin 1930'daki
açılış töreninde söylediği nutuktan şu parçalan buraya alalım:
- Milletimizin yükselmesi yolunda
her ihtiyacı gören ve sezen Büyük Gazi, içtimai hayatımızda, kültür
hayatımızda, çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli bir ihtiyacı görmüş, bu
boşluğu dolduracak ve ihtiyaca cevap verecek bir tesis ve teşekkülün esasını
kurmak, temellerini atmak şerefini de kazanmıştır.
Menderes bunları söylerken, Büyük
Millet Meclisindeki 4.V. 1951 nutkunda Menderes, Halkevlerini şöyle tarif eder:
- Halkevleri, Halk Odaları
kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve düşüncelerin
mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde, tamamıyla abes, beyhude, geri ve
yabancı uzuv halindedir. Bu gelişmeleri sadece, Menderes'in iki şahsiyetli ve
fevri mizacına bağlayarak izah etmek veya böylece okuyup geçmek elbette ki mümkün
değildir.
Demokrat Partinin ön planda gelen
bütün kurucu ve yöneticilerini, Demokrat Partinin sürüklendiği akıbetten
sorumlu kılan, tarihi bir öngörüsüzlük ve hata payı vardır...Gerçi Menderes'in
özel hayatında da fevri, köksüz görüş ve konuşmaları olmuştur. Örneğin: İstiklal
Savaşı diyorsunuz. Pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasında
Mustafa Kemal'in yerleşme ihtirası...” (a.g.e) Diyecek kadar bir şeye
kızgınlığını ortaya koya. Bu gibi konuşmalarda, elbette ki, bir mantık payı
yoktur.
“Menderes, İstiklal
Savaşı'nın "Mustafa Kemal'in ihtirasları" yüzünden
uzadığını söyleyecek kadar ileri gider: "Kurtuluş Savaşı
diyorsunuz. Bu savaş pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzamasına
Mustafa Kemal'in yerleşme ihtirasları neden olmuştur" der.
“Demokrat Partinin şimdi hayatta
bulunan sorumluları ve hükümet üyeleriyle Celal Bayar tarafından bir türlü
açıklanamayan, cevaplandırılamayan bir önemli konu vardır.
D.P. iktidarının, Meclisten yetki
almadan Kore muharebelerine katılma kararıyla, aynı iktidarın, bilhassa
1958'den sonra ve arada, müşterek bir statüsü bile bulunmayan CENTO ittifakına
dayanılarak Amerika Dışişleri Bakanı Foster Dulles'le imzalanan ikili ana
anlaşma ve bu ana anlaşmaya dayanılarak imzalanan ikili anlaşmadır. O ana
anlaşmalar ki, yalnız Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu'nun imzasıyla hemen
yürürlüğe giriyorlardı. O ikili anlaşmalar ki, karşı taraf, yani Amerika,
bunları imzalamakla beraber hakikatte, hiçbir şeyi taahhüt etmiyordu. Amerika Birleşik Devletleri, CENTO'nun üyesi bile değildi.”
[a.g.e]
Dış siyaset ve bu arada, bugün bile hala aydınlanamayan
nedenlerle Kore harbine katılışımız ve bunun:
- Bir avuç kan verdik ama, büyük
devletler arasına katıldık... Anlayışını görmekteyiz. Böylesine dış ticaret
politikasını benimsemek, hesap verebilirlik ilkesini yok saymak olarak
düşünmeliyiz. Bu da bizi demokrasiyi askıya almakla aynı anlama geldiğini
görebiliyoruz.” [a.g.e]
1954 Türkiye genel seçimleri, 2 Mayıs 1954
tarihinde TBMM'de görev yapacak 10. dönem milletvekilleri için
yapılan seçimlerdir.
1954 genel seçimleri, Türkiye’de
çok partili demokratik yaşamın yeni filizlendiği bir evrede, Demokrat
Parti’nin (DP) ilk iktidar deneyiminin ve buna karşın da tek parti geleneğinin
temsilcisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ilk muhalefet döneminin
ardından gerçekleşen bir genel seçim olma özelliğine sahiptir.
Liste usulü çoğunluk seçim
sisteminin uygulandığı seçimlerde yaklaşık 9 milyon seçmen oy
kullanmıştır. Demokrat Parti, oyların yüzde 58,4'ünü alarak 503 milletvekili,
Cumhuriyet Halk Partisi %35,1'lik oranla 31 milletvekili, Cumhuriyetçi
Millet Partisi (CMP) 5 milletvekili çıkarırken, 2 kişi de bağımsız olarak
toplam 541 milletvekili seçilmiştir.
Bu seçimde, DP'den 4 aday, iki
seçim çevresinden seçilmiş, o tarihte uygulanan seçim yasası gereği, bu
çevrelerden birinin milletvekilliğini tercih etmiştir. 9 milletvekili de DP
listesinden bağımsız olarak seçilmiştir.
1957 Türkiye genel seçimleri, 27 Ekim 1957
tarihinde TBMM 11. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılan
genel seçimlerdir.
1954 Türkiye genel
seçimlerinde yüzde 58,4 oranında oy alan Demokrat Parti (DP) 541
milletvekilliğinin 503'ünü kazanmıştı. DP'nin ikinci iktidar döneminde
(1954-57), iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkiler gerginleşti; DP iktidarı
gerek gösterdiği otoriterleşme eğilimi gerek ekonomik durumun ağırlaşması
nedeniyle kendisine karşı giderek artan muhalefeti, meclis çoğunluğuna
dayanarak aldığı kanuni tedbirlerle susturmayı hedefledi. Başta basın ve
muhalif partiler olmak üzere yargı, üniversite, sendika gibi kurumlara karşı
alınan kısıtlayıcı tedbirler, muhalif partilerin iktidara karşı iş birliği
çalışmaları yapmasına neden oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923 ile 1950 yılları
arasında yedi kez seçim gerçekleşmiştir.
1945-1950: Cumhuriyet Halk
Partisi’nin iktidardan barışçı şekilde indiril işiyle sonuçlanan, demokrasiye
derece derece geçiş dönemi.
Kitabın "Huzursuz Bir
Demokrasi" başlıklı üçüncü bölümü, 1950'den beri olan dönemi ele
almaktadır. Bu başlık kendi kendisini açıklamaktadır Jön Türk döneminin aksine,
genellikle gerçek demokratik çoğulculuğun olduğu ve kitle siyasetinin geliştiği
bir dönemdi bu* Aynı zamanda da (1960, 1971 ve 1980'deki) üç askerî darbeyle
kesintiye uğramış bir dönemdi ve 1960'lann sonlarından itibaren Türk
Parlamenter demokrasisi sürekli olarak solun ve sağlığı saldırısı akında
kalmıştı* Kitabın üçüncü bölümü aşağıdaki şekilde altbölümlere ayrılmıştır:
1950-1960: Türkiye'nin Batı
ittifakıyla siyasal ve askerî açıdan bütünleşmesi, hızlı ekonomik kalkınma
(özellikle kırsal kesimde), ABD'ye artan mali bağımlılık ve önceki yönetimlerin
dindışıcı azaltılması ile karakterize edilen Demokrat Parti yönetimi dönemi.
Atatürk
Gibi Okumak
57 yıllık yaşamına 11 savaş, 24
madalya, 7 nişan ve 13 kitap sığdıran yüce deha Atatürk’ü anlamak; onun
ideallerini görmekten geçiyor.
Yaşamının büyük bir bölümünü
cephelerde geçirmiş Atatürk, her şeyden önce kendini muazzam geliştirmiş bir
liderdir. Dönemin şartlarına ve kısıtlı imkânlarına rağmen öğrenmekten asla
geri durmayan Atatürk’ün, feyz alınması gereken en önemli özelliklerinden biri
de iyi bir kitap okuyucusu olmasıdır.
Bilindiği gibi, ATATÜRK, okumayı ve
yazmayı çok severdi. Çocukluğunda başlayan kitap tutkusu, savaş zamanı cephede
bile sürmüştü. Atatürk kitaplara karşı olan ilgisini ise şöyle ifade etmiştir: “Ben
çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim.
Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” Atatürk’ün
okuduğu kitap sayısının 3 bin 997 olduğu tespit edilmiş.
Kitapların dillere göre dağılımında
ağırlıklı olarak Fransızca ve Türkçe olmak üzere İngilizce, Romence, Yunanca ve
Latince kitaplar bulunmaktadır. Konu bazında değerlendirildiğinde ilk sırayı
tarih, ikinci sırayı ise dil ve edebiyat kitapları almaktadır.
Ali Fuad (Cebesoy) ile birlikte hafta
tatillerinde şehre çıktığı zamanlarda özellikle Maten ve Pöti Parizien gibi
Fransızca gazeteleri okuduğu bilinmektedir.
Müşerref Avcı’nın Kırıkkale
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisin de yazdığı ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün
Yabancı Dil Bilgisi ve Türkçeye Kazandırdığı Eserler’ makalesinde; Mustafa
Kemal Atatürk’ün 57 yıl süren yaşantısında okuduğu kitaplar, yayınladı
çeviriler ve bildiği yabancı dillilerin hangileri ve okuma yazma dereceleri ile
bilgileri yaptığı araştırmada anlatmakta.
“1900-1901 yıllarında Harp Okulu’nun
her üç sınıfında da Alman veya Rus lisanı öğretildiği belirtilmekle birlikte,
bu dönemde yabancı dil olarak yalnızca Almanca ve Rusça değil; Fransızcanın da
okutulduğu görülmektedir. Harp Okulu Arşivi’nde bulunan belgeler doğrultusunda
hazırlanan “Kara Harp Okulu Tarihi” adlı kitapta, 1899-1900 öğretim
yılında Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün
Fransızca, seçmeli olarak Almanca veya Rusça derslerini okuduğu belirtilmekte
ve askeri rüştiye döneminde Arapça-Farsça dersleri aldığı bilinmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün sahip olduğu
kitap sayısı konusunda birbirine yakın rakamlar telaffuz edilmekle birlikte,
1973 yılında Milli Kütüphane Genel Müdürü iken Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’nin
kataloğunu hazırlayan Müjgân Cunbur, Çankaya’da 1903 ve Anıtkabir’de 2092
kitabın künyesini çıkarmıştır. Bu durumda O’nun 3.995 adet kitaba sahip olduğu
söylenebilir. Kendisinin okuduğu kitaplar arasında; Fransız edebiyatına dair
121 kitap (%2,8), Alman diline ait 61 kitap (%1,4), İngiliz diline ait 61 kitap
(%1,4), Fransız diline ait 58 kitap (%1,3) bulunmaktadır. Bu kitaplardan büyük
bir kısmının Fransızca olarak işaretlendiği görülmektedir. Kendi kitaplarının
yanı sıra özellikle İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nden farklı
zamanlarda kitaplar ödünç aldırdığı ve bu kitaplar arasında kendi
kütüphanesinde çevirisi bulunduğu halde orijinalinden okumayı tercih ettiği,
Durkheim’a ait üç adet kitabın olduğu da bilinmektedir
Mustafa Kemal Atatürk’ün iyi derecede
Fransızca ve Almanca bildiği, hatta Fransızca seviyesinin Almanca seviyesinden
biraz daha iyi olduğu ve konuşmak durumunda kaldığı zamanlarda öncelikle
Fransızcayı tercih ettiği söylenebilir.” [24]
Mustafa Kemal, Harp Okulu’nda ikinci
sınıfa geçince askerlik derslerine merak sardı. Şiir yazmaktan vazgeçmişse de
güzel yazmak ve güzel konuşma tutkusu devam etmektedir. Bu şiir de Harp Okulu
öncesindendir.
İnsan ömrünün kısıtlı olduğu
yaşamda bulduğu her fırsatını üretken ve faydalı faaliyetlere adamış olan Ulu
önder Atatürk'ün sayıları az olmakla birlikte yazmış olduğu şiirlerden biri.
Oğuz Oğulları
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz
Nerede olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendilerini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biziz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılmış gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede?
Hakikat nerede? [25]
Mustafa Kemal Atatürk'ün kütüphanecisi
olan Nuri Ulusu ‘nün hatıratlarını anlatırken; Atatürk'ün kitap sevgisi ve
okuma alışkanlığı hakkında çok değerli bir anıyı barındırıyor.
Gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın da
Atatürk'ü ziyarete gittiğinde masasında Balzac’ın “Colonel Chabert’’inin,
Maupassant’in “Boule de Suif’’inin, Lavedan’ın “Cervir’’inin durduğunu
defalarca kez anlatmıştır.
Atatürk’ün başucu kitapları nelerdir
dersek, şunları görebiliriz. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu Romanı, Grigory
Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı, Jean Jacques Rousseau’un Toplum
Sözleşmesi, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitapları.
Sonuç
Dünya tarihinde ulus devlet ve
vatandaşlık anlayışı, Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkmış olduğu kabul
edilir. O zamana kadar hâkim olan siyasi-toplumsal yapılar büyük değişikliğe
uğramıştır. Ulus-devlet modeli, orta çağın sonunda özellikle ‘milli
monarşilerin’ (Ülkenin
sadece bir hükümdar tarafından yönetilmesi) ortaya çıkmaya başladığı
görüşü ile bir devlet örgütlenmesidir anlayışı da vardı. 15. yüzyıl itibari ile derebeylikler
birleşerek tek yönetim altında toplanmaya başladı. Bu hareket sonucunda
mutlakıyet anlayışı oluştu. Özellikle Avrupa ekonomisinin büyük değişimler
geçirmesi, yönetimde de büyük değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Bu süre
zarfında madeni eşyalar değer kazanırken ‘merkantalist ekonomi politikası’ (güçlü bir ekonomi için ihracatı en
üst düzeye çıkarmak ve ithalatı en aza indirmek üzere tasarlanmış bir ekonomik
politikadır.) ise benimsenmeye başlandı. Bu aynı zamanda
feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönem olarak da görebiliriz.
Dünyadaki vatandaşlık anlayışının
yayılması ve ülkemizde kabulü çok kolay kabul görmüş değildi. Bunu 1. Dünya
Savaşı Almanya
ve Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu (sonra, Osmanlı İmparatorluğu ve
Bulgaristan’ın katıldığı) İttifak devletlerinin kaybetmesi üzerine
Osmanlı İmparatorluğunun da yenik sayılması ile Mondros Mütarekesi ile Osmanlı kamuoyunda
iki temel düşünce belirdi. Bunlardan ilki İttihat ve Terakki düşmanlığı, diğeri
de İngiltere ve Fransa ile bozulan ilişkilerin yeniden düzenlenmesiydi. İttihat
ve Terakki düşmanlığını politika haline getiren Hürriyet ve İtilaf Partisi
yanlıları bu süreçte İngiliz yanlısı bir siyaset takip etmişlerdir. Bu
görüşleri özellikle Paris Barış Konferansı’nda ortaya atılan manda ve himaye
fikirlerinin etkisi ile Osmanlı Devleti’nin İngiltere’nin himayesi altına
girmesi şekline dönüşmüştür. Öte yandan bazı eski İttihatçılar da 5 Ocak 1918
tarihinde ABD başkanı Wilson’un belirlediği ilkelerden etkilenerek Türkiye’nin
tamamına yönelik bir Amerikan mandası oluşturulması fikrini desteklemişler ve
bu konuda çalışmalarda bulunulmuştur.
Hacettepe,
Boğaziçi, Kocaeli Üniversitelerinde "Kamu Yönetimi ve Siyaset
Bilimi", İstanbul Üniversitesi Atatürk Devrimleri ve İlkeleri
Enstitüsü'nde "Atatürkçü Düşünce Sistemi" dersleri veren ayrıca
Siyaset İnsanı olan Alev Çoşkun, Cumhuriyet Kitaplarından 2008 yılında ki ‘Samsun’dan
Önce Bilinmeye 6 Ay’ İşgal, Hüzün, Hazırlık kitabında Alemdar Gazetesi Baş
Yazarı Refi Cevat Ulunay hakkında yazdıkları:
13
Kas 1918 – 6 Eki 1923 İşgal yıllarında İstanbul'da yayınlanan gazetelerin
önemli bir kısmı işgal kuvvetlerini destekliyor, Ali Kemal ve Refi Cevat Ulunay
mütareke basınının önde gelen isimlerini oluşturuyorlardı.
Mütareke
basını, Millî Mücadele tarihimizde yüz karası bir olaydır. Birçok
gazete, işgalci devletleri desteklemiş ve hain yayınları ile halkı zehirlemeye
çalışmıştır!
Mütareke basını olan Alemdar
gazetesinin 6 Şubat 1919 günü, başlığının yanındaki bir ilanla, gazetesinin
başyazarı Refi Cevat Ulunay’ın yaptığı bu söyleşiyi Mustafa Kemal'le yapılan ve
ertesi günü çıkacak olan “mühim bir mülakat” olarak duyuruyordu. Fakat ertesi
gün Alemdar aldığı yayın cezası dolayısıyla 6 gün çıkmadı. Bu yüzden sözü
edilen söyleşi de yayınlanamadı.
Yıllar sonra, Refi Cevat Ulunay
yayınlayamadığı bu söyleşiyi Sadi Borak'a anlattı. Sadi Borak da kitabında
Ulunay'ın ağzından şöyle anlatıyor:
Ulunay'ın Yazmadıkları
"Çanakkale ile ilgili
sorularımı bitirip not ettikten sonra ayrılmak üzere ayağa kalktığım zaman,
Mustafa Kemal
'biraz daha oturunuz, lütfen'
dedi.”
Şimdi konuşmayı Ulunay'a
bırakalım:
"Oturdum. Şöyle bir konuşma
geçti aramızda:
- Soracağınız sualler bitti mi?
- Bitti Paşam.
- 'Bu vatan içine düştüğü bu
felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline (bağımsızlığına) nasıl
kavuşturulur?' diye bir sual sormanızı isterdim.”
'Vatanın Kurtuluşu Mümkün
Olmadığı İçin Bu Soruyu Sormadım' diye ümitlenmeye veya mücadele edebilecek
özgürlük isteğinden yoksun olan Ulunay’ın cevabı:
- Af buyurunuz paşa hazretleri,
bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtarılmasını en uzak bir
ihtimalle (olasılıkla) dahi mümkün görmediğim için böyle bir sual
sormayı hiç aklımdan geçirmedim.
- Bu şartların dış görünüşüdür.
Bir de bunun iç yüzü vardır.
Siz yine de böyle bir sual sormuş
olunuz, ben de cevabını vereyim, fakat yazmamak şartıyla.
- Zatıalinizi dinliyorum paşa hazretleri.
- Bakınız Cevat Beyefendi, sizin
imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilatçı
Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir mukavemete (direnişe) hazırlarsa
bu yurt kurtulabilir.
- Nasıl olur Paşam! diye yerimden
fırladım.
Paşa sakindi:
- Hatırınızdan geçenleri tahmin
ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimize. Hiçbir ümit kapısı yok
gibi görünmektedir. Ama, 'düvel-i muazzama' dediğimiz bu büyük devletlerin bir
de iç yüzleri var.
- Nasıl Paşam?
Mustafa Kemal Atatürk sözlerine
devam eder:
- Anlatayım: Siz sanıyor musunuz
ki harbi kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün ihtilafları halletmişlerdir (sorunları
çözmüşlerdir). Asıl ihtilaf (anlaşmazlık), asıl menfaat rekabeti ve ölünün
mirasını paylaşma kavgası bundan sonra başlayacaktır.
Ulunay, paşaya sorar.
- Paşam, milli direniş güzel ama
neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir
çölden farksız oldu bu güzel vatanımız. Affınıza sığınarak arz edeyim ki artık
bu kupkuru çölde hiçbir hayat emaresi (nişanı) görülmüyor.
- Öyle görünür Refi Cevat Bey,
öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak, bu çöküntüden bir varlık, bir
teşekkül (oluşum-örgütlenme) yaratmak lazımdır. Siz başıboşluğa
bakmayınız. Boş görünen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve
kuvvetli hayat vardır. O, millettir; o Türk milletidir. Eksik olan şey
teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.
Bunu böyle bilesiniz Refi Cevat Beyefendi."
Refi Cevat Ulunay Alemdar
gazetesine gelir ve düşünceleri ile baş başa kalır. Enfiyesinden bir
tutam çektikten sonra düşüncelerini anlatmayı sürdürür:
"Mustafa Kemal'e veda ettim,
matbaaya geldim. Kafam karmakarışıktı. Anlattıkları eksantrik (kural dışı,
bambaşka) şeylerdi. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu deli saçması
gibi gelmişti bana. Matbaada arkadaşlar, "anlat" diyorlardı;
"neler söyledi? " Anlattım:
"Şu sıralar Anadolu'ya
geçilir, orada teşkilat kurulur, milli mukavemet harekete geçirilirse Fransız’ı
da İngiliz’i de İtalya’nı da memleketten kovar, vatan istiklaline kavuşur,
millet de esaretten kurtulurmuş. Anladınız mı arkadaşlar! Bu, deli değil, zır
deliymiş!"
Bundan sonrasını Sadi Borak'tan
dinleyelim:
"Ulunay'a dedim ki:
- Sonra yanılgınızın pişmanlığını
duydunuz değil mi?
- Hayır, Sadi oğlum dedi, ben
haklıydım, yerden göğe. O günlerde, o şartlar içinde istiklal mücadelesine
atılıp Türkiye'yi üç büyük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere
karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu; tek
adam."[26]
Feodal devlette egemen olan
meşrutiyet anlayışına göre devletin sahibi ve meşruiyetinin kaynağı monarşi
idi. Feodal sistemin zayıflamaya başlamasıyla birlikte güçlenen burjuvazi
sınıfı, politik etkinliğini pekiştirmek için kitlelerin desteğini arkasına almak
zorunda idi. Buradan hareketle egemenliğin kraldan alınarak halka verilmesi
süreci içinde milliyetçi akımların güç kazanması, milli egemenlik fikrinin
kitlelerde geniş yankı bulmasını sağlamıştır.
Aytunç ERKİN Sözcü Gazetesinde,
30 Ağustos 2022tarihinde ‘Ah İsmail Kahraman! Atatürk kazandı bil!’
isimli yazısında: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Konseyi Üyesi İsmail
Kahraman ‘tarihi” bir kez daha çarpıttı diyerek, Sn. Kahramanın sözlerini
şöyle aktardı.
“Zaferlerle dolu bizim tarihimiz.
İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş?
Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat
mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2
Mart'ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik,
vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir
tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz.
Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz.”
İlber Ortaylı, 28, Ağustos, 2022
tarihli Hürriyet Gazetesin de ‘Başkomutanlık Meydan Muharebesi... 100. Yıl’
isimli yazısında İngiliz General’e söylediği sözleri bize şöyle aktarıyor:
Büyük Taarruz ’un ilk safhasında esir bulunan İngiliz General Charles Vere
Ferrers Townshend ile görüşen Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Townshend verdiği
raporda; “Türk milli ordusunun güçlü ve etkin olduğunu, İngiltere
Hükümeti’nin bunu doğru kavrayamadığını” belirtir. Yeni bir Türkiye
doğuyor, İngiltere bunu anlamış değil. “Türk’ü, Avrupa dışına ve sadece
Anadolu’nun kalbine itmeye çalışmak çılgınlıktır” diyordu.
Cumhuriyet Dönemi şair, düşünür adamı
ve yazar Melih Cevdet Anday Cumhuriyet Gazetesi’nin 30 Ağustos 1974 tarihli
sayfa 2 de ki yazısında şöyle der: “İmparatorlukların çökmeleri başka,
ulusların yok olma ile karşı karşıya gelmeleri başkadır. Geçmişin olaylarına
bakarsak, imparatorlukların çökmesi ulusların kendilerini bulmalarına yol açmıştır
denebilir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılış dönemi ise, bu İmparatorluk içinde
yaşayan çeşitli etnik toplulukların ulus olmaya yönelmelerini sağlamak yanında,
çok garip karşılanması gereken bir gelişimle istilacılarda Türk’ü ve Türk
yurdunu ortadan kaldırmak tutkusuna yol açmıştır. Burada şaşırtıcı olan, sadece
Osmanlı'nın yenilgisini Türk’ün sonu biçiminde yorumlamaya kalkan
emperyalistlerin bu tutkusu değildir. Yenilmiş bütün devletlere tanınan yaşama
hakkının, toparlanma, kendini bulma, yeniden gelişme yoluna girme olanağının
nedense yalnızca Türk’e tanınmaması tutumudur” [27].
10 Kasım 1980 tarihli Cumhuriyet
gazetesi 6. Sayfa da ‘Yazarlarımız Atatürk’ü anlatıyor’ Köşesinde, Konur
Ertop ’un, ‘Çağdaş ve ulusal kültürün öncüsü Atatürk’ isimli
yazında ki anlatım da “Atatürk bir bağımsızlık savaşçısıydı. Bağımsızlık
sorununa tarihin ve çağdaş dünya sorunlarının ışığında yaklaşıyordu. Bizim
bağımsızlık savaşımızla bütün «mazlum» (zulüm görmüş) ulusların bağımsızlık
savaşlarını bundan dolayıdır ki birleştirebiliyordu. Anadolu’da emperyalizme
karşı verilen çetin savaşın sömürülen bütün uluslar için verildiğini 1922
temmuzunda şöyle dile getirmiştir:” «Türkiye’nin bugünkü savaşımı yalnız kendi
adına ve hesabına olsaydı, belki daha kısa daha az kanlı olur ve daha çabuk
bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir caba gösteriyor. Çünkü savunduğu,
bütün mazlum ulusların, bütün Doğunun davasıdır.»
Atatürk Türk ulusunun
ulusal-siyasasını şöyle özetlemiştir: “Bizim aydınlık ve uygulanabilir
gördüğümüz siyasal yöntem “Ulusal siyasadır” (.......) “Ulusal siyasa” demekle
anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi
gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun gerçek mutluluğuna ve
bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu
uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca
davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.” [a.g.e]
Bundan sonraki yıllarda Türk
siyasi hayatı boyunca tüm sağ ve merkez sağ görüşü kapsayan yapıda ki
partilerin buna benzer konuşmalarını sözlerini sık sık duymuşuzdur.
Yeni
Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın ‘Menderes Dönemi’ kitabında giriş
bölümünde Menderes’i şöyle tanımlar. “Demir Kırat’ın yakışıklı süvarisi, sanki
beklenen "mehdi" gibi karşılanmıştı. Menderes’e duyulan güven, daha
çok CHP’den duyulan bir nefretin ifadesi idi. Menderes bunu tam kavrayamadı. O
bir başka yönü ile yeni bir Atatürk olmak istiyordu. Atatürkçülük adına milleti
ezen CHP iktidarına karşı, Atatürk'ün bir başka cephesini sergilemek istiyordu.
İnönü bunu cebren ve hile ile yapıyordu, Menderes ise yasa ile. Ama her ikisi
de Atatürkçülük adına, o maskeyi kullanarak kendi fikirleri ve düşünceleri ile,
kendi varlıkları ile dolduruyorlardı boşluğu. Sorun, fikir sorunu değil, isim
ve yöntem sorunu idi. Menderes ve İnönü, sadece iki isim. Aynı kaynaktan ilham
alan ve aynı hedefe doğru giden iki insanın yöntem savaşı.” [28]
Dilipak
İnönü ve Menderes, ikisi de Atatürk’ü oynamışlardı demekte. Her ikisi de
Atatürk ilke ve inkılaplarını korumak, kollamakla ile görevliydiler diyor.
Doğru
olan her iki Siyasetçi de Halk Fıkrasının üyesiydiler. İsmet İnönü Mondros Mütarekesi
sonunda, İsmet İnönü “Millî Mücadele' de başarılarının sonucunda TBMM’nin
kendisine Korgeneral rütbesi vermesi üzerine İsmet Paşa, ateşkes görüşmelerinde
bulunmak üzere Mudanya’ya bu rütbeyle gitmişti. 03-11 Ekim tarihleri arasında
Mudanya'da Mütareke görüşmelerini sürdürmüş ve anlaşmayı imzalamıştır. İsmet
Paşa, 28 Ekim 1922’de Mustafa Kemal’in arzusuyla ordudaki fiili görevinden
ayrılarak Dışişleri Bakanlığı oldu; ancak Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki yeri
korundu. 1926’da orgeneralliğe terfi ettirildi ve 30 Haziran 1927’de ordudan
emekli oldu. 26 Ekim 1922’de Edirne Millet Vekili sıfatıyla Dışişleri Bakanı
olmuş ve Lozan Konferansına heyet Başkanı olarak katılmıştır. 14 Ağustos 1923
tarihinden 5 Mart 1924 tarihine kadar ikinci defa Malatya Milletvekili olarak
Hariciye Vekili olmuş ve 30 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı
olmuştur.
Adnan
Menderes, 1899'da Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Aydın Vilayeti
Koçarlı ilçesi Çakırbeyli köyünde toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu
olarak doğdu. Atatürk’ün yanında Milli Mücadesi katılmıştı. Dumlupınar ve
İstiklal savaşını Atatürk’ün yanında savaşa katılmıştı. Menderes Aydın ilindeki
çiftlikte yetişmiş, Atatürk’ün keşfi ile Aydın Halkevin de başkan olarak
çalışmış kişiydi.
Menderes’e
ait bilgileri yukarıda Atatürk’ün Büyük Söylevinde anlattıklarını aktarımıdır.
Siyasi
kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkasında başlayan Menderes, partinin
kendini feshetmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) katıldı ve ilk
defa 1931 Türkiye genel seçimlerinde Aydın milletvekili olarak
meclise girdi. Ayrıca 1935, 1939 ve 1943 Türkiye genel
seçimlerinde de CHP Aydın milletvekili olarak tekrar mecliste görev
aldı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün ardından CHP'nin başına
geçen İsmet İnönü'nün bütün üretim araçlarını devletleştirme
faaliyetlerine karşı çıktı. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi
muhalefetten dolayı 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nden ihraç edildi.
1945'te,
CHP'den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Mehmet
Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti'yi kurdu.
Parti, katıldığı ilk seçimde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 61 sandalye
kazandı. 1950 Türkiye genel seçimlerinde DP %52,7, CHP ise %39,4 oy
aldı. DP 13 puan farkla kazanmasına rağmen seçimde kullanılan çoğunluk
sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı.
Menderes 19. Türkiye Hükümeti’ni kurarak başbakanlık görevine başladı. Bu
görevini 1960 yılına kadar on yıl boyunca sürdürdü.
Devletin kurulmuşu; Anayasa
Hukuku üzerinde uzlaşımına göre, devletin üç unsuru üzerinden devlet kavramı somutlaştırılmaktadır.
Bu unsurlar ise; “ülke”, “insan topluluğu” ve “iktidar (egemenlik)” olgularının
oluşmasını sağlamış olmasıdır.
Devletin üç unsurundan yola
çıkarak devleti, “belli bir ülkeye yerleşmiş, belirli bir insan topluluğunun
hukuki ve siyasi düzenini kuran ve temsil eden siyasi iktidarın, kişiliğe ve
egemenliğe sahip bir kurum niteliğindeki görünüşü” olarak tanımlamak mümkündür.
Ancak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Adalet MYO İnfaz ve Güvenlik Hizmetleri
Programı Genel Hukuk Dersleri, Kamu Hukuku Alt Dalları (Anayasa Hukuku,
İdare Hukuku, Ceza Hukuku) ve Bu Dallar ile İlgili Temel Kavramlar
kitabında, Devlet Kavramı Devletin Tanımı ve Unsurları bölümünde, “Türk Genel
Kamu Hukuku Doktrininde bu üç unsura ek olarak “kişilik (devletin hukuki
kişiliği)” unsuru da eklenmektedir.” Demektedir. Daha kısa bir biçimde ifade
edecek olursak; “belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde
egemenlik kurmuş insan topluluğu” şeklinde bir devlet tanımlaması da
yapılabilir.
Devlet
felsefesi alanında fikir beyan eden Franz Oppenheimer Devlet adlı
eserinde fetih kuramını oluşturarak, “hareketli çoban toplumların yerleşik
tarımcı toplumları yenilgiye uğratıp haraç almalarını ve bu haraca araç olarak
da devlet adlı örgütü oluşturduklarını” söyler. Oppenheimer: Devlet; Platon’da
“birlikte yaşama zorunluluğundan doğan” iken, Aristoteles’te “doğal bir oluşum” Ancillon
’da dil, gibi iletişim ve toplumsallıktan doğan, Hobbes ’da herkesin
herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Rousseau, Spinoza
ve Locke da toplum sözleşmesinin sonucu, Fichte ’de saf insan amacının
yüce aracı, Schelling ’de mutlak olan, Hegel ’de tözel irade olarak
ahlaksal tin, Cicero ’da hukukun sonucu olarak betimlenir der. Bunlara karşı çıkarak egemenlik aracı olarak
devleti anlatır.
Cumhuriyetin, demokrasi anlayışıyla,
belirlenen misak-ı milli sınırlar içinde ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ kuruldu.
Bu yönetim şekli ile kurulan devlet, sağladığı
yurttaş bilinci, yurttaşların arasındaki eşitlik ilkesini kuran, laik, sosyal
sınıf, hukukun üstünlüğü, tüm yurttaşların seçme ve seçilebilme ilkesini ile
halkın yönetimini kabul eden, fırsat eşitliği, eğitim ve sağlık hizmetinin
devlet tarafından karşılandığı, sosyal bir hukuk devlet yapısı oluşturan yapıda
ki devletin siyasi yönetimi cumhuriyetinin 100. yaşındayız. Türkiye Cumhuriyet
devleti Anayasası 5. Maddesi; Devletin temel amaç ve görevleri “Devletin temel amaç ve görevleri,”[29]
Aristoteles’in anlayışı ile paylaştırıcı adaletti ve düzeltici adaletti “Türk
Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, içinde ülkenin bölünmezliğini,
Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak ve kollamak, kişilerin ve toplumun refah,
huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal
hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”[a.g.e.]
olmalı.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne
kadar 100 yıl yani 1asır’lık zaman geçmesine rağmen, Cumhuriyet ile soruna
olan, eskiyi özleyen içeride ve dışarı da Ülkeler, kişi ve kişiler vardır.
Gelecekte de olacaktır. Sağlam temeller üzerine kurulan Cumhuriyetle ne kadar uğraşsalar
da hiçbir şekilde yıkmaya geçleri yetmeyecektir.
Çünkü “Cumhuriyet Geçlere”
emanet edilmiştir.
Erdem Şeneroğlu
29 Ekim 2023
Diğer Yazılara bu linkten ulaşabilirsiniz.
http://erdemseneroglu.blogspot.com/
Kaynakça
[1] Kongar, E., ‘Tarihimizle Yüzleşmek’, (2006).
Remzi Kitabevi
[2] [a.g.e] Fromkin, David, (2008), ‘Barışa Son Veren Barış’
(Modem Ortadoğu Nasıl karatıldı? 1914-1922), İstanbul, Epsilon Yayıncılık
[3] Erez Manella (2020) ‘Kendi Kaderini Tayin
Hakkı ve Sömürge Karşıtı Milliyetçiliğin Kökenleri’, İletişim Yayınları
[4] M. Şükrü Hanioğlu, ‘İttihat ve Terakki
Cemiyeti’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Web Sitesi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ittihat-ve-terakki-cemiyeti
[5] Hacettepe Üniversitesi, Ankara, https://ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204/I6.pdf
[6] [a.g.e] Yüksel, Ç. (2022). 4 Ağustos 1920 Tarihinde İngiltere
Lordlar Kamarası’nda Sevr Antlaşması Hakkında Yapılan Oturum Üzerine Bir
Değerlendirme. Gaziantep University Journal of Social Sciences, 21(2),
963-976.
[7] [a.g.e] Kocatürk, Utkan, (1999) Atatürk’ün Fikir ve
Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma
Merkezi
[8] Görgülü, İsmet. ‘Millî Mücadele Döneminde Kongreler’
Atatürk Ansiklopedisi Web sitesi,
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/milli-mucadele-doneminde-kongreler/
[9] Avcıoğlu, D. (1974). Milli kurtuluş tarihi,
1838'den 1995'e. Tekin Yayınevi
[10] Özdemir, Y. (2010). İngiliz Yarbayı
Rawlınson-Mustafa Kemal Görüşmeleri. Atatürk Dergisi, 2(1).
[11] Irmak, S.
"Atatürk ve Meclis". Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 3 (1987):
247-286
[12] JÄSCHKE, G. (1973). Türkiye
Cumhuriyeti’nin İlanı, Atatürk Devrimlerinin Başlangıcı. Belleten, 37(148),
475-480.
[13] Velidedeoğlu, H. V.
(1990). İlk Meclis ve Millî Mücadele'de Anadolu. İstanbul, Çağdaş
Yayıncıları
[14] Erkan, M. S. (2022).
Türk Tarihinde Bir Dönüm Noktası, Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Başkomutan Meydan
Muharebesi. 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal
Araştırmalar Dergisi, 11(32), 243-271.
[15] Hülagü, Orhan, Mudanya
Mütarekesi (3-11 Ekim 1922), Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: Kasım
1997, Cilt XIII - Sayı 39, Sayfa 759-785
[16] Yüksel, N. (2017).
Tanin (1922-1925). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 33(95),
1-38.
[17] Dayı, S. E. (2010). Mustafa
Kemal Atatürk'te Cumhuriyet Fikri ve Gerçekleştirilme Safhaları. Atatürk
Dergisi, 3(1).
[18] Irmak, S. (1989). Atatürkçülüğün
İlkeleri-İnkılapların Düşünsel Temelleri/Rasyonel-Milliyetçi-Sosyal
Görüşler. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 5(15),
489-522.
[19] Kara, A. (2020).
Türkiye’de Alfabe Değişiminden Sonra Yeni Harflerin Yaygınlaştırılması ve Halk
Eğitiminde Millet Mekteplerinin Rolü ve Önemi. Oğuz-Türkmen
Araştırmaları Dergisi, 4(1), 114-41.
[20] Taşkıran, C. (1994). Atatürk
Döneminde Demokrasi Denemeleri 1925 1930. Atatürk Yolu Dergisi, 4(14).
[21] Yavuz, B., &
Bülbül, M. (2012). Çift meclis sistemi ve Türkiye. Ankara Hacı Bayram
Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 16(1), 217-260.
[22] Editörler: Kaynar, M. K., Kalkan, N., (2022),
‘Cumhuriyet Dönemi Partiler Seçimler Beyannameler (1923-1980)’, Ankara, TBMM
Basımevi,
https://www5.tbmm.gov.tr/yayinlar/2022/Cumhuriyet_donemi_partiler_secimler_beyannameler.pdf
[23] [a.g.e] Aydemir, Ş. S. (1984). Menderes’in dramı:
1899-1960. Remzi Kitabevi
[24] Müşerref, A. V. C. I.
(2020). Mustafa Kemal Atatürk’ün Yabancı Dil Bilgisi ve Türkçeye Kazandırdığı
Eserler. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10(2),
519-548.
[25] Türk.org.au web Sitesi
https://www.turk.org.au/ataturk-bilgi-bankasi/ataturkun-yazdigi-siirler/
[26] Coşkun, A. (2008).
Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay. İşgal, Hüzün, Hazırlık, İstanbul:
Cumhuriyet Kitapları.
[27] [a.g.e] T. C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, 1976, ‘Türk
Devrimi ve Kurtuluş Savaşı’, s.8, Ankara, Gnkur. Basımevi
[28] Abdurrahman, D. İ. L.
İ. P. A. K. (1990). Menderes Dönemi. Beyan Yayınları, İstanbul
[29] [a.g.e] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No.: 2709, Kabul
Tarihi: 18/10/1982, Yayımlandığı Resmî Gazete: Tarih: 20/10/1982, Sayı: 17844, Anayasa
Mahkemesi Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder