“Tekelci Kapitalizm, Finansal Kapitalizm ve Neo-Kapitalizm”
“Geşmişin
tehlikesi esir olmaktı, geleceğin tehlikesi ise robot olmak.” Erich
Fromm
Orta Çağ,
şifacı bir kadının cadı olarak asıldığı, para ile cennetten toprak satılan,
sadece İncil okumanın serbest olduğu bir dönem. Feodalite diye bir şeyin olduğu
dönemde, devletler bir bütün halinde değil ve merkezi otorite yokken çok fazla
olumsuz sonuçlar doğar. Olumsuz olayların çokluğu, insanların hümanizm
düşüncesi ve Eski Çağlara duydukları özlem ile birleşme duygusu; geçmişe olan
merakı hızla artırmış ve eski Roma-Yunan medeniyetlerine inanılmaz bir ilgi başlatmıştı.
Kişisel düşüncelerin değişmesi ile toplumun da değişmesi kaçınılmaz olmuş, yeni
oluşumların başlaması ve gelişmesine yol açmıştı.
Bir dünya
düzeni çökmeye başlarken, o düzen üstüne yeni düşünce ve düşüncelerin kaplaması
geçmeye başlar. O düşünce ve düşünceleri anlamak için, kaynağına kadar gitmek,
‘onu anlamak’, ‘bu nedir’ soruları, ‘nedenleri’, sizlerin ne olduğunu bilmeniz,
sizi aydınlığa aydınlık akla çıkartır.
Fukuyama,
‘Tarihin sonu ve İnsan’ kitabının giriş kısmında şunları anlatmakta, 1989
yaz aylarında The National Interest dergisinde ‘Tarihin Sonu mu?’
“Makalesin de son yıllarda hükümet sistemi olarak liberal demokrasinin insanlığın
ideolojik evriminin son noktası ve nihai siyasal yönetim biçimi olduğu ve Soğuk
Savaşın sona ermesinin aynı zamanda tarihin sonu olduğu konusunda, yasallığı
üzerine dünya çapında dikkate değer bir anlaşmanın oluştuğu ve aynı zamanda
monarşi, faşizm ve son zamanlarda da komünizm gibi rakip egemenlik biçimlerinin
liberal demokrasiye yenik düştüğünün ortaya çıktığını göstermiştim demekte.”
Devamın da sözlerine şöyle devam etmektedir. “Gerek Hegel gerekse Marks insan
toplumlarının, kölelik ve tarımsal kendine yeterlilik üzerine kurulu ilkel
kabile toplumundan başlayarak ve teokrasinin, monarşinin ve feodal
aristokrasinin çeşitli biçimlerinden geçerek modern liberal demokrasiye ve
teknik ilerleme tarafından belirlenen kapitalizme kadar bağlantılı bir gelişme
gösterdiğini kabul etmişlerdi. Bu gelişme, düz bir çizgi izlememiş olsa da ne
bir rastlantıydı ne de insan aklının dışında cereyan etti. İnsanların yaşamının
tarihsel “ilerleme” ile gerçekten daha iyi ya da daha mutlu olup olmadığı sorusu
ise tarihsel sürecin kendisiyle ilgili değildir. İnsan toplumların gelişmesinin
sonsuza kadar sürüp gideceğine ne Hegel ne de Marks inanıyordu. Daha çok,
insanlık en derin özlemlerine uygun düşen bir toplum biçimine ulaştığını da
gelişmenin sona ereceğini kabul ediyorlardı.” (FUKUYAMA, Francis. 2012)
Rönesans,
“yeniden doğuş” başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyayı etkisi
altına almış tarihi bir dönemdir. Rönesans, Orta Çağ’dan sonra Avrupa'nın
kültürel, sanatsal, politik, ekonomik, bilim ve sanatta yenilenme dönemi.
Avrupa ile başlayıp global hale gelen Rönesans’ın gelişim sonuçlarına
baktığımızda: Avrupa, kilise baskısından kurtulup modernleşme çağına geçmiş. Kilisenin
oluşturduğu skolastik düşünce yapısı yıkılmıştı. Reform hareketlerine alt yapı
oluşmuş. Ekonomi ve eğitimde gelişmeler olmuştu. Deney ve gözleme dayalı bilim
gelişmeye başlamış, böylece özgür düşünce ile yeni sanat akımları ortaya çıkmıştı.
Avrupa'da,
özellikle de Batı Roma'nın sürdürücüsü olan Latin bölümünün, bu gelişmeleri
sağladığı söylenebilir, yoksa Doğu Roma'nın Rönesans'ın gelişiminde doğrudan
bir etkisi ya da rolü olmamıştır denilebilir ki bu da tartışmaya açıktır.
Rönesans döneminde batının Latince dilini öğrenmesi ile Antik Yunan
filozoflarının yazıtları ve düşüncelerini tercüme edip, matbaanın da icadı ile
bu bilgilerin basılı şekilde tüm Avrupa’ya yayılması, “Aydınlanmanın”
başlamasına yol açtığını kabullenmek ile doğru düşünmeye başlamamız olmalıdır.
‘Aydınlanma’
olduğuna göre, burada kullanılan kriterin insan aklı ve kolektif zihin yapıları
olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de bu açıdan, Eski Yunan ve özgür aklın
doğuşu; Orta Çağ ve skolastik karanlık; Rönesans ve Reform hareketleriyle aklın
yeniden uyanışı; Aydınlanma ve aklın üstün bir değer olarak yüceltilmesi ve
nihayet, aklı yeniden sorgulayan ve eleştiren post-modern akımlar, soyut bir
düşünce tarihi temelinde, tarihî evrimin başlıca dönemlerini oluşturdular.
“Avrupa,
Rönesans’ın sunduğu düşünce özgürlüğü ile Katolik Kilisesi’nin egemenliği
altındaki Orta Çağ’ın skolâstik düşüncesinden kurtularak, Reform hareketlerine
geçmiş. Yapılan ‘Reformu’lar, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi hayata geçiren
Avrupa uluslarını yeni keşifler yapmaya yönlendirmiş, yapılan keşifler Avrupa’nın
ekonomik yapısında köklü değişimler yaratmıştır”. (BOZKURT A.D 2019)
Rönesans
entelektüelleri, Orta Çağlarda yaşayan mevkidaşlarına kıyasla çok daha laik,
hatta örf ve âdetlerin ufalandığı bir dünyada yaşamaktaydı. Rönesans
büyük bir felsefe çağı değildi, fakat ortaya çıkardığı fikirler kesinlikle
insancı bir etiket taşımaktaydı. Rönesans pek çok bakımdan modern bilimin
ışımasına tanıklık etti, ancak kendisi ışık değildi.
Rönesans dönemiyle
gelişmeye başlayan bilimsel çalışmalar, bilgi ve yöntem konusunda belli bir
şüpheciliğe yol açmıştı. Çünkü Rönesans düşünürlerine göre iyi bir yöntem ile
evrensel doğruluk bulunabilirdi. Descartes bu düşüncenin ilk öncülerinden
sayılanıdır. TİMUÇİN, A. hocanın dediği gibi Felsefe ‘İnanmak’ İçin
Değil ‘Düşünmek’ İçindir.
Şair ve
edebiyat eleştirmeni İngiliz John Addington Symonds (1840–1893), Rönesans
hakkında şöyle yazmıştır: ‘Avrupa halklarının ortaya koyduğu insani ruh
tarafından ortaya çıkartılan bilinçli özgürlüğe ulaşmanın tarihidir’.
Fransız
tarihçi Paul Hazard, “Avrupa’nın vicdani buhranı” kitabında, On Yedinci
yüzyıl da entelektüel dünyadaki çalkantıyı şöyle tanımlar. On Sekizinci yüzyıl
aydınlanmasını hızlandıran “buhran” olarak belirleyebileceğimiz gelişmeler
tatbikî bir felaket olarak değerlendiremeyiz.
On
Sekizinci yüzyılın Paris’in de Fransız taşrasının toplanılan salonlarında,
Mason localarında ve kahvehanelerinde konuşulan konular, makineler ve toplum
mühendisliği, doğa yasaları ve eğitim gibi konuların olduğudur. Bu konuşulanlar
filozofların istedikleri gibi gerçekleşmekte olduğu bilinmektedir. Aydınlanma
karşıtı saldırılar düzenlenmeyi başlamaları ve bazılarının başarmalarına
rağmen, filozoflar geleceği temsil ediyor. Batı’nın, Bilim Çağı’na kesin olarak
girmesi de onların sayesinde oldu denilebilir. Her şeyi merak eden, karıştıran,
düşünen insanlar, yazdıkları ile aydınlanma devriminin önünde duramadı. Yaşamı
diken ekilmiş bir tarlaya benzeten Voltaire, “insanların başlarına ne geliyorsa
bir odada sessizce oturmasını bilmedikleri için geliyor demekten” kendini
alamamıştır.
On
sekizinci çağın başlarında Filozofların kullandıkları kelimeler, bize
akıllarının nasıl çalıştığına dair ipucu verir. “Akıl” “doğa” ve “ilerleme”
kelimeleri gerek metinler gerekse diyaloglarında diğer kelimelere nazaran daha
sık kullanılmaya başladığı, akılın tam gerçeğe ulaşabilmesi için, ‘eleştirel
akıl’ olmalıdır, demek en doğru söylem olarak kabullenmeliyiz.
Avrupa’da
İlk sanayi devrimi İngiltere’de gerçekleşmişti. 1820’lerin başında sanayi
devrimini tamamlayan İngiltere, Avrupa’da rakipsiz duruma geldi. O tarihlerde
henüz sanayi devrimini tamamlayamayan Kıta Avrupası ülkeleri, İngiltere sanayi
ürünlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için korumacı önlemler
almakta buldular. Bu durum karşısında İngiltere, kendisine yeni pazarlar
aramaya başladı. Zira sanayi devrimi sonucunda ürünler; el emeğine dayalı
geleneksel üretim düzenine göre çok daha ucuz, seri ve bol miktarda üretilmeye
başlandı. Bu yeni üretim şekli, önce Avrupa’nın daha sonra diğer ülkelerin
geleneksel üretim düzenini alt-üst etti.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun, 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında, Avrupa devletlerine tanımış
olduğu kapitülasyon hükümlerini, adı geçen yüzyıllarda yeterli olan bu
düzenlemeler, 19. yüzyılda gelişen Avrupa sanayi kapitalizmi için yeterli
olmamış ve kapitülasyonların mutlak bir ‘laissez faire-laissez passer’ (bırak
gitsin-geçmesine izin ver) ilkesine aykırı olan hükümleri, 1838-1846 yıllarında
Avrupa devletleri ile imzalanan ticaret sözleşmeleri ile kaldırılmıştır. 19.
yüzyılda, birçok ülke ile ticaret antlaşması imzalanmış. Antlaşma yapılan
ülkeler arasında İsveç, Sicilya, Amerika, Rusya, Portekiz, Toskana, Belçika,
İngiltere, Fransa, Sardunya, Hamburg, Prusya, Danimarka, Brezilya, Avusturya,
Meksika ve Hollanda bulunmaktadır. Bu ülkelerle sayısız antlaşma imzalanmıştır.
Özellikle,
1838 yılında imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması’ndan sonra, ülkelerle
imzalanan antlaşmalar, serbest dış ticaret rejimi düşüncesi etrafında
şekillenmiştir. Bu antlaşmaya dayanan serbest dış ticaret rejiminin, Osmanlı
Devleti’nde uygulanmaya başlaması ile, kendi sanayilerini gümrük duvarları ile
kontrol altına alan Avrupa devletlerinin sanayi ürünleri karşısında rekabet
gücünü kaybeden Osmanlı zanaatları, gedikli esnafının direncine ve ıslah-ı
Sanayi Komisyonu gibi girişimlere rağmen, gerek bilgi, teknoloji ve gerek
sermaye birikiminin yetersizliği gibi olumsuz koşullardan büyük darbe
yemiştir.
Fransız
tarihçi E.D. Engelhardt, Türkiye'ye gelerek, uzun süre araştırmalar yapan ve Tanzimat
hareketi konusunda güvenilir eserler vermiş ve “Tanzimat” adlı
kitabında şöyle dile getirmiştir: “Tanzimat, Avrupa’nın Osmanlı
İmparatorluğu üzerinde gerçekleştirdiği manevi bir fetih hareketidir.” (AYDOĞAN,
M. 2005)
Avrupa bu
fırsatı da gerekli ticari kazançlarını artırmaya devam etmiş ve gelişimi
üzerinde Osmanlı başta olmak üzere Uzakdoğu ülkeleri, Afrika ülkelerini de
soğurmaya devam etti.
Sanayi
Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa'da 18. ve 19.
yüzyıllarda buhar gücü ile çalışan makinelerin gelişmesi ile
başlayan, hızlı ve verimli üretim yapılabilmesi
sayesinde endüstri kavramını doğuran süreçtir.
Yeni buluşların üretim faktörlerine uygulanması ve yenilikçi
endüstriyel icatların geliştirilmesi ile Avrupa'da
ki sermaye birikimini arttırmasını sağlamış. Bunların sonucunda
ortaya çıkan sömürgecilik, bankacılık ve sigortacılık, burjuvazinin gelişmesi
ve orta sınıfın zenginleşmeye başlamasına paralel olarak kapital birikimi
oluşmaya başlaması ile yeni yatırım alanları aranmaya başlamıştır.
Onur
Kovancı’nın ‘Kapitalizm, Yoksulluk ve Yoksullukla
Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz Yoksul Yasaları’ Mülkiyeliler
Birliği Vakfı Yayınları Tezler Dizisi: 14, de yayınlanan, Yüksek Lisan Tezinde bahsettiği:
“Endüstrileşmenin toplumsal ve ekonomik sorunların tek çözümü olduğu düşüncesi
bu nedenle hâkim bir eğilimin ifadesiydi. Ancak bu yaklaşım beraberinde
öngörülemeyen bazı sorunlara neden olmuştur. Bu sorunların en önemlilerinden
biri üretimin asıl unsurlarından biri olan emek ile ilgilidir. Bilindiği üzere ‘laissez
faire-laissez passer’ (bırak gitsin-geçmesine izin verdim) temel
ilkelerinden biri, emek dahil bütün üretim unsurlarının bir piyasasının bulunması
zorunluluğudur” (KOVANCI, O. 2003).
Kapitalist
sistemin gelişimi içerisinde uygulama alanı bulan tüm ekonomi politikalarının
amacı da sermaye birikiminin hızını arttırmak ve birikimde sürekliliği
sağlamaktır. Bu dönemde sermayenin altın çağı gibi geçerken, yoksullar, emek ve
ezilenlere karşı devletler sessiz kalarak hiçbir şey yapmadıklarına tanık
olundu. Serbest piyasa ekonomisinin işleyiş sistematiğinde devlet,
yoksulların yararına koruyucu önlemler aldığı zaman, kapitalizm savunucuları
tarafından ‘doğal olmayan' ve ‘yıkıcı’ bir ‘müdahale’ olarak nitelenirken, bu
tür siyasalar serbest piyasa ekonomisinin yerleşmesi ve etkin işlemesi amacıyla
yapıldığı zaman ‘müdahale’ kavramı içinde veya ‘yoksulları koruma’ olarak
anılmamaktadır. 19. yüzyıl içinde devletin müdahaleci örnekleri olarak, Fabrika
Yasaları, çalışma koşullarını düzenleyen yasalar, çocuk ve kadın emeğinin
korunmasına yönelik düzenlemeler, vb. gibi örnekleri görebiliriz.
Makina Mühendisleri Odası
Ankara Şubesi Küresel Finansal Krizin başlangıcı ile 2009 yılın da ‘Küresel
Ekonomik Krizler Söyleşileri’ toplantısında Prof. Dr. Korkut BORATAV hocanın,
‘Kapitalizmin Krizi ve Türkiye’ isimli söyleşi de aktardığı,
“Hafif tertip Marksizm ile dirsek teması olan bir İngiliz iktisatçısı şöyle
derdi: “Sömürülmek çok kötü bir şeydir; ama daha kötüsü, sömürülememektir.”
Bunu kapitalist bir sistemde emekçilerin konumunu kastederek söylüyor: Sömürülürsen
yaşayabilirsin, sömürülemezsen boştasın, işsizsin, yaşayamazsın.”
Bu
yazıyı okuyunca, 1970’i yıllarda okuldaki hocalarımızın söyledikleri aklıma
geldi. Orta sınıf, sistem için çok önemli. Orta sınıfın yok edilmemesi gerekli.
‘Orta sınıf’, sistemin yaşaması için gerekli bir faktördür. Dediklerinde
anlamlaştırmak da zorlansam da nasıl yapıldığını ve yapısının nasıl işlediği
konusunu, çalışma hayatımızda acık, seçik görerek anlamış oldum. Seçilmiş
toplumların içinde kurulmuş bu düzenle mücadele edebilmek zor ve kolay
olmuyordu.
Mahfi Eğilmez’in ‘Kendime Yazılar’, kendi web sitesinde ki 24
Mart 2012’deki ‘Kapitalizm ve üç büyük krizi’ isimli yazında: İkinci
Dünya Savaşı sonrasın da yeni bir ekonomik Dünya düzeni kurmak için ABD’nin
Bretton Woods kasabasında toplanan ve kasabanın adıyla anılan konferansta
İngiltere adına “Keynes Planı” nı sunulmuştur. Konferansta ABD’nin Maliye
Bakanı’nın planı kabul edilmiş ancak bu planda da John Maynard Keynes’in büyük
katkıları yer almıştır. Genel Teori (İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi)
adlı kitabında, sonradan Keynesyen ekonomi ya da karma ekonomi adıyla anılacak
olan devlet müdahalelerinin formülünü ortaya koymuştur. Deflasyonist bir
gelişmeden depresyona geçen kapitalist dünya ülkeleri ekonomiye devlet müdahalesi
yapmak suretiyle ekonomilerini canlandırmıştır.
Kapitalizmin
tarihinde hiçbir kriz kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Krizler, bir ideoloji
etrafında uygulanan bir dizi politikanın sonucunda gelişirler. Dünyanın son 40
yıldır içinde bulunduğu neoliberal küreselleşme anlayışının bir sonucu olan
kriz, belirtilen süreçte uygulanan politikaların bir ürünüdür. Ayrıca kriz,
kendisinden öncekilerden farklı şekilde, neo-liberal ekonomi politikalarının
hâkim olduğu dönemde finansallaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anlayacağımız kapitalizm kendi krizini
kendisi üreten bir yapıya sahiptir denilebilir.
Böylesine
duyarsızlıklar İkinci Dünya savası sonrası, Milton Friedman’ın Serbest piyasa
ve sadece sıkı para politikasına önem veren, hiç piyasaya ve sosyal konulara
karışmayan bir küçük devlet prensiplerine inanan fikirler taşıyan çok doktriner
bir ekonomiciler grubunun yetişmesine ön ayak oldu. “Friedman iki hipotezi kabul
etti. İlk olarak, merkez bankaları enflasyon ve deflasyondan sorumludur.
İkincisi, piyasalar kaynakları tahsis etmek ve makroekonomik dengeyi sürdürmek
üzere etkin şekilde çalışırlar (HETZEL, R.L.&ÇETİN. Ü 2012).”
“Margaret
Thatcher'ın bir zamanki danışmanı olan Alan Budd'ın
açıkça itiraf ettiği gibi, 1980'lerin başında enflasyonla mücadele kılıfı
altında işsizliğin artırılması ve işçi sınıfının güçsüzleştirilmesi
hedefleniyordu.” Todd, “Marksist terimlerle söylenecek olursa, kapitalizmin
krizi tertip edildi, ki bu da yeniden yedek işçi ordusu yaratılmasına ve
kapitalistlerin bunun akabinde çok daha yüksek oranda kâr etmesine
yaradı," der (HARVEY, D. 2015)
Kapitalizmin
neredeyse son 40 yıllık örgütlenme biçimini oluşturan neo-liberalizmin ilk
denemeleri 1974 yılında Şili’de Devlet Başkanı Salvador Allende’nin bir askeri
darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp yerine Augusto Pinochet yönetimindeki
baskıcı rejimin iktidara getirilmesiyle başlamıştı. “Takip eden bu süreçte 1979
yılında İngiltere’de Margaret Thatcher’ın ve 1980 yılında Amerika Birleşik
Devletleri’nde (ABD) Ronald Reagan’ın iktidara gelmesiyle birlikte ise neo liberalizm
dünya genelinde meşru bir ideoloji halini almıştır.” (GÜLER, M.A. 2015)
İlginç
bir şekilde bu liderler, bundan önceki siyaset anlayışını ve siyaset bilimi
disiplinini çok önemli bir
meydan okumayla karşı karşıya bıraktılar. Popülist liderlerin demagojiyi çok
fazla ön plana çıkarttıklarını görüyoruz. Rahatlıkla fikir değiştirebiliyorlar
veya tutarsız söylemlerde bulunabiliyorlar, ancak bundan da çok çekinmiyorlar. Önemli
olan söylemlerinin toplumda karşılık bulması ve buradan bir çıkar sağlamalarıdır.
Arkeolog
ve tarihçi olan Neil Faulkner ‘A Marxist History of the World From
Neanderthals to Neoliberals’ (Pluto Press, Londra, 2013) kitabında
anlattıkları, Türkiye’nin 2002 ve sonrası dönemde, ekonomik ve sosyal
gelişmelerini çözümlemesini yaptığımızda: Hızla büyüyen, “açgözlülük iyidir”
anlayışıyla neoliberal, İstanbul’da sokaklarda demokrasinin yokluğu bir norm
olmuştu. Kültürel muhafazakârlık ve şirketler iktidarı ile ortak anlayış
içinde, göz alıcı ışıltısının altında zehirleyici sonuçlar doğurmuştu.
Bunlardan biri, yoksullaşmış veya yoksullaştırılmış köylülerin yaşamlarını
edilgen bir muhafazakârlık içinde sürdürdükleri, Anadolu’nun ücra yerlerindeki
geri kalmış köylerin ve belki de kırsal kesimin yoksulluğundan kaçanların,
şehir kapitalizminin sınırlarında var oluş mücadelesi verdikleri hareketli
gecekondu mahallelerinin dünyası. Sefalete dair istatistikler, gittikçe
kötüleşen görüntülere neden oldu.
World
Inequality Lab. (Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı) tarafından hazırlanan 2022
Dünya Eşitsizlik Raporunda, dünya genelinde ve ülkeler bazında gelir ve
servetteki eşitsizliklere odaklanan raporda eşitsizlik ölçüsü olarak nüfusun en
çok ve en az kazanan kesimlerinin, toplam gelirin yüzde kaçına sahip olduğu göz
önüne alınıyor. “Bu raporda Türkiye’de ise 2021’de nüfusun en çok kazanan
%10’unun yıllık ortalama geliri, en az kazanan %50’lik kesimden 23 kat fazla.
Bu skorla Türkiye, Brezilya, Meksika ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte
dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkeler arasında yer aldığını” (YILDIRIM,
C, 2021) görmekteyiz. Böyle ekonomik yapısız ve kaos içinde ki Ülke için, solcu
bir iktisatçı ve gazeteci olan Paul Mason: Taksim Meydanı hareketi ile 1871
Paris Komünü ’nü karşılaştırdığında, aradaki farkın Paris’te ki hareketin,
tutku eksikliği değildi. Kadınlara siyasi haklar tanımamış ve devrimi şehrin
dışına yaymak için ciddi bir girişimde bulunmamıştı. Diye Açıklıyor.
Sonuçta
kapitalizmin dünya piyasalarına hâkim olması ile Dünya ve Avrupa da ki ‘Toplumsal Sınıf’ yapısının değişmesiyle ekonomik,
siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açtı. Ülkeler ve ülkelerin halkları
arasında ki gittikçe artan gelir dağılımının adaletsiz bölüşmeleri sıkıntılara
yol açtı. Bireyler tek başına mücadele de yetersiz oluştuğunun farkına vararak,
örgütlenmeye ve hak arayışına geçtiler.
Sanayi
devrimi sonrasının dünyası, 20. yüzyılın başında artık yıkılmaya mahkûmdu.
Sanayi Devriminin yarattığı teknolojiler, üretimin örgütlenmesi, ideoloji
(liberalizm), siyasi yapı (ulus devlet) ve parasal düzen (altın standardı)
yarattığı etkiler nedeniyle kurulu düzeninin sarsılmasına yol açıyordu. Birinci
Dünya Savaşı öncesinde tekelleşme, oligopolleşme (piyasası çoğunlukla 2,3,4 oyuncunun hakimiyetinde şekillenen piyasa)
eğilimleri güçleniyor, arkadan gelen devletler öndekilere yetişmek için
liberalizmden kopup korumacılık yönünde eğim göstermelerine, büyük işletmelerde
toplanan işçiler patronlara karşı örgütlenmeler oluşuyordu.
Dünya
üzerinde ki yaşam, her ülke ve vatandaşlarının sınıf farkını gözetmeden yaşam
standartlarının gerilemesi ki bu her yönü ile daralma da diyebiliriz. Krizler
finans kesiminde ortaya çıkmış olsa bile esas etkiyi üretim ve kazanç da
gösterir. Krizin görüldüğü ülke ile başlayan ve diğerlerini de etkileyen mal,
hizmet, üretim, döviz fiyatları üzerinde kabul edilebilir seviyelerin ötesinde yaşanan
şiddetli dalgalanmalar sonucu olarak düşünmeliyiz. 1929 burhanın çıktığı ve 1930'lu
yıllarında başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hem iç
hem de dış ticaret karları düşmeye başladı. Para ve bankacılık krizlerinin de
baş göstermesiyle birlikte liberalizmin yeterli olmadığını düşünen birçok
ekonomist, Neoliberalizm teorisini geliştirdi. Mevcut şartlar gereği bu sistem,
klasik liberalizme göre çok daha ekonomi odaklı bir sistem olarak kabul gördü. Liberalizmde
devletin serbest piyasa ekonomisi ile yönetilmesi gerektiği savunulur. Neoliberalizmin
iktisadi yapılanmasında ise özel teşebbüs ekonomisi öne çıkar. Kısaca Neoliberalizm,
üretimi sanayi ve ticarete dayalı, serbest piyasa ekonomisidir. Devletin sosyal
demokrat yapısı ve anlayışı kısıtlanmış ve sermaye yönüne kaymış olduğu
görülür.
Kayahan
Uygur 30.05.2021 tarihinde Odatv.com da “Liberalizm ve ABD hakkında
bildiklerinizi unutun: İflas etti” yazısında, “ABD Başkanı Joe Biden’ın
açıkladığı 2021 yılı bütçesin 6 trilyon dolarlık astronomik bütçesinde, Kamu
yatırımlarının tarihte görülmedik şekilde artması ve sosyal devlet yönündeki
girişimler bütçenin en dikkat çeken yanları olarak görüldüğü ve bu çıkarımdan
da ABD medyası ve yorumcular artık açıkça ‘neo-liberal dönemin bittiğini’ söylüyorlar.
Çin ve
benzeri ülkeler piyasa ekonomisinin kurallarını uygulamışlar fakat hiç de
liberallerin sandığı gibi kendiliğinden batı tipi demokratik ve insan haklarına
saygılı toplumlarına dönüşmemişlerdir. Tam tersine, üst yapıdaki despotik
devlet mekanizmasını güçlendirmiş, hatta küresel rekabette öne geçmek için
devleti ek bir silah olarak kullanmışlardır. Yaşanan bunca deneyimden sonra,
demokrasi ve insan haklarının liberal piyasa ekonomisin paralel bir sonucu
olmayıp bir kültür, uygarlık ve eğitim işi olduğu anlaşılmıştır”.
Kapitalizm
çöküyor mu?
Aristoteles'in
Metafizik adlı eseri şu sözlerle başlar: "Bütün insanlar doğal olarak
bilmek ister."
Ahmet
Yaşaroğlu’nun Evrensel net web sitesinde, 18 Eylül 2020 tarihinde ‘Kapitalizmin
çürümesi’ isimli yazısında kısaca ve net olarak söylediklerini irdelediğimizde:
Burjuvazinin ve emperyalizmin ideologları, şimdi koronavirüs hastalığı
(COVID-19) salgını, kapitalist ekonominin içine düştüğü çıkmazı örtmek için
kullanıyorlar. Deniyor ki, “Yapacak bir şey yok, salgın var ve her şeyi
etkiliyor.” Demekle yetiniyorlar.
“Kapitalist
sistemde üretim araçlarının özel mülkiyeti, sürekli artı-değer ve kâr üretmeye
yazgılı olduğu, üretilenlerin de satılmak zorunda olduğu. Satılmadan artı-değer,
ya da onun başkalaşmış biçimi kâr realize edilemiyor. Kapitalizmi çürüten ve
asalaklaştıran koşulların temeli başka bir yerde. Nedenlerini araştırınca,
yüzlerce trilyon dolar çok dar bir kesimin elinde birikmiş durumda ve bunlar
kesinlikle yatırıma ve üretime gitmiyor. Bu yüzdende tüm dünyada sabit sermaye
yatırımları sürekli geriliyor”. Bu durgunluk veya duraksamayı pandemi
salgınıyla açıklamak belki de abartma gibi olabilir mi?
“AB’de
sabit sermaye yatırımları 2016’da GSYH’nin yüzde 19.7’sine tekabül ederken, bu
oran 1996’da yüzde 21’di. Üstelik bu yatırımların neredeyse yarısı inşaata,
(tek inşaatçılar bizimkiler değil). Çeyreği de silahlanma üretimine ilişkin
yatırımlara gittiği görünmekte. Kısaca üretimden kopuk finans sürekli şişiyor
ve tüm sistem için kararsızlığın ve dengesizliğin önemli bir aktörü olarak
uluslararası piyasalarda dalgalanmalar yaratıyor. 1980’de dünyada ki finansal
varlıkların (banka mevduat ve kredileri, hisse senetleri, tahvil ve bono)
toplamı 12 trilyon US dolar, dünya GSYH’si 10 trilyon US dolardı. 2007 sonunda
küresel finans varlıkları toplamı 196 trilyon US dolar, dünya GSYH’si 55 triyon
US dolar olmuştu. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi küresel finans varlıkları 16
kat, GSYH ise 5 kat artmıştı. “Türev” enstrümanlara yapılan kontratlar hacmi
1998’de GSYH düzeyindeyken, 2007 sonunda 600 trilyon doları aşmış. Bugün bu
rakamlar daha da büyük oranlara ulaşmış durumda görülmektedir.”
“Lenin
20. yüzyılın başında tekelci kapitalizmi çürüyen ve asalak kapitalizm olarak
tanımlamıştı. Mali sermayenin egemenliğinin artmasıyla, “Kupon keserek
yaşayanlardan” ibaret üretimle hiçbir ilgisi olmayan asalak bir sınıf
türemişti”. O yıllarda kendilerine bağımlılık sağlayacak orta sınıf anlayışının
hakimiyeti da yaygındı. Bugün bu eğilim
en uç noktasına ulaşmıştır ve orta sınıfın ortadan kalması, ekonomik yapısalda
çürümeye kadar ulaşmıştır. “Dünyanın tepesindeki birkaç ülke ve bir avuç süper
zengin bağımlı ve geri ülkelerin kanını emmeye devam ediyor” ki, o da kendi
ayağına sıkmak gibi olabilir. (YAŞAROĞLU A. 2020.09.18.)
Şili’li
iktisatçı ve gazeteci olan Vergara, 2006 yılında ‘Liberalizm Felsefe
Temelleri’ isimli kitabında, “1980’li yılların başlarından bu yana moda
haline gelmiş, ne yazık ki o da ‘liberalizm’ diye adlandırılmış olan ve bu
tarihten sonra da dünyanın birçok siyasal elit, siyasiler ve hükümetleri
etkilenerek uygulamaya koymuştur. Bu düşüncenin çağdaş başlıca kuramcıları
(Milton Friedman ve Friedrich Hayek), kendilerini, klasik liberallerin
mirasçıları olarak ilan etmişler ve çoğunlukla öyle adlandırılmışlardır. “Birleşik
Krallık’ta Margaret Thatcher hükümetlerini (1979-1990) ve ABD’de Ronald Reagan
hükümetini (1980-1988) etkilemekle kalmamış, aynı zamanda Fransa’da ve
İspanya'da sosyalistlerin, Yeni-Zelanda'da ve Büyük-Britanya’da işçi
partilerinin, Arjantin'de Peroncuların kurdukları hükümetler, vd. üzerinde de
etkili olmuştur; ‘Washington Konsensüsü’ adı altında, Uluslararası Para
Fonu'nun (IMF) ve Dünya Bankası'nın, Üçüncü Dünya ülkelerine dayatmaya
çalıştıkları, gelişme stratejisinde izler bırakmıştır.” (VERGARA, F. 2006)
Paul
Sweezy, Kalkedon Yayınlarından 2007 de çıkan ‘Kapitalist Gelişme Teorisi’,
isimli kitabı üzerine Yiğit Karahanoğulları, değerlendirmesi üzerine yazdığı
yazısında şunları aktarıyor. “Liberal teorinin devlet tanımıyla, yani toplumun
ortak çıkarları çerçevesinde sosyal çelişkilerin arabuluculuğunu yapan devlet
tanımıyla, kapitalist devlet olgusunun çözümlenemeyeceği açıktır. Toplumun
sınıflı yapısını ve verili mülkiyet ilişkisinin devamlılığını garanti altına
alan bir yapıdır devlet. Devletin işlevi, işçi sınıfının güçlendiği ve sınıf
çatışmalarının arttığı belirli geçiş dönemleri dışında, nihayetinde düzenden
yararlanan sınıfın lehine, yani kapitalist sınıfın lehine bir işlevdir. Devlet
aynı zamanda kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan sorunları çözmek de
zorundadır.” (KARAHANOĞULLARI, Yiğit 2007)
Sovyetler
Birliği'nin 1990'larda çöküşü Marksist düşüncenin itibarına darbe indirdi,
özellikle Batı ülkelerinde Marksizm üniversite kampüslerinde ve ana akım bazı
sol partiler içinde "demode" sayılmaya başladı. Marks'ın tanımladığı
ve öngördüğü anlamda klasik kapitalist krizlerin sonuncusu olan 2008 küresel
mali krizi sonrasında Marksizmin bir analiz yöntemi olarak yine bir canlanma
dönemine girdiğini söylemek mümkün.
Batı
kısmındaki Kapitalist ülkeler böylesine çıkmaz sokağın sorunları ile
uğraşırken, David Harvey, 2015 yılında çıkan, ‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’
kitabında bahsettiği gibi, ekonomi tarihçileri geçmişte nelerin olduğunu
araştırırken, “1978-1980 yılların yaşandığı dünyanın sosyal ve ekonomik
tarihinde devrimsel bir dönüm noktası olarak görecekleri muhakkaktır” demiş.
Deng
Xiaoping (Okunuşu; Denk Şavkın),
Çin de reformist olarak bilinen devlet adamı, politikacısı, 1978-1992
yıllarında Çin'in de "Kanuna göre" veya "hukukî
olarak" devlet başkanıydı. “1978'de, Deng, komünistlerce yönetilen ve
dünya nüfusunun beşte birini oluşturan bir ülkede, ekonomiyi liberalleştirecek
ilk ciddi adımları attı”. (a.g.e. HARVEY, D. 2015) Yascha Mounk ‘un ‘Demokrasinin
Halkla İmtihanı’ kitabında söylediği gibi, “Çin’in komünizm bayrağı altında
uyguladığı benzersiz ‘devlet
kapitalimi’ sistemi
bu ülkenin sıra dışı tarihsel özelliklerini paylaşmayan ülkeler tarafından pek
taktir edilebilir”. (MOUNK, Y. 2021) “Deng ‘in çizdiği yol, yirmi yıl içinde
Çin'i kapalı bir geri kalmışlıktan çıkarıp, devletler tarihinde hiç görülmemiş
sürdürülebilir büyüme oranlarıyla, kapitalist dinamizmin açık bir merkezi
haline getirdi.” (a.g.e. HARVEY, D. 2015) “Çin’in doğu yakası deniz aşırı
ülkesinde farklı koşullarda ve tanınmayan Paul Volcker, 1979'da
Jimmy Carter Başkanlığın da Fed Başkanlığına görevine atandı.” Volcker ilk
Başkan olduğu dönemde çift hanelere ulaşan enflasyonu kontrol altına almak için
faiz oranlarını %21,5 ile benzeri görülmemiş yüksek sayılabilecek seviyelere
yükseltmiş ve para politikasını önemli ölçüde değiştirdi. Çin’in bu yıllardaki
batı yatırımlarını anlamlandıranlar, ucuz işçiliği bahane ediyorlar ve asıl “Know
How” ın verilmediğini söylüyorlardı. Çin’i yönetenler buna karşı eğitim ve
araştırmaya büyük yatırımlarını yaparak kapatmaya çalıştı.
HARVEY,
2015 ‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ kitabın da “Bu büyüklükte ve
derinlikte dönüşümler tesadüfi meydana gelmez. O içinde, genellikle ‘küreselleşme’
tabiri kapsamına sokulan bu yeni ekonomik oluşumun eskisinin içinden hangi araç
ve yollarla çıkarıldığını soruşturmasak anlamlandıramayız. Volcker,
Reagan, Thatcher ve Deng Xiaoping; hepsi de uzun zamandır dolaşımda olan
azınlık argümanlarını alıp, çoğunluk argümanlarına çevirmeli” diye
açıklanabilir.
Neoliberalizm
sadece iktisadî değil, sosyolojik ve sosyopsikolojik birçok bakış acısı bulunan
çok kapsamlı bir gerçeklik olarak kabullenmeli diye düşünmeliyiz.
Neoliberalizmi,
kapitalist üretim tarzının içinde bulunduğumuz evresine özgü bir sermaye
birikim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Sermaye birikim biçimi, belirli bir
iç sınıf yapısı ile uluslararası kapitalizmle belirli bir bütünleşme
tarzının birleşimidir diyebiliriz. Ülke içindeki sınıfların birbirine göre
konumları ile ülkenin kapitalist dünya hiyerarşisindeki konumunun eklemlenmesi,
bir sermaye birikim biçimi oluşturur.
Avrupa
tarafında, Margaret Thatcher, on yıldır ülkeyi kuşatan korkunç enflasyonist
durgunluğa son vermek ve işçi sendikalarının gücünü azaltma misyonuyla Mayıs
1979'da Birleşik Krallığın Başbakanı olarak seçilmişti bile.
Avrupa’da
1990 sonrası yükselen sağ popülizmin toplumsal ve ekonomik nedenleri
incelendiğinde, 1980 yılından itibaren kapitalist üretim tarzının devamlılığını
sağlamak amacıyla ortaya atılan neoliberal ekonomi politikalarının neden
olduğu, yoksullaşma ve gelir adaletsizliği gibi olumsuz etkilerle toplumsal
ayrışmaya doğru bir eğilim olduğu göze çarpmaktadır (AKIN, A. Z. 2019).
Yıldırım
ve Erdağı ikilisinin 04 Mayıs 2017 tarihine K24
Bağımsız internet gazetesindeki yazısı “Büyük Gerileme ’de neoliberalizm
ve sağ popülizm arasındaki ilişkiyi tartışan yazarlardan bir diğeri de Paul Mason
’dur. Thatcherizm ve Brexit arasındaki iktisadi ve siyasi ilişkiyi dile getiren
Mason, otoriter sağ popülizmin yapısal dönüşümle ilişkisini beş maddede
sıralar. ‘Birincisi’, ‘Gayrisafi Milli Hasıla’ da ki maaş payını düşürmek
ve işçilik maliyetini azaltmak için üretim sanayisinin az gelişmiş ülkelere
kaydırmak. Böylece David Harvey’in “mekânı yok etmek” le kastettiği gibi,
olmakta olan, bir toplumsal sınıfa yerinin önemli olmadığı mesajını vermektir. Yapısal
dönüşümün ‘ikinci etkisi’, “özel şirketlerin enformel
sorumluluklarının ortadan kaldırılmaktır. Firmaların kar oranlarını arttırmaya
yönelik yeni düzenlemeler, kurumsal hayatı finansal dünyanın
zorunluluklarına bağımlı kılmak”. ‘Üçüncü etki’, ideolojik olarak
devletin küçültülmek. Yani, “ekonomik balonlar başlayıp, offshore vergi
cennetlerinin sayısı artınca, düşük vergilerin ikincil etkisi eşitsizliği
arttırmak ve sosyal hareketliliği bastırmak” olur. Bildirilmek istenen siyasal
mesaj ise sosyal refah devletinin sonunun geldiğidir. Üçüncü etkinin devamı
niteliğinde olan ‘dördüncü etki’, “refah devleti politikalarını minimal
ölçeğe indirecek özelleştirmelerdir”. Mason, bu dönemdeki ücretli yollar
ve demiryolları özelleştirmeleri, yerel otobüs hizmetlerinin karmaşık yapılara bölünmesi
gibi bir dizi yapılaşmaları kamu hizmetlerini “pahalı hale getirmek” için
yapıldığını belirmektedir. ‘Özelleştirme furyası sonrasında ‘“devlet ve
toplum kimse için güvenlik ağı anlamını taşımamaktadır”; Thatcher’ın sembolik
olarak toplu konut projelerini sonlandırması işçi sınıfına verilen “tek
başınızasınız” mesajıdır” denilmekte. (YILDIRIM, K & ERDAĞLI, B
2017).
Margaret
Thatcher Muhafazakâr Parti başkanlığı sırasında, 1979-1990 yılları arasın
da Birleşik Krallık'ta başbakanlık yaptı sırada siyasi olarak belirlediği yol, liberal-muhafazakâr doğrultuda,
1980'li yıllarda batılı ülkelerinde devletin iktisadi yatırımlardan
çekilmesi, özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi
haklarının törpülenmesi ile kendisini gösteren neoliberal siyasetin
İngiltere de ki uygulayıcısı oldu.
Thatcher’ın
başbakanlığı sırasında, Amerika başkanı olan Ronald Reagan ve
1984'te Kanada Başbakanı Brian Mulroney ile pek çok noktalarda
benzeşiyorlardı. Muhafazakarlık sadece Anglosakson ülkelerinde baskın ve siyasi
ideoloji haline gelmek ile kalmıyor, diğer ülkelerde de yayılıyordu. Türkiye’de
1983'te başbakan olan Turgut Özal da liberal
muhafazakârlığı Türkiye'de uyguladı ve Thatcher'a benzer bir iktisadi
siyaset yürüttü. Kasım 2002 günü Türkiye genelinde yapılan erken
genel seçimle iş başına gelen hükümette aynı ekonomik politikaları 2009'a kadar
sürdürdü. Bu dönemde, Türkiye ekonomisi
büyüme göstermiş ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının %1,11'inden yüzde 1,37'sine
artış göstermişti.
Aynur
Toraman, Evrensel Gazetesinde 13 Nisan 2013 tarihinde ‘Thatcher
öldü ama politikaları uygulamada’ isimli yazısında: ‘Politikacılar
Thatcher’ı anmak için parlamentoda özel bir oturum düzenledi, bir kısım
milletvekili karşı çıksa da. Başbakan David Cameron, Thatcher’ı “Britanya’yı
dizlerinin üzerinden kaldırıp yeniden ayağa diken kişi” olarak anarken, İşçi
Partisi’nden Glenda Jackson ise “verdiği ideolojik düşünceleriyle sosyal,
ekonomik ve manevi zararlarıyla ülkeyi mahveden kişi” olarak Thatcher’ı niteledi’
(TORAMAN, A. 2013).
Thatcher'ın
ekonomik miras olarak bıraktığı ekonomik politika nedir? Diye sorduğumuz da kısaca
şunları söyleyebiliriz. “Devlet değil
özel, kolektif değil birey”. Bunun karşılığı da neoliberalizm.
Thatcher
hükümeti, İngiltere’de sermaye sahibi sınıfın temsilcisi olarak bu sınıfın
ihtiyaçlarına yönelik isteklerini yerine getirdi. 1970 yıllarında dünya
genelinde sermaye kesimini kar oranındaki düşmeye geçmesiyle yol açtığı kriz
döneminde, artık sosyal devletten vazgeçmek, üretken sermayenin üzerinde bir
yük olarak görülen kamu sektörünü küçültmek gerekiyordu. Bunun için bütün kamu
kuruluşlarını özelleştirmeye açtı. Bu düşünceye varmasını etkiliye ve etkisinde
kaldığı, klasik liberalizmin savunucusu ekonomist Friedrich von Hayek’ten
ilhamını almasıydı.
Thatcher’ın
1987 yılında "Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve
kadınlar, bir de aileler vardır." Sözü bugün bile tartışılmaktadır.
Margaret
Thatcher’ın 2013 yılında başbakanlığı bırakması sonrası Birleşik Krallıkta
başbakan olanlar da aynı iktisadi politikaları devan ettirdiler denilebilir. Ayşenur
Arslan Medya Mahallesi programında 11 Haziran 2022 tarihinde ki yayında
söylediği: Son başbakanı olan ve istifa eden Boris Johnson İtalya’da Rus Oligark
ile görüşmesini devletine bilgi vermemek ve haberdar etmemesi, ayrılışına mal olduğunu
söyledi.
Türkiye
de bu değişime ayak uydurdu. Serkan Üstün ‘ün 1978-79 yılları ‘Devlet
Planlama Teşkilâtı Müsteşarı’ ve 1992-04 yılları ‘Merkez Bankası’nda
Banka Meclisi üyesi’ Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile “Yeni bir düzen arayışı
ekonomiden başlar” 05. Kasım. 2018 tarihinde Politik.com sitesinde
yayınlanan röportajında şunları anlatıyor. Türkiye ekonomisi 12 Eylül 1980
darbesi ile Turgut Özal’ın, hükümeti kurmasıyla yavaş yavaş kapitalizme kendini
adapte etmeye başladı. Ülke bu kapitalizmi mi seçti? Kapitalizmi sevdi mi? İsteyerek mi seçti?
Kapitalizmi seçmekle fayda sağladı mı? Elbette kocaman bir hayır. Birileri
ve/veya Ülkede ki ve Dünya ekonomik yapılaşmasının böyle olmasını istedi. Türkiye
12 Eylül askeri darbesinden sonra, zorlanarak girdi bu yola. Ülke halkı bu
sistemi sevdi mi? 2000 yılından sonra da kapitalizm zorla Türk halkına
sevdirilmeye başlandı. Türkiye sevmese de kapitalizme böyle bir giriş yaptı.
“Kapitalizmin krizlerini yaşamaya başladı çünkü kapitalizm dalgalı bir
sistemdir, inişleri ve çıkışları vardır. İlk iniş, 1994 kriziydi. Sonra
2000’e geldik, ikinci bir kriz. Bunların özelliği şuydu: Eskiden
Türkiye’nin kaynakları yapılan harcamalara göre yetersiz kaldığı ve Türkiye
ekonomisine de kamu çeki düzen verdiği için, bunlar kamunun açıklarından
kaynaklanan krizlerdi. Kamu beceriksizlikten açık vermiyordu. Yaptığı
hizmetlerden açık veriyordu.” (ÜSTÜN Serkay, Bilsay. 2018). Kamunun
KİT’leri planlama çerçevesin de devler adına yatırım yaparlardı. Demir-çelikten,
makinelere, kâğıt üretimi, posta, telefon, telgraf, şeker, çay, süt, et ve
gübreye, kömür işletmeleri, vs. kadar gerekli yatırımları yaparlardı.
1980’den
itibaren dünyanın kapitalizm merkezleri bize ideolojik bir yayın yaparak, “Kamu
hep beceriksizdir, açık verir, zararları da vatandaşlar öder, bunun için Kamu
ekonomiden çekilerek özel sektöre satış yaparak devretsin” dediler. Kenan Evren
ve Turgut Özal’la birlikte kamu, ekonomiden çekilmeye başladı. Bu iş aşağı
yukarı 20 yıl sürdü. 1980’le 2000 arası bir geçiş dönemidir. AKP ile tam geçiş
oldu.
Bizim
dışımızda ki dünya şöyle oluştu: Kapitalizm gitgide zora girmeye başladığı için
bol miktarda para basmaya başladı. Doları bastılar ve bunlar bize ve bize
benzer ülkelere ulaştı. “Türkiye’ye
2000’li yılların başından itibaren kayıtlı 700 milyar dolar para girdi.”
Bu para imalat ve üretim sanayini mi ihya etti? Hayır. “Bugün bizim imalat
sanayimiz dünya imalat sanayisinin yüzde 1’ini üretiyor sadece. 30 yıl önce de
yüzde 1’di bugün de öyle.” Bu paralara ne oldu veya nerede? Kim bilebilir!
Belki Türkiye de oluşan bu kaynak kapitalizmin doğrulaması için kullanıldı.
Devlet imalat ve üretim alanını, özel sektöre “Fabrikalarını, tesislerini, hizmetlerini devretti ve
karşılığında 60-65 milyar dolar aldı. Türkiye, 60-65 milyar dolara 1923’ten
beri yaptığı bütün işleri devretti. Bunun karşılığında özel sektör çok mu
becerikli çıktı? Türkiye’yi bir yere mi taşıdı? Hayır. Dünya hasılasının yüzde
1’ini üretiyor.” (a.g.e. ÜSTÜN, Serkay 2018)
ibn
HALDUN ‘Mukaddime’ I. Cildinin sayfa. 59 da yazdığı, “Geçmişler geleceğe, suyun
suya benzemesinden daha çok benzer.” Diyor.
Buradan
öğrenilebilecek ders, net olarak görülen; ülkenin elden çıkışı sadece
çizmelerin işgal ile değil, ekonomiyi özel sektör aracılığı ile dışa bağımlı
hale getirmekle ile olabileceğini bilmektir.
Avrupa
böylesine karmaşık devlet tahammüllerinin çiğnendiği, daralmaların yaşandığı
ekonomik yapı ve genişlemesi de dahil birçok zorluklarla karşılaşmaktadır.
Bunların başında da Dünya’da ki karmaşık ve düzensiz göçler gelmekte
diyebiliriz.
Avrupa
Ülkelerine yüz binlerce mültecinin gelmek istemesi veya gelişi hakkındaki
tartışmaların şiddetlendiği sırada, devlet yapısının artık mevcut olmadığı hatta
çöktüğü, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu bölgelerin yanında dünyanın dört
bir yanında genişlemesi, gelir dağılım bozukluğu veya adaletsiz dağıtılmasının
sonucu oluşan fakirlik, dış etkiler, dinsel yapılar ile oluşan terörizm ve buna
bağlı göçle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünmeden edilemez. 2016’da Almanya
veya diğer Avrupa ülkelerine sığınma talebinde bulunanların çoğunun anavatanı
olan Suriye, Afganistan, Irak ve Kuzey Afrika ülkelerinden insanlar bir sivil
toplum kuruluşu olan Barış Vakfı’nın 2016 “Kırılgan Durum Endeksi”
sıralamasının en başında yer alıyor.
Göç,
terörizm ve artan eşitsizlik, totaliter yönetimlerin baskısı ile kaybolan insan
hakları vb. gibi sorunların küresel nedenleriyle ulusal araçlarla baş etmekten
veya bunlara karşı uzun vadeli stratejiler geliştirmekten aciz halde gelmeleri,
git gide daha çok siyasetçi, içeride kanun, düzen vaat ediyor ve ülkesini
yeniden “büyük” yapma sözü vermeleri, aslında çıkmazın ve yolun sonunu hatırlatıyordu.
Fakat siyasal hareketlerin ağırlık noktası milli aidiyet boyutuna, güvenlik
vaadine ve ülkelerinin geçmiş zamanların parıltılı ve refah hayatlarını yeniden
teminine kayıyor.
Vatandaşlar
uzun zamandır siyasetten hayal kırıklığına uğradılar; şimdi huzursuz, öfkeli,
hatta küçümseyici hale geldiler. Parti sistemleri uzun zamandır donmuş
görünüyor; Şimdi otoriter popülistler Amerika'dan Avrupa'ya, Asya'dan
Avustralya'ya kadar tüm dünyada yükselişte. Seçmenler uzun zamandır belirli
partileri, politikacıları veya hükümetleri sevmiyorlar; şimdi, birçoğu liberal
demokrasinin kendisinden bıktı anlayışını ortaya koymakta.
Freedom
House Başkanı Abramowitz Freedom House web sitesindeki Dünya Özgürlüğü Endeksi “Dünya Özgürlüğü 2018 Krizde
Demokrasi” (ABRAMOWİTZ, M. 2018) yazısında: “Demokrasi, 2017 yılında, özgür ve
adil seçimlerin garantileri, azınlıkların hakları, basın özgürlüğü ve adil ve
hukukun üstünlüğü de dahil olmak üzere temel insanlık ve hukuk ilkelerinin
dünya çapında saldırıya uğramasıyla onca yıllardır en ciddi kriziyle karşı
karşıya kaldı. Yetmiş bir ülke siyasi haklarında ve sivil özgürlüklerde aşağıya
gidişte net düşüşler yaşadı ve sadece 35'i kazanımlarını kaydetti. Küresel
özgürlükte art arda 12 yıldır düşüşün yaşandığı tespit edilmiştir.
Amerika’da Amerikan siyasi
haklarında ve sivil özgürlüklerinde hızlanan bir düşüşün ortasında hem bir
lider hem de demokrasinin bir örneği olarak geleneksel rolünden geri çekildiği
görülmekte. Dünya’da 12 yıllık küresel kaymanın 2006'da başlamasından beri geçen
süre içinde, 113 ülke net bir düşüşün görüldüğü ve sadece 62'si net bir
iyileşmenin yaşandığı tespit edildi”. (a.g.e. ABRAMOWİTZ, M. 2018)
Sonuç da çeyrek yüzyıl
önce, Soğuk Savaş'ın sonunda, totaliterliğin nihayet yenilgiye uğratıldığı ve
liberal demokrasinin 20. yüzyılın büyük ideolojik savaşını kazandığı ortaya
çıktığı görmemezlik yapamayız. Ekonomik politikadan ülkeler ne kazanacak veya
neleri kaybedeceklerini görmekteyiz dersek yanılmamış oluruz.
Welzel 2021
yılında ki ‘Gelecek
Neden Demokratik’? Yazısında şunları söylüyor. “Birkaç
yıldır, giderek artan sayıda akademisyen ve uzman, dünya çapında demokratik bir
durgunluk olduğunu fark ettiler. Demokrasinin ve özellikle liberal ilkelerinin,
otoriterliğin çeşitli biçimleri arttıkça hızla gerilediği üzerine fikir birliği
etmekteler. Dünyanın en güçlü otokrasileri, özellikle Çin ve Rusya, becerikli
ve dirençli olduklarını kanıtlıyorlar” (WELZEL, C. 2021).
Gerileme
belirti ve bulguların listesi istendiği kadar uzatılabilir. Her türlü otoriteye
her şartlarda başkaldırışı ret etmek, tek taraflı küresellikten çıkma isteği;
örneğin Fransa, İtalya ve Avusturya’da ortaya çıkan kimlikçi hareketler, artan
yabancı düşmanlığı ve dinsellik korkusu, nefret suçu adı verilen suç dalgası ve
elbette Filipinler’de Rodrigo Duterte, ABD'de Donald Trump veya Hindistan’da ki
Narendra Damodardas Modi gibi otoriter demagogların yükselişi.
“Rejim
değişikliği üzerine yapılan araştırmalar, günümüzde demokrasilerin devrim ya da
askeri darbeler gibi eski biçimlerle değil, liberal demokrasinin en önemli
unsuru olan serbest ve adil seçimlerle başa gelen liderlerin zamanla
sergiledikleri otoriter eğilimlerle gerilediğini gösteriyor. Dolayısıyla
demokrasilerin gerilemesi, halk ayaklanmalarında ya da askeri rejimlerin
hükümetleri devirmesinde olduğu gibi aniden değil de zaman içinde ve kademe
kademe gerçekleşiyor. Ancak, özellikle son yirmi yılda dünya, Yascha Mounk’un “popülist zaman (popülist moment)” olarak
adlandırdığı bir dönemden geçiyor ve bizler, konsolide olmuş demokrasilerin
dahi günümüzdeki otoriterleşme eğiliminin bir parçası olduğunu gözlemliyoruz” (TÜRK,
C. T. 2020).
Türkü’n
‘Demokrasinin Küresel Krizi ve Demokrasi Algısı Üzerine’ yazısında, “Demokrasinin
krizi ABD’den Kuzey Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar tüm dünyada
yükselişini sürdürmekte”. Demokrasinin krizi, sadece demokrasinin en çok
(kuvvetli) olduğu bilinen, Avrupa ve ABD değil, Hindistan, Türkiye, Brezilya,
Arjantin, Çin, Rusya ve Filipinler’de görülen bir süreç. Birçok ülkede ki
vatandaşlar ve siyasi seçkinler arasındaki çoğalan iletişim ve anlayabilme
kopukluğu, kutuplaşma ve popülizmin yükselişi söz konusu. Bunu yanında Koronavirüs (COVID-19) salgınının çıkması ile ülkelerin
vatandaşların korunması için ayırdıkları bütçe giderleri ve oluşturdukları
seyahat yasaklarının ortaya çıkardığı gelir düşüklüğü ile oluşan küresel malî
kriz, güvenlik riskleri ve mülteci akını ile milliyetçilik, Danimarka, İsveç ve
İngiltere gibi en zengin ve varlıklı ülkelerde bile popülist eğilimlerin yolunu
açıyor.
Gündüz
Fındıkcıoğlu 05 Mayıs 2020 tarihinde Dünya Gazetesi köşesinde “Yapısal
Dönüşüm” isimli yazısında, koronavirüs (COVID-19) salgınının sonrasında MÜSİAD,
sektörlere ‘Etkileri ve Yapılması Gerekenler’ üzerine yayınlanan ara
raporun içeriği hakkında bilgileri sıraladı. “Şirketler geleceğe dair kararlarını
vermeli, hasar kontrolü yapmalı ve salgının/ekonomik etkisinin ki, bunlar iç
içe süresini tahmin etmeli. Önlemler ve geleceğe dair yeniden yapılanma bu
tahminlere dayalı olmak durumunda. Üstelik bazı değişiklikler, yani iş yapma
biçimi ve çalışma yaşamının düzenlenmesi zaten salgın olmasaydı bile teknolojik
değişim tarafından gündeme getiriliyordu. Yeni olan şey küresel arz ve talebin
beraber çöküşü ve adeta dışsal bir belirsizliğin sisteme yayılmasıdır ki
sonuçları daha şimdiden kâr ve ücret kalemlerinde sert düşüş ve işsizlikte görünür
artış olmuş durumda.
Beyaz
yakalıların küresel ölçekte aynı tarzda çalışmaya devam edeceklerini ve
sayılarının aynı kalacağını sanmıyorum. Dijitalleşme kendisini öne çekiyor.
Keza gelen yoğun işsizlik dalgasının salgın bitti diye aynen geriye
çekileceğini de sanmam. İşsizlik oranları yüksek kalacak, daha yüksek bir
seviyenin etrafında dalgalanacak. Bir anlamda teknolojinin yani bilimin, yani
modern rasyonalitenin dayattığı ancak tam olarak nasıl ilerleneceğinin belirlenemediği
gelişmeler zorunlu olarak gündeme yerleşecek.”
Beyaz
yakalı bir çalışanın, kent merkezindeki kötüleşen koşullar nedeniyle,
çalışmalarımda ‘dışa doğru patlama’ oluşmasını önlenemez. Toplumsal
yapının bazı unsurlarının ya da tümünün zaman sürecinde bir durumdan bir başka
duruma geçişine toplumsal değişme denir. Toplumun yapısal, kültürel, kurumsal
ve davranışsal farklılaşmasıdır. Değişme bir süreçtir. Değişmenin yönü ilerleme
olduğu gibi gerileme de olabilir. Değişme bir durumdan daha iyi bir duruma
geçiş biçiminde ise "ilerleme", birden fazla yönde olur ise
"gelişme", bunların tam tersine olan gelişme olurda da “gerileme”
olarak değerlendirilir.
Böylesine
oluşan ‘Toplumsal Yapının Farklılaşması’ tüm toplumların zorunlu olarak
yaşadıkları kaçınılmaz bir süreç olarak görünür. Toplumda ki yapının farklılaşması
topluma rahatlık, mutluluk, istikrar getirebildiği gibi kargaşa da getirebilir.
Bu farklılaşmalara hazır olmayan veya karşı duruşlarını belirten toplumlar,
buna zorlanırsa kargaşaya da sebep olabilir.
13
Kasım 2015 tarihinde, başlayan Paris'in Fransa Stadyumu'nda düzenlenen silahlı
ve bombalı saldırıları sonucunda, Bataclan tiyatrosunda yapılan rehin alma
eyleminin yanı sıra başkent çevresinde en az altı
silahlı ve üç bombalı saldırı sarsıntısından sonra, Hans Von Der Brelie ve Esra
Olcaycan’ın 30.07.2018 Euro News web sitesinde ki yazısında: “2015 yılında
dünyanın dört bir yanından yüz binlerce sığınmacı Macaristan ve Avusturya üzerinden
Almanya'ya vardı. Federal hükümetin göç raporuna göre 2015'te 890 bin kişi
Almanya'ya iltica talebinde bulundu. Otoyollarda, kucaklarında çocukları,
ellerinde bagajlarıyla yürüyen sığınmacıların görüntüsü hafızalara kazındı”. Bu
olayların sonunda ansızın dünyanın zor mücadelelerle elde edilen ve güvencede
olduğu farz edilen standartların gerisine düştüğü izlenimini uyandırdı.
Yaşadığı
şehirde kuaför olarak çalışan Christian ülkesinde sığınmacıları istemediğini
söyleyerek, sınırlardaki kontrollerin sıkılaştırılmasını talep ediyor:
"Ülkeye kimin girdiğini denetlemek için sınırlarda kontrol noktaları
olmalı. Kimin mülteci statüsü alma hakkı var? Kimin gerçekten sığınma ihtiyacı
var? Kimin yok? Ülkelerini sadece ekonomik nedenlerle terk edenler, Almanya'ya
sadece para kazanmak için gelenler geri gönderilmeli ve kontrol sınırda
gerçekleşmeli.” Diye ifade etmektedir.
Göçmen
sorunu sadece Avrupa Ülkeleri için değil Türkiye için de sorun olmaktadır. Türkiye,
Suriye ve Afganistan başta olmak üzere çok sayıda ülkeden gelen 5,5 milyon
göçmene ev sahipliği yapmaktadır. Mülteci, geçici sığınmacı
mülteci, göçmen veya sığınmacı... Ne olarak adlandırılırsa adlandırılsın hepsi
yeni bir yaşam umuduyla yola çıkıyor. Özellikle son yarım yüzyılda dünya bir
göç hareketine sahne oluyor. Doğu’dan Batı’ya doğru süren bu göç ise en göze
çarpanı. Çoğu zaman ekonomik sebeplerden olsa da göçün asıl nedeni baskılar,
can güvenliği ve savaşlardır.
Devlet
yapısının artık mevcut olmadığı bölgelerin dünyanın dört bir yanında genişlemesi,
terörizm ve göçle doğrudan bağlantılıdır.
2015-16
mülteci krizinden gelen yankılar, Fransa, Almanya, Hollanda ve Avusturya'daki
seçimlerde zemin kazanan yabancı düşmanı, aşırı sağ partilerin yükselişini
körüklemeye devam etti. Artık, Avrupa’da sağ popülistler sandalye kazanıyor, bu
karşılık demokratik değerleri ret edilmekteler.
Aras ve
Günar 2018 yılında ‘Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden
Ayrılma Referandumu: Brexit Süreci ve Sonuçları’ yazısın da Fransa Dışişleri
Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950’de kömür ve çelik planını açıkladığında, Britanya
Dışişleri Bakanı’na önceden bilgilendirme yapılmazken Amerika Birleşik
Devletleri
(ABD) Dışişleri Bakanı’nın plandan haberdar olması, bütünleşmenin başlangıcında
Birleşik Krallığı’n gölgede kaldığını göstermiştir. Ayrıca, Fransa’nın
bütünleşme sürecinin başlangıcında Almanya ile ortak hareket etmesi de Britanya
ile Fransa arasındaki gerilimi daha fazla artırmıştır (Middelaar, 2014, s.
220-221). Belki de Birleşik Krallığı ile Fransa arasında 30 yıl savaşlarının
kalıntıları da olabilir diyebiliriz”. (ARAS, İ & GÜNAR, A. 2018).
Vahap
Çoşkun Perspektif web sitesinde 2022 yılında ‘Nazi Almanya’sında Hukuk’ isimli
yazısında aktardığı: “Önde gelen insan hakları uzmanı Harry Reicher,
Nazi hukukunun metodolojisinin tek bir kelime ile özetlenebileceğini söyler:
“Führerprinzip”. Liderin sözünü yazılı yasanın üstünde tutan bu
“liderlik ilkesi”, devletin bütün gücünün, bu gücü keyfi olarak kullanabilen
tek bir adamın elinde toplanmasını deyimler. 1934’te Nürnberg’de düzenlenen
Nazi Partisi mitinginde bu husus, Hitler’in özel sekreteri Rudolf Hess
tarafından dile getirilir: “Parti, Hitler’dir. Bununla birlikte Hitler
Almanya’dır, tıpkı Almanya’nın Hitler olduğu gibi.” (s. 176-177) Nazi hukukundaki liderin sözü ne anlama geldiği
açıkça belirmiş” (COŞKUN, V. 2022).
Birinci
ve ikinci Dünya savaşları sonunda devletlerin yönetim, yapısal ve ekonomik
durumlarında ki değişiklikler ile farklı durum değerlendirmeleri de beraberinde
geldi. O yılların askeri ve ekonomik yapıları güçlü olan devletlerin
düşüncelerini, Çerkes asıllı Türk teolog, gazeteci, araştırmacı, din, tarih ve
politika alanlarında faaliyet göstermiş komplo teorisyeni ve yazar olan ALTINDAL,
2014, ‘Bilinmeyen Vatikan’ kitabında ‘Türkiye’yi Bekleyen Gelişmeler’
bölümünde, şunları söylüyor; “Almanlar için önemli olan tıpkı tarihte
kendilerinin yaptıkları gibi Türkiye’de İslamiyet’in Türkleştirilmesini
istemekte ve bu yönde çalışmalar yapmaktadırlar. Fransa ise Türkiye’deki
Laikliğin bekçisidir. Dolayısıyla Devletçi Laisizm ’in her ne pahasına olursa
olsun korunmasından yanadır. İngiltere bu iki görüşe karşıdır. Türkiye’nin
önderliğinde yeniden bir Hilafet kurulmasına sıcak bakmaktadır. Amerika ise,
Türkiye’de artık Devlet’in değil, Liberalleşmiş bir Anayasa’nın en üst değer
olarak tanınmasını ve bu anayasanın sınırlarını çizdiği İnsan Hakları
çerçevesinde, Fransızlarınkinden daha özgür ve özerk bir “Din ve Vicdan
Özgürlüğü” nü yerleştirmek istemektedir. Türkiye önümüzdeki yıllarda işte
Batı’dan gelecek olan bu “İslam” la daha çok tanışacaktır.” (ALTINDAL. Aytunç.
2014)
Böylesine
açıkça belirtilen, belki de komplo teorisi diyeceğimiz bu yazıya en güzel
cevabı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk vermiştir. Atatürk’ün 20 Nisan 1931'de seçim
dolayısıyla ulusa sunduğu yazılı açıklamada dile getirdiği ‘Yurtta barış, Dünya’da barış’ düşüncesi
ile ‘Tam bağımsız Türkiye’ demesidir.
Ferruh Zor
‘Yeni
Dünya Düzeni ve Türkiye’ yazısında, Türkiye’nin hedeflerini şu şekilde
belirmiş. “Türkiye'nin bugünkü hedefi de bu yeni dünyanın "terakkiyat-ı
hazırasına" (zamanımızdaki ilmî ve teknik ilerlemelere) ulaşmaktır.
Atatürk’ün gösterdiği yolda çağdaş dünya ile bütünleşmiş bir ülke olmaktır. Ülkemizin
üç ayrı uygarlığı -tarım uygarlığı, sanayi uygarlığı ve bilişim uygarlığı- bir
arada eş zamanda yaşadığını görüyoruz. Fakat nüfusun büyük çoğunluğu, henüz
bilişim toplumunun ilişki ağı içine girebilmiş değil. Ama tarım toplumunun
feodal kalıntıları da sanayi toplumunun yapılan da güçten düşmekte,
etkisizleşmektedir” (ZOR, F. 1999).
Karl Polanyi
Büyük Dönüşüm kitabına başlarken, “On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü”. Diye
başlıyor. On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı dört kurum üzerinde duruyordu.
Bunlardan ilki, bir yüzyıl boyunca Büyük Devletler arasında uzun ve yıpratıcı
bir savaş çıkmasını önleyen ‘güç dengesi sistemiydi’, İkincisi, dünya
ekonomisinin eşi görülmemiş bir biçimde örgütlenmesini sağlayan ‘uluslararası
altın standardıydı’. Üçüncüsü, görülmemiş bir maddi refaha yol açan ‘kendi
kurallarına göre işleyen piyasa’ ydı (self regulating market). Dördüncüsü ise ‘liberal
devletti’. Bunlar arasında Polanyi ’ye
göre sistemin can damarı ve onun temel biçimlendiricisi kendi kurallarına
göre işleyen piyasa idi ve on dokuzuncu yüzyılın kurumsal yapısının
anahtarı da piyasa ekonomisinin işleyişini belirleyen kurallarda saklıydı.
Bir tür sınıflamaya göre, bu kurumların ikisi ekonomik, ikisi politikti. Başka
bir tür sınıflamaya göre, ikisi ulusal, ikisi uluslararası kurumlardı. Birlikte
uygarlık tarihimizin ana hatlarını belirlediler. Bu kurumlar arasında, altın
standardının önemi deneyimlerle kanıtlandı; çöküşü dünyanın başına gelen
felaketin görünüşte ki nedeni oldu. Çöküşünden önce de diğer kurumların çoğu
onu kurtarmak için girişilen nafile çabalar içinde gözden çıkarılmışlardı” (POLANYİ,
K. 2021).
Polanyi’nin
tezine göre on dokuzuncu yüzyıl uygarlığı kişisel kazanç üzerine kurulu
ekonomik bir uygarlıktı ve kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi de bu
temeller ve ilke üzerinde kurulmuştu. Böyle bir ekonomik yapıda, nasıl oluyor
ki piyasa sistemi “ütopik” bir sistemdi. Polanyi’nin tezi iddialı olduğu kadar
kolay, anlaşılır ve belirgin şekilde: “dengesini kendi sağlayan piyasa fikri,
düpedüz gerçekleşmesi olanaksızdır olduğunu ve böylesine bile kurumun toplum
insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamayacağını” savunmakta.
Gencer Çakır 2021 tarihinde, ‘Yazılar Teori ile Güncel’ dijital kitabının 61
sayfasında Polanyi’nin ‘Büyük Dönüşüm’ üzerine düşüncelerini açıklarken
“Ütopyadır, çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa, toplumun insani ve
doğal özünü yok etmeksizin yaşayamaz ve yaşayamadı da. İnsanı yok eden ve
yaşadığı ortamı da çöle çeviren bu piyasanın işleyişine karşı toplum tepkisel
bazı önlemler almak durumunda kaldı. Ne var ki, Polanyi ’ye göre, toplumun
kendini korumak için aldığı önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdu ve
çalışma yaşamını alt üst etti. Bu şekilde toplum başka bir şekilde tehlike
altına girmiş oldu.” Demekte. (ÇAKIR, G. 2021).
‘Büyük
Dönüşüm’ kitabında, Polanyi, on sekizinci yüzyıl toplumunun İngiltere’de bir
emek piyasası oluşumuna direnerek 1785-1834 yıllarında Speenhamland Yasası ile
bu oluşumun engellendiğini ifade etmektedir. “On sekizinci yüzyıl ortalarında
bile, J.J. Rousseau, ticaret erbabının, barışı özgürlüğe tercih ettiklerinden
kuşku duyulduğu için, vatanseverlikten yoksun olmakla suçluyordu”. (a.g.e. POLANYİ,
K., 2021)
“Büyük
Dönüşüm ilk olarak 1944’te yayımlandı. Kitabın ilk cümlesi şöyle: “On
dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü.” Karl Polanyi’nin çöktüğünü ilan ettiği on
dokuzuncu yüzyıl uygarlığının can damarı ve temel biçimlendiricisi, kendi
kurallarına göre işleyen piyasaydı; emek, toprak ve parayı metalar haline
getiren ve insan toplumlarını uluslararası düzeyde eşi görülmemiş bir kurumsal
tekdüzeleşme içinde kendine kayıtsız şartsız bağımlı kılan piyasa sistemi... Polanyi’
ye göre çöküş kaçınılmazdı. Kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi insan
toplumuyla bağdaşması imkânsız bir şeydi. Büyük Dönüşüm, bu
bağdaşmazlığın ve kaçınılmaz çöküşün hikâyesi. Yani hem ekonomik liberalizmin
hem de ona karşı kaçınılmaz alternatifler olarak ortaya çıkan faşizm ve
sosyalizmin hikâyesi.
Büyük Dönüşüm
’ün
gündeme gelişi, Polanyi’nin “insan doğasına aykırı” dediği piyasa toplumunun
insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonomik
liberalizmi eleştirmeye kalkanların geri kafalı cahiller veya korumacılık
önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarıyla
onlara hizmet eden popülist politikacılardan ibaret görüldüğü, sosyalizmden ise
neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir döneme rastladı. Polanyi’nin bu teorinin
temelinde, modern antropolojinin en önemli bulgusu olduğuna inandığı bir fikir,
“temel insani dürtülerin hiçbiri ekonomik değildir” fikrinin yatıyor olmasıdır.
Bu noktaya nasıl ulaştığımız sadece neoliberalizmin başarısızlığıyla değil, bir
anlatının da sona ermesiyle ilgili. Bununla bağlantılı olarak, solun
etkisizliği de serbest piyasa ekonomisine iktisadi eleştiriler yapamamasından
değil, aşırı sağın yürüttüğü anlatı mücadelesine düzgün bir karşılık
verememesinden kaynaklanıyor” (GEISELBERGER, H. 2017).
Sennett 1992
yılında ki ‘Otorite’ kitabında, “19.yy’a kadar ne akademilerde ne de
toplumda düşünce biçimi olarak ‘toplumsal psikoloji’ diye bir şey yoktur. Bunun
nedeni toplumsal koşulların insanın tabiatını temelde değiştirmediğinin
düşünülmesidir. 18.yy’da Vico ile başlayan ve Darwin ile Marx’ın eserleriyle
19.yy’da tam güç kazanan tarihsel devrim bu görüşü köklü biçimde değiştirdi.
Yeni görüşe göre, insanın doğasını, biyolojik, iktisadi ve kültürel koşullar
biçimlendiriyor ve bu koşullar birbirlerine eklenerek birikiyor, böylece hiç
kimse ve hiçbir çağ daha öncekilerin basit bir yenilemesi olmuyordu. 19.yy’ın
sonlarına kadar, bu toplumsal duygu analizinin adı konmamıştı. 1895’te Gustave
Le Bon’un ‘Yığınların Psikolojisi’ adlı eseriyle buna ‘toplumsal
psikoloji’ denildi” diye anlatmakta. (SENNETT, R. 1992)
Gustave ‘Kitleler
Psikolojisi’ (1997) kitabında “Tarih sürecinde kavimlerin istilaları ve
hükümdar ailelerinin devrilmesi kralların padişahların devrilmesi gibi büyük
siyasi değişikliklerin etkisi altında ortaya çıktığı sanılır, ama bu hadiseler
incelendiğinde dıştan görülen sebeplerin arkasında, kavimlerin düşünceleri ve
görüşlerinde meydana gelen değişimlerin sonucu olarak görmekte. Uygarlıkların
yenileşmesini doğuran önemli faktör fikirlerde, alışkanlık ve inançlarda
meydana gelen değişliklerdir. Unutulmayan tarihsel olaylar, insanların iç
dünyasında görünmez değişikliklerin sonucu olarak görülmektedir.” Demekte. (BON,
G. L. 1997)
Sonucuna
baktığımız da Polanyi söyle diyor. Bir yandan kendi içinde oluşan kurallarına
göre işleyen piyasa, buna karşı da bu piyasa sistemine karşı toplumun kendini
koruma refleksi ile oluşan kaos, on dokuzuncu yüzyıl uygarlığını yıkıma uğrattı
diye düşünebiliriz.
Polanyi, rasyonel
eylem, “amaçlarla ilişkisi bakımından araçların seçimi” dir (1957, s. 245.)
Burada önemli olan nokta, araçların nasıl ele alındığıdır. Zira rasyonel
eylemde araç, ilk bölümde ele alınan Aristoteles’in “araç” ı ele alışından
farklıdır. Aristoteles’e göre eylemin ve üretimin araçları farklıdır; yani iki
farklı araç tipi vardır (1959, 1254a). Oysa bir eylemin rasyonel eylem olabilmesi
için gereken araç “ister doğanın kuralları ister oyunun kuralları sayesinde
olsun, amaca hizmet etmek için uygun olan her şey” dir. (Polanyi, 1957, s. 245)
Rasyonel eylemde, araçların bir ayrımından söz edilemez. Amacın gerçekleştirilmesi
için uygun olan her şeyin araç olarak kabul edilmesi, Eskiçağdaki araç
ayırımının modern dönemde ortadan kalktığı anlamın gelmektedir. Başka bir
ifadeyle Aristoteles’te birbirinden ayırılan eylem ve üretim araçları, formel
anlamda ekonomide birbirinin içine geçirilmektedir”. (KARA, D.K. 2022)
Günümüzde gelinen noktada “gelişmiş demokrasiler” olarak görülen
birçok Avrupa ülkesinde neoliberal politikaların olumsuz sonuçları ile karşı
karşıya kalan geniş kitleler sorunlarına mevcut demokratik mekanizmalar içinde
çözüm bulamamakta, güçlü sol örgütlenmelerin yokluğunda popülist aşırı sağ
oluşumlar giderek güçlenmektedir. Almanya’da seçimlerden güçlenerek çıkan (Almanya
için Alternatif Partisi.) AfD4, Fransa’da Marine Le Pen’in oylarındaki artış,
Macaristan ve Polonya’da iktidara gelen aşırı sağ partiler bunun örnekleridir.
Birçok Avrupa ülkesinde hâlihazırdaki neoliberal hükümetler Fransa’da Emmanuel
Macron hükümeti örneğinde olduğu gibi emeğe yönelik saldırılarını arttırmakta,
buna karşı oluşan ve ‘Sarı Yelekliler’ olarak adlandırılan toplumsal tepki ise
güçlü sol örgütlenmelerin yokluğunda popülist sağın etkisine girme tehlikesini
barındırmaktadır. Neoliberal kemer sıkma politikalarına tepki sonucu iktidara
gelen Yunanistan’daki Syriza hükümeti ise Avrupa Birliği içinde radikal
politikalara yönelmeksizin kemer sıkma politikalarının dışına çıkılamayacağını,
geniş toplumsal kesimlerin taleplerinin uygulamaya geçirilemeyeceğini
göstermiştir
“Branko
Milanovic'in dediği gibi, "çok zengin insanlardan oluşan görece küçük bir
grubun" küresel iktidara sahip olduğu bir küresel plütokrasinin (yönetme
erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir
yönetim biçimi.) yükselişine tanıklık ediyoruz. Büyümenin
yaklaşık %50'si kentleşme ve altyapı yatırımlarından kaynaklanırken, %25'i
sadece konut inşasına dayanıyordu. Çin'in borçları iki katına çıkmıştı ama
hesaplamada ABD dolan değil, Çin parası esas alındığından bu sorun olmadı” (a.g.e.
HARVEY, D. 2015).
Neoliberalizm,
sermaye birikimi ve büyüme açısından değerlendirildiğinde başarılı değildir. Oligarşi
ve kapitalist sınıf için iyi olabilir, ama genelde sermayenin sağlığı için kötüdür.
Wall Street borsacıları aslında iyi işleyişinden sorumlu oldukları finansal
sistemi fiilen yağmalayarak ve yok ederek aşağı yukarı o kesimlerin kayıplarına
denk büyüklükte primler almışlardır. Gündelik hayatın niteliğiyle ilgili kent
temelli protestolar yaygınlaşmıştır.
Hayalimizin
alamayacağı rakamların telaffuz edildiğini, Gazeteci Robin Wigglesworth,
Financial Times da yayınlanan yazısını 29.10.2021 tarihinde Oksijen Web Sitesine
aktığımızda: Larry Fink, Wall Street’in zirvesine nasıl çıktığını ve BlackRock
isimli şirket ile tam 9,5 trilyon dolarlık varlığın yönetimini elinde bulundurduğu
yazmakta. Bu birikim ile ne veya neler yapabilir, dünya pazarlarında. Hele dış
borçları ödenemeyecek seviyelere gelen ülkeleri nasıl risklere sokacağını hayal
bile edilemez.
Tarih
nedir dediğimizde, aslında Tarihin güçlü bir silah olmadığı anlamsız gibi
görünür. Geçmişi anlama şeklimiz bugün nasıl hareket edeceğimize yön vermekte
olduğunu bilmeliyiz. Bu nedenledir ki tarih aslında siyasi ve tartışmalı bir
alan olarak görebiliriz. Yıllardır biriken bilgileri anında başka yeni bir alet
icat edemezsek, geçmişi araştırmadan, bilmeden dünyamızda olan veya
olabilecekleri anlamamız da söz konusu olamaz.
Zafer
Yörük’ün 15 Haziran da ki Gazete Duvar web sitesindeki köşesinde ki ‘Abdülhamid
Düşerken I: Tarih ve tekerrür’ yazısını okuduğunuzda, şimdi yapılanların
geçmişin hemen hemen aynı olduğunu hayretle görebilirsiniz.
Neoliberalizmin
çöküşü karşısına yerleştirilen otoriter sağ popülizmin yükselişi yargısı ise
başka bir sorundur. Neoliberal sistem, hegemonik bir proje ile bütünlüklü hale
gelir.(KANSU, Y. 2017)
“Neoliberalizm,
piyasanın tüm insan eylemleri için en uygun rehber olduğunu, bireysel ve toplumsal
ideallerin en iyi şekilde piyasa yoluyla gerçekleşeceğini iddia eder.
Neoliberalizmin en önemli vurgularından biri de her bireyin kendi saadeti ve
eyleminin sorumlusu ve açıklayıcısı olduğudur” (ÇELİK, Z. 2012).
Ne acı bir
ironi ki o zaman ana hatlarıyla saptanan küresel risklerin hepsi (uluslararası
terörizm, iklim değişikliği, finans-nakit krizi ve son olarak büyük göç
hareketleri) sonraki yıllarda gerçekleşti, ama siyasal olarak bunlara
hazırlanılmamıştı. Öznel tarafta da sağlam bir kozmopolit biz duygusu açıkça
tesis edilememiştir. Dahası, bugün milliyetçi ve mezhepçi biz/onlar
ayrımlarının yeniden doğuşuna tanık oluyoruz. Varsayılan "Tarihin
Sonu" n dan sonra, şaşırtıcı bir hızla, Soğuk Savaş'ın dost-düşman
şablonunun yerini "Kültürler Savaşı" mantığı aldı. (a.g.e.
GEİSELBERGER, H.2017)
Geiselberger’ın
‘Büyük Gerileme’ kitabını çözümlenmesinde, artık yapısal değişim ile
devletlerin kontrol mekanizması ve denetim mekanizmasının azaltılmasın
yapılabilmesi yollarına baş vuruldu. Sonuç olarak, neoliberalizm sayısız
yapısal dönüşümü de beraberinde getirmiş oldu. Değişimin en önemlisi imalat
sanayilerinin başka ülkelere taşınması (uzak doğu ülkeleri, vs.), büyük
şirketlerin daha küçük şirketlerden oluşan bir "değer zinciri"
şeklinde yeniden yapılandırılması, devleti küçültmek için vergilerin
azaltılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve günlük hayatın
finansallaşması diye sıralayabiliriz.
“2009 yılı
sonlarına gelindiğinde dünya iki kampa bölünmüş gibiydi. Avrupa, Japonya ve bir
ölçüde ABD 1970'lerden beri artan özel ve kamusal borçlan azaltmak için
tasarruf politikası girişimlerine başladılar. Ne var ki bu tür politikalar
talebi azalttı ve istihdamın canlanmasını imkansızlaştırmadıysa da çok güç hale
getirdi. Krizin ilk aşamalarında Keynes tarzı efektif talep yönetiminde
yenilenmeye dair birkaç cılız adım atılsa da bu yöndeki büyük ölçekli
hamlelerin önü siyasal muhalefet tarafından hızlıca kesildi (ABD'de
Cumhuriyetçi Parti, Almanya'da ise Angela Merkel bu konuda başı çekiyordu). Bu
gelişmeler sonuçta Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'da durgunluk yaşanmaya
başladı.
Çin'in
hikayesi ile kökten farklıydı. İhraç sanayiinde muazzam istihdam kayıpları
sonucu (raporlar 2009 başlarında yaklaşık 30 milyon kişinin işini kaybettiğini
gösteriyordu) Çinliler, borçla finanse edilen altyapı yatırımı genişletmesi ve
kentleşme yoluyla olabildiğince çok sermaye ve emeği soğurmaya başladı. 2009
sonunda Çin'deki net istihdam kaybı 3 milyon civarındaydı ki bu da Çinlilerin
dokuz ayda 27 milyonluk bir istihdam yarattığını gösteriyor olması inanılmaz
bir performans olarak ortaya çıktı. Çin'in büyümesi 2008'den önceki on yılda
%10'un üstünde kaldı ve 2012 gibi yavaşlasa da daha sonra tekrar hız kazandı.
Büyümenin yaklaşık %50'si kentleşme ve altyapı yatırımlarından kaynaklanırken,
%25'i sadece konut inşasına dayanıyordu. Çin'in borçlan iki katına çıkmıştı ama
hesaplamada ABD dolan değil Çin parası esas alındığından bu sorun olmadı.
Kısaca Çin büyümesinin %50 sini beton ekonomi ile büyümüştü. Gelir getirmeyen,
Dünya gelişimde geç kalmış, eksikleri kısa sürede kapatmak için yapılan bir
hamleydi. Bu da Çin için büyük adım sayılabilir, Dünya devi veya en büyük
olmasını sağlamamakta olduğunu görebiliriz.
Türkiye'nin de dahil olduğu pek çok
ülkede 2009'dan sonra çılgınca bir gelişme hızı yakaladı. Örneğin Çin, önceki
yüz yıl içinde ABD'nin tükettiği toplam çimentodan daha fazlasını 2011 ve 2013yılları
arasında tüketti. Bugün bile hala boş olan, yaşanmayan veya çok az insanların
yaşadıkları koca şehirler inşa edildi. Ama Çin'in büyümesinin 2007-2008
sonrasında küresel ekonomiye istikrar kazandırdığına kuşku yok ("yükselen
piyasalar" diye adlandırılan Brezilya, Türkiye, Endonezya ve benzerleri de
bu sayede istikrarını korudu). Hatta yüksek değerli makine ve teknoloji ihraç
eden Almanya bile tasarruf politikalarına rağmen Çin'in ticareti sayesinde
büyüdü” (DAVİD H., 2015).
“11 Eylül
2001 terör saldırısı ile, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, tüm
dünyada yaygınlaşan özgürlük ve güvenlik arasındaki çatışmanın kaygısı ve
liberalizmin yerine totaliter bir sürecin ortaya çıkacağı korkusu ciddi
tartışmalara konu olmaktadır. Aynı kaygı ve korkuyu, başta İngiltere olmak
üzere tüm dünya, ikinci dünya savaşı sonrası da yaşamıştı.” (ÇETİN, H. 2004)
Neoliberalizm Yolu
Karl Marx "bilime
giden soylu bir yol yoktur" diyerek, ‘kapitalist üretim tarzı doğası
gereği, insanı insanlığından ederek yabancılaştırmaktadır’ diyor. Harvey
‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ kitabında; küresel krizlerin başlatan kapitalizm
biçimi olarak neoliberalizmin olduğuna dair işaretlerin olduğu veya olmadığı
sorusu ile karşılaştığından bahsederek bunlara kendi düşüncesini anlatmaya
çalışır. “Neoliberalizm emek güçlerine ve
tüm diğer (seküler ya da dindar) muhalif güçlere karşı kapitalist sınıfın iktidarını
ayağa kaldırma, sağlamlaştırma ve merkezileştirme amaçlı bir projeydi, hala da
öyle.” (a.g.e. HARVEY, David. 2015) Düşünülen
bu siyasi proje devletin pek çok yapmakta olduğu işlevinin ya da tüm
işlevlerinin, kapitalist sınıf çıkarları uğruna, devletin bunları özel sektöre
devretmesi ya da o çıkarlara tabi kılınmasını zorunluğunu diye açıklayarak, devam
etmekte. “1930'lardaki büyük çöküşün kapitalist düzeni ciddi derecede tehdit ettiği
feci koşullara bir daha geri dönmemek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında
devlet biçimleri ve uluslararası ilişkiler yeniden yapılandırıldı. Böylelikle,
savaşa yol açmış olan devletler-arası jeopolitik düşmanlıkların yeniden ortaya
çıkması da önlenecekti. İç huzur ve barışı sağlamak için sermayeyle emek
sınıfları arasında bir tür uzlaşma inşa edilmeliydi.” (a.g.e. HARVEY, David.
2015), demekte.
Paul Mason
‘Kapitalizm Sonrası Geleceğimiz için Bir Kılavuz’ kitabında açıkladığı,
ülkelerinde bunları dikkatle inceleyerek nelerin yapılabileceği konusunda
düşünmeleri gerekir. Bu yazıya dökülen düşüncele nelerdir deyi baktığımız da
Dünyada yaşananlar ve gelişmeler hiç de yabancı gelmemekte olduğunu
görmekteyiz.
Amerika
Birleşik Devletleri hükümetinin resmî web sitesi dünyaya yayılan 2008 krizi de
bir yanda işsizliğin artması, 2008 senesinin dördüncü çeyreği ve 2009’un ilk
çeyreğinde Amerika ekonomisi sırasıyla %8,2 ve %5,4 küçülmüştür (http://www.bea.gov/national/index.htm#gdp). ABD
Çalışma İstatistikleri Bürosu, İşsizlik rakamlarına bakıldığında ise, 2007’de
işsizlik %4-5 bandında seyrederken, 2008’in son çeyreğinde %7’lere doğru
yükselmiş ve 2009’un ilk çeyreğinde 2007 senesinin neredeyse iki katı gibi
orana, %9’a yükselmiştir (http://data.bls.gov/timeseries/LNS14000000).
2008’de
yaşanan ekonomik kriz olarak başlayan olgu başkalaşarak kitlesel huzursuzluğa
yol açan toplumsal bir krize dönüşmüştür. Bu kriz nasıl çözülebilir dediğimizde,
birincisi, küresel seçkinler, krizin bedelini işçilere, emeklilere ve yoksul
olanlara ödeterek, on yıl veya yirmi yıl daha can havliyle idare edebilirler.
Dünyada oluşturulan kapitalist ekonomik yapılanmanın ortaya çıkardığı IMF,
Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü tarafından uygulandığı haliyle ayakta
kalır. Ayakta kalmasına kalır da daha da güçsüz hale gelir, son daha da kötü olabilir.
Dünyanın büyümesine sıradan insanlar yüklenir; ama büyümede duraksamalar
oluşur. İkincisi, uzlaşma bozulur. Sıradan insanlar kemer sıkmanın bedelini
ödemeyi reddettikleri için, aşırı sağ veya sol partileri iktidara getirir.
Böyle durumlarda her devlet krizin bedelini bir diğerine ödetmeye çalışır.
Küreselleşme parçalanır, küresel kurumlar güçsüzleşirler ve süreç içinde, yakıp
kavrulmuş olan çatışmalar- uyuşturucu savaşları, Sovyet sonrası milliyetçilik,
cihatçılar, kontrolsüz göç ve buna karşı direniş- sistemin merkezini ataşe
verir. Bu senaryoda da uluslararası hukuka göstermelik saygı buharlaşıp yok
olur. İşkence, sansür, keyfi tutuklama ve kitlesel gözaltı, devletin yönetim
sanatı olağan araçları olup çıkar. Böyle oluşmuş durumları dünyanın geçmiş
tarihinde görülmüş ve yaşanmış durumlardır.
Burada
hangi senaryonun seçilmesi gerektiğini bilmek veya uygulamak oldukça güç
görünmekte.
Kapitalizmin ömrünü uzatmak, devamlığını
sağlamak için geliştirilerek oluşturulan türevler sonucu düzeltilmesi veya
onarılmasının daha da zor hallerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar.
Sakarya
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Sosyal Siyaset
Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, Fırat Ocaktan ‘Kapitalizme
Karşı Direnişin Yeniden Düşünülmesi Üzerine’ yazısının son paragrafında: “Liberalizm
ve onun evrilmiş hali olan neoliberalizmin amaçlarının kolektivitenin ortadan
kalkması, farklılıkların ön plana çıkarılması, bireyciliğin toplumun
damarlarına zerk edilmesi, ulus-devletlerin dağıtılması olduğunu söyleyebiliriz. En
nihayetinde sermayenin karşısında darmadağın olmuş bir güç
kalmış olur ki bu da polis gücüyle ‘hiza’ ya getirilebilir bir durumdur”.
(OCAKDAN, F.) Dedikten sonra, John Holloway ’e; en büyük düşmanımızın
bireycilik olduğunu hatırlattığı için sonsuz teşekkürlerini iletmekte.
Paul Mason
Kapitalizm Sonrası kitabında “Neo-liberalizmi başımızdan defederek
küreselleşmeyi yaşatır, ardından kapitalizmin kendisini geride bırakarak
dünyada ki ekonomik yapıyı yaşatırız ve böylece kendimizi kargaşadan da
eşitsizlikten de kurtarmış” oluruz diyerek, devam ediyor.
Neo-liberalizmi
başımızdan defetmek işin kolay kısmıdır. Avrupa’daki radikal siyasi partiler,
protesto hareketleri ve radikal iktisatçılar arasında, bunun nasıl yapılacağı
konusunda giderek artan bir görüş birliği vardır: Büyük finansı baskılamak,
kemer sıkmayı tersine çevirmek, yeşil enerjiye yatırım yapmak ve yüksek ücretli
çalışmayı desteklemek.” (MASON, P. 2019) Diyerek bitiriyor.
Marksistler
arasında “Feodalizmden Kapitalizme tartışmalara katsı koymuş, uluslar ticaretin
yükselişinden ziyade Avrupa kırsallarında tarımsal üretimin önemi vurgulamış
olan emekli tarih profesörü Robert Paul Brenner 2015 yılında çıkan ‘Ekonomide
Hızlı Büyüme ve Balon’ kitabında bize aktardıklarına bakarsak haksızda
sayılmamakta. “ABD’nin 1990’ların ikinci yarısında sergilediği ekonomik
performans gerçekten de 1970’lerin başından itibaren kaydedilen dönemsel
başarıların tamamından üstün olmuştur (yine de Birinci Dünya Savaşı’ndan
sonraki çeyrek yüzyıl boyunca kaydedilen performansın gerisinde kaldığını
belirtmek gerekir). ABD tarihinde mali açıdan yaşanan en büyük sahte hareket
artışına tanık olundu. Hisse senedi fiyatları, temsil ettikleri şirketlerin
kârlılık rakamlarıyla ilişkilerini tamamen kopararak, hızla yükseldi. 1940’ların
sonundan 1970’lerin başına kadar süren ‘uzun düzelme’ döneminde, krizlerin en
büyüğü olan 1997-98’deki Doğu Asya çıkışlı uluslararası krizin- ve aslında şu
an içine girdiğimizin de benzerine rastlanmadı” (BRENNER, R. 2015).
“Krizden
çıkış reçeteleri olarak da halktan alınan vergilerin devlet tarafından iktisadi
sistemi canlandırmada kullanılması önerilmektedir. Dolayısıyla hem krizler hem
de krizden çıkış reçetelerinin olumsuz sonuçları büyük ölçüde halka yansır.
Piyasanın görünmez güçleri yerine ise devlet göreve çağrılır. Bir bilim
olarak iktisat, krizlerin yarattığı toplumsal sıkıntıları giderebilmek için
ironik bir şekilde sosyal bilim olma özelliğini biraz daha arka plana atarak,
niceliksel yöntemler ile krizleri öngörmek için çeşitli modeller ve formüller
türetir. Spiegel Dergisi Deutsche Bank CEO’sunun devleti yardıma çağırmasını
başlık yaptığı yazıda CEO’nun şu sözlerini fotoğrafının altına koyarak
özellikle altını çizmişti: “piyasaların kendini iyileştirici gücüne artık
daha fazla inanmıyorum. Bir bilim olarak iktisadın, krizlere çare üretmekte
pek de başarılı olmadığı iddia edilebilir. Kapitalizmin krizlerini teşhis
etmede başarı imtihanını geçememiş bir “bilim” ile ona çare üretmeye çalışmak
beyhude bir çaba gibi görünmektedir” (EREN A. A., & SARAÇOĞLU, M. 2017).
“Kısacası,
sistemde gerçek bir paya sahip politikacılar, politikayı, tüm katılımcıların
rakiplerine karşı bir avantaj elde etmek için koşuşturdukları bir temas sporu
olarak düşünebilirler. Fakat aynı zamanda, partizan çıkarlarının peşinde koşma
konusunda bazı sınırlamalar olması gerektiğinin de farkındalar; önemli bir
seçimi kazanmanın veya acil bir yasayı geçirmenin sistemi korumaktan daha az
önemli olduğunu ve demokratik siyasetin asla topyekûn bir savaşa dönüşmemesi
gerektiğinin bilinmesi gereklidir. Siyaset teorisyeni ve Kanada Liberal
Partisi'nin eski lideri Michael Grant Ignatieff, birkaç yıl önce şöyle yazmıştı:
"Demokrasilerin işlemesi için, politikacıların düşman ile düşman
arasındaki farka saygı duymaları gerekir. Bir düşman, yenmek istediğiniz
kişidir. Diğer düşman, yok etmeniz gereken kişilerdir" (MOUNK, Yascha.
(2018)
ABD'de ve
dünyadaki diğer birçok ülkede, demokratik siyaset artık böyle işlemiyor. Michael
Grant Ignatieff Kanada Liberal Partisi lideri ve Resmi Muhalefet Lideri olarak
görev yapmış Kanadalı yazar, akademisyen ve eski politikacını belirttiği gibi,
giderek artan bir şekilde "düşman politikası, düşmanların siyasetinin
yerini aldığında ne olacağını görüyoruz". Ve son on yıllarda siyaset
sahnesine hücum eden yeni popülistler bunun için suçun çoğunu üstleniyor.
MOUNK.Y aynı
yazısının devamında, şöyle diyor. “İngiltere'den ABD'ye, Almanya'dan
Macaristan'a, demokratik kurallara ve normlara saygı hızla azaldı. Artık
şehirdeki tek oyun değil, demokrasi artık konsolide olmaktan çıkıyor”.
Bu
günlerde geçmiş de ve belki de gelecek zamanlar içinde her şey yolunda gidiyor
gibi olsa da bu düzenin her an değişme olasılığı var. Mavi gezegenimize,
göktaşı çarpması, önünü zor alabileceğimiz salgın hastalık, nükleer savaş gibi
bu etkenlerin dışında, medeniyetimizin çöküşüne yol açabilecek birçok etkenler
vardır.
Geleceğe
dair kesin bir öngörüde bulunma olanağı yoktur. İnsanlığın bugün ve gelecek
için, belirsiz ve sürdürülemez bir yolda olduğuna dair aşikâr, ama dönüşü
olmayan noktasını geçmiş yola girdi mi? Bugünden gelecek için öngörülerde
bulunmak olanaksız dahi olsa, matematik, bilim ve tarih toplumların uzun vade
içinde devamlılığında bazı ip uçarını verebilir.
Maryland Üniversitesi'nden Safa Motesharrei küresel
sürdürülebilirlik ve çöküşe götürecek mekanizmaları anlamak için bilgisayar modelleri
kullanıyor. Gelir dengesizliğinin Motesharrei’
ye göre, “eşitsizliği, hızlı nüfus artışı ve doğal kaynak tüketimini azaltacak
önlemler zamanında alınırsa çöküş kaçınılmaz olmaktan çıkacağından” bahsediyor. Luke Kemp
de 19 Şubat 2019 da yazısında “Büyük medeniyetler öldürülmez. Bunun yerine,
kendi hayatlarını alırlar.” Diyor.
Ödüllü
serbest gazeteci olan Rachel Nuwer, 16 Mayıs 2017 tarihinde BBC Future News
Türkçen dergisin de ki ‘Batı medeniyetini çöküşe götüren ne olacak?’
yazısında şunları aktarıyor. “Ekonomi politik uzmanı Benjamin Friedman, bir
zamanlar modern batı toplumunu, tekerlekleri ekonomik büyüme sayesinde sağlam
ve düzenli dönen bir bisiklete benzetmişti. Bu ileri hareket yavaşladığında
veya durduğunda toplumun temel taşları olan demokrasi, bireysel özgürlük,
sosyal tolerans vb. değerlerde sarsılma başlar. Dünya, sınırlı kaynaklar için
çekişmelerle çirkinleşir, kendi yakın çevremiz dışındaki insanlar dışlanır.
Tekerlekleri yeniden ileri döndürecek bir yol bulunmazsa tam bir toplumsal çöküş
yaşanacaktır.”
Demet
Yalçında 3 Haziran 2017 tarihinde Marksist.net web sitesinde ‘Medeniyetin ve
Toplumun Çöküşü Değil, Kapitalizmin Çöküşü!’, yazısında bize şunları
aktarıyor. “Bu durumda kapitalist sistemin krize girmesiyle birlikte yaşanacak
olan nedir? Kapitalistler krizden çıkabilmek için savaşlara başvururlar, işçi
sınıfının demokratik ve ekonomik haklarına saldırırlar. Yani büyük tahribatlara
yol açarak krizlerini atlatmaya çalışırlar. Kaldı ki bugün kapitalizmin
periyodik krizlerinin ötesine geçen ve kolay kolay içinden çıkamayacağı bir
tarihsel krizin yaşandığını söylüyoruz. Bütün dünyada artan otoriterleşme,
faşizan eğilimler, demokratik ve ekonomik hak gaspları, pazarların yeniden
paylaşımı için başlamış bulunan ve emperyalistler arası hegemonya krizinin
eşlik ettiği üçüncü dünya savaşı, bu tarihsel krizin sonuçlarıdır. Bütün bu
sonuçların doğurduğu başka sonuçlar da var şüphesiz. Yıkım, açlık, büyük göç
dalgaları ve kitlesel ayaklanmalar.”
Giovanni
Arrighi ’nin ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’ 2000 yılında çıkan kitabındaki çözümleme
anlatımlarında, Dünya ekonomik tarihindeki gelişimlerini maddeler halinde
aktarttığına göre: Altı yüz yıl, Yedi yüz yıllık ekonomik yapısallığa analizimizde,
sermaye birikiminin öncü gelişmelerine baktığımızda: Çağdaş özel girişim
sisteminin kapitalist dünya-ekonomisinin baskın yapısı biçimindeki yükselişi,
özel girişimlerin hükümetlerden farklılaşmasının uzun altı, yedi yüzyıllık
sürecin son aşamasını oluşturmaktadır. Hükümetlerin parasal güç ile
birleştirdiği militarize yapı kullanabilmesi ile dar kapsamdan, geniş kapsama
genişleyebilecek hegemonyan yapı kurabilmesi. Özel girişim örgütlerinin alım, satım
faaliyetlerini kendi geleneksel faaliyetleri biçiminde kullanabilen bunun
yanından da üretim, dağıtım sistemlerini doğuran kâr-amaçlı örgütlendirmek ile
hegemonyan yapı kurabilmeleri arasındaki farklıkları ile devlet yapısı ile
birleşik yapısal şekilde davranmasa kaçınılmaz olmaktadır. Böyle şekillenmeyi 1900
yıllarda ki dünyasında yer alan örgütlerin incelenmesinde kamu girişimleri ya
da özel girişimler olarak sınıflandırılması çok zor değildi.
On beşinci
ve on altıncı yüzyılların okyanus ötesi yayılmacılığının incelenmesinde devlet
veya özel kuruluş örgütlerini bu yolla sınıflandıramayız. Örgütlerin amaçları,
yöntemleri ya da yol açtıkları sonuçlardan hangilerini düşünürsek düşünelim,
yenilik yaratan önemli girişimler genellikle kamu girişimi özelliklerini özel
girişim özellikleri ile yapı sallaştırmasını görebiliriz.
Sermaye
birikimi ağlarının başlangıçta, tümüyle iktidar ağlan içine yerleşmiş ve onlara
tabi olmuşlardı. Bu koşullar altında kârın elde edilmesinde başarıya ulaşmak
için özel girişim veya kurum diyebileceğimiz yapılar, yalnızca sermaye birikiminin
süreçlerinde değil, aynı zamanda devlet-kurma ve savaş-yapma süreçlerinde de
önder durumunda olduklarını gözleyebiliriz. ‘Hollanda’nın, ilk küresel
şirketi kabul edilen Birleşik Doğu Hindistan Şirketi (Vereenigde
Oost-Indische Compagnie) ile Avrupa’ya naklederek yüksek kâr oranlarıyla
sattığı ürünlerini çoğunlukla kolonileştirdiği topraklardan temin etmesi gibi’.
Günümüzde
Hollanda’yı oluşturan toprakların bilinen ilk yerleşimcileri Kelt ve Germen
kabileleridir. MÖ 1. yüzyılda Jul Sezar tarafından Roma İmparatorluğu’na dâhil
edilen bölge, kuzey kesimi hariç 5. yüzyılın başlarına kadar Roma idaresinde
kalmıştır. 4. yüzyılda başlayan Germen istilalarıyla bugünkü Hollanda’nın
doğusunda Saksonlar, güneyinde Franklar ve kuzeyinde Frizler hâkimiyet
kurmuştur.
Davies ‘Avrupa
Tarihi’ kitabında, Avrupa yarımadası halkları, etnik açıdan çok değişken
bağlantılara sahip
olduklarını söylemektedir. Davies’in yaptığı araştırma analizin de: “Germen
halklar. Roma döneminin muhtemelen en büyük barbar topluluğudur. Germen halklar
genellikle üç gruba ayrılmaktadır, a) İskandinavya grubu, sonraki Danimarka,
İsveç, Norveç ve İzlanda topluluklarını doğurmuştur, b) Kuzey Denizi kıyılarına
yerleşen Batı Germen grupları, Batavlar, Frizler, Alamanlar, Jütler, Angllar ve
Saksonlar'dır; Hollandalıların (Felemenklerin), Flamanların, İngilizlerin,
ovalı İskoç topluluklarının ve kısmen Fransızların ilk
atalarıdır, c) Elbe Nehrinin doğusundaki Doğu Germen grupları: Savabyalılar,
Lombardlar, Burgondlar, Vandaller, Gepidler, Alanlar ve Gotlar'dan
oluşmuştur”.(DAVİES, N. 2011)
“Bazılarının
"Hollanda İsyanı", Hollandalıların “seksen Yıl Savaşı" adını
verdiği mücadele, bir ulusun yaratılmasını sağlayan olaylardan biriydi. Bu
mücadele zaman zaman bilinçli olarak büyük bir efsane kaynağı haline getirildi.
Sonunda ortaya çok modern bir toplum çıktığına bakarak, bu hareketin dini
hoşgörü ve ulusal bağımsızlık için tutkuyla mücadele verilen çok
"modern" türde bir ayaklanma olduğunu düşünmek yanıltıcı olur.
J. M.
Roberts ‘Avrupa Tarihi’ (İnkılap Kitabevi 2015) isimli kitabında: “Eski
Burgonya mirasının eseri olarak, İspanya Felemenk'inde birbirinden son derece
farklı ve çeşitli on yedi eyalet vardı. Sakinlerinin çoğunlukla Fransızca
konuştuğu güney eyaletleri, Avrupa'nın en çok şehirleşmiş kısmını ve büyük
Flaman ticaret merkezi Antwerp'i barındırıyordu. Bu eyaletleri yönetmek uzun
zamandan beri güçleşmişti. 15. Yüzyıl sonlarında bir dönem Flaman şehirleri,
bağımsız şehir devletleri haline gelebilmek için çabaladı. Kuzey eyaletleri
daha çok tarımla ve denizcilikle uğraşıyordu. Bu eyaletlerin sakinleri
toprakları konusunda inatçı bir aidiyet duygusuna sahipti. Bunun nedeni belki
12. yüzyıldan beri denizden toprak kazanmak için büyük mücadele vermeleriydi.
Kuzey ve Güneyin daha sonra Hollanda ve Belçika haline gelmesi 1554'te
düşünülmesi imkânsız bir sonuçtu.” (ROBERTS, J. M. 2015)
“Ancak
sermaye birikim ağları tüm dünyayı kapsayacak biçimde yayıldığında, özel
girişim örgütleri giderek iktidar ağlarından özerk ve onlara baskın bir duruma
geldiler. Sonuç olarak, iktidarın elde edilmesinde hükümetlerin yalnızca
devlet-kurma ve savaş-yapma süreçlerinde değil, aynı zamanda sermaye birikimi
süreçlerinde de önderlik etmesi gereken bir durumu ortaya çıkmış oldu. Braudel
gibi, orta çağların sonlarından günümüze kapitalist tarihin birliğinin asıl
ifadesi olarak alıyoruz. Bununla birlikte Braudel'in aksine, malî
genişlemeleri, açık bir biçimde, dünya-ölçekli sermaye birikimi süreçlerinin
yapı ve kurumlarının temel dönüşümlerinin uzun dönemleri olarak anlıyoruz.
Sistemik birikim dairelerimiz Henri Pirenne ‘in kapitalist gelişme aşamalarına
benzemektedir. Orta çağ Avrupası'ndaki en erken başlangıçlarından yirminci
yüzyılın başlarına kadar bin yıldan fazla bir süreç içinde kapitalizmin
toplumsal tarihini inceleyen Pirenne, bu tarihin bölünebileceği her dönem için
birbirinden ayrı, farklı bir kapitalistler sınıfı bulunduğunu gözlemektedir.” (ARRİGHİ,
Giovanni. 2000)
Pirenne
belirli bir dönem kapitalistler önceki dönem kapitalist grubundan doğmamış
olduğunu söyleyerek, bütün ekonomik örgütlenme değişimlerinde, süreklilikle
bozulmalarına rastlandığından bahseder. Bu da bize her seferinde yıkıma uğrayan
sistemin yeniden kurulması şeklinde olduğu anlamını çıkartmaktayız. Hatta
kullanılmayan yöntemleri gerektiren koşul ve şartları yeteneğinden yoksun
olmaları halinde kapitalist mücadeleden geri çekilirler ve aristokrasi haline
gelerek sessizliğe bürünürler. Eğer
yeniden ilişkilerin gidişinde bir yer alırlarsa bunu, sessiz ortak rolünü
üstlenerek sadece pasif bir şekilde yaparlar demekten geri durmaz. Kısaca
kaybederken geri çekilip, fırsatını gördüklerinde, sessiz, sanki onlar değilmiş
gibi yaparak sistemlerini yeniden kurmaya başlamaktadırlar. ARRİGHİ, (2000).
‘Uzun Yirminci Yüzyıl’: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri isimli kitabında,
Henri Pirenne anlatımını bu şekilde aktarmakta.
Uluslararası
düzenin 20. yüzyıldaki hegemon devleti olan Amerika Birleşik Devleti, 21.
yüzyılın başında bu role aday yeni yeni adayları da çıkarmaktadır. Bunlar
kimler dediğimizde karşımıza Rusya, Çin gibi benzeri ülkeler başı çekmekteler.
İkinci Dünya Savaşı sonrası geliştirilen, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası
GATT gibi kuruluşlar USD’nin hegemonyasını pekiştirmişti. 1990 yılı sonrasından
sonra
Bir
toplumsal örgütlenme biçimi olan kapitalizmin krize girdiği dönemlerde sermaye
birikiminin yeniden yapılanmasını iktisat politikalarıyla çözemediği durumda
başvurduğu zora dayalı yaptırım olan savaşların ekonomi politiğini çıkmazı
sonucu savaşın kaçınılmazlığı olmaktadır.
“Şirket kapitalizminin
küresel hâkimiyetine karşı giderek artan muhalefet, bu hâkimiyetin sürmesini
sağlayan güçler tarafından karşılanmaktadır; onun dört kıtadaki ekonomik ve askeri
egemenliği, yeni sömürgeci imparatorluğu ve en önemlisi, nüfusun büyük bir
çoğunluğunu karşı konulamaz üretkenliğine ve gücüne maruz bırakmadaki sarsılmaz
yeteneği. Bu küresel güç, sosyalist bloğun savunma konumunda kalmasını
sağlamıştır. Savunma konumunda kalmak, sosyalist bloğa sadece askeri harcamalar
bakımından değil, aynı zamanda, baskıcı bürokrasinin sürdürülmesi anlamında da
çok pahalıya mal olmuştur. Böylelikle, sosyalizmin gelişimi başlangıçtaki
hedeflerinden sapmaya devam etmiş ve Batı ile rekabet içerisinde bir arada
varoluş Amerikan yaşam standartlarının bir model oluşturduğu değerlerin
oluşmasına yol açmıştır.
Bununla birlikte,
bugünlerde, bu tehditkâr homojenlik gevşemeye ve bu baskıcı bütünlüğün
içerisine bir
alternatif zorla girmeye başlamıştır. Bu alternatif, şirket kapitalizminin en
konforlu ve özgürlükçü uygulamaları içerisinde bile bu sisteme karşı koyan ve
onu reddeden kadın ve erkeklerde farklı amaç ve değerlerin, farklı esinlerin
ortaya çıkışları gibi sosyalizme giden farklı bir yol değildir. Büyük Reddediş, farklı birçok
biçim alır.
Vietnam’da, Küba’da,
Çin’de, sosyalizmin bürokratik yönetiminden kaçınan bir devrim savunulmakta ve
onun için mücadele verilmektedir. Latin Amerika da ki gerilla güçleri de aynı
yıkıcı dürtü tarafından harekete geçirilmiş gibi görünmektedir: Özgürlük. Aynı
zamanda, şirket kapitalizminin görünürde zapt edilemez olan ekonomik kalesi
bağlantı parçalarında artan bir gerilimin işaretlerini göstermektedir: Birleşik
Devletler bile mallarını silahlar ve tereyağı, napalm bombası ve renkli
televizyon sınırsızca dağıtamaz gibi görünmektedir.
Getto nüfusları
ayaklanmanın (ama devrimin değil) ilk kitlesel tabanı haline gelebilirler.
Öğrenci muhalefeti hem eski sosyalist hem de kapitalist ülkelerde yayılıyor. Bu
muhalefet ilk kez Fransa’da rejimin tüm güçlerine meydan okumuş ve kızıl ve
siyah bayrakların özgürleştirici güçlerini kısa bir süre için yeniden ele
geçirmiştir. Bunlara ek olarak, Fransa’daki bu deneyim geniş bir tabanın başarı
şansını göstermiştir. İsyanın geçici olarak bastırılması gidişatı değiştirmez.”
(MARCUSE Herbert 2013)
Rejimin
formu ne olursa olsun (demokratik/otoriteryan) yöneticilerin temel gayesi iktidarlarını
korumaktır. Bu nedenle bilginin yönetimi bakımından demokratik ve otoriter
rejimler arasındaki farkı yöneticilerin fazileti değil, kurumların yapısı,
işleyişi ve diğer siyasal-toplumsal aktörlerin devlet iktidarını dengeleyici
gücü belirler.
Hukuk,
adalet, insan hakları konularında ‘fena değil’ diyebileceğimiz devletleri hukuk
tarafı eksik kalmış otoriter devlet yapıları ya da ‘tamamlanmamış devlet’
olarak adlandırabiliriz.
Prof. Dr. Sait
Yılmaz 2019 yılında ‘Otoriter ve totaliter rejimler’ isimli makalesinde
nedir ve nasıldır? Diye düşüncelerini şu şekilde aktarmakta. “Totaliter liderin
toplumla arasında ortak bir ideoloji bağı vardır ve bu bağdan ötürü insanlar
onu takip eder, bu yüzden ülkeyi istediği gibi yönetme gücünün olduğunu
düşünür. Otoriter rejim ise daha çok statüko odaklıdır ve kontrollüdür.
Otoriter liderlere örnek
Irak’ta Saddam Hüseyin, Filipinler’de Ferdinand Marcos gösterilebilir.
Kendilerini normal bir
birey olarak görmeleri diktatörlüğe olan eğilimlerindendir. Korku ve sadakat
empoze ederek
kanunlar koyarlar. Kendileri ile iş birliği yapanları ödüllendirerek sadakat kazanırlar.
Otoriter hükümetlerde güç merkezidir ve bir kişide toplanmıştır. Halkın ve muhaliflerin
düşüncelerini ifade etme özgürlüğü baskı altındadır.” (YILMAZ, Sait. 2019)
Otoriter
devlet yönetimlerinde, hukukun üstünlüğü kalkmış, yerine kişi yorumları veya
kendine fayda sağlayıcı hukuksal yöntemleri oluşmaya başlamıştır. Kişisel
özgürlükler de sıkıntılar artmış, insan hak ve hürriyet kısıtlama baskıları
çoğalmış olduğunu görmekteyiz. Kısaca Evrensel hukuk ve insan hakları ve güçler
ayrılığının yok olası, uygulanmaması olan hale gelmiştir. Bu yöntemlerin
toplumun bir kısmı tarafından uygun bulunması da ekonomik krizlerin ortaya
çıkması, huzursuzlukların artması baskının daha da çoğalması nedeni olmasına
yol açmaktadır.
Liderlerin
halkla dalga geçtiği, halkın da buna karşılık yöneticilere öpücük gönderdiği
bir dönemde yaşıyoruz. Bunun literatürdeki havalı adı da otoriter popülizm.
Peki, o
öve öve bitiremediğimiz halk bilgeliği ve “halk iradesi”, nasıl oluyor da
otokrat liderlere yöneliyor?
Antidemokratik
uygulamaların dünya çapında yayılması sadece temel özgürlükler için bir
gerileme değildir. Ekonomik ve güvenlik riskleri oluşturmaktadır.
En
gelişmiş demokrasilerden demokratikleşmeye çalışan pek çok ülkeye dek dünyanın
farklı yerlerinde, popülist yaklaşımların giderek etkisini artırdığı veya
iddialarıyla sıklıkla karşılaşmaktayız. Bundan daha büyük tartışmalar, artık
demokrasinin alternatifsiz kaldığı düşünülen bir dönemde özgürlük düşmanı
otoriter yönelimlerin siyaset sahnesinde yeniden güç kazandığı veya iddiaları
üzerinde dönmektedir. (BERİŞ, H. E. 2019)
20.
yirminci yüzyılda piyasa ekonomisi ve devletçi ekonomi sisteminin yanına üçüncü
bir sistem olan
refah devleti gündeme gelmiştir. Şöyle ki, “1929 dünya ekonomik buhranı
sonrasında devletin ekonomide varlığının gerekliliği tekrar gündeme gelmiş ve
Keynes, devletin ekonomiye müdahalelerinin formülünü ortaya koymuştur. Keynes’le
birlikte devlet ekonomik politikaları yönlendiren, sosyal açıdan toplumu
finanse eden bir “Refah Devleti” ne dönüşmüştür. Fakat, 1973 petrol krizi
sonrası yaşanan olumsuzluklar, Keynes’gil politikalara olan inancı sarsmış ve
yerini Hayek’in önderliğindeki neo-liberal politikalara bırakmak zorunda
kalmıştır. 1970’li yılların sonuna doğru dünya çapında yaşanan liberal dönüşüm
sürecinde neo-liberalizm ve onun sınırlı devlet anlayışının hakimiyeti
görülmüştür” (SAFİ, İsmail, 2018)
Öner
Günçavdı politik yol web sitesindeki yazısındaki yazıda Dünyadaki neo kapital
sistemin isteklerinin sonucunda ki değişim den ders alan Çin ekonomisindeki
değişimlerin nasıl yapıldığını ve ülkemizin bunu ıskaladığını anlatarak, acı
gerçeği ortaya koyuyor. Yazısında nasıl yapıldığı hakkında ki görüşleri de
şöyle: “Kapitalist sistemin zaaflarıyla baş edebilmek için 2000’lı yıllarda tüm
dünyada bollaşan ucuz likidite gelişmekte olan ülkeler için çok güzel fırsatlar
yaratmış olsa da biz sadece bu mali imkânlardan ekonomimizin altyapısını
yenilemek ve tüketimi desteklemek için faydalanmış olduk. Maalesef sanayideki
üretim yapımızı çağın gereklerine uygun bir hâle getiremedik. Ülkenin döviz
kazanma kabiliyetini arttıramadık. Hatta bu imkânları aşırı bir şekilde
kullanarak ülke ekonomisini daha çok içe dönük bir hale getirdik.
Bu mali
genişleme dönemdeki likidite bolluğunun enflasyona neden olmamasının arkasında,
Çin’in o devasa üretim gücünün tüm dünyaya sağladığı ucuz girdi üretimi yer
almaktaydı. Çinli işgücünün sömürüsüne dayanan uluslararası tedarik
zincirlerini kontrol eden ülkeler, bu süreçte üretilen katma değerin çoğuna el
koyabilme olanağına erişmişlerdi. Katma değere bu şekilde el koyma merkez
ülkelerdeki sermaye birikimine güç katarken, enflasyonla karşılaşmadan genişletilebilen
likiditeden, kendi varlıklarını kullanmadan yararlanabilmeleri mümkün
olmuştur. Bu şekilde tüm dünya düşük faiz ve enflasyonla birlikte
yüksek büyüme dönemi yaşayabilmiştir.
Artık çok uzun süren bir
konjonktürün sonuna gelindi. Dünya ekonomisindeki ucuz ve bol
likiditenin artık eskisi gibi enflasyon yaratmadan sürdürülebilmesi mümkün
değil. Özellikle Çin ekonomisinde ücretleri baskılayabilmenin daha
fazla sürdürülemeyecek ve elde edilen refahtan çalışan kesimlerin de pay
almasının artık engellenemeyecek olması, ister istemez reel ücret artışlarını
gündeme getirmiş ve çok uzun zamandır uluslararası düzeyde devam eden bir “saadet
zincirinin” sona ermesine yol açmıştır.
Emeğin sömürüsünün
sonuna gelen Çin, refahın yeni kaynağı olarak teknoloji ve yenilikleri gündeme
getirmiş ve ekonomisini buna yönelik değişime uygun bir hâle getirmeyi tercih
etmiştir. Yani Çin uluslararası sistemin kendisi için tespit edilen rolün
dışında bir rol oynamaya başlamıştır”. (Ömer Günçavdı 2022. 11.19)
Günçavdı’nın
demek istediği: Gelişmekte olan ülkelerin de kalkınma anlayışı değişmeye
başladığını söylerken, kimi ülkelerin bu sürecin dönüşüm dinamiklerine uyum
göstererek yeni uluslararası iş bölümünün bir parçası olmaya ve ekonomilerini
bununla uyumlu hâle getirmeye başladığı ama Türkiye de buna ayak uydurmak
yerine, kolay yolu seçerek büyüme hedeflerinin artırmaya yönelik çalışmalarına
karşı çalışmalar yaparak, büyümeden reel
ücretler neredeyse 40 yıldır artırmadan düşük tutarak, rekabetçi güçlenme
politikalarını seçmesi karşısında değişim süreçlerini çalışanlarının
ücretlerini reel olarak artırma ile daha farklı yönelmeleri ve neo kapitalist
sistem kontrolünün dışında kalarak, rekabetlerini eğitime ağırlıklarını
vererek, teknolojik gelişme yanında kullanmaları, rekabetlerini güçlendirdiği
ve enflasyon sarmalından kurtulabildiklerini söylemekte.
Türkiye
de dünyada diğer ülkelerin ekonomik yapılanma süreçlerini göz artı etmeden,
siyasal tercilerini yukarı da ki anlatımlara göre değiştirerek, ekonominin
enflasyon kıskacından kendinin kurtarmayı başarabilir görünmektedir.
SONUÇ
Kapitalizmin
1970’lerde başlayarak günümüze değin sürmekte olan krizi siyasal alanda da önemli
sonuçlar doğurmuştur. Krizi aşmak için uygulanan neoliberal politikaların geniş
toplumsal kesimler açısından sonuçları, artan yoksulluk, işsizlik ve yaşam
standartlarında gerilemenin yanı sıra siyasal kararları etkileme
kapasitelerinin de giderek azalması olmuştur
“Dünyadaki
ilk “küresel” kriz olan 1720’lerin Seattle Bubble’ı için de 29 bunalımı için de
içinde yaşadığımız kriz için de geçerlidir”. (a.g.e. EREN Ahmet, Arif, & SARAÇOĞLU,
M. 2017) Dünyada ki ilk ekonomik krizi araştırırken, en eski ve ilk kriz olarak
tek kaynak olarak karşımıza çıkmakta.
Ekonomi
daha mı kötüye gidecek yoksa normale mi dönecek soruları sorulduğu zaman,
dikkatle bakılması gerekli olan, dünya tarihinde uluslararası ve ulusal
ekonomik Krizlerin nedenleri ve sonuçlarını incelenmesi olmalıdır. 1878
Ekonomik Krizi (1878), Büyük Buhran (1929), Kara Pazartesi (1987), Asya Mali
Krizi (1997), Dünya Gıda Krizi (2007), Türkiye Ekonomik Krizi (2001), Küresel
Ekonomik Kriz (2008-2012), Yunan Ekonomik Krizi (2011).
Türkiye’nin
Yakın Tarihine baktığımızda kriz olarak neleri yaşadıklarını sıralayabiliriz. (Vikipedi
Özgür Ansiklopedi)
1946 krizi
(7 Eylül Kararları): İkinci Dünya Savaşı dönemi.
1958
krizi: Türkiye'de 1950-1960 yılları arasında özel sermaye, büyük ticaret
ve tarım burjuvazisinin elinde birikmeye başlamış, serbestleşme politikası
sonucunda ithalat sürekli artarken ihracat gelirlerinde yetersizlik baş
göstermişti. Bu da dış ticaret açıklarına sebep olmuştu. Dış borçlar artıyordu.
Enflasyon hızı yükselirken tarımsal üretim düşüyor, büyüme hızla yavaşlıyordu. Türkiye,
dış borç anapara ve faiz ödemelerinde zorlanmaya başlamış ve beraberinde borç
erteleme (moratoryum) yoluna başvurulmasına sebep olmuştu.
1974 krizi
(I. Petrol krizi ve Kıbrıs Harekâtı): 1974 yılında petrol fiyatlarında
küresel ölçekte meydana gelen yaklaşık 4 kat artış, dünya da pek çok ekonomiyi
fazlasıyla olumsuz etkilemişti.
1980 krizi
(II. Petrol krizi ve 24 Ocak Kararları): 1980 yılındaki II. Petrol
Krizi, küresel ölçekte petrol fiyatlarının tekrar, yaklaşık 2 kat daha
artmasına yol açmıştı. Türkiye'de işsizlik yüzde 20'lere, enflasyon ise yüzde
65'lere kadar yükselmişti.
1982 krizi
(Banker krizi): Türkiye'de çok sayıda bankerin üst üste iflası ve on
binlerce küçük tasarruf sahibinin para kaybıyla sonuçlanan kriz. 24 Ocak
Kararlarının sonuçlarından biridir.
1990-1991
krizi (Körfez Krizi): 2 Ağustos
1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi, ABD öncülüğünde 40’a
yakın ülkenin destek verdiği koalisyon gücü, Irak’a karşı askerî harekât
düzenledi. Türkiye'de tüm denge ve beklentiler bir anda değişti. Dövize olan
talepte patlama oldu. Enflasyon %40 iken, 1991'de %61'e fırladı. Ekonomik
büyüme %9'dan %0'a kadar düştü. Sayısız işletme battı.
1994 krizi
(5 Nisan Kararları): 1993 yılının sonuna gelindiğinde, ülkede Cumhuriyet
tarihinin en büyük cari ve kamu açığı söz konusu idi. Yıl
sonunda göreve gelen DYP-SHP (Çiller-Karayalçın) hükümeti, iç borçlanma
politikasında maliyetleri düşürecek arayışlara girmişti.
2000
krizi: 1999 Marmara yaşanan büyük Depremle Türkiye ekonomisi iyice zora
girmişti. Ekonomik büyüme %-6.1 olmuş, yani ekonomi %6 oranında küçülmüştü.
2001 krizi
(21 Şubat Krizi / Kara Çarşamba): Türkiye Cumhuriyeti tarihinin
gördüğü en büyük ekonomik kriz olan 2001 krizi, ülkenin Kara Çarşamba’sı olarak
adlandırılır.
2007-2008
krizi: “2007 yılında başlayan ve etkileri esas olarak 2008 yılında hissedilen
bu kriz, diğerlerinden farklı olarak Türkiye değil, dış kaynaklı bir
çalkantıyla başladı.
Eylül
2008'de dünyanın en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers, 613 milyar
dolar borcu olduğunu açıkladı ve iflas etti. Bu, ABD tarihinin en büyük iflası
olarak kayıtlara geçti.
Daha sonra
aralarında ABD Merkez Bankası (Fed), İngiltere Merkez Bankası (BoE) ve Japonya
Merkez Bankası'nın (BOJ) da olduğu gelişmiş ülke merkez bankaları, piyasadaki
likidite sorununu çözmek için ortak hareket etmeye başladı ve bunun için bir
dizi araç geliştirdi.
Bu
dönemde, gelişmekte olan ülkeler ise krizden nispeten daha az etkilendi. Kriz
öncesi dolar kuru, 1.20 düzeylerinde seyrediyor ve "1 dolar 1 TL olur
mu" tartışmaları yapılıyordu. Kriz sırasında kur, 1.7 seviyesinin üzerine
çıkarak rekor kırdı.” (BBC News Haber Portalı 2018)
2018 Döviz
Krizi: Türkiye halihazırda ekonomi dinamiklerinde sorunlarla uğraşırken Rahip
Brunson krizi, bu sorunları iyice tırmandırmış ve 2018 yılı ekonomik krizinin
fitilini ateşlemiştir.
Türk
Lirası büyük oranda değer kaybı yaşarken, enflasyon çift hanelerde takılı
kalmıştır. Faiz artırımlarına gidilmesiyle büyüme ivmesi kaybedilirken, yüksek
enflasyon ve ekonomik daralma ile işsizlik verileri de bir hayli yükselmiştir.
Rahip
kriziyle mevcut döviz kuru bir anda tırmanmış, 2017’de 3.80 TL olan dolar
2018’de 7 TL’yi aşmıştır. Başta inşaat olmak üzere pek çok sektörde
tıkanıklıklar yaşanmış, beraberinde ise iflaslar gelmiştir.
Merkez
Bankası döviz rezervleri ise 2018 yılında önemli ölçüde azaldı. 2018 yılı ocak
ayında net döviz rezervi 77.9 milyar dolar iken 2020 yılı ocak ayı itibarıyla
33.9 milyar dolara geriledi. (Cumhuriyet.com.tr 2022.10.29
web sitesi)
Türkiye
halihazırda ekonomi dinamiklerinde sorunlarla uğraşırken Rahip Brunson krizi,
bu sorunları iyice tırmandırmış ve 2018 yılı ekonomik krizinin fitilini
ateşlemiştir.
Türk
Lirası büyük oranda değer kaybı yaşarken, enflasyon çift hanelerde takılı
kalmıştır. Faiz artırımlarına gidilmesiyle büyüme ivmesi kaybedilirken, yüksek
enflasyon ve ekonomik daralma ile işsizlik verileri de bir hayli yükselmiştir.
“Dünya
genelinde 2020 yılında beklenen ekonomik krizin 2008 yılındaki krizden çok
farklı olması bekleniyor. Çünkü 2008’deki kriz para piyasası ve inşaat sektörü
ile sınırlı kalmıştı ancak 2020’deki ekonomik kriz pahalılığa neden olacak.
2020’deki
ekonomik kriz petrol fiyatları, küresel piyasalar, hisse senetleri ve Amerikan
doları üzerinde de etkisini gösterecek. Yapılan istatistiksel çalışmalara göre
kriz ilk olarak ABD’de baş gösterecek ve daha sonra dünya geneline yayılacak.
Bazı sandık fonları, iki yıllık süreçte Avrupa’da beş ülkenin iflas edeceğini
ve karşılığında Çin ile Hindistan ekonomilerinin büyüyeceğini tahmin ediyor. Yatırım
uzmanı Cemy Rojers, “Bütün bu sinyaller önümüzdeki yılda büyük bir ekonomik
krizin çıkacağını gösteriyor. Bazı ülkeler yatırım politikalarını değiştirerek
risk taşıyan yatırımlardan vazgeçiyor” dedi. (Rûdaw Net Medya Ağı 2019)
2018
tarihinde başlayan 2023 tarihinde de belirsizliğini şimdilerde de koruyan
ekonomik krizin Türkiye Halklarına neleri çıkardığını gelecek zamanlar içinde
birlikte yaşayarak göreceğiz ve bunların gelişiminin nasıl olduğu konularını
ayrıntılı olarak da okuyacak.
Bu
krizleri yaşayan ülkeler sonunda krizlerden kurtulabilirler. Devlet
yaşayanların üstünde rahatlama sağlayabilir. Bunları yapan devler, o ülkede ki
yaşayanların destekleri ile sağlayabilirler.
“Bütün
dünyada bir öfke kol geziyor. Bu öfke bizim; ama bize yönelmiş halde ve
hepimizi yok etmekle tehdit ediyor. Bu
öfke bizim. Başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi ki zaten? Sömürü üzerine
kurulu bu dünyada zenginleri daha da zengin hale getirmemek tamamen bizim
elimizde. (Kârlarına kâr katmak için zenginlere hizmet etme bahtiyarlığı ile
avuç açmak arasında sıkıştırıldığımız bir dünya bu.) Kâr peşinde koşarken
milyonlarca insanı topraklarından eden ve şehrin merkezinden gecekondu
bölgelerine sürükleyen bir dünya bu. İnsanların nesnelere dönüştüğü, nesneymiş
gibi muamele gördüğü ve bu nesneleştirmenin bin bir yüzüyle bizi her gün
karşılaştıran bir dünya: İnsanların yalnızca kadın, koyu tenli, çocuk ve yaşlı
oldukları ya da farklı cinsel yönelimleri olduğu veya bir dili yanlış bir
aksanla konuştukları için ayrımcılığa uğradığı, dışlandığı, açlığa mahkûm
edildiği ve öldürüldüğü bir dünya. Bu nesneleştirmenin o kadar çok ifadesi var
ki... Eşitsizliğin her geçen gün arttığı, paranın gitgide daha çok
küstahlaştığı bir dünya. Bombalamalarla, kaçırmalarla dolu bir dünya bu;
kaçırılanlar geri dönse bile yaşadıkları dehşetten kurtulamıyorlar. Bu bizim öfkemiz
ve gitgide büyüyor” (HOLLOWAY, John. 2017).
Öfkelerimizi
doğru şekilde yönetemezsek, yanlış bir yere veya yerlere yöneliğini gördüğümüzde,
iş işten geçebilir. Eğer öfkelerimizi doğru yönlere aktaramasak hepimizi yok
edecek.
Brian
Wheeler, 08,05,2017 tarihinde BBC NEWS/TÜRKÇE online web sitesinde kaleme
aldığı yazısında şöyle anlatmakta. Alman filozof ve iktisatçı “Karl Marks
tarafından 1867 yılda kaleme aldığı Das Kapital'in birinci cildinde, çok özet
olarak kapitalist sistemin nasıl kendi sonunu getireceğini anlatır. Marks'ın 30
yıllık bir çalışma sonucunda ortaya çıkardığı Das Kapital kısmen
tarih, kısmen iktisat ve kısmen sosyoloji kitabıdır”.
Marks'ın
biyografisini yazan Francis Wheen, "Yer yer, kahramanları kendi
yarattıkları canavarın esiri olan ve onun tarafından yutulan bir Gotik romana”
benzetir.
Marks'ın
düşüncesine göre, basitleştirmek gerekirse "kâra dayalı" bir ekonomik
sistem olan kapitalizmin, bu kârlılığı sürdürmek için işçileri sömürmek zorunda
olduğu için istikrarlı olamayacağını anlatmaktadır. Kâr dediğimiz şey esasen
işçilere, ürettikleri şeyin değerinden çok daha az bir ücret ödenmesi ile
oluşan "artı değer" sayesinde oluşuyor demektedir.
İngiltere'de
ana muhalefetteki İşçi Partisi'nin maliye sözcüsü John McDonnell, üretilen şey
üzerinde söz hakkı, üretim araçlarının sahibi olan sermayenin yani kapitalist
sınıfındır. Elde ettikleri artı değerle onlar giderek zenginleşir ve yeni
yatırımlar yaparken işçilerin yoksulluğu giderek derinleşir, diyebilecek kadar
cesur davranmaktadır.
Marks her
defa daha fazla kâr etmeye dayalı sistemin sonucunda kendi çelişkilerinin
kurbanı olup çökmesinin kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Bu bilgilerin
ışığında çözümleme sonucunda, kapitalizmin ve onun türevi olan neoliberalizm
tükenmesini yaşadığımız çağın yakın kesimlerinde net olarak görmekteyiz. Marx’ın
düşüncelerini temellendirdiği en önemli kavramlardan biri olan yabancılaşma
kavramı, onun insan görüşünden de ayrı düşünülemez.
Doğduğumuz
andan itibaren hak ettiklerimizin insanların çoğunluğuna değil de seçilmiş ve
kapital sahiplerinin elinde kalması, sistemi uygulayanlar veya siyasilere
öfkeleri gün geçtikçe artmakta. Din köktendinciliğe karşı öfke, Trump’a yönelik
öfke, Marina Le Pen ’e yönelik öfke, Avrupa’da ve tüm dünyada ırkçılığın ve
milliyetçiliğin yükselişine karşı duyulan öfke: Bunların hepsi şimdiki haliyle dünyaya
yönelmiş halde; ancak bir biçimde yalnızca zenginleri, parasal sıkıntısı
olmayan veya arkası güçlü güçlere dayananları ve öfkemizin temeli olan şeyleri
güçlendirdiğini unutmamalıyız.
Bob Jessop, 2016 yılında
çıkardığı, ‘Devlet: Geçmiş, Şimdi, Gelecek’ kitabında anlattığına
inanmak isterim, belki de hepimiz de inanmak isteriz. “Son yıllarda, refah
devletinin gerilemesi, çokuluslu şirketlerin artan etkisi ve küresel yönetişim düzenlemeleri
de dahil olmak üzere küreselleşme süreçlerinin kanıtladığı gibi, devletin
giderek artan öneme sahip olduğunu iddia etmek moda haline gelmiş olsa da
devlet hala bireylerin yaşamlarını şekillendiren en önemli aktörlerden
biridir”.
Mounk’ın The Atlantik web
sitesinde ‘Diktatörler Artık Rol Yapmıyor’ isimli yazısında
karamsarlığını aktarıyor. “Dünyanın her köşesindeki gelişmelerin titizlikle
izlenmesine dayanan Freedom House, dünyanın, siyaset bilimci Larry Diamond'ın "demokratik
durgunluk" olarak adlandırdığı şeyin üst üste 16. yılına girdiğini
tespit ediyor. 2021 yılında demokrasiden uzaklaşan ülke sayısı bir kez daha
demokrasiye doğru ilerleyen ülke sayısını büyük bir farkla aştı”. (MOUNK, Yascha.2022)
Kıssadan
hisse:
“Bir
zamanlar çok mutlu bir tavuk yaşarmış. Çiftçi her gün tavuğu beslemeye
gelirmiş. Tavuk her geçen gün biraz daha semirir ve halinden daha memnun
büyüyüp dururmuş.
Çiftlikteki
diğer hayvanlar tavuğu uyarmaya çalışmışlar: “Öleceksin” demişler. “Çiftçi
sadece seni semirtmeye çalışıyor.” Tavuk bunlara kulak asmamış. Çiftçi tüm
hayatı boyunca cesaret verici birkaç dostça söz mırıldanarak onu beslemek için
gelmişti. Neden birdenbire her şey farklı olsundu?
Fakat
elbette gün gelir ve işler değişir: “Hayatı boyunca tavuğu her gün besleyen
adam” diye yazar Bertrand Russell kendine has alaycı üslubuyla “en sonunda bunu
yapmak yerine tavuğun boynunu burdu.” Tavuk körpe ve zayıf olduğu sürece,
çiftçi onu semirtmek istedi; pazar için yeterince şişman hale gelince de onu
öldürme zamanı gelmişti.
Russell
bizi basit tahminlerde bulunmamız için uyarmak istiyordu. Masum tavuğun
hikayesi bize şunu hatırlatır: Eğer geçmişte işlerin nasıl yürüdüğünü
anlayamazsak bunların gelecekte de olmaya devam edeceklerini varsayamayız. Tavuğun
bir gün kendi dünyasının parçalanabileceğini tahmin edememesinde olduğu gibi
bizlerde geleceğe doğru uzanan değişikliklere karşı kör olabiliriz.
Demokrasinin
geleceği hakkında doğru tahminlerde bulunmak istiyorsak, ‘tavuk sorusunu’
sormalıyız. Demokrasinin geçmişteki istikrarını acaba artık mevcut olmayan
koşullar mı sağlamıştır?” (a.g.e. MOUNK, Yascha. 2021)
Erdem
ŞENEROĞLU
2023. OCAK.
05
Kaynakça:
ABRAMOWİTZ, Michael J. (2018), ‘Freedom in the World
2018 Democracy in Crisis’, https://freedomhouse.org/report/freedom-world/2018/democracy-crisis
AKIN, A. Z. (2019). Neoliberalizm Etkisinde Sağ
Popülizmin Yükselişi: ABD, Macaristan ve Fransa Örnekleri. Uluslararası
Politik Araştırmalar Dergisi, 5(1), 27-39.
ALTINDAL. Aytunç. 2014. ‘Bilinmeyen Vatikan’ ePub
düzenleme: Meritokrasi
ARAS. İ., & GÜNAR, A. (2018). Birleşik
Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumu: Brexit süreci ve
sonuçları. International Journal of Political Science and Urban Studies, 6(2).
ARRİGHİ, Giovanni. (2000). ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’:
Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri. Çev. Recep Boztemur, İmge Yayınları, Ankara
AYDOĞAN, M. (2005). ‘Türkiye üzerine notlar
1923-2005’. Umay.
BBC News Türkçe Haber portalı. 17 Ağustos 2018
https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-45226072
BERİŞ, H. E. (2019). ‘Demokrasiye neler oluyor?
popülizm ve otoriterleşme tartışmalarına bir bakış’. Liberal Düşünce
Dergisi, 24(96), 27-53.
BON, G. L. (1997). ‘Kitleler psikolojisi’. İstanbul,
Hayat Yayınları.
BOZKURT, A. D. (2019). ‘Geç Dönem Osmanlı
İmparatorluğunda iktisadi düşüncenin gelişmesinde liberal iktisat ve milli
iktisat yaklaşımlarının etkisi: Karşılaştırmalı bir inceleme’, 1800-1914.
Doktora Tezi.
BRENNER, R. (2015). ‘Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon’,
(Çev.: B. Akalın). İletişim Yayınları, İstanbul.
CUMHURİYET.com.tr (2022.10.29) web sitesi
https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/cumhuriyet-tarihinde-gerceklesen-ekonomik-krizler-1997205
COŞKUN, Vahap.
(2022). ‘Nazi Almanya’sında, Hukuk’ perspektif web sitesi,
https://www.perspektif.online/nazi-almanyasinda-hukuk/
ÇAKIR, Gencer. (2021), ‘Yazılar Teori ile Güncelleme’,
https://independentscholar.academia.edu/
ÇELİK, Z. (2012). Neoliberalizmin kısa tarihi. İdealkent, 3(7),
187-193.
ÇETİN, H. (2004). Özgürlüğe Karşı Güvenlik: Hayek’in
“Kölelik Yolu” Eserini Yeniden Okumak.
DAVIES, N. (2011). Avrupa Tarihi, Çev. Editörü:
Mehmet Ali Kılıçbay. Baskı, İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları.
s.246
EREN, A. A., & SARAÇOĞLU, M. (2017).
Kapitalizmin Tarihinde Finansal Krizler: Tarih Tekerrür mü Ediyor?. Ömer
Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10(1),
87-97.
FUKUYAMA, Francis. (2012) ‘Tarihin Sonu ve İnsan’.
Çev. Zülfü Dicleli, Profil Yayıncılık, 3. Baskı
GEISELBERGER, H. (Ed.). (2017). Büyük
gerileme: zamanımızın ruh halı üstüne uluslararası bir tartışma. Metis.,
İstanbul, s.13
GÜLER, M. A. (2015). ‘Kriz ve Yeni Toplumsal
Hareketler’: “İşgal Et” Örneği. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, 17(3), 330-362
GÜNÇAVDI, Öner.
(2022. 11.19) Politik Yol Web Sitesi
https://www.politikyol.com/donusumun-ayak-sesleri-ve-turk-siyasetinin-kayitsizligi/
HARVEY, D. (2015). Neoliberalizmin kısa tarihi, 2.
Baskı, Çev. Aylin Onacak, İstanbul: Sel Yayıncılık. s. (Önsöz,4-5)
HETZEL, R. L., & ÇETİN, Ü. 2012. ‘Milton
Friedman’ın İktisat Bilimine Katkıları’. Liberal Düşünce Dergisi,
(65), 29-56.
HOLLOWAY, John. (2017). ‘Öfke Günleri Paranın Hükümranlığına
Karşı Öfke’. İletişim Yayınları. İstanbul
KANSU Yıldırım, (2017) ‘Büyük Gerileme:
Neoliberalizmin krizi ve sağ popülizmin yükselişi’, K24 Bağımsız İnternet
Gazetesi -2017 Mayıs04. https://t24.com.tr/k24/yazi/buyuk-gerileme,1214
KARAHANOĞULLARI, Yiğit. (2007) ‘Kapitalist Gelişme
Teorisi üzerine bir değerlendirme’
https://www.academia.edu/40377192/Kapitalist_Geli%C5%9Fme_Teorisi_%C3%9Czerine_Bir_De%C4%9Ferlendirme#:~:text=liberal%20teorinin%20devlet,%C3%A7%C3%B6zmek%20de%20zorundad%C3%BDr.
KARA, D. K. (2022). ‘İnsanın Değeri Işığında
Rekabet’, Doktora Tezi, İstanbul T.C. Maltepe Üniversitesi Lisansüstü Eğitim
Enstitüsü
KOVANCI, O. (2003). ‘Kapitalizm, yoksulluk ve
yoksullukla mücadelede tarihsel bir deneyim: İngiliz yoksul yasaları’.
Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.
KURUÇ, Bilsay. 2018, “Yeni bir düzen
arayışı ekonomiden başlar”, 07, 08, 2022 tarihinde erişildi. https://www.politikyol.com/soylesi-prof-dr-bilsay-kuruc-yeni-bir-duzen-arayisi-ekonomiden-baslar/
MARCUSE Herbert (2013) ‘Özgürlük Üzerine Bir Deneme’
Çeviren: Soner Soysal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
MASON, P. (2019). Kapitalizm Sonrası: Geleceğimiz
İçin Bir Kılavuz. Yordam Kitap. s.13
MOUNK, Yascha. (2018), ‘Popülist ayaklanmalar liberal
demokrasiyi nasıl yıkabilir?’, The Guardian News Website of the year, https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/mar/04/shock-system-liberal-democracy-populism
MOUNK, Yascha. (2021), ’Demokrasinin Halkla İmtihanı’,
HշO Yayıncılık, s,16-17
MOUNK, Yascha, (2022. 02. 24), ‘Diktatörler Artık
Rol Yapmıyor’ The Atlantik web sitesi. https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2022/02/democracy-crisis-autocrat-rise-putin/622895/
OCAKDAN, F. Kapitalizme Karşı Direnişin Yeniden
Düşünülmesi Üzerine. Yüksek Lisans Öğrencisi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Sosyal Siyaset Bilim Dalı,
POLANYİ, Karl, 2021, ‘Büyük Dönüşün’, İletişim
Yayınlar İstanbul, s:35
ROBERTS, J. M. (2015) ‘Avrupa Tarihi- The Penguin History of Europe’. Çev. Fethi Aytuna.
İnkılap Kitabevi, s.340,341
RÛDAW Medya Ağı (2019.10.06)
https://www.rudaw.net/turkish/business/061020191
SAFİ. İsmail, A. F. İ. (2018). Neo-liberalizmin
öncüsü hayek’in toplumsal ve siyasal kuramı. OPUS International Journal
of Society Researches, 9(16), 1770-1793.
SENNETT, Richard. (1992), ‘Otorite’, Ayrıntı
Yayınevi, İstanbul,
TORAMAN, Aynur. (2013). ‘Thatcher öldü ama
politikaları uygulamada’. Evrensel Gazetesi. https://www.evrensel.net/haber/54083/thatcher-oldu-ama-politikalari-uygulamada
TÜRK, Cana T. (2020) ‘Demokrasinin Küresel Krizi
ve Demokrasi Algısı Üzerine’
https://www.perspektif.online/demokrasinin-kuresel-krizi-ve-demokrasi-algisi-uzerine/
VERGARA, F. (2006). Liberalizmin felsefi
temelleri. Liberalizm ve Etik, çev: Bülent Arıbaş, İletişim Yayınları,
İstanbul.
Vikipedi Özgür Ansiklopedi web sitesi
https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_ekonomik_krizler
Welzel, C. (2021), ‘Gelecek Neden Demokratik’. Demokrasi
Dergisi, cilt 32, sayı 2, s. 132-44.
YAŞAROĞLU. Ahmet. (2020 Eylül 18) ‘Kapitalizmin
çürümesi’ Evrensel.net Web sitesi Erişim: https://www.evrensel.net/yazi/87173/kapitalizmin-curumesi
YILDIRIM, Cansu. 2021, ‘Türkiye Gelir Dağılımında
Dünyanın En Eşitsiz Ülkelerinden’ Doğruluk payı
YILDIRIM, K., ERDAĞI, B. “Büyük Gerileme:
Neoliberalizmin Krizi ve Sağ Popülizmin Yükselişi”. K24,04.05.2017, https://t24.com.tr/k24/yazi/buyuk-gerileme,1214
YILMAZ, Sait.
(2019), 'Otoriter ve totaliter rejimler', Academia.edu, web
sitesi, https://www.academia.edu/40210167/Otoriter_ve_totaliter_rejimler_
ZOR, F. (1999). ‘Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’.
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C, 15, 43.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder