Bu Blogda Ara

28 Ekim 2023 Cumartesi

 

Cumhuriyeti’mizin 100 Yıllık Yolculuğu (1923-1960)

Erdem Şeneroğlu 29 Ekim 2023

Diğer Yazılara bu linkten ulaşabilirsiniz. http://erdemseneroglu.blogspot.com/

“Hangi istiklal vardır ki yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin?                                

Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.

Bilelim ki, ulusal benliğini bilmeyen uluslar, başka uluslara yem olurlar.”

Mustafa Kemal Atatürk Meclis konuşmasından 6 Mart 1922

Tarihte geçmişe yolculuk yapabiliriz, okuduklarımızla keyifli vakit geçirebiliriz. Millî Mücadele ruhu yeniden canlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak başlattığı Millî Mücadele’nin 100’üncü yılın da yaşayanların anılarını tekrar ederek, o anı yeniden yaşamışlığın nasıl olduğunu aktarmak ile anlayabilmek ve onların duydukları heyecanı bizler de yaşayabilir miyiz? Onların o zaman için de sahip olduğu şartlar için de yaşayabilmemiz gerekliliğini hissetmeliyiz.

Yazdıklarımı, başta Türk, İslam ve Atatürk Ansiklopedisi olmak kaydıyla, herkesin bildiği, herkesin her an ulaşabileceği, güvenilir kaynaklara dayandırılmıştır. Pek çok bölümde, yararlandığım kaynakları da belirttim.

 “İnsanlar tarihi, genellikle sahip oldukları ideolojilere göre saptırırlar. Tarihe bakarken, genellikle kasıtlı yapılan yanlışların altında yatan bu "ideolojik saptırma", en çok dinci ve milliyetçi çizgide, Müslümanlığı ve Türklüğü yüceltmek veya tam tersine, haksız ve yanlış suçlamalarla yermek ve küçültmek konularında görülür.

Bu ideolojik inançlar, insanların devlet karşısında doğuştan eşitliğine dayalı bir demokrasi ve insan hakları anlayışıyla dengelenmezse, Hitler Faşizmi ya da El Kaide terörü gibi, kitlesel cinayetlere yol açan sapmalar ortaya çıkar. Tabii bu dinci ve milliyetçi sapmalar, saptırmalar, tam ters bir yönde de görülebilir.” [1] Emre Kongar hocanın söylediği gibi ideolojik ve önyargılı davranılmadı.

Amerikalı yazar, avukat ve tarihçi David Henry Fromkin ‘Barışa Son Veren Barış’ isimli kitabında; 1. Dünya Savaşı çağımızın kaderini, ülkelerin sınır çizgilerini belirlemiş ve yönlendirmiş bir savaş olarak hatırlanacaktır. Balkanlardan Orta Asya’ya; Kafkaslardan Kuzey Afrika’ya ‘Arap Baharı’, bugün bile devam ederken ne zaman biteceği bilinemeyen sıcak bölge konumunu koruyan Ortadoğu sorunları (Irak, Suriye, Filistin, Ürdün, vs.), Birinci Dünya Savaşı ile biçimlenmiştir. Osmanlı için 1914-22 arası imparatorlukların çöktüğü, yeni bir dünyanın kurulduğu bir dönem. “Batı yayılımının doruk noktaya ulaştığı 1914’ün çö­zümsüzlüklerini de bağrında yaşatan bir yeni dünya. Bu gelişmelerden belki de kendi iradesiyle yönünü çizen tek bölge ülkesi Türkiye. Cihan Harbi’ni yitirmesine karşın Millî Mücadele’yle yeni bir devlet kuran ve Batı’ya meydan okuyan bir ülke Türkiye. Bağımsızlık savaşıyla Batı yörüngesinde birçok ülkeye örnek olacak olan Türkiye bu denli sorunlu bir ortamda biçimlenmiş.

Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının Avrupa’da çizildiği bir dönemdi, örneğin Irak ve Ürdün, İngiliz buluşudur ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra boş bir haritada sınırları İngiliz politikacıları tarafından çizilmiştir. Suudi Arabistan, Kuveyt ve Irak sınırları 1922’de bir İngiliz devlet memuru tarafından belirlenmiştir. Suriye Lübnan’da Müslüman ile Hıristiyanlar arasındaki sınırlar Fransa; Ermenistan ve Sovyet Azerbaycan’ı sınırları da Sovyetler Birliği tarafından çizilmiştir.” [2]

İtilaf Devletleri 1919, 1920 ve 1921’de Anadolu’daki Türkçe konuşan halkın durumunu görüşürken Osmanlı İmparatorluğu sorununun tam merkezinde yer almaktaydı

Ortadoğu’nun o günlerdeki politik görünümü de bugünkünden farklıydı. İsrail, Ürdün, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan henüz yoktu. Ortadoğu’nun büyük bölümü, yüzyıllardır Osmanlı İmparatorluğunun uyuşuk, borç içinde karar verme zorluğu ve ihmalci yönetimi altındaydı. Nispeten sakin olan bölgede her şey gibi tarih de çok ağır hareket ediyordu. 20. yüzyılın sonlarına yaklaştığımız günümüzde bu bölgenin politikası tümüyle başka bir görünümü sunmaktaydı.

Avrupalı güçler o dönemde Müslüman Asya’yı politik varlığının temellerine dek değiştirebileceklerine inanmışlardı. Ruslar Komünizmi, İngilizler ise milliyetçiliği ya da hanedanlığa bağlılığı getirmek istemişlerdi. Şii dünyasında Humeyni’nin İran’ı, Mısır ve Suriye’de Müslüman Kardeşler ve başka yerlerde Sünni topluluklar, din konusunu ayakta tutmaktaydı. Ortadoğu’da dinin, politikanın temeli olmasına izin veren Fransa, bir mezhebi diğerlerine karşı tutmuş ve özellikle Lübnan’ı 1970-80’lerde parçalayan toplumsal çatışmalara yol açarak konunun hep canlı kalmasını sağlamıştı.

1908-1916 arasında İngiltere’de başbakanlık yapmış liberal devlet adamı ­Herbert Henry Asquith, Hükümeti savaş kargaşası içinde geleneksel İngiliz politikasının en önemli gerçeklerinden birini göz ardı etmişti: Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünün korunması Türkiye’nin değil, İngiltere’nin çıkarları içindi.

“Öte yandan İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkma kararı, Avrupalıların Ortadoğu konusunda yüzlerce yıldan beri paylaştığı bir varsayımı tekrar gündeme getirmişti: Bölgenin Osmanlı sonrası politik kaderi, bir ya da daha fazla Avrupalı güç tarafından belirlenmeliydi.

Bu nedenle İngiliz liderlerinin 1914’te kesin bir berraklıkla görebildikleri tek şey, Osmanlıların savaşa girmesinin Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesi ve modem Ortadoğu’nun yaratılması yolunda ilk adım olduğuydu.” [a.g.e]

“Ortadoğu’da Osmanlı sonrası paylaşım gibi barış masasında bir nebze alaka görmüş Avrupa dışı meselelere karşı tarihî yaklaşım da büyük güçlerin perspektifini vurgulamış, yerel aktörlerin faaliyetlerini önemsememiştir.

Barış Konferansı’nın standart anlatısında, Batılı olmayan bölge ve halklar, emperyalizmin emsalsiz genişlemesi esnasında büyük güçler tarafından paylaşılan hareketsiz toprak ve insan yığınları olarak yer alır.” [3]

1914-1922 yılları yaratıcı, şekillendirici ve her şeyin mümkün göründüğü heyecan dolu yıllardı. Bu dönemde Avrupalılar, Arap ve Yahudi milliyetçiliğinin doğal müttefikler olduğuna inanıyordu; Yahudi halkının tarihi yurtları olan topraklarına dönüşü anlamın da Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen siyasi ideolojisi, tehlikeli düşmanı Araplar değil, Fransızlardı ve petrolün Ortadoğu politikasında önemli bir yeri yoktu.

Doğu Akdeniz’in düğüm noktasını teşkil eden Kıbrıs adası, Anadolu ve Suriye kıyılarına olan komşuluğu, Ege Denizi’nin giriş ve çıkışına etkisi, Mısır ile Süveyş Kanalı’na olan yakınlığıyla stratejik açıdan önemli bir ada konumundaydı. İngiltere Ortadoğu'nun kontrolü için Kıbrıs’a önem vermiş, menfaat alanlarının, Süveyş Kanalı-Hint Okyanusu gibi suyollarının güvenliği açısından adayı bir üs olarak değerlendirmiş. Fransızlar da ele geçirmeyi planladıkları Suriye, İskenderun, Adana-Kilikya bölgesi için Türklere karşı Ermenilerin desteğine ihtiyaç duymuşlar, bu nedenle Kıbrıs’ı Ermenilere geçici olarak kalıp yerleşebilecekleri bir yurt ve yer olarak değerlendirme düşüncesi içinde olmuşlardı.

Almanya’nın denizaltı savaşına yönelmesi, ABD’nin dış ticaretine çok olumsuz etki yapmış, aynı zamanda, Almanya’nın kurmaya çalıştığı ‘Alman-Meksika İttifakı’ da ABD’de büyük bir tepkiye yol açmıştı (Almanya ABD’nin savaşa girmesi durumunda Meksika’nın ABD’ye saldırmasını istiyordu).

Bu iki nedenin ABD’de kamuoyu oluşturmasıyla, “Amerikan Kongresi 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. ABD’nin savaşa girmesi, aynı zamanda dönemin en büyük ekonomik imkânlarına sahip olan bir devletin savaşa girmesi demekti. Bu da savaşın kaderine çok önemli etkilerde bulunmuştur”.

Japonya'nın amacı Çin, Hong Kong (Çin), Tayvan (Çin), Endonezya, Kore, Malezya üzerindeki etki alanını genişletmek ve savaş sonrasında oluşacak jeopolitik düzlemde bir büyük güç olarak tanınmaktı.

Britanya hükûmetinden Japon hükûmetine 7 Ağustos 1914 tarihinde gönderdiği resmi bir mektupta Kaiserliche (Almanca: İmparatorluk) Donanması'nın Çin sularında etkisiz hale getirilmesi için yardım isteğinde bulunuluyordu. Bunun üzerine “Japonya, Almanya'ya 14 Ağustos 1914 tarihli bir ültimatom gönderdi. Ültimatomun yanıtsız kalmasının ardından Japonya 23 Ağustos 1914 tarihinde Alman İmparatorluğu'na savaş ilan etti.

Japon güçleri Uzak Doğu'daki Alman bölgelerini hemen işgal etti. 2 Eylül 1914 günü Çin'in Shandong eyaletine giren Japonlar, Almanları Tsingtao (Kiautschou)'da kıstırdı.

Sivil hükûmetten bağımsız hareket eden Japon donanması Ekim ayında aralarında Mariana, Caroline ve Marshall Adaları'nın da bulunduğu Alman etki alanlarını ele geçirdi”.

I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914 tarihinde başlayıp, 11 Kasım 1918 tarihinde sona eren Avrupa merkezli küresel bir savaş gibi olsa da sonuçta, Uzak Doğuda Japonya savaşı kazananlar tarafından olması, Amerikan ticaret yollarında ki Alman denizaltılarının tehlike ve zarar yaratması gibi sebeplerden dolayı Amerika Birleşik Devletleri’nde savaşa katılması ile savaş Avrupa merkezlilikten küresel bir savaş durumuna gelmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu

II. Abdülhamit’in baskı rejimine karşı mücadele etmek ve Osmanlı Devleti’nin çöküşünü engellemek amacıyla faaliyet gösteren ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’ isimli gizli ihtilal komitesi. 1908 ihtilalinden sonra bazı kesintilerle Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin yönetiminde söz sahibi olan siyasal örgüt.

19. yüzyıl sonunda Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu bunalımdan kurtulması için, 1876 Kanun-ı Esasi’nin (temel kanun-anayasa) yeniden yürürlüğe konmasını isteyen öğrenciler tarafından 21 Mayıs 1889 ‘da Askeri Tıbbiye Mektebi’nde İttihad-ı Osmanî Cemiyeti adlı gizli bir örgüt olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacak örgüt, (“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889-1918 döneminde birbirinden çok farklı organizasyonlar şeklinde faaliyet göstermiş olup isim benzerliği dışında gerek örgütsel yapı gerek üyelerinin niteliği ve gerekse ideolojik açılardan büyük farklılıklar göstermektedir.”) [4] Aynı devirde kurulmuş irili ufaklı diğer pek çok örgütle birleşerek Osmanlı coğrafyasında dönemin en güçlü teşkilatı haline geldi.

“1913 Yılında gerçekleştirilen bir darbeyle yönetime el koyan İttihat ve Terakki Cemiyeti, hemen akabinde diğer siyasi partilerin faaliyetlerini engelledi ve en önemli siyasal rakibi olarak görünen Hürriyet ve İtilâf Fırkasının ileri gelenlerini İstanbul dışına göndererek ülkede fiilen bir “Tek Parti Yönetimi” oluşturdu.

Yaklaşmakta olan bir Avrupa savaşının farkında olan yönetim, bu hesaplaşmada yalnız kalmamak için müttefik aramaya çaba harcamıştır. Osmanlı devleti geleneksel dostu saydığı İngiltere’den ve Fransa’dan bu girişimlerine olumlu cevap alamadı.

Buna karşılık Almanya, Osmanlı Devleti ile ilişkilerini yoğunlaştırmaya ve geliştirmeye dönük ciddi çaba harcıyordu. Bu durumda Osmanlı yönetimi de Almanya ile anlaştı ve hükümetten gizlenmiştir. Sadrazam Sait Halim Paşa’nın bile olaylardan geç haberdar olduğu bilinmektedir.” [5]

Osmanlı orduları I. Dünya savaşında yedi cephede vuruştu: Kafkas ve Galiçya cephesinde Ruslarla, Makedonya’da, Yunan ve Fransızlarla, Çanakkale’de İngiltere, Fransa ve İtalya ile; Filistin, Suriye, cephesinde İngiliz ordularıyla.

Çanakkale harekâtının başlaması üzerine, Osmanlı topraklarını kendi savaş hedefleri arasında gören Rusya, Osmanlı topraklarının paylaşılmasıyla ilgili bir yazılı antlaşmanın ortaya çıkması için ısrarlı girişimlerde bulundu

Sykes-Picot Antlaşması

29 Nisan 1916'da Kût'ül-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Fransız diplomat François Georges Picot ve İngiliz diplomat Sir Mark Sykes arasında imzalanan Sykes-Picot olarak bilinecek olan ‘gizli bir anlaşma’ ile ‘hasta adam’ olarak niteledikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun etkili olduğu bölgeleri, kendi aralarında paylaşma konusunda ‘gizli anlaşma’ da uzlaşmışlardır. Aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından da onaylanan ve Orta Doğu’da büyük devletlerin savaş bitmeden önce kendileri için nüfuz bölgelerini belirledikleri bir anlaşma olup bölgenin bugünkü haritasının da ilk nüvesini oluşturmaktadır.

Sykes-Picot Antlaşması ile İngiltere ilhak ettiği Kıbrıs'ı Fransa'ya danışmadan üçüncü bir ülkeye devredilmemesi konusunda anlaşma sağlanmıştır.

1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev Davidoviç Bronştayn ya da yaygın bilinen adıyla Lev Troçki, Bolşevik siyasetçi, devrimci ve Marksist teorisyen Dışişlerinden Sorumlu Halk Komiseri görevini alan ilk kişisi olarak, gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917 de İzvestiya gazetesin de yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştır.

St. Jean de Maurienne Antlaşması

Ancak Osmanlı İmparatorluğu topraklarından pay almaya çalışan devletler sadece İngiltere ve Fransa’dan da değildi. İtalyanların savaşa odaklanmasını ve dolayısıyla savaşa dahil olmasını sağlamak amacı ile İngiltere ve Fransa, İtalyanların Anadolu’daki paylarını görüşmek amacıyla 21 Nisan 1917 tarihte Savoya Dukalığının Maurienne ‘ye bağlı olup günümüzde Fransa'nın Savoie bölgesinde ki St. Jean de Maurienne tren istasyonun da bulunan bir vagonda görüştüler. Antlaşma neticesinde İtalya, daha önce İtilaf devletlerinin imzalamış olduğu gizli antlaşmaları tanıdığını kabul etti. Buna karşılık ise İtalyanlara Mersin dışında Anadolu topraklarında topraklarından Antalya, Konya, Aydın ve İzmir taahhüt edildi. Anlaşma içerdiği maddelere göre Rusların onayına bağlı idi. Ancak Rus Hükûmeti Bolşevikler tarafından devrildiği için bu anlaşma da diğer antlaşmalar gibi hiç yürürlüğe giremedi.

Balkan Savaşı’yla başlayan sergi; savaş sonrasında devam eden süreci, 1. Dünya Savaşı’nı ve Kurtuluş Savaşı’nı detaylı bir şekilde aktarıyor. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin nasıl atıldığını gösteren anlatım ve yazılar ile devam ediyor.

Mondros Mütarekesi

Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mütareke Belgesi’ni Osmanlı İmparatorluğu adına Bahriye Nazırı Rauf Bey tarafından, Limni adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon (Miken kralı ve Homeros'un İlyada'sında Troya Savaşı'nda Yunan ordusunun lideriydi. Büyük bir savaşçı ama bencil bir hükümdardı.) zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalandı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla herkes, hiç olmazsa Türk milli varlığının korunması ümidine bel bağlamıştı. Mütareke, bu amaca ulaşmak ve adil bir barış elde etmek umuduyla imzalanmıştı.

Atatürk Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imza edildiği gün Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. Bir müddet sonra, bu Grup Kumandanlığının kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen Fakültesi, Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zafer Koylu, ‘Esaretten Özgürlüğe 423 Gün İngiliz İşgalinde Eskişehir’ isimli kitabında: Mütareke imzalanır imzalanmaz, “İngilizler stratejik önemi bulunan Eskişehir istasyonunu işgal ettiler”. Osmanlı Hükümeti halkın tepki göstermesini engellemek için, bu hareketi bir işgal olarak algılanmamasını, salt demiryollarının denetimine yönelik bir eylem olarak değerlendirilmesini istedi.

Sevr Antlaşması

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu’nun yenik sayılması ile “Osmanlı topraklarını paylaşmak için uzun yıllardır mücadele eden emperyalist devletler için önemli bir fırsat olmuştur. Mondros Mütarekesi sonrasında İtilaf Devletleri Anadolu’nun çeşitli bölgelerini işgal etmişler ve bu durumu hukuki hale getirmek için barış antlaşmaları hazırlamaya başlamışlardır. Paris Barış Konferansı’nda mağlup devletlerle yapılacak barış antlaşmaları hazırlanırken Osmanlı topraklarının paylaşılması da gündeme gelmiştir. Fakat yürütülen uzun müzakerelere rağmen İtilaf Devletleri paylaşım konusunda anlaşamamışlardır. Londra ve San Remo’da yapılan görüşmeler sonucunda paylaşım konusunda bazı uzlaşmalara varılmış ve ortaya Sevr Antlaşması çıkmıştır.” [6]

Rusya 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarını üzerinde ki emelleri doğrultusunda yaptığı çalışmalar ile Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak, toprakları üzerinde hak sahibi olacağı düşüncesi, Batı devletlerini birtakım önlemleri almaya yönetmiştir.  Rusya, 1877-1878 (93 Harbi) Osmanlı-Rus Harbi sonucu Plevne’nin ele geçirilmesi ve 40.000 civarındaki Osmanlı askeri Ruslara esir düşmüştü. Osmanlı Devleti bu noktada teslim olmuş ve Ayastefanos Antlaşması yapılmıştır. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, politika değiştirerek Osmanlı İmparatorluğu’nu kendileri ortadan kaldırmaya karar vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın ittifakı olarak savaşa girmesini fırsat bilerek, Osmanlı İmparatorluğu paylaşımı için aralarında gizli antlaşmalar yapmışlardır. Bu antlaşmalara daha sonra İtalya’da dahil olmuştur.

“Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya ve müttefiklerine savaş ilan etmiş 32 devletin katılımıyla barış antlaşmalarını şekillendirmek için 18 Ocak 1919 günü Paris’te barış konferansı açılmıştır. Konferansa İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya ve Japonya’nın başbakan ve dışişleri bakanlarından oluşan grup, Konseye hâkim olmuştur. Konferansın amacı Birinci Dünya Savaşı sonrasında barışı yeniden tesis etmek olarak açıklanmıştır. Fakat gerçekte galip devletler, daha fazla sömürge elde etmek, savaş sırasında yaşanan yıkımı telafi edebilmek için mağlup devletlerden büyük tazminatlar almak, mağlup devletleri bir daha tehdit yaratamayacak hale getirmek için yoğun çaba göstermişlerdir.” [a.g.e]

Paris Barış Konferansı’nda Amerika’nın izlediği politik yol, Konferansa katılan diğer devletlerden farklı olmuş, Konferans sırasında Amerikalı delegeler, dünya nüfuz alanlarını genişletip hakimiyet kurma istekleri için, ağırlık verdiği konu Milletler Cemiyeti meselesi olmuştur. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını öne alarak Amerika Başkanı Wilson’ın ülkesine dönmesini sağlamışlar ve konferansı istedikleri gibi yönetme olanağı bulmuşlardır. Japonya Orta Doğu meselelerine ilgi göstermemişler, İtalya ise adeta dışlanarak pasivize edilmiştir.

İtilaf Devletlerinin bu Konferansın isteği; Osmanlı Devleti’ni sömürge durumuna getirebilmek, İşgalciler şark meselesini hallettiklerine inandıkları ve istediklerinin olduğuna inanması, Osmanlı yönetimi içinse; Sevr Antlaşması tamamen yok olmaktan daha iyidir anlayışına inanmasıdır.

Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak barış hakkında kesin bir karara varılamamıştır. Bunun nedeni henüz Osmanlı topraklarının paylaşılması meselesinin çözülememiş olması ve Anadolu’da başlayan direniş hareketi de İtilaf Devletleri’ni tedirgin etmesidir.

Bu kadar uzamasında ki durumuma bakınca İtilaf Devletleri bitmek bilmeyen istekleri ve anlaşmazlıkları sonucunda, Osmanlı heyeti Paris’e davet edilmemiştir. Bu antlaşma Ayastefanos Antlaşması gibi geçersiz ve uygulanmayan bir antlaşma olarak tarihteki yerini almıştır.

Paris’te çözülemeyen sorunların çözümü için görüşmelere 21 Şubat-12 Mart 1920 Londra ve 19-26 Nisan tarihinde San Remo Konferansın da devam etmiştir. Barış antlaşması hazırlanırken Osmanlı Mebusan Meclisi’nin Misak-ı Millîyi kabul etmesi İtilaf Devletleri’nin 16 Mart tarihinde İstanbul’u resmen işgal etmelerine yol açmıştır.

Millî Mücadelenin Başlaması

Ülkenin ve halkın içinde bulunduğu şartları ağır idi. Memleketin birçok bölgeleri İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmiş, düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Padişah ve hükûmet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette idi. Mustafa Kemal, bu şartlar altında tek ve gerçek kurtuluşun Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele için mücadele bayrağı eline alarak Vatanın her toprağına ve her vatandaşına kurtuluş için mücadele etmek olduğunu gördü. Mustafa Kemal Paşa kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla, Anadolu’da 9. Ordu Müfettişliği teklifini kabul etti.

Prof. Dr. ve siyaset insanı Muzaffer Utkan Kocatürk ‘Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’ kitabında, Atatürk’ün ‘Millî Mücadele’ ye başlamasını şöyle anlatır: İstanbul’dan ayrılışından bir gün önce, 15 Mayıs 1919’da İzmir de Yunanlılar tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.

Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, artık kutsal görevine başlamak üzeredir. “Komutan ve valilere 22.6.1919 tarihinde Amasya’dan yapılan bir genelge ile ‘vatanın bütünlüğünün, milletin bağımsızlığının tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin vazifesini yapamadığı’ belirtilmiş ve ‘Millî Mücadele’nin fiilen başladığı’ onun imzasıyla ilân edilmiştir. Dâhi adam, ‘milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına’ inandığından, her şeyden evvel, millî kararlar alabilecek bir kongrenin acele toplanması lüzumu üzerinde durmuştur.” [7]

Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınlarından Askerî Tarih Belgeleri Dergisi Nisan 2007 Sayı 120 dergide ki önsöz yazıda ‘Yol Haritası Çizilirken’ yazısın da;

Mustafa Kemal, kendisine geniş yetkiler tanıyan bu vazifeyi kabul ederek deniz yoluyla, Millî Mücadele’yi başlatmak üzere 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa daha sonra Havza’ya geçmiş ve burada bir genelge yayınlamıştır. Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, 9 Haziran 1919 tarihinde yayımladığı genelgede:

“Geçirdiğimiz şu ölüm kalım günlerinde bütün milletçe her tarafta yapılan gösterilerle gerçekleştirilmeye çalışılan millî istiklâlimiz uğrunda ben de bütün varlığımla çalışmaktayım. Bu kutsal emel uğrunda milletle beraber sonuna kadar çalışacağıma da mukaddesatım adına söz veriyorum.” der.

Amasya’ya geçen Mustafa Kemal; İstanbul hükümetinin gerçekleşen işgallere karşı olan sessiz tavrı üzerine bir genelge daha yayınlamaya karar vermiştir. Amasya’da bulunan Saraydüzü Kışlası’ndaki görüşmeler 21 Haziran 1919 günü başlamış ve genelgenin esasları Mustafa Kemal Paşa tarafından Cevat Abbas Bey’e yazdırılarak 22 Haziran 1919 tarihinde ilan edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşlarından biri olan Amasya Genelgesi imzalayanlar; Mustafa Kemal, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele tarafından hazırlanıp imzalanan bu belge ayrıca Kazım Karabekir ve Cemal Paşa tarafından da telgraf vasıtasıyla onaylanmıştır.

Amasya Genelgesi ile birlikte milli mücadelenin kurtuluş aşaması resmen başlamıştır. Bu genelgede ortaya konan hususlar ile İstanbul hükümeti yok sayılarak yeni otorite Anadolu’da başlayan direniş hareketi olmuştur. İlk kez ortaya atılan milli egemenlik, milli bağımsızlık gibi kavramlarla yeni bir yönetim anlayışından bahsedilmiştir.

Asker Emeklisi ve Doktorasını ‘Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi’ dalında yapan ve Harp Akademileri’nde 9 yıl harp ‘tarihi, askeri coğrafya, strateji ve Atatürkçülük’, Yıldız ve Bilkent Üniversitelerinde birer yıl yarı zamanlı olarak ‘Atatürkçülük’ dersleri veren İsmet Görgülü ‘Millî Mücadele Döneminde Kongreler’ makalesinde şunları anlatıyor. Kongrelerin düzenlenmesinde genel amaç, halkın, varlığını korumak için çare arayışıdır. Çünkü Mondros Mütarekesi ile devlet teslim olmuş ve otoritesi bitirilmiş, halkını ve vatanını korumayı sağlayamayan acizlik içinde kalmış yapıdan ibaret. Osmanlı memleketleri tamamen ayrılarak parçalanmış, paylaşılmış durumdaydı. Diyerek anlatıyor.

Atatürk Nutuk’ta, Mondros Mütarekesi sonrasında, ülke okur yazar aydınlarının düşünülen kurtuluş çarelerini açıklarken, birincisinin İngiliz himayesi istemek, ikincisinin Amerikan mandası istemek, üçüncüsünün de bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmak olarak sıralar ve bunlar ile ilgili, fikirlerini şöyle anlatır.

“Ben bu kararların hiç birisinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıkları çürüktü, temelsizdi… O tarihte, Osmanlı devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamı kalmamış bir takım boş sözlerden ibaretti.” der. Atatürk bölgesel kurtuluş çarelerine yönelen eğilimler için, yani bu amaçla düzenlenen kongreler için dayanakları çürüktü, sonuca erişmeleri mümkün değildi, demektedir. [8]

Mondros Ateşkes Anlaşması sonrasında Trakya ve Anadolu’da 31 kongrenin düzenlendiği görülmekte.

Atatürk gerçek kurtuluşu, Trakya ve Anadolu’daki kurtuluş mücadelesi yapma amaçlı kurulmuş tüm derneklerin bir çatı altında toplanması ile verilecek bir ‘Millî Mücadele’ ile olabileceğini görmüş, Amasya Genelgesi ile bunu ilan ederek, Erzurum ve Sivas Kongrelerini de bu amaçla düzenlemiştir.

Ulusal mücadeleri ‘Millî Mücadele’ ye dönüştürülebilmesi için, önce yapılmış olan kongreler de ulusal mücadelenin alt yapısını oluşturulmasını sağlamıştır.

Millî Mücadele döneminde düzenlenen kongreler, tarih sırasıyla ile şöyledir. Atatürk’ün katıldığı kongreler italik harflerle yazılmıştır.


Millî istek ve arzular, millî irade, yalnız bir şahsın düşüncesinden değil, bütün millet vatandaşlarının istek ve emellerinin birleşmesinin toplamıdır diyebiliriz.

Mustafa Kemal daha güvenli ve rahat çalışabilmek için hem vazifesinden hem askerlikten istifa ederek, Padişah ve İstanbul Hükümeti’yle ilgisini tamamen kestir. Bunun arkasından, 23 Temmuz 1919’da Erzurum ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongreleri toplanarak, toplantı görüşmeleri sonuçlarında ortaya çıkan hedef belliydi. Bu sonuç da “Bağımsızlık mücadesi için yapılan tüm toplantı ve kongrelerde Millî Mücadele’nin temel ilkeleri belirlenmiştir. “Ya bağımsızlık ya ölüm” Millî Mücadele’nin parolası” olarak kabul edildi. (a.g.e)

Mandacılık, Atatürk ve Arkadaşları Yol Ayrımı

“Yenik Türkiye başını kaldırıp da yenenin İngiltere olduğunu görünce, rahat bir nefes aldı.” CHURCHILL

Doğan Avcıoğlu’nun ‘Milli Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e’ isimli kitabında şunları anlatır. Rauf Bey, 2 Kasım 1918 tarihli Tasvir-i Efkâr ve Yenigün gibi gazeteleri üzerinden, basına Mondros Mütarekesini kazanılan zafer olarak sunmuştur.

“İmzaladığımız mütareke sonucunda Devletimizin bağımsızlığı, Saltanatın hakları tamamen kurtarılmıştır. Bu mütareke yenen ile yenilen arasında imzalanmış olan bir mütareke değil, belki savaş durumundan çıkmak isteyen iki denk kuvvet arasında imzalanabilecek, çatışmalara son veren bir belge niteliğindedir.”

Rauf Bey, gazetecilerin soruları üzerine, “İstanbullumuza bir tek düşman askeri çıkmayacaktır. Tersanelerimiz işgal olunmayacaktır. Demiryollarına el konulmayacaktır. Adana kurtarılmıştır. Ne miktar asker terhis edeceğimizi biz saptayacağız”. Diyerek iyimser cevaplar vermiştir.

 “Rauf Bey, Mütareke imzalanınca General Townshend aracılığıyla Londra'ya şu mesajı göndermişti: “Dönüşünüzde Lord Curzon'u görerek, Türkiye'nin İngiltere için pek sadık bir müttefik olabileceğini, rica ederim, söyleyiniz.”

Rauf Orbay: “İngilizler, güvenilir dosttur!” düşüncesi içindedir. Bunu Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ‘Şevket Süreyya Aydemir’in ikinci adamı’ kitabında, ‘İngiltere, çıkarları gereği, Türkiye'nin tam bağımsızlık içinde yaşamasından ve ilerlemesinden yanadır’ diyebilmektedirler. [9]   

Dünya Savaşı'nda, Alman tehlikesine karşı İngilizler, ezelî düşmanımız olan Rusların yanını tutmuşlarsa da Türklerde İngiliz milletine karşı kin ve öfke duyguları doğmamıştı. Dış politikada Ülke çıkarları yerine kişisel sempati içinde düşünmekteler. Tıpkı Osmanlı Devleti devletinin dış politika anlayışı gibi davrandıkları görülmekte.

Birinci Dünya savaşında Amerika ile hiç savaşmamış olan Osmanlı Devleti Lozan Antlaşmaları görüşmelerinde, Amerikan heyeti tarafından, ABD, vatandaşlarının Türkiye'de uğradığı zararlara karşılık 55 milyon dolar götürü ödeme ister. ABD'nin zarar ziyan isteği ise, ancak 1934 yılında birçok pazarlıklar sonucu çözülebilecektir. Türkiye, 28 Eylül 1934'te 13 taksitte faizsiz 1,3 milyon dolar ödemeyi kabullenir. Türkiye, taksitleri ödemeye başlar. Amerika Devleti tarafından atanan Avukat Nielsen de ABD'de bu parayı hak sahipleri arasında paylaştırmaya koyulur. Nielsen, 1937 yılında görür ki. 33 hak sahibi vardır ve bunlara ödenecek zarar ziyan ancak 899 bin dolara ulaşmaktadır! Türkiye'den 400 bin dolar fazla para alınmıştır. Nielsen, fazla paranın Türkiye'ye geri verilmesi söyler. Bunun üzerine, ABD Hükümeti, 13 taksitte ödenen, borcun 1948 yılında değil de 1944 yılında sona ereceğini Büyükelçi Münir Ertegün'e bildirir. Büyükelçi, “ABD Hükümetinin cömertliğine, hakseverliğine ve ahlâk dürüstlüğüne karşı duyduğum derin hayranlığı belirtecek kelime bulamıyorum. Meslek hayatınım en mutlu günü” der.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Söylev de ‘Yerli Azınlıklar Örgütleniyor’ bölümünde: Yerli Azınlıklar Örgütleniyor, bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalıştıklarını, İstanbul Rum Patrikhane’sinde kurulan Mavri Mira Heyeti, illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç’ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu, Mavri Mira Heyeti ‘nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevlendirildiğini ve Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Heyeti ile birlikte çalıştığını söylüyor.

Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerlediğini, Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve İstanbul’daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiçbir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalıştıklarından bahsediyor.

Osmanlı Devleti’nin artık tek başına varlığını ve bağımsızlığını sürdüremeyeceğini düşünen eski Almanya yanlısı bazı aydınlar da Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak, azınlıkları bahane edilerek büyük devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasını önlemek, adaletli ve sürekli bir yönetim kurarak ülkenin geliştirilmesine katkıda bulunabilmek, bunun için yabancı sermayeden ve yabancı uzmanlardan yararlanabilmek amacıyla Wilson ilkelerine sarıldılar. Wilson Prensipleri Cemiyetinin kuruluşundan sonra İstanbul gazetelerinin bir kısmında menfi yazılar yayınlanmaya başladı. Sabah, Serbesti ve Minber ’de çıkan yazıların ortak noktası Amerikan Mandası idi. İstanbul’da erkekli kadınlı ileri gelen bir kısım kimseler de gerçek kurtuluşun Amerikan mandasını sağlamakta olduğu görüşünde olduklarını açıkça belirtmekte idiler. Güçlünün yanında olunmalı mantı ile, Almancı olan İttihat ve Terakki taraftarları, Almanya’nın yenilmesi üzerine ABD ’ci olmuşlardı. İsmail Fazıl Paşa 7 Eylül Pazar, saat 14.30’daki Sivas Kongresi üçüncü oturumda arkadaşlarıyla hazırladığı önergeyi sundu. “Bir yabancı devletin ve özellikle Amerika’nın yardımını sağlamak” tan bahsetti. Yani ABD mandasının kabulünü önerdi. Önergenin altında kongreye katılan 38 delegeden 25’inin imzası vardı.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Büyük Söylevde ‘Genel Durumun Dar Bir Çerçeve İçinden Görünüşü’ bölümünde, anlattıktan sonra Osmanlı devleti ve Aydın kişilerin kurtuluş için Devleti kurtarıp yeni Devlet kurma fikrinde yoksunlar ve bu konu da düşünceleri üç türlü kararın ortaya atılmış olduğunu söyler. Bunlarda: ‘İngiliz Mandasını İstemek’, ‘Amerikan Mandasını İstemek’ ve ‘bölgesel kurtuluş çarelerine başvurmaktır’. Bazı bölgeler de Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağını ve Osmanlı ülkesinin bölüşüleceğini oldu bitti kabul ederek, kendi başlarını kurtarmaya çalıştıklarında bahsetmekte.

Atatürk Ülkenin geleceği ile ilgili düşüncelerin yani kendi kararını açıklıyor: “Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde uygunluk görmedim. Çünkü, bu kararların dayandığı bütün deliller ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o tarihte, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da bölüşümünü sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükûmet, bunların hepsi anlamı kalmamış bir takım boş sözlerden ibaretti.”

Millî Mücadele bir var olma yok olma mücadelesiydi. Mustafa Kemal Paşa ile öteki öncü kadronun yol arkadaşlığı böyle hayati bir süreçte gerçekleşmiş, aralarında ortaya çıkan birtakım anlaşmazlıklar, dönemin birleştirici havası nedeniyle erken bir ayrılığa dönüşmedi.

Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle yeni Türkiye devletini inşa etmek için düşündüklerini hayata geçirmesi sürecinde bir yol ayrımına gelinecekti.

Yol arkadaşlığını sona erdiren gelişmeler Millî Mücadele devam ederken baş gösteren anlaşmazlıklar neticesinde değil, Mustafa Kemal Paşa’nın, ‘milli sır’ çerçevesinde saklı tuttuğu fikirlerini uygun zaman ve zeminde hayata geçirmeye başlaması, fikirleri dikkate alınmayan arkadaşlarının ise kendilerini dışlanmış hissetmeleri neticesinde yaşanacaktı.

Mustafa Kemal Paşa ile Millî Mücadele süresince birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile yol ayrımına Cumhuriyet’in ilanı sürecinde gelmişti. Bu noktada daha önce Sivas Kongresi sırasında Saltanatın kaldırılması ile gelinmişti.

Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yrd. Dr. Yavuz Özdemir, ‘İngiliz Yarbayı Rawlinson Mustafa Kemal Görüşmeleri’ makalesinde; 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nin Maddeleriyle Osmanlı Devleti'ni fiilen sona erdiren, oldukça elastiki bir mahiyet taşıyan ve Bağlaşık Devletlerin aralarında imzaladıktan, paylaşma projelerini gerçekleştirmek yolunda onlara imkanlar tanıyan, daha çok bir teslimiyet belgesi olan Mondros Bırakışmasının söylemine uygun olarak uygulatılması ve olabilecek girişimlerden haberdar olunması için bilhassa İngiltere Hükumeti Anadolu'da bölge temsilcilikleri kurmuştur.

“Osmanlı Hükümeti’nin de bölge temsilcilikleri kurulması konusunda olurunu alan İngiltere, söz konusu temsilciliklere atamalar yapmaya başlamıştır. Samsun'a Yüzbaşı Perring'i, Trabzon'a Yüzbaşı Farel'i atayan İngiltere, Anadolu'nun hem kilidi hem anahtarı, Trabzon-İran yolunun üzerinde, transit karayolu ile Kafkasya bağlantısı bulunan Erzurum'a oryantalist, asker, diplomat ve politikacı kişileriyle ünlü bir aileden, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğeni Yarbay Alfred Frederick Rawlinson'u atamıştır. (10)”

Rawlinson'un Erzurum da ki gizli görevleri ise; bağımsız bir Ermenistan kurulması olanaklarını araştırmak ve Türklerin elinde bulunan silahlarını teslim etmelerini sağlamak ve bu silah ve cephaneleri Kafkas Ermenilerine götürerek teslim etmek ve Anadolu'da olup bitenleri yakından takip ederek raporlamaktır.

Rawlinson, İngiltere de ki siyasetçilerin düşledikleri ve çıkarları doğrultusunda açık ve gizli görevlerinin kendisine yüklediği misyonu gerçekleştirebilmek amaçlarıyla Erzurum'da faaliyetler yürütmekteydi. Rawlinson verilen görevleri yerine getirebilmesi için, Amasya Genelgesi ile kendisine tehlikede gördüğü Mustafa Kemal ile görüşme yapabilmekti.  Bu görüşme 9 Temmuz 1919 tarihinde oldu. Bu görüşme sırasında;

“İngiliz, gizli servis görevlisi Rawlinson; İşittiğime göre, burada yarın bir kongre açacak imişsiniz?

Dedi.        

Paşa; kesin bir sesle:

- Evet milletçe açılması takarrür etmiştir.

Dedi ve muhavere karşılıklı şöyle devam etti.

Rawlinson

-Açılmaması daha münasip olacaktır.                                                                                                      

Mustafa Kemal Paşa

- Kongre muhakkak toplanacak ve gününde açılacaktır. Millet buna karar vermiştir. Açılmamasını tavsiye eden mütalaamıza hâkim olan sebepleri bile sormayı lüzumlu görmüyorum.

Rawlinson

-Fakat, hükümetim, bu kongrenin toplanmasına müsaade edemez.

Mustafa Kemal Paşa

- Ne hükümetinizden ne de sizden müsaade istemedik ki, böyle bir müsaadenin, verilip verilmeyeceği bahis mevzuu olsun.                                                                                                                                      

- Ne pahasına olursa olsun kongreyi açacağız.

Diyerek yerinden kalktı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'un yeğenine kesin bir şekilde:                                                                                                                            

-Mülakatımız burada bitmiştir.

Diyerek dışarı çıkması gerektiğini anlayan Rawlinson, Mazhar Müfit kapıyı gösterdim ve muhakkak ki, Paşa'nın muhataplarını esir halinde tutan yüksek iradesinin sevk ve tesiri altında Rawlinson açtığım oda kapısından ağzından tek kelime çıkmadan ve sapsan bir yüzle basıp gitti. Diye anlatmakta.

İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Mustafa Kemal ilkin İngiliz Kuvvetlerinin Batı Anadolu’da stratejik yerlerden çıkarılması ve silahsızlandırılması yönünde emir vermiş, ardından da İstanbul’da tutuklanan ve Malta Adasına sürülen milletvekillerini kurtarmak için misilleme yaparak, Anadolu’da bulunan bütün İngiliz Subaylarının tutuklanmasını emretmiş ve eğer 10 gün içinde Malta’da bulunan asker ve sivil aydınlar serbest bırakılmazsa İngiliz Subaylarının ’da Ankara’da Ulus Meydanında kurşuna dizileceklerini bildirmiştir. 

Bunun üzerine, 16 Mart 1920'de İstanbul'un Müttefiklerce resmen işgali ve bazı milletvekillerinin tutuklanması üzerine, İtilaf Komiseri ve İngiliz gizli servis görevlisi Rawlinson, rehin olarak Erzurum'da tutuklanmıştır.

Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak ‘Atatürk ve Meclis’ makalesinde şunları aktarır. “Goethe der ki; "En mutlu insan, ömrünün başıyla sonunu düz bir çizgide birleştirebilendir." Bu deyime, dünya tarihinin yaratıcı simalarından Atatürk en lâyık olandır. 1923'de gerçekleştirdiği kayıtsız şartsız bağımsız, ilerici millet egemenliği gerçeğini 1907'de aynıyla tasarlamış olduğunu şu belgeden açıklıkla anlıyoruz.

O tarihte Selânik'te tanıdığı bir Türkolog ve olan Malikofa şunları söylemiştir. "Gün gelecek şimdi hepimizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacaktır.

Sultanlık kaldırılmalıdır, devletin yapısı mütecanis bir temele dayandırılmalıdır. Din ile devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı uygarlığına girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesi kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki bir gün bütün bu hedeflere ulaşacağız."

Bu tarihten tam bir yıl önce de Mustafa Kemal sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy'a ilerde Misak-ı Millî ‘de
gerçekleştireceği vatan haritasının sınırlarını çizmişti. Mustafa Kemal 1919'da da Erzurum Kongresi günlerinde Mazhar Müfit'e Türkiye'nin bir cumhuriyet olacağını "millî sır olarak" tevdi etmişti.

Bütün bunlar gösteriyordu ki Mustafa Kemal, ömrünün başıyla sonunu hiçbir zikzağa yer vermeden düpedüz bir çizgide birleştirebilmiştir.

Bu olağanüstü görünüş mutlu bir rastlantı mıdır, yoksa yılmaz bir azmin, görülmemiş bir inanç ve gayretin sistemli bir ürünü müdür? Şüphe yok ki, bu ikincisidir.” [11]

“Yalnız en yakın arkadaşlarına, zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti. İstanbul’da da ‘Cumhuriyet yapacaklar, Cumhuriyet!’ diye bağıran Ali Rıza Paşa gibi bazı keskin görüşlü devlet adamları bunu anlamışlardı. Fakat Mustafa Kemal onlara yalnız inkılapçı değil, aynı zamanda, kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşacağının anlaşılmış olması gerekliliğini bilerek bizlere büyük bir diplomat olduğunu göstermiştir.” [12]

Cumhuriyet’in ilanı süreci de işte bu yol ayrımının gerçekleştiği nokta olacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu Ne Yapıyor

Mustafa Kemal, İstanbul’un işgal edilmesi ile, valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara’da toplanacak olağan üstü yetkilere sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Prof. Dr. ve Siyaset İnsanı Muzaffer Utkan Kocatürk ‘Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri’ kitabında şöyle devam eder: “Sonuçta 23 Nisan 1920’de, yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis’e ve onun hükûmetine de başkan seçilerek, artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu.”

Millet Meclisi’nin açılmasına, millî bir hükûmetin kurulmasına karşın Padişah ve Hükûmeti, 10 Ağustos 1920’de İtilâf Devletleriyle Sevr Antlaşması’nı imzalayarak dış düşmanlarımızla birleşmiş ve Millî Mücadele’yi geniş ölçüde baltalamak yollarına sapmıştı. Anadolu’da ki millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, yer yer isyanlar çıkartılıyor, başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu.” [a.g.e]

Meclisin Kurulması

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının ardından, Mondros Mütarekesi'ne rağmen ülkenin işgal edilmeye başlanması üzerine Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.

Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas kongrelerinde alınan kararlar, ''ulusun egemenliğini yine ulusun sağlayacağı'' nı ortaya koydu.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ankara, kısa bir süre için İngiliz ve Fransız askerleri tarafından işgal edildiğinde küçük bir Fransız müfrezesi, henüz çatısının bir bölümü örtülmemiş olan bu binaya yerleşmiş, ancak 27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelmesi üzerine binayı boşaltarak kenti terk etmiştir.

Mustafa Kemal Nutuk da Meclis için şunları söylüyor: “Milletin mukadderatına hâkim bir millî iradenin, ancak Anadolu’dan doğabileceğini belirttim. Millî iradeye dayanan bir Millet Meclisi’nin meydana getirilmesini ve gücünü millî iradeden alacak bir hükûmetin kurulmasını, kongre çalışmalarının ilk hedefi olarak gösterdim”.

1919 sonbaharında yapılan seçimlerden sonra Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920'de, 168 üyesinden 162'sinin katılımıyla toplandı. Mustafa Kemal, Erzurum mebusu seçilmişti ancak o Ankara'da kaldı. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yanlısı milletvekillerinin çoğunlukta olduğu bu Meclis, 28 Ocak 1920'de yaptığı gizli oturumda Misakımilli'yi kabul etti.

İstanbul'un 16 Mart'ta işgali ve Millî Mücadele yanlılarının tutuklanmaya başlamaları üzerine milletvekilleri ve aydınlar, Ankara'ya kaçmaya başladı.

Mebusan Meclisi de 18 Mart'ta son kez toplanarak, Meclisin süresiz olarak tatil edilmesini kararlaştırdı.

Mustafa Kemal, 19 Mart 1920'de yayımladığı genelgeyle “Ankara'da olağanüstü yetkili bir Meclisin” toplanacağını duyurdu.

Genelgede, ''Ulusun bağımsızlığını ve devletin kurtarılmasını sağlayacak önlemleri düşünüp uygulamak üzere ulusça olağanüstü yetki verilecek bir Meclisin Ankara'da toplantıya çağrılması ve dağıtılmış olan mebuslardan Ankara'ya gelebileceklerin de bu Meclise katılmaları'' istendi.

23 Nisan 1920'de Osmanlı Devleti'nin İtilaf Devletleri'nce işgaline direniş göstermek üzere kurulan, asli görevi yürütmeyi denetlemek olan ve yasama erkini kullanan Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal devlet organıdır. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin varoluşunun temel dayanağını oluşturur.

Meclisin 24 Nisan 1920 günü yapılan ikinci toplantısında Mustafa Kemal Paşa oy birliğiyle Meclis Başkanlığına seçilmiş olan, Mustafa Kemal Paşa bu toplantı da uzun ve anlamlı bir konuşma yaparak; “Artık Yüce Meclisin üzerinde bir güç yoktur.” diyerek Meclisin önemini vurgulamıştır.

“23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan ilk Büyük Millet Meclisi, ‘Kuvayi Milli ye Ruhu’ nu temsil eden bir meclisti.  Ne demekti ‘Kuvayi Milliye ruhu’? Ulusal güçlerin bütün milletçe benimsenme ve özümsenmesinden oluşan bir ruh, ulusal bir kükreyiş demektir.”

23 Nisan 1920 Meclis hükûmetinden 29 Ekim 1 923 Cumhuriyeti'ne tek bir sıçrayışta varılmadı. Birinci Meclis'ten İkinci Meclis'e, İkinci Meclis'ten Cumhuriyet'e giden yol üzerinde birbirini izleyen ve birbirini güçlendiren aşamalar vardır. Genel olarak kamusal ve yasal nitelikteki bu aşamalar bilinmeden Cumhuriyet'in kuruluşunu bütünüyle görüp kavrama olanağı olunamaz.

İlk Büyük Millet Meclisi olmasaydı, daha doğrusu, bu Meclis ulusal egemenlik yolunda yüklendiği görevi başarıyla yerine getirmeseydi, Cumhuriyet kurulabilir miydi?

Meclis'in ilk açıldığı gün olan 23 Nisan 1920'den 1Ocak I929 tarihine kadar her üç mecliste türlü görevlerde bulundu. Bunlar Cumhuriyet tarihinin en ilginç ve önemli meclisleridir: Birinci Meclis, "Millî Mücadele Meclisi”, İkinci ve üçüncü Meclis ise "Siyasal ve toplumsal devrim meclisleridir”. [13]

Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk ilan edildiğin de kendisine hedef olarak “Cumhuriyet'in kurulmasını” değil. Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, yurdun düşmandan kurtarılması olarak belirlemişti. Büyük taarruzun başlaması ve İzmir'in kurtarılmasından sonra olaylar hızla değişecek, gelişecek ve asıl olan Cumhuriyet'e varılacaktı.

Mustafa Kemal Paşa ile Millî Mücadele süresince birlikte hareket ettiği yol arkadaşları ile yol ayrımına Cumhuriyet’in ilanı sürecinde gelmişti. Bu noktada daha önce Sivas Kongresi sırasında Saltanatın kaldırılması ile gelinmişti.

Saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılması ile ülkenin yönetim şekline ilişkin tartışmalar başlayacak, Türkiye Devleti’nin uluslararası düzeyde tanındığı 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması sonrasında, rejimin adının konulmasına gelecekti.

Büyük Taarruz

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacaklarının üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.

“Nazım Hikmet -Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan”.

Büyük Millet Meclisinin 23 Nisan 1920 günü açılmasıyla, fiili tasfiye süreci başlayan Osmanlı Hanedanının siyaset sahnesinden çekilmesine giden yol, ilk aşamada 26 Ağustos 1922 günü sabahın ilk anlarında başlayan Büyük Taarruz ile başladı, son aşamasına Kurtuluş savaşı ile geldi.

Türk İstiklâl Harbi; Türk Milleti’nin maddi ve manevi tüm varlığı ile yapmış benzeri olmayan bir savaştı. Bu savaşta millî güç unsurlarının tamamı uygun bir şekilde kullanıldı. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922’de yapılan Başkomutan Meydan Muharebesi ile Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğratıldı. Takip Harekâtı ile aralıksız kovalanan düşman kuvvetleri denize döküldü.

İstiklal Savaşını üç aşama olarak değerlendirebiliriz.

Birinci aşama stratejik çekilme safhası olup, düşman ana merkezinden ve lojistik kaynaklarından uzaklaştırılmıştır. Bu sırada icra edilen muharebelerle düşman yıpratılma yöntemiyle şaşırtılarak geri çekilmesi sırasında, askeri gereklilik içinde çekilme düzeni sağlanamadığı için dağılmış ve fazlasıyla zaiyat vermişlerdi.

İkinci aşama stratejik savunma safhası olup, Türk Ordusu Sakarya Meydan Muharebesinde 100 km’lik cephe 30 km’lik bir derinlik içerisinde, 23 Ağustos- 13 Eylül 1921 tarihleri arasında 21 gün ve gece aralıksız ve adım adım devam eden bir mücadele ile Yunan ordusunu yenmiştir. Sakarya Zaferi ile ordunun ve milletin morali yükselmiştir.

Üçüncü aşama ise 1922 yılında icra edilen stratejik taarruz safhasıdır. 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922’de yapılan Başkomutan Meydan Muharebesi ile beş gün içerisinde neticelenmiş ve Yunan kuvvetleri kesin bir yenilgiye uğratılmıştır. Daha sonra Takip Harekâtı ile kalan düşman kuvvetleri denize dökülmüştür.” [14]

Sakarya Meydan Savaşı’nın en önemli sonucu sonra hızla askerî ve siyasi hazırlıklara başlayan TBMM Hükümeti, 20 Ekim 1921’de Ankara Hükûmeti ile Fransa arasında imzalanan anlaşma oldu. Fransa Türkiye’ye karşı katı politika izleyen İngiltere’den yolunu ayırarak, Ankara ile iş birliğini seçti. İtalyanların daha önce Temmuz 1921’de Antalya bölgesinden çekilerek, Yunanistan’a karşı Ankara’yı destekleyen tavrıyla birlikte değerlendirildiğinde, işgalciler arasındaki anlaşmazlıkların su yüzüne çıkmaya başladığı anlaşılıyordu. Türk ordusunu bir sene içinde savunma düzeninden süratle taarruz edebilecek bir duruma getirdi. Türk ordusunun silah, araç ve gereçteki eksikliği, çok iyi planlama ile giderildi. 25 Ağustos 1922 günü Fahrettin Paşa (Altay) komutasında ki 5. Süvari Kolordusu, Ahır Dağları üzerindeki, Yunanların gece savunmadığı Ballıkaya mevkiinden sızma yaparak düşman hatlarının gerisine intikale başladı. İntikal bütün gece sabaha kadar sürdü. Büyük taarruz başlamıştı.

Bu safha İstiklâl Harbi’nin neticelenmesi bakımından olduğu kadar, harp prensiplerinin tam olarak uygulamasına çok önemli bir örnek teşkil etmesi bakımından da her yönü ile incelenmeye değer bir millî savaşımızdır

Mudanya Mütarekesi veya Mudanya Ateşkes Antlaşması

İstiklal harbini Mudanya mütarekesine gö­türen olaylar ve Mütareke Teklifleri ve Paris Müzâkereleri:

“Sakarya meydan muharebesinden sonrası Türk ordusunun üstünlüğünü gören İtilaf Devletleri, Yunan ordusu kesin bir yenilgiye uğramadan önce, kendi lehlerine çözülebilecek bir barış için çareler aramaya başladılar, 22 Mart 1922'de mütareke, 26 Mart 1922'de de "Paris Mukarreratı" (eskimiş alınan kararlar, kararlaştırılmış şeyler). 18 May 2022 adını verdikleri barış tekliflerini İstanbul, Ankara ve Atina'ya göndererek üç hafta içinde bir konferans toplanmasını istediler.” [15]

Orhan Hülagü, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisinde yayınlana ‘Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)’ makalesin de olayları şöyle aktarmakta; “İtilâf devletlerinin bu notasına Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, 5 Nisan 1922’de bazı şartları ihtiva eden cevabını bildirdi. İtilâf Devletleri 15 Nisan 1922'de bu notaya, olumsuz cevap verdi. İtilâf Devletleri bundan sonra ilki 4, İkincisi de 7 Eylül’de olmak üzere, iki defa daha mütareke için teklifte bulundular. Bu sırada 9 Eylül'de İzmir, 11 Eylül’de Bursa'yı geri alan Türk Orduları Trakya'yı kurtarmak üzere İstanbul ve Çanakkale istikametlerinde harekâta devam ediyorlardı. 20-23 Eylül 1922 tarihlerinde, bir araya gelen Fransız başbakanı Poincare, İngiliz Dışişleri bakanı Lord Curzon ve İtalya'nın Paris büyükelçisi Comte Sfortza, Edirne ve Doğu Trakya'nın Türkiye’ye geri verilmesini teklif eden ortak bir notayı imzalayarak aynı gün İzmir'de bulunan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya gönderdiler.” General Pellè ve Franclin Bouillon ’un İzmir'de Baş­ Komutan Mustafa Kemal Atatürk ile Buluştular.

Türk Ordusu, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir ve Bursa'nın kurtarılmasından sonra, yenilgiye uğrayan Yunan ordusunu takip eden Türk orduları ve Çanakkale’de tarafsız bölge üzerinden İstanbul boğazlarına doğru ilerlemeye başladı. Türk Kıta’ları ile İngiliz kuvvetleri arasında bir çatışma ihtimali belirince, İstanbul'daki Fransız Yüksek Komiseri General Pellè, acele İzmir'e giderek, 19 Eylül 1922 Pazartesi günü, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. (Türk Orduları, İtilaf devletlerinin tarafsız bölge dedikleri yerdeki ilerlemeleri, tarihte ‘Çanakkale Krizi’ diye anılacaktır.)

Hülagü yazısına devam ediyor. “İstanbul hükümeti ile İtilâf Devletleri arasında yapılan bir anlaşma gereğince, Boğazları da içine alan bölgenin tarafsız bölge haline getirildiğini, Türk birliklerinin bu bölgeye girmesinin çatışmaya yol açabileceğini söyleyen Pellè ‘ye, Mustafa Kemal de verdiği cevapta, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin I. Dünya Savaşı’na giren hükümet olmadığını ve bu hükümetin tespit ettiği hayati noktalar bulunduğunu belirtmiştir. Böyle bir tarafsız anlaşmadan da haberi olmadığını, ayrıca İstanbul Hükümetinin imzaladığı Mondros Mü­tarekesi'ne, Yunanlıların Anadolu'yu işgaline izin vererek, bizzat İtilaf Devletleri'nin uymadığını belirtti. Dolayısı ile Türk birliklerinin Edirne ve Trakya'yı Yunanlılardan temizlemek için harekâtını sürdüreceğini açıkladı, Franclin Bouillon da İzmir'deki Fransız baş­konsolosu aracılığı ile Mustafa Kemal Paşa'ya gönderdiği telgrafta, 25 Eylül 1922'de kendilerine mülâki olmak üzere hareket edeceğini bildirdi ve yapılacak bütün harekât veya alınacak bütün kararlardan önce, kendisinin beklenmesini rica etti. Müttefik işgal ordusu ve İngiliz kuvvetleri başkomutanı General Harrington ise 26 Eylül 1922 tarihinde doğrudan doğruya Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği telgrafında, müzakerelere kadar Türk birliklerini tarafsız bölge dışına çekmesini istiyordu.” Mustafa kemal Paşa’da şimdiye kadar Büyük Millet Meclisi Hükümetinin tarafsız bir bölge tanımamış olduğunu ve İtilâf Devletleri’nin Yunan ordusunun işgalinde bulunan Trakya’ya geçmekten Türkleri menedeceklerini düşünmemiş olduklarını zannettiğini söylemiştir.

Boğazlar meselesini İstanbul’un ve Marmara’nın emniyeti istihsal edilmek şartı ile alakadar devletlerle her zaman görüşmeye hazır olduklarını ve Boğazlardan gelip geçisin serbestliğinin kabul edildiğini bildiren ve düşman ordusunu Trakya’dan bertaraf etmek bu meseleyle alâkadar telakki edilmemesi gerektiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, İtilâf Devletleri İstanbul’a girilmesini menetmezlerse orada hiçbir hadiseye meydan bırakmamak için lâzım gelen bütün tedbirlerin alınacağını söylemiştir. İtilâf Devletleri’nin Yunanistan’ı Trakya’dan uzaklaştırmaları halinde ise sadece memurların gönderilmesi ve büyük kuvvetler geçirmemek kaydı ile meselenin halledilebileceğini, zira Trakya’yı Yunanistan, TBMM Hükümetine teslim ederse büyük kuvvet geçirmeye lüzum kalmayacağını ve askerî harekâtı bugünkü vaziyette durdurarak bir konferansa intizar etmenin Türk menfaatlerine uygun olmayacağını ifade etmiştir.

Büyük Taarruz ’un zaferle sona ermesi üzerine İtilâf Devletleri, TBMM’ne mütareke çağrısında bulunmuşlardır. Görüşmeler 3 Ekim 1922’de Mudanya’da başladı.

Görüşmelerde TBMM hükûmetini Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa temsil ederken, Fevzi Paşa ve Refet Paşa da görüşmeler boyunca Mudanya'da bulundular. Birleşik Krallık'ı General Harrington, Fransa'yı General Charpy ve İtalya'yı da General Mombelli'nin temsil ettiği Mudanya görüşmelerinde, ateşkesle doğrudan ilgili durumda bulunan Yunanistan, General Mazarakis ve Albay Sariyannis'i görevlendirmesine karşın, Yunan delegeler görüşmelere doğrudan doğruya katılmayıp Mudanya açıklarında bir Britanya gemisinde beklediler.

Zaman zaman gergin anların yaşandığı, hatta görüşmelerin kesilmesi tehlikesinin doğduğu ve Türk ordusunun yeniden harekât hazırlıklarını giriştiği mütareke görüşmeleri 11 Ekim 1922 tarihinde uzlaşmayla sonuçlanmıştır.

Mudanya Mütarekesi veya Mudanya Ateşkes Antlaşması, Kurtuluş Savaşı'nın sonunda imzalanan mütarekedir.  Osmanlı İmparatorluğu bu mütarekeyle beraber hukuken sona erdi. TBMM Hükümeti'nin de ilk siyasi zaferi ve İttifak devletleri tarafından tanınması demek olduğudur.

Lozan Konferansı ve Lozan Barış Antlaşması (24 Temmuz 1923)

Lozan’da Görüşülen Konular: Yunanistan ile Türkiye Arasındaki Sorunlar (Azınlıklar, Patrikhane, Savaş tazminatı)

Türkiye ile Diğer Devletler Arasındaki Sorunlar (Suriye, Irak, batı sınırı, Boğazlar, Musul Sorunu, Kapitülasyonlar, Osmanlı Borçları, Yabancı Okullar)

Konferansa Katılan Devletler: Türkiye, İngiltere (Kapitülasyonlar, Dış Borçlar, Musul Sorunu), Fransa (Ekonomik çıkarlar), İtalya (Ekonomik çıkarlar), Yunanistan (Trakya Sınırı, Ege Adaları), Japonya (Boğazlara Yönelik Çıkar), Romanya (Ekonomik çıkar), Yugoslavya (Ekonomik çıkar), Rusya (SSCB) (Boğazlar), Bulgaristan (Boğazlar, Trakya sınırı, ABD (Gözlemci sıfatıyla katıldı)

Türkiye’nin Konferansa Hazırlık için asıl konuları. Ermeni devletinin kurulması ve kapitülasyonlar konusunda asla taviz verilmeyecek, diğer konular görüşmelerde karşılıklı konuşma ile halledilmesi kararı alıyor.

28 Ekim’de İtilaf Devletleri, İsviçre’nin Lozan kentinde toplanacak olan konferansa İstanbul ve Ankara hükümetlerini resmen davet etmiştir. Bunun üzerine iki gün sonra toplanan TBMM, İstanbul Hükümeti’nin
tasfiyesine yönelik 82 imzalı karar tasarısını görüşmüşse de aynı gün sonuç alamamıştır.

1 Kasım tarihli toplantıda Mustafa Kemal’in hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından, hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hakimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Diyerek müdahalesi üzerine saltanatın kaldırılmasına karar vermiştir. Mustafa Kemal’in ifadesine göre milletvekillerinin birçoğu saltanatın kaldırılması kararına karşı çıkmışlardır.

Euro News Web sitesi de 24 Temmuz 2023 tarihinde Sertaç Aktan’ın ‘Lozan Antlaşması nedir? 100 yıldır neden hala tartışılıyor? Antlaşmanın gizli maddeleri var mıydı?’ yazısında bizlere şunları aktarmakta:

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin uluslararası hukuki temelini oluşturan antlaşmanın müzakerelerine 20 Kasım 1922'de İsviçre'nin Lozan şehrinde başlandı. 24 Temmuz 1923'e kadar geçen 8 aylık süre içerisinde çetin müzakereler sonucunda imzalandı ve Sevr Antlaşması'nın yerini aldı.

Kimine göre Sevr sonrası yoktan var edilen büyük bir zafer olarak kimine göre Misak-ı Milli (Milli Yemin) ödünler veren bir 'masa başı yenilgisi' olarak görülen Lozan'a ilişkin tartışmalar hala devam etmekte.

İngiltere'nin içinde olduğu bir müzakere ortamında savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan ABD'nin ortaya koyduğu 'Wilson İlkeleri'ne aykırı hareket edilmesi düşünülemez.

 1918'de açıklanmış olan bu ilkelerin ilk maddesi de uluslararası antlaşmalarda gizli maddelerin olmaması veya gizli şekilde uluslararası antlaşmalar yapılmamasıdır.”

Bunun içinde, Lozan Antlaşması da gizli maddeler var iddiaların da asılsız kalmaktadır.

Lozan, 1912 ve 1922 yılları arasında 10 yıl süren önce Balkan savaşları ardından Dünya Savaşı ve ardından Millî Mücadele ile bitap düşmüş bir halkın olabilecek tüm kozlarını ortaya koyduğu bir antlaşma oldu.

9 Eylül 1922'de İzmir'e girerek savaşa noktayı koyan Mustafa Kemal Paşa komutası altındaki ordu, vazifesini yerine getirmiş geriye eli güçlü şekilde masaya yeniden oturarak devletin ve milletin geleceğini garanti altına almak kalmıştı. Bu bağlamda da Lozan Antlaşması Türkiye için, buhran sonrası ayağa kalkarak evini yeniden inşa eden bir halkın tapu senedi” diyebilmekteyiz.

Mudanya sözleşmesi ile Lozan görüşmelerinin başlaması arasında geçen 40 gün içerisinde ise saltanat kaldırılarak Osmanlı devletinin resmen sona erdiği ilan edildi. Yeni doğan ‘Türkiye Cumhuriyeti’ devletini, Diğer Ülkelerin kabulü ve tapusu olarak verilişinin kabulü, ne kadar sağlam temeller üzerine inşa edileceği de Lozan'da belirlenmiş oldu.

Sözcü gazetesin ’den Saygı Öztürk 25 Temmuz 2023 tarihli yazısında ‘Para için dizlerimize kapanacaksınız’ isimli yazısın da Nazmi Kal, 15 Ekim 1973'de TRT'deki programında İnönü'ye Lozan görüşmeleri günlerini soruyor. İsmet İnönü, “Batılılar, Lozan'ı istemeseler de zorlan kabul etti” diyor. Celal Bayar da “Daha fazla ısrar etseydik, zaferimiz tehlikeye girerdi” görüşünü dile getiriyor.

İnönü, Lozan da ki tarihi olayı şöyle anlatıyor:

“Lozan'da İngiliz delegesi Lord Curzon ve Amerikan delegesi oturuyorduk. Konuşmamızı hiçbir zaman aklımdan çıkarmadım. İngiliz delegesi Lord Curzon ‘Lozan Muahedesinden (antlaşmasından) memnun ayrılmıyoruz. Hiçbir dediğimizi yaptıramadık. Harap bir memleket alıyorsunuz. Bunu imar etmeyecek misiniz? Neyle, nasıl yapacaksınız? Para bir bunda var (Amerikan delegesini işaret etti), bir bende var. Geleceksiniz para isteyeceksiniz, diz çökeceksiniz… Reddettiklerinizin hepsini cebimden çıkarıp size göstereceğim' dedi. Bunu hiçbir zaman unutmam.

Ben de kendisine şu cevabı verdim: ‘Bizim burada istediklerimiz, müstakil (bağımsız), medeni bir devlet olarak onun bütün şartlarını sağlamaktır. Bunu temin edelim, sulh olsun, gelirsem size, istediğinizi yaparsınız.

Nazmi Kal, “Bu sözleri söylerken güvendikleri neydi?” diye soruyor. İnönü'nün cevabı şöyle oluyor:

“Güvendikleri bunlar (devrimler) yapılmayacaktır. Türkiye içinden birçok keşmekeşlere girecektir. Bu karışıklıklar içinde adalet müşavirleri, kabotaj hakkının ancak iki sene sürmesi, özetle kapitülasyonlara ait diğer meseleler fiilen kendi kendine sürüklenip giderek eski rejim iade olunacak diye düşünüyorlardı. Bu ümit sonuna kadar onlarda yaşadı. Ama bu benim zihnimde daimî bir tehlike olarak belirdi, yaşadı, taze bir halde durdu ve ben onu düşünerek idareye geçtim.

Mustafa Kemal Atatürk, Büyük Söylev de Lozan antlaşması sonun da TBMM yaptığı ‘Yapılan Dört Barış Teklifi Arasında Bir Karşılaştırma’ bölümünde ki açılamada; “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zafer eseridir” sözleri ile önemin belirtmiştir.

“Atatürk'ten Duymadığınız Anılar” kitabının da yazarı olan Nazmi Kal ise şöyle değerlendiriyor:

“Lozan anlaşmasını tartışmaya açmak Atatürk'ün kurduğu laik, çağdaş, demokratik Türkiye'nin temel taşlarını oynatmak ve şeriat devletine kapı aralamaktır. Her Türk insanı Lozan Anlaşmasını yapanlara minnet ve saygı duymalıdır.

Dün ve bugün ‘Keşke Yunan galip gelseydi' diyecek kadar Kurtuluş Savaşı'nın önemini küçümseyen, çağdaş, modern, laik Türkiye Cumhuriyeti'ni hiçbir zaman içlerine sindiremeyen padişah, hilafet ve şeriat yanlıları, karşı oldukları bu yönetimin temelini atan Lozan Anlaşması'na karşı çıkmaları çok normal. Çünkü Lozan onların hayallerini yıktı.”

Cumhuriyetin İlanı

Boğaz'dan az önce çıkmışlardı. Bunu lacivert suların turkuaza dönüşmesinden bile anlayabiliyordu. Keyifle bir sigara yakıp, sağa sola nazlı nazlı sallanan Bandırma'nın güvertesine çıktı. İçine doldurduğu dumanı ufka doğru savurdu. Saltanatı kurtarmaya gidiyordu. Ama aslında kafasında o güne dek hiç kimseye dillendirmediği çok ama çok farklı düşünceler vardı.

16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra İstanbul Galata Rıhtımından Kaptan İsmail Hakkı (Durusu) idaresindeki Bandırma Vapuru, Mustafa Kemal Paşa ve maiyetindekilerle hareket ederek 19 Mayıs 1919 Pazartesi sabahı saat 08:00'da Tütün (Reji) İskelesi'nden Samsun'a ulaştırmak suretiyle Millî Kurtuluş Mücadelesinin efsane gemisi ile milli kurtuluş mücadelesi de fiilen başlamış oldu.

Mustafa Kemal’in ‘Büyük Söylev’ ‘de anlattıklarını okumaya devam ettiğimiz de:

“Fethi Bey'in Başkanlığındaki Hükümet ve üyeleri ile Çankaya'da yaptığımız toplantı sonunda, bakanların hep birlikte imzalayarak bana verdikleri istifa yazısı şuydu:

Yüksek Başkanlığa

Türkiye Devleti'nin, karşı karşıya bulunduğu önemli ve güç, iç ve dış meseleleri kolaylıkla çözebilmesi için mutlaka çok kuvvetli ve Meclis'in tam desteğini kazanmış bir hükûmete ihtiyacı olduğu kanaatindeyiz. Bu bakımdan yüce Meclis'in her bakımdan güven ve desteğine dayanan bir hükûmetin kurulmasına yardımcı olmak maksadıyla, istifa ettiğimizi derin saygılarımızla arz ederiz, efendim.

Efendiler, bu istifa yazısı, 27 Ekim 1923 Cumartesi günü saat 13.00'de başkanlığımda toplanan Parti Genel Kurulu'na bildirildikten sonra, saat 17.00'ye doğru açılan Meclis oturumunda resmen okunmuştur.

28 Ekim 1923… Türkiye Devleti, bir hükümet kriziyle karşı karşıyaydı. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fethi Okyar ve Kazım Özalp’i Çankaya Köşkü’nde yemeğe davet etti. “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan ediyoruz” dedi. Yemekten sonra İsmet İnönü ve Mustafa Kemal sabaha kadar Meclis’e sunulacak taslak üzerinde çalıştı. İki arkadaş, Cumhuriyet için baş başa vermişlerdi. O gece Türkiye’nin kaderi ve yönetim biçimi şekillendi… 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa)'nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim: Birinci maddenin sonuna "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli Cumhuriyettir" cümlesini ekledim. Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim: "Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir."

Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun temel maddelerinden olan sekizinci ve dokuzuncu maddelerle de değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı:

"Madde- Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir."

"Madde- Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder."

"Madde- Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis'in toplantısına bırakılır." Cumhuriyetin ilanına artık sadece saatler vardı.

Mustafa Kemal Paşa, pazartesi günü saat 10.00'da Parti grubu, Grup Yönetim Kurulu Başkanı Fethi Bey'in başkanlığında toplandı. Bakanlar Kurulu üyelerinin seçimi görüşmelerine başlandı. Tartışmalardan sonuç alınamayınca, olayın çözümü bana bırakılmış ve “Bir saat içinde, gereken kimseleri Meclis'teki odama davet ederek onlara 28/29 Ekim gecesi hazırladığım kanun tasarısını gösterdim ve kendileri ile görüştüm.” Demekte.

29 Ekim 1923… Parti Grubu toplantısına son verildi ve hemen Meclis, saat 18.00’de toplandı. Genel Kurul sıralarında 158 milletvekili oturuyordu. İnönü, Meclis’e Anayasa’nın birinci maddesinin 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30'da değiştirilmesi teklifini sundu. "Kabul!" sesleri üzerine, tutanak okundu. Bu öneri, Genel Kurul’da büyük tartışmalara neden oldu. Kanun teklifi oy birliğiyle kabul edildi. Bütün milletvekilleri ayağa fırlayıp dualar eşliğinde üç kez “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırdı… Falih Rıfkı Atay, o anda Meclis’te yaşanan heyecanı şöyle anlattı: “Oylamada yanımda bulunan Osmanlı’nın dahiliye vekili Hazım Bey’i hatırlıyorum. ‘Kabul edenler’ diye sorulunca iki elini birden kaldırdı.”

Saat 20:45’te Cumhuriyet ilan edilmişti. Sıra Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı’nı seçmeye gelmişti. Kapalı oylama yapıldı. Aslında aday da yoktu. Oturuma katılan 158 milletvekilinin aklında tek bir isim vardı: Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk… Oylama sonrası, Atatürk 158 oyla Cumhurbaşkanı seçildi. Alkışlar arasında kürsüye çıkan Atatürk, şu konuşmayı yaptı: “Sözlerini şöyle bitirdi: Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve galip olacaktır.” Dualar okundu, oturum sona erdi…

Efendiler, Cumhuriyet'in ilânı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri yapıldı. Yalnız İstanbul'da iki üç gazete ve yalnız İstanbul'da toplanan bazı kimseler, milletin genel ve samimî olan bu sevincine katılmaktan çekindiler. Endişeye düştüler. Cumhuriyet'in ilânına önayak olanları eleştirmeye başladılar.

Efendiler, kesin zaferden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet'i ilân ettiği zaman bile, Kâzım Karabekir Paşa, İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını ve şikâyetlerini ‘Cumhuriyet ilânını bize sormadılar’ şeklinde özetlemekteydi. Kâzım Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin millet tarafından olağanüstü yetkiler verilerek gönderilmiş üyelerden kurulu olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin koyduğu kanuna hem de Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'na karşı bulunduğunu ima ediyor.

Ulusal savaşı ile birlikte başlayan yolculardan bazıları, ulusal hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde, kendi düşünce ve ruh yeteneklerinin sınırı aşılınca bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.”

“Paşa’nın partiler üstü ve tarafsız lider olarak kalmasını isteyen kimi yakın çalışma arkadaşları (Rauf Bey, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar) ile kimi gazeteciler (Hüseyin Cahit ve Ahmet Emin) bu fikre karşı çıkmaktaydılar.” [16]  

Mustafa Kemal Paşa ‘Büyük Söylev’ de ki sözlerine, Cumhuriyet sonrası İstanbul gazetelerindeki muhaliflerin yazdıklarına karşı verdiği cevap.

“Bir başka gazeteci de ‘Efendiler, acele ediyorsunuz!’ diye bağırmaya başladı.

Bu gazeteci efendi, millete şu yolda jurnal veriyordu: ‘Bunalım yeni bir kabine kurulması şeklinde giderileceği yerde, aksine son günlerin bütün gürültülerine rağmen, yine kimsenin çok yakında ilân edileceğine ihtimal vermediği Cumhuriyet'in pek delilli ispatlı, pek kesin ve pek acele olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.’

‘Cumhuriyet ilânının çok yakın olduğuna ihtimal vermeyen yalnız kamuoyu değildi. Belki Ankara'da en önemli ve en yetkili mevkilerde bulunan bazı kimseler de böyle bir ihtimali hatırlarına bile getirmiyorlardı.’

Bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin bütün gürültüleri, Cumhuriyet'in ilânına engel olmak içinmiş. Böyle bir maksat güdenlerin ‘Kararların alınmasında acelecilik’ görmeleri tabiiydi. Fakat memleket kamuoyunun da bu görüşte, kendileriyle birlikte olduğunu sanmaları yanlıştı.

Lozan’dan üç ay sonra 24 Ekim’de başlayan ve adeta bir senaryonun hayata geçirilmesi şeklinde cereyan eden gelişmeler sonunda Cumhuriyetin ilanı, hukuksal olarak İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanmasından 2 ay sonra 13 Ekim 1923’te Ankara, Türkiye’nin hükümet merkezi oldu.

Artık mevcut rejimin isminin de bütün açıklığı ile konulması, yeni devletin başkanının seçilmesi gerekiyordu. İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 Ekim 1923 günü gerçekleşen oturumunda Mustafa Kemal'in hazırladığı anayasa değişikliği teklifinin kabul edilmesiyle Türkiye Devleti'nin yönetim şeklinin cumhuriyet olarak belirlenmesidir. Böylece, Türkiye’nin rejimi belirlenmiş oldu.

Yeni devletin başkentinin seçilmesi ve cumhuriyetin ilanı ile kuruluş aşaması tamamlanmıştır.

“Mustafa Kemal Paşa'nın yıllardan beri yüce ideali olan Cumhuriyet ne idi? Onu nasıl değerlendiriyordu? Neden yeni bir devlet şekli olarak Cumhuriyeti seçmişti? Cumhuriyetin nitelikleri ne idi?

Kendisinin de belirttiği gibi, Cumhuriyetin ilanına kadar içinde sakladığı bu fikri açıkça ortaya koyamamış ya imalarda bulunmuş ya da kendisine çok yakın birkaç kişi ile paylaşmıştı. Buna rağmen, faaliyet ve düşüncelerinden dolayı daima Cumhuriyetçi olmakla itham edilmişti.

Bundan dolayı, O'nun Cumhuriyet hakkındaki net düşünceleri ve sözlerini 1923'den itibaren görmekteyiz.

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'nın, Cumhuriyetin ilanından sonraki tüm konuşmalarında; Cumhuriyet Hükümeti, Cumhuriyet ordusu, jandarması, Cumhuriyet Merkez Bankası, Cumhuriyet kanunları, Cumhuriyetin kuvveti şeklindeki ifadeleri özellikle kullandığını görüyor.

Her şeyden önce şunu belirtmekte yarar var ki, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa da 8 Mart 928'de Le Martin Gazetesi muhabirine verdiği demeçte bunu açıkça belirtmişti. Türk demokrasisi, tüm dünya demokrasi fikirlerini yayan Fransız İhtilali’ni açtığı yolu takip etmiş ama, kendine has özelliklerle gelişmiştir.

Bugünlere kolay gelinmemişti. Türk milleti ve Türk vatanı büyük kederler ve elemler geçirmiş, önce "Ya istiklal ya ölüm" mücadelesi vermişti.” [17]

Devletin yönetiminde çağdaş boyuttaki yapılanmaya koşut olarak; düşünüş ve felsefede de çağdaş modeli benimsemesi, yani bu kurumlarda kendine seçenek olarak insan aklından yola çıkan, onun ürünlerine saygılı olan; deneye ve gözleme dayanan kuşkucu ve bilimsel araştırmayı temel alan yönüyle pozitivist, aydınlanmacı ve her yönü ile çağdaş bir eğitim düzenini yine aynı tarihlerde Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) yasasını kabul ederek gerçekleştirmiştir.

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Prof. Barış Doster Cumhuriyet Gazetesi 29, Ekim,2020 tarihli köşe yazısında ‘Cumhuriyet Neyi Amaçladı?’ isimli yazısında Cumhuriyet nedir ve neyi amaçlar bunun en güzel açıklamasını yapıyor: “Mustafa Kemal Paşa, aynı anda hem savaş yapmıştır hem devrim. Savaş, emperyalizme ve içerideki uzantılarına, işbirlikçilerine karşı yapılmıştır. Devrim, egemenlik devrimidir. Egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını, anlamını, işlevini değiştirmiştir. Gökten alıp yere indirmiş; dini olmaktan çıkarıp dünyevi kılmış, şahıstan alıp millete vermiştir.

Cumhuriyet, akıl, bilim ve antiemperyalizmdir. Cumhuriyet, uygarlık yolunda başı dik yürümektir, Cumhuriyet, öncelikle özgürlüktür, bağımsızlıktır. Aklı ve bilimi rehber edinmektir. Yurttaşların eşitliğidir. Kuvvetler ayrılığıdır, hukuk devletidir. İktisadi anlamda devletçilik ve halkçılık ilkelerine dayanan cumhuriyet, kamuculuğu, planlı ve bütüncül kalkınmayı ilke edinmiştir. Toplumsal, sınıfsal yönünü Atatürk, “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diye özetlemiştir.”

 

Cumhuriyet’in ilan ile kazanımlarımız: Yaşama hakkı, sağlık hakkı, Eğitim Hakkı, Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı, Düşünce, Toplantı ve Gösteri Özgürlüğü, Din ve Vicdan Özgürlüğü, Özel Hayatın Gizliliği, Dilekçe (Öğrenme ve İstek) Hakkı, Konut Dokunulmazlığı, Basın Özgürlüğü

Mustafa Kemal'i ve Cumhuriyet Devrimi'ni doğru değerlendirebilmek, her şeyden önce doğru bir tarih bilincine ve doğru yelerden ön koşulsuz bilgilere sahip olunmasına bağlıdır.

Ülkemizin önde gelen tarih profesörlerinden Prof. Dr. İlber Ortaylı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla değerlendirmelerde bulunarak, “Çanakkale Zaferi, çok kolay organize olan, direnebilen, tahammül edebilen ve belirli bir hedef etrafında ısrar eden bir ordu, kumanda heyeti ve toplum olduğumuzu gösterir. Cumhuriyet’i kuran da işte bu mayadır.” dedi.

Ankara’nın Başkent Olması

Millî Mücadele açısından sembol bir şehir olmasının yanı sıra Anadolu’nun güvenilir bir bölgesinde bulunması nedeniyle yeni başkent için Ankara’yı öne çıkarmıştır. Aslında önce Heyet-i Temsiliyetin merkezi olarak kabul edilmesi, ardından da TBMM’nin açılması nedeniyle Ankara fiili başkent görevi görüyordu. Hatta bazı devletler elçilik ve temsilcilik bile açmışlardı.

Atatürk’ün Büyük Söylev Başken için yazdıklarını okuyalım: Efendiler, Lozan Antlaşmasının eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolü uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye’nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık Yeni Türkiye Devleti’nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye’nin başkenti Anadolu’da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.

Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şartı. Gerçekten de bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul’un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul’un Hükûmet Merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek iklim gerek ulaştırma araçları ve gelişme yeteneği ve istidadı ve gerekse mevcut tesisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul’un “payitaht” olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı. Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim “başkent” deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki “payitaht” deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek, “payitaht” sözünün de yeni Türkiye Devleti’nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım geldi,

“Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk devletinin rejimini belirlemeden önce “Başkent” ini belirlemek için harekete geçti Dışişleri Bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını on dört arkadaşı ile birlikte Meclis’e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur: “Türkiye Devleti’nin başkenti Ankara şehridir.”

Devrimler

“Türk devrimi, bir "reform" hareketi olduğu kadar bir "revolüsyon"dur. Revolüsyon, Türkçeye ihtilâl, ayaklanma olarak çevrilmiştir. Aslında, mevcut bir durumun veya bir yaşama tarzının yahut bir toplum düzeninin anî olarak değiştirilmesi demektir ve revolüsyon (tedrici değişiklik ve evrim) un tersini ifade eder.” [18]

Kanuni Sulatan Süleyman’dan sonra Tahta geçen II. Selim (Sarı Selim), Osmanlı İmparatorluğun bu haşmete rağmen ki tarihçilerin de hemfikir oluşturabildikleri duraksama ve geri kalışımızın tohumları bu devirde atılmış olduğunu varsayabiliriz. Çünkü dünya yeni bir ekonomi düzenine giriyor. Yeni bir zihniyet doğuyordu. Yani, ilim ve felsefe ile yeni bir dünya doğuyordu. Osmanlı İmparatorluğu işte bu yenileşmeye ayak uyduramamıştı. Hatta ona inanamamıştı.

Avrupa’nın dolayısıyla bütün insanlığın manen bir yeniden doğuşu olan Rönesans-Reform hareketi, skolâstisizm yerine akılcılığı, nakilcilik yerine gözlem ve deneyi, teokrasi yerine lâikliği ve hoş görürlüğü ikame eden bir bakıma Greko-Lâtin (Şimdiki Avrupa kültürüne de büyük ölçüde yön vermiştir) medeniyetine dönme, bir bakıma da görülmemiş bir hızla yayılmıştır.

Atatürk, ileriyi ve gerçeği gören özelliğiyle hem eylemi hem de ülküleri olan, kendi dönemi içinde yarattığı devrimi en iyi anlayan, anlatan, en iyi yorumlayan ve yarattığı devrimin en iyi düşünürüdür. Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kazanılmasın neticelendirdikten sonra Atatürk için önemli konu; Türk toplumunun içinde bulunduğu karanlıktan kurtularak, çağdaş yaşamın yollarını göstermek ve başlattığı çağdaşlaşma hareketini kısa zaman içinde başarıya ulaştırmıştır.

Atatürk ansiklopedi web sitesinde Utkan Kocatürk’ün ‘Atatürk Devrimleri’ yazısında şunları anlatır. “Atatürk devrimlerini 1- Siyasal, 2- Toplumsal, 3- Hukuksal, 4- Kültürel ve 5- Ekonomik alanlar içinde incelemek onları daha kolay kavramamıza yardım eder.”

Türk devriminin ekseni, dogmatik ve skolâstik bir şeriat devletinden lâik bir devlet anlayışına geçmekti.

SİYASAL DEVRİMLER: Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı ve kısa süre sonra 20 Ocak 1921 tarihinde millî
egemenliğe dayalı ‘Yeni Anayasanın Kabulü, 1 Kasım 1922’de ‘Saltanatın Kaldırılması’, 29 Ekim 1923’te ‘Cumhuriyet’in İlanı’, 3 Mart 1924’te ‘Halifeliğin Kaldırılması’ ve aynı tarihte ‘Şeriye Vekâletinin kaldırılması’, Anayasa’da laiklik ilkesinin ışığında bazı değişiklikler yapılması ve nihayet 5 Şubat 1937’de ‘Lâiklik’ ilkesinin Anayasa’da yer alışı Türk devriminin siyasi alanda gerçekleştirdiği başlıca eylemleri oluşturur.

TOPLUMSAL DEVRİMLER: Kadınların toplum hayatına özellikle iş gücüne katılması, onların toplumsal ve siyasal haklarda erkeklerle eşit tutulması (1926-1934) Kadın Hakları’ (Türkiye’de ise kadınlar ilk kez 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme hakkı kazandı. 1933 yılında muhtar seçme ve seçilme, 1934 yılında ise milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkına sahip oldu.), kıyafetin çağdaş şekil alması 25 Kasım 1925 ‘Şapka ve Kıyafet Devrimi’, 30 Kasım 1925’te kabul edilen ‘Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması’, 21 Haziran 1934Soyadı Kanunu’nun kabulü’, 26 Kasım 1934 birtakım ‘lakap ve unvanların kaldırılması’, 26 Aralık 1925’da ‘Uluslararası Saat’, 26 Aralık 1925 ‘Miladi Takvim’ 20 Mayıs 1928 ‘Uluslararası Rakamların’, 26 mart 1931, ‘Ağırlık ve Uzunluk Ölçü Birimlerinin Kabulü,  10 Ocak 1945 ‘Bazı Ay Adlarının Değiştirilmesi Hakkında Kanun’ (Teşrinievvel ayı Ekim-Teşri nisani ayı Kasım, Kanuni evvel ayı ARALIK ve Kanunsani ayı da Ocak olarak değiştirilmiştir) Türk Devrimi’nin toplumsal alanda başardığı başlıca çağdaş atılımlardır.

HUKUK ALANINDA DEVRİMLER: Toplumun bugünkü gereksinimleriyle uygunluk göstermeyen eski hukuk anlayışının terki, Mecelle’nin (1868-1876 seneleri arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından düzenlenen medeni hukuk kuralları kitabıdır. Mecelle, maddeler halinde hazırlanmış hem analitik hem de pozitif bir hukuk sistemi gerçekleştirme çabası güder.) kaldırılarak yerine lâik hukuk sisteminin ve bu sisteme bağlı Medenî Yasa, Borçlar Yasası, Ticaret Yasası, Ceza Yasası gibi çağdaş yasaların uygulamaya konulması, Türk Devrimi’nin hukuk alanında başardığı başlıca devrimleri oluşturur. Atatürk Türk Devrimi’nde hukukun yerini, önemini ve yönünü açık şekilde belirtmiştir. Ona göre, hukukta izleyeceğimiz yol uygarlık yolu olacaktır. 4 Ocak 1926 ‘Mecelle’ kaldırıldı. 20. yüzyıla gelindiğinde ise, iş hukuku çalışma hayatının değişmez bir parçası halini almıştır. İlk olarak dar kapsamlı da olsa 2 Ocak 1924 tarihin de ‘Hafta Tatili Kanunu’ yasayla cuma gününü zorunlu tatil günü olarak kabul edildi. 27 Mayıs 1935 tarih ve 239 sayılı kanunla cumartesi günü öğleden sonra başlamak üzere pazar dahil, hafta tatili 1,5 gün olarak kabul edildi. İleriki yıllarda sanayinin gelişmesi ile bu düzenleme, ülkedeki iktisadi yapıya ve çalışma hayatına yetmemeye başlamıştır. Bunun üzerine 1935 tarihinde ‘Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’ mecliste yasalaşmıştır. 17 Şubat 1926 ‘Medeni Kanun’un Kabulü’, 1926 ‘Borçlar Kanunu’ ve ‘Ticaret Kanunu’ yasalaştı.

Tanzimat I. ve II. Meşrutiyet gibi büyük devrimler yapılamasına karşın, hukuk alanında çağa gerektiği şekilde ayak uydurulamamış, yeni mahkemeler rağmen, Şeriye mahkemeleri de varlığını korumuştu. Hukuk alanında bu iki varlık ya da nesneyi kaldıran sadece ve sadece çağdaş yolu gösteren Atatürk devrimleri oldu. Medenî Yasamız ve diğer yasalarımız, toplum gereksinimlerine en iyi cevap veren, çağdaş düşünüş biçimiyle hazırlanmış, laik yasalardı. Bu nedenle hukuk alanında yapılan yenilikler, Türk Devrimi’nin çağdaş niteliği simgeleyen başlıca atılımlar

EĞİTİM, KÜLTÜR VE SANAT ALANLARINDA DEVRİMLER: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra millî, demokratik ve laik bir eğitim programı çizilerek 3 Mart 1924 tarihinde ‘Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ‘Öğretim Birliğinin Yasası’; Bu yasa ile öğretimde birlik esas alınarak Türkiye’deki bütün öğretim kurumları Millî Eğitim Bakanlığına bağlandı; medreseler kapatıldı, yerlerini çağdaş, millî ve laik eğitim yapan cumhuriyet okulları aldı. Türkiye’deki yabancı okullar da devlet denetimi altına alınarak bunların millî kültürü zedeleyici, millî duyguları gevşetici eğitim yapmalarına imkân verilmedi. İlköğretimin ise Türk okullarında yapılması yasa hükmü hâline getirildi. İlk ve ortaöğretimdeki bu yeniliklerin yanı sıra yükseköğretimde de büyük atılımlar oldu. 1933 yılında gerçekleştirilen Üniversite Reformu ile millî ve çağdaş Türk üniversitesinin temelleri atıldı. Bu suretle üniversiteye yeni bir düşünce biçimi, dinamik bir yapı kazandırıldı.  Arap harflerinin yerine 1 Kasım 1928 tarihinde ‘Yeni Türk Harflerinin Kabulü’ dilimizin yabancı sözcüklerden temizlenerek öz benliğine kavuşturulması, onu yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak gerekiyordu.  Bu amaçla 12 Temmuz 1932 tarihin de Türk Dil Kurumu’ kurularak bilimsel çalışmalar yapıldı. Tarihimizin yanlış görüşlerden kurtarılarak doğru temeller üzerine oturtulması; Türk milletinin, dünya uygarlık tarihi içindeki yerinin bütün açıklığı ile belirtilmesi; güzel sanatlarda gelişmeler Türk Devrimi’nin kültür alanında gerçekleştirdiği başlıca devrimlerdir. Millî Tarih Anlayışı ve Türk Tarih Tezi ile 29 Nisan 1931 tarihinde ‘Türk Tarih Kurumu’nun’ kurulması, Türklerin bu tarih içinde oynadıkları rol de ümmet anlayışı nedeniyle yeterince belirtilmiyordu. Türklerin Osmanlılardan, hele İslâmlığı kabulden önceki tarihleri, bu dönemdeki zengin kültür ve edebiyatları göz ardı ediliyordu. Oysaki Türk tarihini doğru temelleri üzerine kurmak, onun Orta Asya’dan başlayan gerçek seyir ve gelişim yollarını incelemek, bu yol üzerinde Türklerin dünya tarihindeki rollerini, uygarlık zincirindeki yerlerini belirtmek gerekiyordu.

Cumhuriyet’in ilanından 4 yıl sonra Türk tarihinde ilk defa bilimsel yöntemlerle nüfus sayımı yapıldı. Bu sayım için ilk resmi hazırlık 1926 yılında İstatistik Umum Müdürlüğü’nün kurulmasıdır. Nüfus sayımı ve istatistik konularındaki bilgilerinden faydalanılmak için kurumun müdürlüğüne Belçika’nın en iyi istatistik bilimci olan Camille Jacquart getirildi. Harf devriminden bir yıl önce 1927’de yapılan Cumhuriyet’in ilk genel nüfus sayımına göre: “Cumhuriyet dönemi Türkiye'de okuma-yazma oranlarına bakıldığında, 1927 yılında okur-yazarlık oranı, kadınlarda % 0, erkeklerde % 13 ve genel nüfusa göre % 4.16’dır. Bu oranın % 5-6'sı eski yazıyı (Osmanlıca) bilen Türklerden, geri kalanı da gayrimüslimlerden ve öteki dillerden oluşmuştur. Şehirlerdeki okur-yazarlık oranı % 30, köylerde % 6 civarındadır. Harf inkılâbı yapıldıktan sonra Latin harflerinin öğretimi ve yaygınlaştırılması için büyük bir eğitim seferberliği başlatılmıştır.

Bu süreçte altı yaş ve üzeri okuma-yazma oranı %15, 6'ya çıkmış, 2,5 milyon insan okur-yazar olmuştur. 1905 yılına kadar olan süre zarfında ise okur-yazar sayısı 2,1 milyonda kalmıştır. Sonraki on yılda ise (1905-1955) 4,6 milyon olan okur-yazar sayısı 7 milyona ulaşmıştır. 1924 Harf devrimiyle başlayan bu süreçte ilk olarak Millet Mektepleri, daha sonra 1932 yılı itibariyle Halkevleri ve sonrasında da halkevlerine bağlı bir kurum olarak kırsal kesimlerde okur-yazar sayısını arttırmak için halkodaları açılmıştır.” [19]

EKONOMİK DEVRİMLER: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra çağdaş uygarlığa erişme yolunda
gerçekleştirilmesi gereken eylemlerden biri de ekonomik kalkınma idi. Bu bakımdan cumhuriyet yönetiminin devraldığı fakir ekonomi mirası üzerinde, Türk milletine yeni bir yaşam vermek üzere yapılan girişimler, millî ekonomi ile ilgili yasa ve kararlar, kamu yararını gözeten büyük yatırımlar, kurulan büyük tesisler Türk Devrimi’nin ekonomik alanda gerçekleştirdiği başlıca büyük işler oldu. Türk Devrimi’nin ekonomi politikası da diğer alanlardaki politikalar gibi; bir doktrinden değil, doğrudan doğruya memleket gerçeklerinden, milletin gereksinimlerinden kaynaklanıyordu. Türk Devrimi; ekonomik yaşam denince tarım, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir bütün sayıyordu.

Ekonomide planlı kalkınmaya önem verilerek 1933 yılında ilk beş yıllık, 1937 yılında da ikinci beş yıllık plan uygulamaya konuldu. Bu dönemde tarım, millî ekonominin temeli kabul edildi. Bu nedenle tarımda kalkınmaya büyük önem verildi. Osmanlı döneminde köylü, tarımsal ürününün yüzde onunu devlete vermekle yükümlü idi ve bu vergi “aşar” adını alıyordu. Ürün alsın almasın, köylü bu vergiyi miktarı değişmeksizin ödemek zorunda idi. Mültezim adı verilen kişiler, her yıl köye gelir, bu ürünü zorla alırlardı ve bu vergiye itiraz hakkı yoktu. Cumhuriyet yönetimi bu haksız vergi sistemine son vermek, yerine âdil bir sistemi getirmek, tarım alanında büyük bir atılım yapmak için 1925 yılında ‘aşarın’ kaldırılmasıyla, köylünün ferahlaması bakımından büyük bir aşama oldu.

Cumhuriyet Dönemi’nde millî ticarete büyük önem verildi. Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına, gereksindikleri krediyi kolay ve ucuza vermek suretiyle ‘Çiftçinin Özendirilmesi’ ve ‘Örnek Çiftliklerin Kurulması’ için bu kesim de desteklendi. İç ve dış ticarette üreticinin emeğini değerlendiren büyük atılımlar yapıldı. Sanayi faaliyetlerine de önem verildi. 1927 yılında ‘Sanayii Teşvik Yasası’ çıkarılarak sanayi hareketleri büyük ölçüde özendirildi. I. ve II. Kalkınma Planlarının (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarının yapılması hızlandı.

Bireysel girişimin olanaklarını aşan alanlarda devlet yatırımları ile büyük tesisler kuruldu. Madenlerin, ormanların, kara, deniz ve hava yollarının işletilmesinde büyük gelişmeler oldu. Bütün bu etkinliklerin yanı sıra bayındırlık işleri de hız kazandı.

1924 İzmir İktisat Kongresi’nde bankacılık sektöründe milli bankaların kurulması yönünde kararlar alındı.2 Sanayi ve ticari hayatın gelişmesi için milli bankacılık sisteminin güçlendirilmesine yönelik yapılan girişimler bankacılık sektöründe yeni bankaların açılmasına yol açtı. Cumhuriyet döneminde devlet desteği ve özel sermaye ile kurulan ilk büyük banka Türkiye İş Bankası oldu. Türkiye İş Bankası 26 Ağustos 1924 yılında kuruldu. Daha sonra 19 Mart 1924 tarihinde 444 sayılı bütçe kanunuyla Ziraat Bankası’na tarımsal kredi verme yanında her türlü bankacılık yapma yetkisi tanınarak faaliyet alanı genişletildi. Sanayi sektörünün desteklenmesi ve iştiraklerin kurulması hedefi ile kurulan diğer bir devler bankası, Sanayi ve Maadin Bankası oldu. Sanayi Maadin Bankası 19 Nisan 1925 tarihinde 633 sayılı kanunla kuruldu. Emlak ve Eytam Bankası bu dönem kurulan diğer bir devlet bankasıdır.6 Ziraat Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, Sanayi ve Maadin Bankası, uzun vadeli kredi veren kuruluşlar olarak faaliyet göstermektedirler.

1927 yılına büyük bir para darlığı ile girilmiş, iç ve dış kaynaklar özellikle ihracat mevsiminde artan para talebini karşılamakta çok yetersiz kalmışlardır. Bunun üzerine piyasalardaki darlığı aşma ve kredi ihtiyacını karşılamak üzere 1927 sonrasından itibaren küçük sermayeli birçok yerel banka kurulmuştur.

1929 Kriz dönemlerinde dış konjektürel bağlı olarak iç piyasanın para talebi artmakta, faiz hadleri yükselmektedir. Bu durum Anadolu piyasasındaki küçük sermayelerin, yerel kredi ihtiyacını karşılayacak şekilde bankacılığa akmasına sebep olmuş ve buda birçok yerel bankanın kurulmasına yol açmıştır.10 Diyarbakır Bankası benzer sebeplerle 1930 yılında kurulan yerel bankalardan biridir

1923- 1932 yılları arasında bankacılık alanındaki en karakteristik gelişme, çok sayıda yerel bankanın kurulmuş olmasıdır. 1923- 1925 yılları arasında kurulan yerel banka sayısı dört, 1926- 1929 yılları arasında kurulan yerel banka sayısı yirmidir.

1923-1960 Arası Çok Partili Sistem

Siyasal alanda çok partili hayata girişin Türk tarihindeki geçmişi çok da eski değildir.  Osmanlı Devleti'nde partilerin katıldığı bir seçim ve millet meclisi ancak İkinci Meşrutiyet'ten sonra siyasî hayatımıza girmiştir. Millî Mücadele hareketini kazanan Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde zaferle sonuçlanması sonucunda, kendilerine yeni bir siyasî hayat biçimi seçerek, ‘millî egemenliğe dayalı bağımsız bir Türk devleti’ kurulmuştur. 5.11.1923'te Akhisar'da yaptığı bir konuşmada "Bu devletin dayandığı temeller tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız millî egemenlikten ibarettir. Millet bu egemenlikten zerresini elden çıkarmayacaktır; gözünü açmıştır" demiştir.

Atatürk'ün demokrasi ile ilgili sözlerinden biri de eşitlik ile ilgilidir. Bu konuda da şunları söylemiştir: "En son olarak demokrasi eşit severliktir. Bu nitelik, demokrasinin bireysel olması niteliğinin mecburî bir sonucudur. Kuşkusuz bütün bireyler aynı siyasal hakları taşır olmalıdırlar. Demokrasinin bu bireysel ve eşit severlik niteliklerinden genel ve eşit oy ilkesi çıkar"[20]

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev süresinin tamamlanmasından sonra Meclis kendi kendisini dağıtarak yeni bir seçim kararı aldı.

Mustafa Kemal de 8 Nisan 1923 tarihinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına dokuz ana prensip yayımlamış ve bundan sonra da seçime gidilmişti. “Dokuz Prensip” adlı dokuz maddelik bildiri Halk Fırkasının ilk programı niteliğindedir. Aynı bildiride Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun Halk Fırkası ’na intikal edeceği de bildirilmiştir. Halk Fırkası 9 Eylül 1923 tarihinde kurulur. Fırkanın Genel Başkanlığına Mustafa Kemal Paşa, Genel Sekreterliğine de Recep Bey (Peker) getirilmiştir. Aynı tarihte TBMM’deki parti üyeleri tarafından parti tüzüğü kabul edilir.

Tarihçi ve yazar Sinan Meydan Sözcü Gazetesi 16 Kasım 2020 tarihli ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ yazısında partiyi şu şekilde anlatmaktadır. “1 Kasım 1924'te TBMM yeni döneme girer girmez, meclisteki muhalif grup, İsmet Paşa Hükümeti hakkında gensoru verdi. Gensoru görüşmeleri sonunda 146 milletvekili hükümete güvenoyu verirken aralarında Dr. Adnan Adıvar, Refet Bele ve İsmail Canbolat'ın da bulunduğu 18 milletvekili güvensizlik oyu verdi.

6 Ekim 1924'te Son Telgraf gazetesi, Rauf Orbay, İsmail Canbolat ve Refet Bele'nin etrafında bir muhalif parti kurulacağını yazmıştı. 26 Ekim 1924'te Kazım Karabekir I. Ordu Müfettişliğinden, 30 Ekim 1924'te de Ali Fuat Cebesoy 2. Ordu Müfettişliğinden istifa ederek meclise dönmüşlerdi.  9 Kasım 1924'te Rauf Orbay, Refet Bele ve Dr. Adnan Adıvar Halk Partisi'nden ayrıldılar.” (Sözcü Gaz. S. Meydan, 16 Kasım 2020 yazısı)

Mustafa Kemal Paşa'nın eski silah ve dava arkadaşları olan Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in öncülüğünde, 17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, kuruldu ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk muhalefet partisiydi. 

TCF kurucularına baktığımızda: Fırka Başkanı Kazım Paşa (Karabekir), Asbaşkan Rauf Bey (Orbay) ve Doktor Adnan Bey (Adıvar), Fırka Sözcüsü Ali Fuat Paşa (Cebesoy). TCF üyeleri ise Refet Bey (Bele), Cafer Tayyar Paşa (Eğilmez), Rüştü Paşa, Kara Vasıf (Karakol), Ahmet Muhtar Bey (Cilli), İsmail Bey (Canbulat), Mehmet Sabit Bey (Sağıroğlu), Ahmet Şükrü Bey (Bayındır) ve Zeki Bey (Kadirbeyoğlu) şeklinde sıralanabilir.

1924 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalif partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurulmasıyla muhalefet doruk noktasına ulaştı. Her ne kadar partinin kurulması girişimlerini başlatan kendisi olmasa da Kâzım Karabekir partiye sempati duymuştur. Meclis üyeliğini sürdürebilmek için ordu müfettişliği görevinden istifa etti ve iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası ‘na ılımlı, liberal-demokratik alternatif olarak ortaya çıkan yeni partiye başkan seçildi. Yeni parti, kurulduğu ilk günden itibaren baskı altındaydı ve çok geçmeden Mart 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu'nun çıkarılmasıyla da kapatıldı.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası “liberalizm” ve “demokrasi” ilkelerini esas alıyordu. (Parti programı, madde 2- “Hürriyetperverlik (Liberalizm), milletin egemenliği (Demokrasi) partinin esasıdır.)

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularının (Adnan Menderes, Emin Sazak, Mehmet Fuat Köprülü) biyografilerini incelediğimizde; aileden gelen torak ve muhafazakâr anlayış düşünce içinde yetişmiş olmaları, cumhuriyetin kendisine beraberinde ki devrimlere karşı duruşları olmak gerekliliği vardı.

Nüfusun yüzde 85'inin köylerde yaşadığı, 40 bin köyün 37 bininde okulun, yolun, dükkânın olmadığı, toplumun yüzde 90'ından fazlasının okuma yazma bilmediği, yüzde 60'ından fazlasının salgın hastalıklarla boğuştuğu, toplumun yarısından fazlasını oluşturan kadınların sosyal ve siyasi haklardan mahrum olduğu, çaya koyacak şekerin, sırta giyecek ceketin, ekmek yapacak unun bulunmadığı, tarikat ve cemaatlerin toplumu şekillendirdiği, ağalık düzeninin devam ettiği, ulus bilincinin yerleşmediği bir ortamda liberal demokrasi kurulabilir miydi? Diye sormak gereklidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün o yıllardaki böyle güçlükler içinde bulunan ülkenin, modern bir devlet olabilmesi için önceliğin ’Laik Cumhuriyeti’ yerleştirmek, tüm ulusta ki vatandaşların cumhuriyetin sağlayacağı olanaklardan faydalanması uyum sağlayabilmesi için gerekli önceliklendirmelerin yapılması ve uygulanabilir olması gerekmekteydi.

Kurulan devletin adı ‘Türkler Cumhuriyeti’, Bu devletin ilk hükümeti buna Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti demiştir.

3 Nisan 1923’de seçim yasasında değişiklikler yapıldı. Eskiden her 50.000 erkek başına bir mebus seçilirken, bu rakam 20.000 olarak değiştirildi. Seçmen yaşı ise 18’e indirildi. Seçmek ve seçilebilmek için vergi vermek zorunluluğu kaldırıldı. Birinci Meclis’te partiler yoktu. İki grup vardı. İlki, ‘birinci grup’ olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk grubuydu. Diğeri ise ‘İkinci Grup’ olarak adlandırılan muhalif gruptu.  1923 seçimleri yapılmadan önce ilk olarak ülkede oy kullanacak erkek nüfus tespit edildi. Seçim bürosu olarak Rauf Bey’in İstasyondaki evi kullanıldı. Milletvekili aday listesi belirleme yetkisi birinci grup ve Mustafa Kemal Paşa’nın sorumluluğunda idi. Seçimler 1 Nisan 1923 günü başlayarak, aynı yılın ağustos ayına kadar devam edildi. 11 Ağustos 1923 tarihi itibariyle yeni meclis görevine başladı. 1927 yılında gerçekleşecek seçimlerden önce bütün illerinde seçim hazırlıklarına başladı. Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulan bir devlettir. Bunun için ülke sınırları içinde bulunan topraklar olmak üzere birçok veriler kayıt altına alındı. 1927 seçimleri Cumhuriyet Dönemi’nin ilk genel seçimi idi. 1927 seçimine göre seçilen meclis ülkeyi dört yıl yönetecektir.

1920’de çalışmalarına başlayan TBMM, Osmanlı Parlamentosu gibi iki meclisli bir parlamento olmadığı gibi, 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra oluşacak yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden ayrılığına dayalı bir meclis de değildir. “Türkiye’de 1876 Kanun-ı Esasi ve 1961 Anayasası iki meclisli, 1921 ve 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunları ile 1982 Anayasası ise tek meclisli parlamento yapılarını tercih etmiştir.” [21]

1920 parlamentosuna rengini veren sistem, kökleri 1689’daki İngiliz Devrimi’ne (Glorious Revolution) ve Devrim sonrası (1793-1794) Fransız Konvansiyon Meclisine kadar götürülebilecek, konvansiyon sistemi ya da meclis hükûmeti sistemi adı verilen sistemdir. Meclis hükûmeti (konvansiyon) sistemlerinin, olağanüstü dönemleri içine alan, “ihtilal dönemi” meclisleri olduğunun bilinmesi gerekmektedir.

Fırkası nizamnamesini tartışmışlar ve nihayet Mustafa Kemal'in genel başkanlığı ile 11 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası Ankara'da kurulmuştur. Halk Fırkası, Cumhuriyet ilân edildikten kısa bir süre sonra, 10 Kasım 1924 tarihinde verilen bir karar ile adını Cumhuriyet Halk Fırkası olarak ilân etti.

Halk Fıkrasının kuruluşundan takribi Bir yıl sonra, 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Ankara'da kurulmuştur. Kurucuları arasında Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Adnan Adıvar, Hüseyin Rauf (Orbay) gibi çok önemli şahsiyetler bulunmaktaydı.

Atatürk, “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesi doğrultusunda dünya ülkeleri ile siyasi, sosyal ve ekonomik ilişkilere girişmiştir. Türkiye’yi medeni devletler arasında layık olduğu yere çıkartmaya gayret etmiştir. 1923’ten sonra Türkiye Dış Politikada Lozan’da halledilemeyen Musul, dış borçlar, Suriye sınırı, nüfus mübadelesi ve Boğazlar sorununa öncelik verdi.

1923 Türkiye genel seçimleri, 28 Haziran 1923 tarihinde 2. dönem milletvekillerini belirlemek için yapmış Türkiye'nin ilk genel seçimleridir.

Seçimde mebusların büyük kısmını ‘Birinci Grup’ olarak adlandırılan Müdafaa-i Hukuk Grubu elde etti. 1919'dan beri mecliste önemli bir ağırlığı oluşturan ‘İkinci Grup’ ise meclisin o dönemin anayasası sayılan Kanun-i Esasi'ye uygun olarak feshedilmediği gerekçesiyle seçimleri protesto etti. Bağımsız olarak seçilen birkaç milletvekilinin dışında tüm milletvekilleri Birinci Grup'tandı. Muhalif olarak seçilmeyi başaran tek aday Gümüşhane mebusu Zeki Bey (Kadirbeyoğlu) oldu.

Seçim kararı 1 Nisan 1923 tarihinde alındı. Meclisin feshedilmesi ve yeni bir meclis oluşturulması düşüncesinin temel nedeni Lozan Barış Görüşmeleri idi. Muhalefetin Lozan Konferansı'nda büyük bir taviz verildiğini savunacağı   ve Lozan Antlaşması'nı kabul etmeyeceği düşünülüyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal, Batı Anadolu gezisinde kamuoyunu hazırlamaya çalıştı ve gezi dönüşü 20 Şubat'ta Vekiller Heyeti Başkanı Rauf Bey'in çalışma yerinde vekiller heyeti ile bir gece toplantısı yapıldı. Toplantıya Meclis ikinci başkanı Ali Fuat Paşa da katıldı. Bu toplantıda meclisin feshedilmesi ve seçimin yenilenmesi kararlaştırıldı.

Muhalif İkinci Grup, seçimlerden önce seçim yasasında değişiklik yaparak Meclis üyeliği için "o zamanki sınırlar içerisindeki yerlerde doğmak ya da en az 5 yıl ikamet etmek" gerekliliğini okutmadan komisyona getirerek Mustafa Kemal Paşa'nın seçilmesini olanaksız kılmak istedi ama başarılı olamadı. Bazı kişiler, örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mardin'den aday olduğunu gazetelerden öğrenmişti. Mustafa Kemal Paşa ise Ankara'dan aday oldu.

Seçimler 28 Haziran 1923 tarihinde yapıldı. Müdafaa-i Hukuk Grubu adaylarının tümü milletvekili seçildi. 23 Temmuz 1923 tarihinde de Lozan Antlaşması imzalandı.

1927 Türkiye genel seçimleriüçüncü dönem Büyük Millet Meclisi için aşamalı seçim sistemi ile yapılan seçim. İkinci seçmenlerin seçimi 20 Temmuz 1927'de, vekil seçimleri ise 1 Eylül'de yapıldı. Katılımın %20 civarında olmasından dolayı bir sonraki seçimde katılımı artırmak için propaganda çalışması yapılmıştır. Seçim öncesi; 1923 yılında Mustafa Kemal Fırkası ‘nı kurdu. Hemen ardından 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. TCF, Şubat 1925'te patlayan Şeyh Sait Ayaklanması gerekçe gösterilerek kapatıldı. Böylece 1927 seçimlerine tek parti ile gidildi.

“1929 Dünya Ekonomik Buhranı” tüm dünyada büyük ekonomik yıkıma yol açtı. Buhranın yıkıcı etkileri Türkiye'de de hissedildi. O günlerde yeni rejim de tehdit altındaydı. Haziran 1930'da Ağrı Dağı yakınlarında rejim karşıtı “Zeylan Ayaklanması” çıktı. Ağustos 1930'da Atatürk'ün isteğiyle Fethi Okyar'ın kurduğu “Serbest Cumhuriyet Fırkası” (SCF), kısa sürede rejim karşıtlarının çekim merkezi haline geldi. Parti mitinglerinde olaylar çıktı. (SCF, 1930 Belediye Seçimlerinde 502 seçim bölgesinin 31'inde seçim kazandı). 23 Aralık 1930'da Menemen'de Asteğmen Kubilay, rejim karşıtı yobazlarca (Derviş Mehmet ve arkadaşları tarafından) vahşice katledildi.

Mustafa Kemal ile birlikte çalışanlar, başta Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi ünlü askeri kişilikler Kemalist yeniliklerle beraber yolların da ayrıldığını hissediyorlardı. Böylece birlik safından muhalefet safına geçiyorlardı.

1931 Türkiye genel seçimleri, 25 Nisan 1931 tarihinde TBMM 4. Dönem milletvekillerinin belirlenmesi için yapılan seçimlerdi. 1931 yılında gerçekleşen seçimde diğer seçimlere göre ilk defa farklı bir uygulama getirildi. Mecliste muhalefetin fikirlerine de yer verilmesi için Cumhuriyet Halk Fırkası birçok iller de milletvekili gösterilmedi. Bunun amacı, Cumhuriyet Halk Firması’nın milletvekili çıkarmadığı illerden bağımsız milletvekilleri meclise girmelerini sağlayabilmekti.

Türkiye 1929 bunalımı karşısında, kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı. 1930 yılında hükümet tarafından hazırlanan ekonomik program içerisinde Merkez Bankası’nın kurulması büyük önem arz etmektedir. Yabancı uzmanların da raporları doğrultusu ile 30 Haziran 1930 tarihinde 1715 sayılı kanunla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kurulmuş ve Ocak 1932 yılından itibaren döviz işlemlerine başlanmıştır

Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi. Türkiye 1933' de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini (ülkeler arasındaki iki yanlı ticaret anlaşmalarının temelde malla ödemeyi öngören bir türü) uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın, malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur.

Nitekim, Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden, ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek, ihracat bu yönden de teşvik edildi. Yerli malı kullanmak teşvik edildi. Yerli malları haftası ilan edildi.

1935 Türkiye genel seçimleri, 8 Şubat 1935 tarihinde 5. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel seçimlerdir. 5 Aralık 1934'te yapılan ve kadınlara milletvekili seçilme hakkı veren anayasa değişikliği sonrasında yapılan ilk milletvekili seçimleri olup 383 erkek, 18 kadın milletvekili seçilmiştir.

1939 Türkiye genel seçimleri, 26 Mart 1939 tarihinde 6. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel seçimlerdir. Seçim, tek parti dönemindeki diğer seçimler gibi iki dereceli yapılmış ve seçime sadece CHP listesi katılmıştır.

Cumhuriyet Halk Fıkrasının 1927 Tüzüğü uyarınca aday listeleri "Millî Şef" İsmet İnönü tarafından belirlenmiş ve ilan edilmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu isimle katıldığı ilk milletvekili seçimleridir,

1943 Türkiye genel seçimler, 28 Şubat 1943 tarihinde 7. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılmış genel seçimlerdir. 15-20 Şubat 1943 tarihleri arasında ise ikinci seçmenlerin birinci seçmenler tarafından belirlenmesine ilişkin seçimler yapılmıştır.

1946 Türkiye genel seçimleri, 21 Temmuz 1946 tarihinde 8. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılan genel seçimlerdir. 5 Haziran'da Milletvekili Seçim Yasası değiştirilmiş ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa tek dereceli seçim esasında gerçekleştirilmiştir.

Cumhuriyet Halk Partisi 397, Demokrat Parti 61 ve Bağımsızlar 7 Milletvekilliği kazandı.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk çok partili genel seçimi olan bu seçim adli denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve liste usulü çoğunluk sistemi esasına göre yapıldı (açık oy- gizli tasnif).  Bu usulsüzlüklerinden dolayı "şaibeli seçim" şeklinde de anılmıştır. Bu genel seçim ile TBMM 8. dönem milletvekilleri seçilmiştir.

“1946 seçimlerine sadece Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ve Millî Kalkınma Partisi isimli partilerin katıldığı belirtilmektedir. Ancak tabloya verilen dipnotta, Tarık Zafer Tunaya’nın kaleme aldığı Türkiye’de Siyasî Partiler: 1859–1952 isimli kitaptaki bilgilere referansla “Tunaya’ya göre 1946 seçimlerine CHP (Cumhuriyet Halk Partisi), DP (Demokrat Parti) ve MKP (Millî Kalkınma Partisi) ’nin yanı sıra, Liberal Demokrat Parti, Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi ile Yalnız Vatan İçin Partisi de katılmıştır” notu eklenmiştir.” [22]

1950 Türkiye yerel seçimleri, 13 Ağustos- 15 Ekim 1950 tarihleri arasında Türkiye'de üç aşamalı olarak yapılan yerel seçimlerdir. Belediye başkanları halk tarafından doğrudan değil, halkoyuyla seçilerek oluşturulan meclisin kendi içerisinden birini başkan olarak belirlemesi yoluyla seçilmiştir. Seçimlere Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi katıldı.

13 Ağustos 1950 tarihinde Köy ve Mahalle Muhtarlığı ve İhtiyar Heyeti seçimleri, 3 Eylül 1950 tarihinde Belediye Meclisi ve Belediye Başkanlığı seçimleri ve 15 Ekim 1950 tarihinde de İl Genel Meclisi seçimleri yapıldı.

“Menderes'i, kendilerinden önceki devreyle bütün köprüleri yı­karcasına ve eski devrede bile çok parti tecrübelerine girişmiş bulunan Atatürk'ün tek defa olsun adını anmamacasına sürüklemiş olanlar kim olurlarsa olsunlar, az sonra şu oldu; parlamentoda iki parti arasında açılan hendek, büsbütün derinleştirildi.

Menderes’in şu sözlerine bakalım.

Muhterem arkadaşlar!

Size esefle haber vermek isterim ki, iktidara gelişimiz henüz bir ayı bulmadığı halde, bazı zaruri değişiklikleri mesele ittihaz ederek Cumhuriyet Halk Partisi, orduyu aleyhimize tahrik etmek yoluna sapmıştır. Bizim bütün çalışmalarımız memleketimiz de demokrasiyi perçinlemeye matuftur. Cumhuriyet Halk Partisi, eğer başarılı bir çalışmaya girmek istiyorsa, başlarındaki iktidar hastalarını atmalıdır. Bu iktidar hastaları, havayı karıştırmak istemektedirler. Memlekette siyasi iktidarı muhtel (bozuk) göstererek, bir polemiğe, bir hücum ve taarruza geçmiş­lerdi...»

Suçlama ağırdır. Menderes'e göre, C.H.P. 'nin başındaki iktidar hastaları ve ona göre en başta İnönü, demek ki orduyu ele alarak, iktidara karşı bir darbe, yani ihtilal hazırlamışlardır. Ve bu baştakiler atılmalıdır!

Bu sözlerin konuşulduğu tarih, 13 Haziran 1950'dir” [23]

“En azından 15 yıl süreyle ve Halk Partisinde çalışan, Halkevleri müfettişi ve kurucularından biri olan Adnan Menderes de böyle fa­şist bir nizarn (Zayıf. Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz) içinde, faşist bir teşkilatçı mıydı? Elbette ki değil. Mesela onun, Halkevleri için çalışırken ve Aydın Halkevinin 1930'daki açılış töreninde söylediği nutuktan şu parçalan buraya alalım:

- Milletimizin yükselmesi yolunda her ihtiyacı gören ve sezen Büyük Gazi, içtimai hayatımızda, kültür hayatımızda, çok derin bir boşluğu ve çok şiddetli bir ihtiyacı görmüş, bu boş­luğu dolduracak ve ihtiyaca cevap verecek bir tesis ve teşekkü­lün esasını kurmak, temellerini atmak şerefini de kazanmıştır.

Menderes bunları söylerken, Büyük Millet Meclisindeki 4.V. 1951 nutkunda Menderes, Halkevlerini şöyle tarif eder:

- Halkevleri, Halk Odaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak, faşistvari telakki ve düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar, içtimai bünyemiz içinde, tamamıyla abes, beyhude, geri ve yabancı uzuv halindedir. Bu gelişmeleri sadece, Menderes'in iki şahsiyetli ve fevri mizacına bağlayarak izah etmek veya böylece okuyup geçmek elbette ki mümkün değildir.

Demokrat Partinin ön planda gelen bütün kurucu ve yöneticilerini, Demokrat Partinin sürüklendiği akıbetten sorumlu kılan, tarihi bir öngörüsüzlük ve hata payı vardır...Gerçi Menderes'in özel hayatında da fevri, köksüz görüş ve konuşmaları olmuştur. Örneğin: İstiklal Savaşı diyorsunuz. Pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzatılmasında Mustafa Kemal'in yerleşme ihtirası...” (a.g.e) Diyecek kadar bir şeye kızgınlığını ortaya koya. Bu gibi konuşmalarda, elbette ki, bir mantık payı yoktur.              

“Menderes, İstiklal Savaşı'nın "Mustafa Kemal'in ihtirasları" yüzünden uzadığını söyleyecek kadar ileri gider: "Kurtuluş Savaşı diyorsunuz. Bu savaş pekâlâ üç ayda bitebilirdi. Bunun yıllarca uzamasına Mustafa Kemal'in yerleşme ihtirasları neden olmuştur" der. 

“Demokrat Partinin şimdi hayatta bulunan sorumluları ve hükümet üyeleriyle Celal Bayar tarafından bir türlü açıklanamayan, cevaplandırılamayan bir önemli konu vardır.

D.P. iktidarının, Meclisten yetki almadan Kore muharebelerine katılma kararıyla, aynı iktidarın, bilhassa 1958'den sonra ve arada, müşterek bir statüsü bile bulunmayan CENTO ittifakına dayanılarak Amerika Dışişleri Bakanı Foster Dulles'le imzalanan ikili ana anlaşma ve bu ana anlaşmaya dayanılarak imzalanan ikili anlaşmadır. O ana anlaşmalar ki, yalnız Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu'nun imzasıyla hemen yürürlüğe giriyorlardı. O ikili anlaşmalar ki, karşı taraf, yani Amerika, bunları imzalamakla beraber hakikatte, hiçbir şeyi taahhüt etmiyordu. Amerika Birleşik Devletleri, CENTO'nun üyesi bile değildi.” [a.g.e]

Dış siyaset ve bu arada, bugün bile hala aydınlanamayan nedenlerle Kore harbine katılışımız ve bunun:

- Bir avuç kan verdik ama, büyük devletler arasına katıldık... Anlayışını görmekteyiz. Böylesine dış ticaret politikasını benimsemek, hesap verebilirlik ilkesini yok saymak olarak düşünmeliyiz. Bu da bizi demokrasiyi askıya almakla aynı anlama geldiğini görebiliyoruz.” [a.g.e]

1954 Türkiye genel seçimleri, 2 Mayıs 1954 tarihinde TBMM'de görev yapacak 10. dönem milletvekilleri için yapılan seçimlerdir.

1954 genel seçimleri, Türkiye’de çok partili demokratik yaşamın yeni filizlendiği bir evrede, Demokrat Parti’nin (DP) ilk iktidar deneyiminin ve buna karşın da tek parti geleneğinin temsilcisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ilk muhalefet döneminin ardından gerçekleşen bir genel seçim olma özelliğine sahiptir.

Liste usulü çoğunluk seçim sisteminin uygulandığı seçimlerde yaklaşık 9 milyon seçmen oy kullanmıştır. Demokrat Parti, oyların yüzde 58,4'ünü alarak 503 milletvekili, Cumhuriyet Halk Partisi %35,1'lik oranla 31 milletvekili, Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) 5 milletvekili çıkarırken, 2 kişi de bağımsız olarak toplam 541 milletvekili seçilmiştir.

Bu seçimde, DP'den 4 aday, iki seçim çevresinden seçilmiş, o tarihte uygulanan seçim yasası gereği, bu çevrelerden birinin milletvekilliğini tercih etmiştir. 9 milletvekili de DP listesinden bağımsız olarak seçilmiştir.

1957 Türkiye genel seçimleri, 27 Ekim 1957 tarihinde TBMM 11. dönem milletvekillerini belirlemek için yapılan genel seçimlerdir.

1954 Türkiye genel seçimlerinde yüzde 58,4 oranında oy alan Demokrat Parti (DP) 541 milletvekilliğinin 503'ünü kazanmıştı. DP'nin ikinci iktidar döneminde (1954-57), iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkiler gerginleşti; DP iktidarı gerek gösterdiği otoriterleşme eğilimi gerek ekonomik durumun ağırlaşması nedeniyle kendisine karşı giderek artan muhalefeti, meclis çoğunluğuna dayanarak aldığı kanuni tedbirlerle susturmayı hedefledi. Başta basın ve muhalif partiler olmak üzere yargı, üniversite, sendika gibi kurumlara karşı alınan kısıtlayıcı tedbirler, muhalif partilerin iktidara karşı iş birliği çalışmaları yapmasına neden oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1923 ile 1950 yılları arasında yedi kez seçim gerçekleşmiştir.

1945-1950: Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan barışçı şekilde indiril işiyle sonuçlanan, demokrasiye derece derece geçiş dönemi.

Kitabın "Huzursuz Bir Demokrasi" başlıklı üçüncü bölümü, 1950'den beri olan dönemi ele almaktadır. Bu başlık kendi kendisini açıklamaktadır Jön Türk döneminin aksine, genellikle gerçek demokratik çoğulculuğun olduğu ve kitle siyasetinin geliştiği bir dönemdi bu* Aynı zamanda da (1960, 1971 ve 1980'deki) üç askerî darbeyle kesintiye uğramış bir dönemdi ve 1960'lann sonlarından itibaren Türk Parlamenter demokrasisi sürekli olarak solun ve sağlığı saldırısı akında kalmıştı* Kitabın üçüncü bölümü aşağıdaki şekilde altbölümlere ayrılmıştır:

1950-1960: Türkiye'nin Batı ittifakıyla siyasal ve askerî açıdan bütünleşmesi, hızlı ekonomik kalkınma (özellikle kırsal kesimde), ABD'ye artan mali bağımlılık ve önceki yönetimlerin dindışıcı azaltılması ile karakterize edilen Demokrat Parti yönetimi dönemi.

Atatürk Gibi Okumak

57 yıllık yaşamına 11 savaş, 24 madalya, 7 nişan ve 13 kitap sığdıran yüce deha Atatürk’ü anlamak; onun ideallerini görmekten geçiyor.

Yaşamının büyük bir bölümünü cephelerde geçirmiş Atatürk, her şeyden önce kendini muazzam geliştirmiş bir liderdir. Dönemin şartlarına ve kısıtlı imkânlarına rağmen öğrenmekten asla geri durmayan Atatürk’ün, feyz alınması gereken en önemli özelliklerinden biri de iyi bir kitap okuyucusu olmasıdır.

Bilindiği gibi, ATATÜRK, okumayı ve yazmayı çok severdi. Çocukluğunda başlayan kitap tutkusu, savaş zamanı cephede bile sürmüştü. Atatürk kitaplara karşı olan ilgisini ise şöyle ifade etmiştir: “Ben çocukken yoksuldum. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım.” Atatürk’ün okuduğu kitap sayısının 3 bin 997 olduğu tespit edilmiş.

Kitapların dillere göre dağılımında ağırlıklı olarak Fransızca ve Türkçe olmak üzere İngilizce, Romence, Yunanca ve Latince kitaplar bulunmaktadır. Konu bazında değerlendirildiğinde ilk sırayı tarih, ikinci sırayı ise dil ve edebiyat kitapları almaktadır.

Ali Fuad (Cebesoy) ile birlikte hafta tatillerinde şehre çıktığı zamanlarda özellikle Maten ve Pöti Parizien gibi Fransızca gazeteleri okuduğu bilinmektedir.

Müşerref Avcı’nın Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisin de yazdığı ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün Yabancı Dil Bilgisi ve Türkçeye Kazandırdığı Eserler’ makalesinde; Mustafa Kemal Atatürk’ün 57 yıl süren yaşantısında okuduğu kitaplar, yayınladı çeviriler ve bildiği yabancı dillilerin hangileri ve okuma yazma dereceleri ile bilgileri yaptığı araştırmada anlatmakta.

“1900-1901 yıllarında Harp Okulu’nun her üç sınıfında da Alman veya Rus lisanı öğretildiği belirtilmekle birlikte, bu dönemde yabancı dil olarak yalnızca Almanca ve Rusça değil; Fransızcanın da okutulduğu görülmektedir. Harp Okulu Arşivi’nde bulunan belgeler doğrultusunda hazırlanan “Kara Harp Okulu Tarihi” adlı kitapta, 1899-1900 öğretim yılında Harp Okulu birinci sınıf öğrencisi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün Fransızca, seçmeli olarak Almanca veya Rusça derslerini okuduğu belirtilmekte ve askeri rüştiye döneminde Arapça-Farsça dersleri aldığı bilinmektedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün sahip olduğu kitap sayısı konusunda birbirine yakın rakamlar telaffuz edilmekle birlikte, 1973 yılında Milli Kütüphane Genel Müdürü iken Atatürk’ün Özel Kütüphanesi’nin kataloğunu hazırlayan Müjgân Cunbur, Çankaya’da 1903 ve Anıtkabir’de 2092 kitabın künyesini çıkarmıştır. Bu durumda O’nun 3.995 adet kitaba sahip olduğu söylenebilir. Kendisinin okuduğu kitaplar arasında; Fransız edebiyatına dair 121 kitap (%2,8), Alman diline ait 61 kitap (%1,4), İngiliz diline ait 61 kitap (%1,4), Fransız diline ait 58 kitap (%1,3) bulunmaktadır. Bu kitaplardan büyük bir kısmının Fransızca olarak işaretlendiği görülmektedir. Kendi kitaplarının yanı sıra özellikle İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’nden farklı zamanlarda kitaplar ödünç aldırdığı ve bu kitaplar arasında kendi kütüphanesinde çevirisi bulunduğu halde orijinalinden okumayı tercih ettiği, Durkheim’a ait üç adet kitabın olduğu da bilinmektedir

Mustafa Kemal Atatürk’ün iyi derecede Fransızca ve Almanca bildiği, hatta Fransızca seviyesinin Almanca seviyesinden biraz daha iyi olduğu ve konuşmak durumunda kaldığı zamanlarda öncelikle Fransızcayı tercih ettiği söylenebilir.” [24]

Mustafa Kemal, Harp Okulu’nda ikinci sınıfa geçince askerlik derslerine merak sardı. Şiir yazmaktan vazgeçmişse de güzel yazmak ve güzel konuşma tutkusu devam etmektedir. Bu şiir de Harp Okulu öncesindendir.

İnsan ömrünün kısıtlı olduğu yaşamda bulduğu her fırsatını üretken ve faydalı faaliyetlere adamış olan Ulu önder Atatürk'ün sayıları az olmakla birlikte yazmış olduğu şiirlerden biri.

Oğuz Oğulları
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz
Nerede olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendilerini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biziz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılmış gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede?
Hakikat nerede? [25]

Mustafa Kemal Atatürk'ün kütüphanecisi olan Nuri Ulusu ‘nün hatıratlarını anlatırken; Atatürk'ün kitap sevgisi ve okuma alışkanlığı hakkında çok değerli bir anıyı barındırıyor.

Gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın da Atatürk'ü ziyarete gittiğinde masasında Balzac’ın “Colonel Chabert’’inin, Maupassant’in “Boule de Suif’’inin, Lavedan’ın “Cervir’’inin durduğunu defalarca kez anlatmıştır.

Atatürk’ün başucu kitapları nelerdir dersek, şunları görebiliriz. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu Romanı, Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabı, Jean Jacques Rousseau’un Toplum Sözleşmesi, Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitapları.

Sonuç

Dünya tarihinde ulus devlet ve vatandaşlık anlayışı, Fransız Devrimi sırasında ortaya çıkmış olduğu kabul edilir. O zamana kadar hâkim olan siyasi-toplumsal yapılar büyük değişikliğe uğramıştır. Ulus-devlet modeli, orta çağın sonunda özellikle ‘milli monarşilerin’ (Ülkenin sadece bir hükümdar tarafından yönetilmesi) ortaya çıkmaya başladığı görüşü ile bir devlet örgütlenmesidir anlayışı da vardı.  15. yüzyıl itibari ile derebeylikler birleşerek tek yönetim altında toplanmaya başladı. Bu hareket sonucunda mutlakıyet anlayışı oluştu. Özellikle Avrupa ekonomisinin büyük değişimler geçirmesi, yönetimde de büyük değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Bu süre zarfında madeni eşyalar değer kazanırken ‘merkantalist ekonomi politikası’ (güçlü bir ekonomi için ihracatı en üst düzeye çıkarmak ve ithalatı en aza indirmek üzere tasarlanmış bir ekonomik politikadır.) ise benimsenmeye başlandı. Bu aynı zamanda feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini belirleyen dönem olarak da görebiliriz.

Dünyadaki vatandaşlık anlayışının yayılması ve ülkemizde kabulü çok kolay kabul görmüş değildi. Bunu 1. Dünya Savaşı Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu (sonra, Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan’ın katıldığı) İttifak devletlerinin kaybetmesi üzerine Osmanlı İmparatorluğunun da yenik sayılması ile Mondros Mütarekesi ile Osmanlı kamuoyunda iki temel düşünce belirdi. Bunlardan ilki İttihat ve Terakki düşmanlığı, diğeri de İngiltere ve Fransa ile bozulan ilişkilerin yeniden düzenlenmesiydi. İttihat ve Terakki düşmanlığını politika haline getiren Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlıları bu süreçte İngiliz yanlısı bir siyaset takip etmişlerdir. Bu görüşleri özellikle Paris Barış Konferansı’nda ortaya atılan manda ve himaye fikirlerinin etkisi ile Osmanlı Devleti’nin İngiltere’nin himayesi altına girmesi şekline dönüşmüştür. Öte yandan bazı eski İttihatçılar da 5 Ocak 1918 tarihinde ABD başkanı Wilson’un belirlediği ilkelerden etkilenerek Türkiye’nin tamamına yönelik bir Amerikan mandası oluşturulması fikrini desteklemişler ve bu konuda çalışmalarda bulunulmuştur.

Hacettepe, Boğaziçi, Kocaeli Üniversitelerinde "Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi", İstanbul Üniversitesi Atatürk Devrimleri ve İlkeleri Enstitüsü'nde "Atatürkçü Düşünce Sistemi" dersleri veren ayrıca Siyaset İnsanı olan Alev Çoşkun, Cumhuriyet Kitaplarından 2008 yılında ki ‘Samsun’dan Önce Bilinmeye 6 Ay’ İşgal, Hüzün, Hazırlık kitabında Alemdar Gazetesi Baş Yazarı Refi Cevat Ulunay hakkında yazdıkları:

13 Kas 1918 – 6 Eki 1923 İşgal yıllarında İstanbul'da yayınlanan gazetelerin önemli bir kısmı işgal kuvvetlerini destekliyor, Ali Kemal ve Refi Cevat Ulunay mütareke basınının önde gelen isimlerini oluşturuyorlardı.

Mütareke basını, Millî Mücadele tarihimizde yüz karası bir olaydır. Birçok gazete, işgalci devletleri desteklemiş ve hain yayınları ile halkı zehirlemeye çalışmıştır!

Mütareke basını olan Alemdar gazetesinin 6 Şubat 1919 günü, başlığının yanındaki bir ilanla, gazetesinin başyazarı Refi Cevat Ulunay’ın yaptığı bu söyleşiyi Mustafa Kemal'le yapılan ve ertesi günü çıkacak olan “mühim bir mülakat” olarak duyuruyordu. Fakat ertesi gün Alemdar aldığı yayın cezası dolayısıyla 6 gün çıkmadı. Bu yüzden sözü edilen söyleşi de yayınlanamadı.

Yıllar sonra, Refi Cevat Ulunay yayınlayamadığı bu söyleşiyi Sadi Borak'a anlattı. Sadi Borak da kitabında Ulunay'ın ağzından şöyle anlatıyor:

Ulunay'ın Yazmadıkları

"Çanakkale ile ilgili sorularımı bitirip not ettikten sonra ayrılmak üzere ayağa kalktığım zaman, Mustafa Kemal

'biraz daha oturunuz, lütfen' dedi.”

Şimdi konuşmayı Ulunay'a bırakalım:

"Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:

- Soracağınız sualler bitti mi?

- Bitti Paşam.

- 'Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır, istiklaline (bağımsızlığına) nasıl kavuşturulur?' diye bir sual sormanızı isterdim.”

'Vatanın Kurtuluşu Mümkün Olmadığı İçin Bu Soruyu Sormadım' diye ümitlenmeye veya mücadele edebilecek özgürlük isteğinden yoksun olan Ulunay’ın cevabı:

- Af buyurunuz paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtarılmasını en uzak bir ihtimalle (olasılıkla) dahi mümkün görmediğim için böyle bir sual sormayı hiç aklımdan geçirmedim.

- Bu şartların dış görünüşüdür. Bir de bunun iç yüzü vardır.

Siz yine de böyle bir sual sormuş olunuz, ben de cevabını vereyim, fakat yazmamak şartıyla.

- Zatıalinizi dinliyorum paşa hazretleri.

- Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkânsız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bugün herhangi bir teşkilatçı Anadolu'ya geçer de milleti silahlı bir mukavemete (direnişe) hazırlarsa bu yurt kurtulabilir.

- Nasıl olur Paşam! diye yerimden fırladım.

Paşa sakindi:

- Hatırınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimize. Hiçbir ümit kapısı yok gibi görünmektedir. Ama, 'düvel-i muazzama' dediğimiz bu büyük devletlerin bir de iç yüzleri var.

- Nasıl Paşam?

Mustafa Kemal Atatürk sözlerine devam eder:

- Anlatayım: Siz sanıyor musunuz ki harbi kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün ihtilafları halletmişlerdir (sorunları çözmüşlerdir). Asıl ihtilaf (anlaşmazlık), asıl menfaat rekabeti ve ölü­nün mirasını paylaşma kavgası bundan sonra başlayacaktır.

Ulunay, paşaya sorar.

- Paşam, milli direniş güzel ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız. Affınıza sığınarak arz edeyim ki artık bu kupkuru çölde hiçbir hayat emaresi (nişanı) görülmüyor.

- Öyle görünür Refi Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak, bu çöküntüden bir varlık, bir teşekkül (oluşum-örgütlenme) yaratmak lazımdır. Siz başıboşluğa bakmayınız. Boş gö­rünen o saha doludur. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, millettir; o Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur. Bunu böyle bilesiniz Refi Cevat Beyefendi."

Refi Cevat Ulunay Alemdar gazetesine gelir ve düşünceleri ile baş başa kalır. Enfiyesinden bir tutam çektikten sonra düşüncelerini anlatmayı sürdürür:

"Mustafa Kemal'e veda ettim, matbaaya geldim. Kafam karmakarışıktı. Anlattıkları eksantrik (kural dışı, bambaşka) şeylerdi. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu deli saçması gibi gelmişti bana. Matbaada arkadaşlar, "anlat" diyorlardı; "neler söyledi? " Anlattım:

"Şu sıralar Anadolu'ya geçilir, orada teşkilat kurulur, milli mukavemet harekete geçirilirse Fransız’ı da İngiliz’i de İtalya’nı da memleketten kovar, vatan istiklaline kavuşur, millet de esaretten kurtulurmuş. Anladınız mı arkadaşlar! Bu, deli değil, zır deliymiş!"

Bundan sonrasını Sadi Borak'tan dinleyelim:

"Ulunay'a dedim ki:

- Sonra yanılgınızın pişmanlığını duydunuz değil mi?

- Hayır, Sadi oğlum dedi, ben haklıydım, yerden göğe. O günlerde, o şartlar içinde istiklal mücadelesine atılıp Türkiye'yi üç bü­yük devletin pençesinden kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde böyle düşünen tek adam oydu; tek adam."[26]

Feodal devlette egemen olan meşrutiyet anlayışına göre devletin sahibi ve meşruiyetinin kaynağı monarşi idi. Feodal sistemin zayıflamaya başlamasıyla birlikte güçlenen burjuvazi sınıfı, politik etkinliğini pekiştirmek için kitlelerin desteğini arkasına almak zorunda idi. Buradan hareketle egemenliğin kraldan alınarak halka verilmesi süreci içinde milliyetçi akımların güç kazanması, milli egemenlik fikrinin kitlelerde geniş yankı bulmasını sağlamıştır.

Aytunç ERKİN Sözcü Gazetesinde, 30 Ağustos 2022tarihinde ‘Ah İsmail Kahraman! Atatürk kazandı bil!’ isimli yazısında: Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Konseyi Üyesi İsmail Kahraman ‘tarihi” bir kez daha çarpıttı diyerek, Sn. Kahramanın sözlerini şöyle aktardı.

“Zaferlerle dolu bizim tarihimiz. İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş? İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki. 2 Mart'ta da aynı şey var. Ruslar çekildi gitti. Çarpışmadık, dövüşmedik, vuruşmadık. Tarihi doğru dürüst niye bilmiyoruz? Övünecek büyük bir tarihimiz varken kölelikten kurtulduğumuz tarihe niye bayram diyeceğiz. Fethettiğimiz tarihe diyeceğiz.”

İlber Ortaylı, 28, Ağustos, 2022 tarihli Hürriyet Gazetesin de ‘Başkomutanlık Meydan Muharebesi... 100. Yıl’ isimli yazısında İngiliz General’e söylediği sözleri bize şöyle aktarıyor: Büyük Taarruz ’un ilk safhasında esir bulunan İngiliz General Charles Vere Ferrers Townshend ile görüşen Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya Townshend verdiği raporda; “Türk milli ordusunun güçlü ve etkin olduğunu, İngiltere Hükümeti’nin bunu doğru kavrayamadığını” belirtir. Yeni bir Türkiye doğuyor, İngiltere bunu anlamış değil. “Türk’ü, Avrupa dışına ve sadece Anadolu’nun kalbine itmeye çalışmak çılgınlıktır” diyordu. 

Cumhuriyet Dönemi şair, düşünür adamı ve yazar Melih Cevdet Anday Cumhuriyet Gazetesi’nin 30 Ağustos 1974 tarihli sayfa 2 de ki yazısında şöyle der: “İmparatorlukların çökmeleri başka, ulusların yok olma ile kar­şı karşıya gelmeleri başkadır. Geçmişin olaylarına bakarsak, imparatorlukların çökmesi ulusların kendilerini bulmalarına yol aç­mıştır denebilir. Osmanlı imparatorluğunun yıkılış dönemi ise, bu İmparatorluk içinde yaşayan çeşitli etnik toplulukların ulus olmaya yönelmelerini sağlamak yanında, çok garip karşılanması gereken bir gelişimle istilacılarda Türk’ü ve Türk yurdunu ortadan kaldırmak tutkusuna yol açmıştır. Burada şaşırtıcı olan, sadece Osmanlı'nın yenilgisini Türk’ün sonu biçiminde yorumlamaya kalkan emperyalistlerin bu tutkusu değildir. Yenilmiş bü­tün devletlere tanınan yaşama hakkının, toparlanma, kendini bulma, yeniden gelişme yoluna girme olanağının nedense yalnızca Türk’e tanınmaması tutumudur” [27].

10 Kasım 1980 tarihli Cumhuriyet gazetesi 6. Sayfa da ‘Yazarlarımız Atatürk’ü anlatıyor’ Köşesinde, Konur Ertop ’un, ‘Çağdaş ve ulusal kültürün öncüsü Atatürk’ isimli yazında ki anlatım da “Atatürk bir bağımsızlık savaşçısıydı. Bağımsızlık sorununa tarihin ve çağdaş dünya sorunlarının ışığında yaklaşıyordu. Bizim bağımsızlık savaşımızla bütün «mazlum» (zulüm görmüş) ulusların bağımsızlık savaşlarını bundan dolayıdır ki birleştirebiliyordu. Anadolu’da emperyalizme karşı verilen çetin savaşın sömürülen bütün uluslar için verildiğini 1922 temmuzunda şöyle dile getirmiştir:” «Türkiye’nin bugünkü savaşımı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı, belki daha kı­sa daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye büyük ve önemli bir caba gösteriyor. Çünkü savunduğu, bütün mazlum ulusların, bütün Doğunun davasıdır.»

Atatürk Türk ulusunun ulusal-siyasasını şöyle özetlemiştir: “Bizim aydınlık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yöntem “Ulusal siyasadır” (.......) “Ulusal siyasa” demekle anlatmak istediğim şudur: Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı koruyup ulusun ve yurdun ger­çek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel, ulaşılamayacak istekler peşinde ulusu uğraştırmamak ve zarara sokmamak; uygarlık dünyasının uygarca ve insanca davranışını ve karşılıklı dostluğunu beklemektir.” [a.g.e]

Bundan sonraki yıllarda Türk siyasi hayatı boyunca tüm sağ ve merkez sağ görüşü kapsayan yapıda ki partilerin buna benzer konuşmalarını sözlerini sık sık duymuşuzdur.

1950 yılında Demokrat Partin ile Adnan in iktidara gelmesiyle Adnan Menderes Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak koltuğa oturur. 10 yıl kadar iktidarda kaldıktan ve 2 kere seçim kazandıktan sonra 1960 yılında Demokrat partinin İktidarına Silahlı Kuvvetler tarafından son verilerek, yargılanır.

Yeni Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın ‘Menderes Dönemi’ kitabında giriş bölümünde Menderes’i şöyle tanımlar. “Demir Kırat’ın yakışıklı süvarisi, sanki beklenen "mehdi" gibi karşılanmıştı. Menderes’e duyulan güven, daha çok CHP’den duyulan bir nefretin ifadesi idi. Menderes bunu tam kavrayamadı. O bir başka yönü ile yeni bir Atatürk olmak istiyordu. Atatürkçülük adına milleti ezen CHP iktidarına karşı, Atatürk'ün bir başka cephesini sergilemek istiyordu. İnönü bunu cebren ve hile ile yapıyordu, Menderes ise yasa ile. Ama her ikisi de Atatürkçülük adına, o maskeyi kullanarak kendi fikirleri ve düşünceleri ile, kendi varlıkları ile dolduruyorlardı boşluğu. Sorun, fikir sorunu değil, isim ve yöntem sorunu idi. Menderes ve İnönü, sadece iki isim. Aynı kaynaktan ilham alan ve aynı hedefe doğru giden iki insanın yöntem savaşı.” [28]

Dilipak İnönü ve Menderes, ikisi de Atatürk’ü oynamışlardı demekte. Her ikisi de Atatürk ilke ve inkılaplarını korumak, kollamakla ile görevliydiler diyor.

Doğru olan her iki Siyasetçi de Halk Fıkrasının üyesiydiler. İsmet İnönü Mondros Mütarekesi sonunda, İsmet İnönü “Millî Mücadele' de başarılarının sonucunda TBMM’nin kendisine Korgeneral rütbesi vermesi üzerine İsmet Paşa, ateşkes görüşmelerinde bulunmak üzere Mudanya’ya bu rütbeyle gitmişti. 03-11 Ekim tarihleri arasında Mudanya'da Mütareke görüşmelerini sürdürmüş ve anlaşmayı imzalamıştır. İsmet Paşa, 28 Ekim 1922’de Mustafa Kemal’in arzusuyla ordudaki fiili görevinden ayrılarak Dışişleri Bakanlığı oldu; ancak Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki yeri korundu. 1926’da orgeneralliğe terfi ettirildi ve 30 Haziran 1927’de ordudan emekli oldu. 26 Ekim 1922’de Edirne Millet Vekili sıfatıyla Dışişleri Bakanı olmuş ve Lozan Konferansına heyet Başkanı olarak katılmıştır. 14 Ağustos 1923 tarihinden 5 Mart 1924 tarihine kadar ikinci defa Malatya Milletvekili olarak Hariciye Vekili olmuş ve 30 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olmuştur.   

Adnan Menderes, 1899'da Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı Aydın Vilayeti Koçarlı ilçesi Çakırbeyli köyünde toprak ağası varlıklı bir çiftçinin oğlu olarak doğdu.  Atatürk’ün yanında Milli Mücadesi katılmıştı. Dumlupınar ve İstiklal savaşını Atatürk’ün yanında savaşa katılmıştı. Menderes Aydın ilindeki çiftlikte yetişmiş, Atatürk’ün keşfi ile Aydın Halkevin de başkan olarak çalışmış kişiydi.

Menderes’e ait bilgileri yukarıda Atatürk’ün Büyük Söylevinde anlattıklarını aktarımıdır.

Siyasi kariyerine Serbest Cumhuriyet Fırkasında başlayan Menderes, partinin kendini feshetmesinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) katıldı ve ilk defa 1931 Türkiye genel seçimlerinde Aydın milletvekili olarak meclise girdi. Ayrıca 1935, 1939 ve 1943 Türkiye genel seçimlerinde de CHP Aydın milletvekili olarak tekrar mecliste görev aldı. Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünün ardından CHP'nin başına geçen İsmet İnönü'nün bütün üretim araçlarını devletleştirme faaliyetlerine karşı çıktı. Dörtlü Takrir olayı ve parti içi muhalefetten dolayı 1945 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nden ihraç edildi.

1945'te, CHP'den birlikte ihraç edildikleri arkadaşları Celâl Bayar, Mehmet Fuad Köprülü ve Refik Koraltan ile Demokrat Parti'yi kurdu. Parti, katıldığı ilk seçimde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 61 sandalye kazandı. 1950 Türkiye genel seçimlerinde DP %52,7, CHP ise %39,4 oy aldı. DP 13 puan farkla kazanmasına rağmen seçimde kullanılan çoğunluk sistemi nedeniyle DP 420, CHP ise sadece 63 milletvekili çıkardı. Menderes 19. Türkiye Hükümeti’ni kurarak başbakanlık görevine başladı. Bu görevini 1960 yılına kadar on yıl boyunca sürdürdü.

Devletin kurulmuşu; Anayasa Hukuku üzerinde uzlaşımına göre, devletin üç unsuru üzerinden devlet kavramı somutlaştırılmaktadır. Bu unsurlar ise; “ülke”, “insan topluluğu” ve “iktidar (egemenlik)” olgularının oluşmasını sağlamış olmasıdır.

Devletin üç unsurundan yola çıkarak devleti, “belli bir ülkeye yerleşmiş, belirli bir insan topluluğunun hukuki ve siyasi düzenini kuran ve temsil eden siyasi iktidarın, kişiliğe ve egemenliğe sahip bir kurum niteliğindeki görünüşü” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Adalet MYO İnfaz ve Güvenlik Hizmetleri Programı Genel Hukuk Dersleri, Kamu Hukuku Alt Dalları (Anayasa Hukuku, İdare Hukuku, Ceza Hukuku) ve Bu Dallar ile İlgili Temel Kavramlar kitabında, Devlet Kavramı Devletin Tanımı ve Unsurları bölümünde, “Türk Genel Kamu Hukuku Doktrininde bu üç unsura ek olarak “kişilik (devletin hukuki kişiliği)” unsuru da eklenmektedir.” Demektedir. Daha kısa bir biçimde ifade edecek olursak; “belirli bir toprak parçası (ülke) üzerinde egemenlik kurmuş insan topluluğu” şeklinde bir devlet tanımlaması da yapılabilir.

 Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden Franz Oppenheimer Devlet adlı eserinde fetih kuramını oluşturarak, “hareketli çoban toplumların yerleşik tarımcı toplumları yenilgiye uğratıp haraç almalarını ve bu haraca araç olarak da devlet adlı örgütü oluşturduklarını” söyler. Oppenheimer: Devlet; Platon’da “birlikte yaşama zorunluluğundan doğan” iken, Aristoteles’te “doğal bir oluşum” Ancillon ’da dil, gibi iletişim ve toplumsallıktan doğan, Hobbes ’da herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Rousseau, Spinoza ve Locke da toplum sözleşmesinin sonucu, Fichte ’de saf insan amacının yüce aracı, Schelling ’de mutlak olan, Hegel ’de tözel irade olarak ahlaksal tin, Cicero ’da hukukun sonucu olarak betimlenir der.  Bunlara karşı çıkarak egemenlik aracı olarak devleti anlatır.

Cumhuriyetin, demokrasi anlayışıyla, belirlenen misak-ı milli sınırlar içinde ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ kuruldu.  Bu yönetim şekli ile kurulan devlet, sağladığı yurttaş bilinci, yurttaşların arasındaki eşitlik ilkesini kuran, laik, sosyal sınıf, hukukun üstünlüğü, tüm yurttaşların seçme ve seçilebilme ilkesini ile halkın yönetimini kabul eden, fırsat eşitliği, eğitim ve sağlık hizmetinin devlet tarafından karşılandığı, sosyal bir hukuk devlet yapısı oluşturan yapıda ki devletin siyasi yönetimi cumhuriyetinin 100. yaşındayız. Türkiye Cumhuriyet devleti Anayasası 5. Maddesi; Devletin temel amaç ve görevleri  “Devletin temel amaç ve görevleri,”[29] Aristoteles’in anlayışı ile paylaştırıcı adaletti ve düzeltici adaletti “Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, içinde ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak ve kollamak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”[a.g.e.] olmalı.

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar 100 yıl yani 1asır’lık zaman geçmesine rağmen, Cumhuriyet ile soruna olan, eskiyi özleyen içeride ve dışarı da Ülkeler, kişi ve kişiler vardır. Gelecekte de olacaktır. Sağlam temeller üzerine kurulan Cumhuriyetle ne kadar uğraşsalar da hiçbir şekilde yıkmaya geçleri yetmeyecektir.

Çünkü “Cumhuriyet Geçlere” emanet edilmiştir.  

Erdem Şeneroğlu

29 Ekim 2023

Diğer Yazılara bu linkten ulaşabilirsiniz. http://erdemseneroglu.blogspot.com/

Kaynakça  

[1]     Kongar, E., ‘Tarihimizle Yüzleşmek’, (2006). Remzi Kitabevi

[2] [a.g.e] Fromkin, David, (2008), ‘Barışa Son Veren Barış’ (Modem Ortadoğu Nasıl karatıldı? 1914-1922), İstanbul, Epsilon Yayıncılık

[3]    Erez Manella (2020) ‘Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Sömürge Karşıtı Milliyetçiliğin Kökenleri’, İletişim Yayınları 

[4]    M. Şükrü Hanioğlu, ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Web Sitesi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ittihat-ve-terakki-cemiyeti

[5]     Hacettepe Üniversitesi, Ankara, https://ait.hacettepe.edu.tr/egitim/ait203204/I6.pdf

[6] [a.g.e] Yüksel, Ç. (2022). 4 Ağustos 1920 Tarihinde İngiltere Lordlar Kamarası’nda Sevr Antlaşması Hakkında Yapılan Oturum Üzerine Bir Değerlendirme. Gaziantep University Journal of Social Sciences21(2), 963-976.

[7] [a.g.e] Kocatürk, Utkan, (1999) Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi

[8]     Görgülü, İsmet. ‘Millî Mücadele Döneminde Kongreler’ Atatürk Ansiklopedisi Web sitesi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/milli-mucadele-doneminde-kongreler/

[9]     Avcıoğlu, D. (1974). Milli kurtuluş tarihi, 1838'den 1995'e. Tekin Yayınevi

[10]   Özdemir, Y. (2010). İngiliz Yarbayı Rawlınson-Mustafa Kemal Görüşmeleri. Atatürk Dergisi, 2(1).

[11]   Irmak, S. "Atatürk ve Meclis". Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi 3 (1987): 247-286

[12]   JÄSCHKE, G. (1973). Türkiye Cumhuriyeti’nin İlanı, Atatürk Devrimlerinin Başlangıcı. Belleten37(148), 475-480.

[13]   Velidedeoğlu, H. V. (1990). İlk Meclis ve Millî Mücadele'de Anadolu. İstanbul, Çağdaş Yayıncıları

[14]   Erkan, M. S. (2022). Türk Tarihinde Bir Dönüm Noktası, Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Başkomutan Meydan Muharebesi. 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi11(32), 243-271.

[15]   Hülagü, Orhan, Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922), Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: Kasım 1997, Cilt XIII - Sayı 39, Sayfa 759-785

[16]   Yüksel, N. (2017). Tanin (1922-1925). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi33(95), 1-38.

[17]   Dayı, S. E. (2010). Mustafa Kemal Atatürk'te Cumhuriyet Fikri ve Gerçekleştirilme Safhaları. Atatürk Dergisi3(1).

[18]   Irmak, S. (1989). Atatürkçülüğün İlkeleri-İnkılapların Düşünsel Temelleri/Rasyonel-Milliyetçi-Sosyal Görüşler. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi5(15), 489-522.

[19]   Kara, A. (2020). Türkiye’de Alfabe Değişiminden Sonra Yeni Harflerin Yaygınlaştırılması ve Halk Eğitiminde Millet Mekteplerinin Rolü ve Önemi. Oğuz-Türkmen Araştırmaları Dergisi4(1), 114-41.

[20]   Taşkıran, C. (1994). Atatürk Döneminde Demokrasi Denemeleri 1925 1930. Atatürk Yolu Dergisi4(14).

[21]   Yavuz, B., & Bülbül, M. (2012). Çift meclis sistemi ve Türkiye. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi16(1), 217-260.

[22]    Editörler: Kaynar, M. K., Kalkan, N., (2022), ‘Cumhuriyet Dönemi Partiler Seçimler Beyannameler (1923-1980)’, Ankara, TBMM Basımevi, https://www5.tbmm.gov.tr/yayinlar/2022/Cumhuriyet_donemi_partiler_secimler_beyannameler.pdf 

[23] [a.g.e] Aydemir, Ş. S. (1984). Menderes’in dramı: 1899-1960. Remzi Kitabevi

[24]   Müşerref, A. V. C. I. (2020). Mustafa Kemal Atatürk’ün Yabancı Dil Bilgisi ve Türkçeye Kazandırdığı Eserler. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi10(2), 519-548.

[25]   Türk.org.au web Sitesi

https://www.turk.org.au/ataturk-bilgi-bankasi/ataturkun-yazdigi-siirler/

[26]   Coşkun, A. (2008). Samsun’dan Önce Bilinmeyen 6 Ay. İşgal, Hüzün, Hazırlık, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları.

[27] [a.g.e] T. C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, 1976, ‘Türk Devrimi ve Kurtuluş Savaşı’, s.8, Ankara, Gnkur. Basımevi

[28]   Abdurrahman, D. İ. L. İ. P. A. K. (1990). Menderes Dönemi. Beyan Yayınları, İstanbul

[29] [a.g.e] Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No.: 2709, Kabul Tarihi: 18/10/1982, Yayımlandığı Resmî Gazete: Tarih: 20/10/1982, Sayı: 17844, Anayasa Mahkemesi Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder