Bu Blogda Ara

4 Ocak 2023 Çarşamba

Kapitalizm ve Türevleri

 “Tekelci Kapitalizm, Finansal Kapitalizm ve Neo-Kapitalizm”

“Geşmişin tehlikesi esir olmaktı, geleceğin tehlikesi ise robot olmak.” Erich Fromm


Orta Çağ, şifacı bir kadının cadı olarak asıldığı, para ile cennetten toprak satılan, sadece İncil okumanın serbest olduğu bir dönem. Feodalite diye bir şeyin olduğu dönemde, devletler bir bütün halinde değil ve merkezi otorite yokken çok fazla olumsuz sonuçlar doğar. Olumsuz olayların çokluğu, insanların hümanizm düşüncesi ve Eski Çağlara duydukları özlem ile birleşme duygusu; geçmişe olan merakı hızla artırmış ve eski Roma-Yunan medeniyetlerine inanılmaz bir ilgi başlatmıştı. Kişisel düşüncelerin değişmesi ile toplumun da değişmesi kaçınılmaz olmuş, yeni oluşumların başlaması ve gelişmesine yol açmıştı.

Bir dünya düzeni çökmeye başlarken, o düzen üstüne yeni düşünce ve düşüncelerin kaplaması geçmeye başlar. O düşünce ve düşünceleri anlamak için, kaynağına kadar gitmek, ‘onu anlamak’, ‘bu nedir’ soruları, ‘nedenleri’, sizlerin ne olduğunu bilmeniz, sizi aydınlığa aydınlık akla çıkartır.

Fukuyama, ‘Tarihin sonu ve İnsan’ kitabının giriş kısmında şunları anlatmakta, 1989 yaz aylarında The National Interest dergisinde ‘Tarihin Sonu mu?’ “Makalesin de son yıllarda hükümet sistemi olarak liberal demokrasinin insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve nihai siyasal yönetim biçimi olduğu ve Soğuk Savaşın sona ermesinin aynı zamanda tarihin sonu olduğu konusunda, yasallığı üzerine dünya çapında dikkate değer bir anlaşmanın oluştuğu ve aynı zamanda monarşi, faşizm ve son zamanlarda da komünizm gibi rakip egemenlik biçimlerinin liberal demokrasiye yenik düştüğünün ortaya çıktığını göstermiştim demekte.” Devamın da sözlerine şöyle devam etmektedir. “Gerek Hegel gerekse Marks insan toplumlarının, kölelik ve tarımsal kendine yeterlilik üzerine kurulu ilkel kabile toplumundan başlayarak ve teokrasinin, monarşinin ve feodal aristokrasinin çeşitli biçimlerinden geçerek modern liberal demokrasiye ve teknik ilerleme tarafından belirlenen kapitalizme kadar bağlantılı bir gelişme gösterdiğini kabul etmişlerdi. Bu gelişme, düz bir çizgi izlememiş olsa da ne bir rastlantıydı ne de insan aklının dışında cereyan etti. İnsanların yaşamının tarihsel “ilerleme” ile gerçekten daha iyi ya da daha mutlu olup olmadığı sorusu ise tarihsel sürecin kendisiyle ilgili değildir. İnsan toplumların gelişmesinin sonsuza kadar sürüp gideceğine ne Hegel ne de Marks inanıyordu. Daha çok, insanlık en derin özlemlerine uygun düşen bir toplum biçimine ulaştığını da gelişmenin sona ereceğini kabul ediyorlardı.” (FUKUYAMA, Francis. 2012)

Rönesans, “yeniden doğuş” başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına almış tarihi bir dönemdir. Rönesans, Orta Çağ’dan sonra Avrupa'nın kültürel, sanatsal, politik, ekonomik, bilim ve sanatta yenilenme dönemi. Avrupa ile başlayıp global hale gelen Rönesans’ın gelişim sonuçlarına baktığımızda: Avrupa, kilise baskısından kurtulup modernleşme çağına geçmiş. Kilisenin oluşturduğu skolastik düşünce yapısı yıkılmıştı. Reform hareketlerine alt yapı oluşmuş. Ekonomi ve eğitimde gelişmeler olmuştu. Deney ve gözleme dayalı bilim gelişmeye başlamış, böylece özgür düşünce ile yeni sanat akımları ortaya çıkmıştı.

Avrupa'da, özellikle de Batı Roma'nın sürdürücüsü olan Latin bölümünün, bu gelişmeleri sağladığı söylenebilir, yoksa Doğu Roma'nın Rönesans'ın gelişiminde doğrudan bir etkisi ya da rolü olmamıştır denilebilir ki bu da tartışmaya açıktır. Rönesans döneminde batının Latince dilini öğrenmesi ile Antik Yunan filozoflarının yazıtları ve düşüncelerini tercüme edip, matbaanın da icadı ile bu bilgilerin basılı şekilde tüm Avrupa’ya yayılması, “Aydınlanmanın” başlamasına yol açtığını kabullenmek ile doğru düşünmeye başlamamız olmalıdır.

‘Aydınlanma’ olduğuna göre, burada kullanılan kriterin insan aklı ve kolektif zihin yapıları olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten de bu açıdan, Eski Yunan ve özgür aklın doğuşu; Orta Çağ ve skolastik karanlık; Rönesans ve Reform hareketleriyle aklın yeniden uyanışı; Aydınlanma ve aklın üstün bir değer olarak yüceltilmesi ve nihayet, aklı yeniden sorgulayan ve eleştiren post-modern akımlar, soyut bir düşünce tarihi temelinde, tarihî evrimin başlıca dönemlerini oluşturdular.

“Avrupa, Rönesans’ın sunduğu düşünce özgürlüğü ile Katolik Kilisesi’nin egemenliği altındaki Orta Çağ’ın skolâstik düşüncesinden kurtularak, Reform hareketlerine geçmiş. Yapılan ‘Reformu’lar, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi hayata geçiren Avrupa uluslarını yeni keşifler yapmaya yönlendirmiş, yapılan keşifler Avrupa’nın ekonomik yapısında köklü değişimler yaratmıştır”. (BOZKURT A.D 2019)

Rönesans entelektüelleri, Orta Çağlarda yaşayan mevkidaşlarına kıyasla çok daha laik, hatta örf ve âdetlerin ufalandığı bir dünyada yaşamaktaydı. Rönesans büyük bir felsefe çağı değildi, fakat ortaya çıkardığı fikirler kesinlikle insancı bir etiket taşımaktaydı. Rönesans pek çok bakımdan modern bilimin ışımasına tanıklık etti, ancak kendisi ışık değildi.

Rönesans dönemiyle gelişmeye başlayan bilimsel çalışmalar, bilgi ve yöntem konusunda belli bir şüpheciliğe yol açmıştı. Çünkü Rönesans düşünürlerine göre iyi bir yöntem ile evrensel doğruluk bulunabilirdi. Descartes bu düşüncenin ilk öncülerinden sayılanıdır. TİMUÇİN, A. hocanın dediği gibi Felsefe ‘İnanmak’ İçin Değil ‘Düşünmek’ İçindir.

Şair ve edebiyat eleştirmeni İngiliz John Addington Symonds (1840–1893), Rönesans hakkında şöyle yazmıştır: ‘Avrupa halklarının ortaya koyduğu insani ruh tarafından ortaya çıkartılan bilinçli özgürlüğe ulaşmanın tarihidir’.

Fransız tarihçi Paul Hazard, “Avrupa’nın vicdani buhranı” kitabında, On Yedinci yüzyıl da entelektüel dünyadaki çalkantıyı şöyle tanımlar. On Sekizinci yüzyıl aydınlanmasını hızlandıran “buhran” olarak belirleyebileceğimiz gelişmeler tatbikî bir felaket olarak değerlendiremeyiz.

On Sekizinci yüzyılın Paris’in de Fransız taşrasının toplanılan salonlarında, Mason localarında ve kahvehanelerinde konuşulan konular, makineler ve toplum mühendisliği, doğa yasaları ve eğitim gibi konuların olduğudur. Bu konuşulanlar filozofların istedikleri gibi gerçekleşmekte olduğu bilinmektedir. Aydınlanma karşıtı saldırılar düzenlenmeyi başlamaları ve bazılarının başarmalarına rağmen, filozoflar geleceği temsil ediyor. Batı’nın, Bilim Çağı’na kesin olarak girmesi de onların sayesinde oldu denilebilir. Her şeyi merak eden, karıştıran, düşünen insanlar, yazdıkları ile aydınlanma devriminin önünde duramadı. Yaşamı diken ekilmiş bir tarlaya benzeten Voltaire, “insanların başlarına ne geliyorsa bir odada sessizce oturmasını bilmedikleri için geliyor demekten” kendini alamamıştır.

On sekizinci çağın başlarında Filozofların kullandıkları kelimeler, bize akıllarının nasıl çalıştığına dair ipucu verir. “Akıl” “doğa” ve “ilerleme” kelimeleri gerek metinler gerekse diyaloglarında diğer kelimelere nazaran daha sık kullanılmaya başladığı, akılın tam gerçeğe ulaşabilmesi için, ‘eleştirel akıl’ olmalıdır, demek en doğru söylem olarak kabullenmeliyiz.

Avrupa’da İlk sanayi devrimi İngiltere’de gerçekleşmişti. 1820’lerin başında sanayi devrimini tamamlayan İngiltere, Avrupa’da rakipsiz duruma geldi. O tarihlerde henüz sanayi devrimini tamamlayamayan Kıta Avrupası ülkeleri, İngiltere sanayi ürünlerinin kendi pazarlarına girmesini engellemek için korumacı önlemler almakta buldular. Bu durum karşısında İngiltere, kendisine yeni pazarlar aramaya başladı. Zira sanayi devrimi sonucunda ürünler; el emeğine dayalı geleneksel üretim düzenine göre çok daha ucuz, seri ve bol miktarda üretilmeye başlandı. Bu yeni üretim şekli, önce Avrupa’nın daha sonra diğer ülkelerin geleneksel üretim düzenini alt-üst etti.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, 16. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında, Avrupa devletlerine tanımış olduğu kapitülasyon hükümlerini, adı geçen yüzyıllarda yeterli olan bu düzenlemeler, 19. yüzyılda gelişen Avrupa sanayi kapitalizmi için yeterli olmamış ve kapitülasyonların mutlak bir ‘laissez faire-laissez passer’ (bırak gitsin-geçmesine izin ver) ilkesine aykırı olan hükümleri, 1838-1846 yıllarında Avrupa devletleri ile imzalanan ticaret sözleşmeleri ile kaldırılmıştır. 19. yüzyılda, birçok ülke ile ticaret antlaşması imzalanmış. Antlaşma yapılan ülkeler arasında İsveç, Sicilya, Amerika, Rusya, Portekiz, Toskana, Belçika, İngiltere, Fransa, Sardunya, Hamburg, Prusya, Danimarka, Brezilya, Avusturya, Meksika ve Hollanda bulunmaktadır. Bu ülkelerle sayısız antlaşma imzalanmıştır.

Özellikle, 1838 yılında imzalanan Serbest Ticaret Antlaşması’ndan sonra, ülkelerle imzalanan antlaşmalar, serbest dış ticaret rejimi düşüncesi etrafında şekillenmiştir. Bu antlaşmaya dayanan serbest dış ticaret rejiminin, Osmanlı Devleti’nde uygulanmaya başlaması ile, kendi sanayilerini gümrük duvarları ile kontrol altına alan Avrupa devletlerinin sanayi ürünleri karşısında rekabet gücünü kaybeden Osmanlı zanaatları, gedikli esnafının direncine ve ıslah-ı Sanayi Komisyonu gibi girişimlere rağmen, gerek bilgi, teknoloji ve gerek sermaye birikiminin yetersizliği gibi olumsuz koşullardan büyük darbe yemiştir. 

Fransız tarihçi E.D. Engelhardt, Türkiye'ye gelerek, uzun süre araştırmalar yapan ve Tanzimat hareketi konusunda güvenilir eserler vermiş ve “Tanzimat” adlı kitabında şöyle dile getirmiştir: “Tanzimat, Avrupa’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde gerçekleştirdiği manevi bir fetih hareketidir.” (AYDOĞAN, M. 2005)

Avrupa bu fırsatı da gerekli ticari kazançlarını artırmaya devam etmiş ve gelişimi üzerinde Osmanlı başta olmak üzere Uzakdoğu ülkeleri, Afrika ülkelerini de soğurmaya devam etti.

Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa'da 18. ve 19. yüzyıllarda buhar gücü ile çalışan makinelerin gelişmesi ile başlayan, hızlı ve verimli üretim yapılabilmesi sayesinde endüstri kavramını doğuran süreçtir. Yeni buluşların üretim faktörlerine uygulanması ve yenilikçi endüstriyel icatların geliştirilmesi ile Avrupa'da ki sermaye birikimini arttırmasını sağlamış. Bunların sonucunda ortaya çıkan sömürgecilik, bankacılık ve sigortacılık, burjuvazinin gelişmesi ve orta sınıfın zenginleşmeye başlamasına paralel olarak kapital birikimi oluşmaya başlaması ile yeni yatırım alanları aranmaya başlamıştır.

Onur Kovancı’nın Kapitalizm, Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz Yoksul Yasaları’ Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları Tezler Dizisi: 14, de yayınlanan, Yüksek Lisan Tezinde bahsettiği: “Endüstrileşmenin toplumsal ve ekonomik sorunların tek çözümü olduğu düşüncesi bu nedenle hâkim bir eğilimin ifadesiydi. Ancak bu yaklaşım beraberinde öngörülemeyen bazı sorunlara neden olmuştur. Bu sorunların en önemlilerinden biri üretimin asıl unsurlarından biri olan emek ile ilgilidir. Bilindiği üzere ‘laissez faire-laissez passer’ (bırak gitsin-geçmesine izin verdim) temel ilkelerinden biri, emek dahil bütün üretim unsurlarının bir piyasasının bulunması zorunluluğudur” (KOVANCI, O. 2003). 

Kapitalist sistemin gelişimi içerisinde uygulama alanı bulan tüm ekonomi politikalarının amacı da sermaye birikiminin hızını arttırmak ve birikimde sürekliliği sağlamaktır. Bu dönemde sermayenin altın çağı gibi geçerken, yoksullar, emek ve ezilenlere karşı devletler sessiz kalarak hiçbir şey yapmadıklarına tanık olundu. Serbest piyasa ekonomisinin işleyiş sistematiğinde devlet, yoksulların yararına koruyucu önlemler aldığı zaman, kapitalizm savunucuları tarafından ‘doğal olmayan' ve ‘yıkıcı’ bir ‘müdahale’ olarak nitelenirken, bu tür siyasalar serbest piyasa ekonomisinin yerleşmesi ve etkin işlemesi amacıyla yapıldığı zaman ‘müdahale’ kavramı içinde veya ‘yoksulları koruma’ olarak anılmamaktadır. 19. yüzyıl içinde devletin müdahaleci örnekleri olarak, Fabrika Yasaları, çalışma koşullarını düzenleyen yasalar, çocuk ve kadın emeğinin korunmasına yönelik düzenlemeler, vb. gibi örnekleri görebiliriz.

Makina Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Küresel Finansal Krizin başlangıcı ile 2009 yılın da ‘Küresel Ekonomik Krizler Söyleşileri’ toplantısında Prof. Dr. Korkut BORATAV hocanın, Kapitalizmin Krizi ve Türkiye’ isimli söyleşi de aktardığı, “Hafif tertip Marksizm ile dirsek teması olan bir İngiliz iktisatçısı şöyle derdi: “Sömürülmek çok kötü bir şeydir; ama daha kötüsü, sömürülememektir.” Bunu kapitalist bir sistemde emekçilerin konumunu kastederek söylüyor: Sömürülürsen yaşayabilirsin, sömürülemezsen boştasın, işsizsin, yaşayamazsın.”

Bu yazıyı okuyunca, 1970’i yıllarda okuldaki hocalarımızın söyledikleri aklıma geldi. Orta sınıf, sistem için çok önemli. Orta sınıfın yok edilmemesi gerekli. ‘Orta sınıf’, sistemin yaşaması için gerekli bir faktördür. Dediklerinde anlamlaştırmak da zorlansam da nasıl yapıldığını ve yapısının nasıl işlediği konusunu, çalışma hayatımızda acık, seçik görerek anlamış oldum. Seçilmiş toplumların içinde kurulmuş bu düzenle mücadele edebilmek zor ve kolay olmuyordu.

Mahfi Eğilmez’in ‘Kendime Yazılar’, kendi web sitesinde ki 24 Mart 2012’deki ‘Kapitalizm ve üç büyük krizi’ isimli yazında: İkinci Dünya Savaşı sonrasın da yeni bir ekonomik Dünya düzeni kurmak için ABD’nin Bretton Woods kasabasında toplanan ve kasabanın adıyla anılan konferansta İngiltere adına “Keynes Planı” nı sunulmuştur. Konferansta ABD’nin Maliye Bakanı’nın planı kabul edilmiş ancak bu planda da John Maynard Keynes’in büyük katkıları yer almıştır. Genel Teori (İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi) adlı kitabında, sonradan Keynesyen ekonomi ya da karma ekonomi adıyla anılacak olan devlet müdahalelerinin formülünü ortaya koymuştur. Deflasyonist bir gelişmeden depresyona geçen kapitalist dünya ülkeleri ekonomiye devlet müdahalesi yapmak suretiyle ekonomilerini canlandırmıştır.

Kapitalizmin tarihinde hiçbir kriz kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Krizler, bir ideoloji etrafında uygulanan bir dizi politikanın sonucunda gelişirler. Dünyanın son 40 yıldır içinde bulunduğu neoliberal küreselleşme anlayışının bir sonucu olan kriz, belirtilen süreçte uygulanan politikaların bir ürünüdür. Ayrıca kriz, kendisinden öncekilerden farklı şekilde, neo-liberal ekonomi politikalarının hâkim olduğu dönemde finansallaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.  Anlayacağımız kapitalizm kendi krizini kendisi üreten bir yapıya sahiptir denilebilir.

Böylesine duyarsızlıklar İkinci Dünya savası sonrası, Milton Friedman’ın Serbest piyasa ve sadece sıkı para politikasına önem veren, hiç piyasaya ve sosyal konulara karışmayan bir küçük devlet prensiplerine inanan fikirler taşıyan çok doktriner bir ekonomiciler grubunun yetişmesine ön ayak oldu. “Friedman iki hipotezi kabul etti. İlk olarak, merkez bankaları enflasyon ve deflasyondan sorumludur. İkincisi, piyasalar kaynakları tahsis etmek ve makroekonomik dengeyi sürdürmek üzere etkin şekilde çalışırlar (HETZEL, R.L.&ÇETİN. Ü 2012).”

“Margaret Thatcher'ın bir zamanki danışmanı olan Alan Budd'ın açıkça itiraf ettiği gibi, 1980'lerin başında enflasyonla mücadele kılıfı altında işsizliğin artırılması ve işçi sınıfının güçsüzleştirilmesi hedefleniyordu.” Todd, “Marksist terimlerle söylenecek olursa, kapitalizmin krizi tertip edildi, ki bu da yeniden yedek işçi ordusu yaratılmasına ve kapitalistlerin bunun akabinde çok daha yüksek oranda kâr etmesine yaradı," der (HARVEY, D. 2015)

Kapitalizmin neredeyse son 40 yıllık örgütlenme biçimini oluşturan neo-liberalizmin ilk denemeleri 1974 yılında Şili’de Devlet Başkanı Salvador Allende’nin bir askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılıp yerine Augusto Pinochet yönetimindeki baskıcı rejimin iktidara getirilmesiyle başlamıştı. “Takip eden bu süreçte 1979 yılında İngiltere’de Margaret Thatcher’ın ve 1980 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Ronald Reagan’ın iktidara gelmesiyle birlikte ise neo liberalizm dünya genelinde meşru bir ideoloji halini almıştır.” (GÜLER, M.A. 2015)

İlginç bir şekilde bu liderler, bundan önceki siyaset anlayışını ve siyaset bilimi disiplinini çok önemli bir
meydan okumayla karşı karşıya bıraktılar. Popülist liderlerin demagojiyi çok fazla ön plana çıkarttıklarını görüyoruz. Rahatlıkla fikir değiştirebiliyorlar veya tutarsız söylemlerde bulunabiliyorlar, ancak bundan da çok çekinmiyorlar. Önemli olan söylemlerinin toplumda karşılık bulması ve buradan bir çıkar sağlamalarıdır.

Arkeolog ve tarihçi olan Neil Faulkner ‘A Marxist History of the World From Neanderthals to Neoliberals’ (Pluto Press, Londra, 2013) kitabında anlattıkları, Türkiye’nin 2002 ve sonrası dönemde, ekonomik ve sosyal gelişmelerini çözümlemesini yaptığımızda: Hızla büyüyen, “açgözlülük iyidir” anlayışıyla neoliberal, İstanbul’da sokaklarda demokrasinin yokluğu bir norm olmuştu. Kültürel muhafazakârlık ve şirketler iktidarı ile ortak anlayış içinde, göz alıcı ışıltısının altında zehirleyici sonuçlar doğurmuştu. Bunlardan biri, yoksullaşmış veya yoksullaştırılmış köylülerin yaşamlarını edilgen bir muhafazakârlık içinde sürdürdükleri, Anadolu’nun ücra yerlerindeki geri kalmış köylerin ve belki de kırsal kesimin yoksulluğundan kaçanların, şehir kapitalizminin sınırlarında var oluş mücadelesi verdikleri hareketli gecekondu mahallelerinin dünyası. Sefalete dair istatistikler, gittikçe kötüleşen görüntülere neden oldu.

World Inequality Lab. (Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı) tarafından hazırlanan 2022 Dünya Eşitsizlik Raporunda, dünya genelinde ve ülkeler bazında gelir ve servetteki eşitsizliklere odaklanan raporda eşitsizlik ölçüsü olarak nüfusun en çok ve en az kazanan kesimlerinin, toplam gelirin yüzde kaçına sahip olduğu göz önüne alınıyor. “Bu raporda Türkiye’de ise 2021’de nüfusun en çok kazanan %10’unun yıllık ortalama geliri, en az kazanan %50’lik kesimden 23 kat fazla. Bu skorla Türkiye, Brezilya, Meksika ve Hindistan gibi ülkelerle birlikte dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkeler arasında yer aldığını” (YILDIRIM, C, 2021) görmekteyiz. Böyle ekonomik yapısız ve kaos içinde ki Ülke için, solcu bir iktisatçı ve gazeteci olan Paul Mason: Taksim Meydanı hareketi ile 1871 Paris Komünü ’nü karşılaştırdığında, aradaki farkın Paris’te ki hareketin, tutku eksikliği değildi. Kadınlara siyasi haklar tanımamış ve devrimi şehrin dışına yaymak için ciddi bir girişimde bulunmamıştı. Diye Açıklıyor.

Sonuçta kapitalizmin dünya piyasalarına hâkim olması ile Dünya ve Avrupa da ki ‘Toplumsal Sınıf’ yapısının değişmesiyle ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümlere yol açtı. Ülkeler ve ülkelerin halkları arasında ki gittikçe artan gelir dağılımının adaletsiz bölüşmeleri sıkıntılara yol açtı. Bireyler tek başına mücadele de yetersiz oluştuğunun farkına vararak, örgütlenmeye ve hak arayışına geçtiler.

Sanayi devrimi sonrasının dünyası, 20. yüzyılın başında artık yıkılmaya mahkûmdu. Sanayi Devriminin yarattığı teknolojiler, üretimin örgütlenmesi, ideoloji (liberalizm), siyasi yapı (ulus devlet) ve parasal düzen (altın standardı) yarattığı etkiler nedeniyle kurulu düzeninin sarsılmasına yol açıyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde tekelleşme, oligopolleşme (piyasası çoğunlukla 2,3,4 oyuncunun hakimiyetinde şekillenen piyasa) eğilimleri güçleniyor, arkadan gelen devletler öndekilere yetişmek için liberalizmden kopup korumacılık yönünde eğim göstermelerine, büyük işletmelerde toplanan işçiler patronlara karşı örgütlenmeler oluşuyordu.

Dünya üzerinde ki yaşam, her ülke ve vatandaşlarının sınıf farkını gözetmeden yaşam standartlarının gerilemesi ki bu her yönü ile daralma da diyebiliriz. Krizler finans kesiminde ortaya çıkmış olsa bile esas etkiyi üretim ve kazanç da gösterir. Krizin görüldüğü ülke ile başlayan ve diğerlerini de etkileyen mal, hizmet, üretim, döviz fiyatları üzerinde kabul edilebilir seviyelerin ötesinde yaşanan şiddetli dalgalanmalar sonucu olarak düşünmeliyiz. 1929 burhanın çıktığı ve 1930'lu yıllarında başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hem iç hem de dış ticaret karları düşmeye başladı. Para ve bankacılık krizlerinin de baş göstermesiyle birlikte liberalizmin yeterli olmadığını düşünen birçok ekonomist, Neoliberalizm teorisini geliştirdi. Mevcut şartlar gereği bu sistem, klasik liberalizme göre çok daha ekonomi odaklı bir sistem olarak kabul gördü. Liberalizmde devletin serbest piyasa ekonomisi ile yönetilmesi gerektiği savunulur. Neoliberalizmin iktisadi yapılanmasında ise özel teşebbüs ekonomisi öne çıkar. Kısaca Neoliberalizm, üretimi sanayi ve ticarete dayalı, serbest piyasa ekonomisidir. Devletin sosyal demokrat yapısı ve anlayışı kısıtlanmış ve sermaye yönüne kaymış olduğu görülür.

Kayahan Uygur 30.05.2021 tarihinde Odatv.com da “Liberalizm ve ABD hakkında bildiklerinizi unutun: İflas etti” yazısında, “ABD Başkanı Joe Biden’ın açıkladığı 2021 yılı bütçesin 6 trilyon dolarlık astronomik bütçesinde, Kamu yatırımlarının tarihte görülmedik şekilde artması ve sosyal devlet yönündeki girişimler bütçenin en dikkat çeken yanları olarak görüldüğü ve bu çıkarımdan da ABD medyası ve yorumcular artık açıkça ‘neo-liberal dönemin bittiğini’ söylüyorlar.

Çin ve benzeri ülkeler piyasa ekonomisinin kurallarını uygulamışlar fakat hiç de liberallerin sandığı gibi kendiliğinden batı tipi demokratik ve insan haklarına saygılı toplumlarına dönüşmemişlerdir. Tam tersine, üst yapıdaki despotik devlet mekanizmasını güçlendirmiş, hatta küresel rekabette öne geçmek için devleti ek bir silah olarak kullanmışlardır. Yaşanan bunca deneyimden sonra, demokrasi ve insan haklarının liberal piyasa ekonomisin paralel bir sonucu olmayıp bir kültür, uygarlık ve eğitim işi olduğu anlaşılmıştır”.

Kapitalizm çöküyor mu?

Aristoteles'in Metafizik adlı eseri şu sözlerle başlar: "Bütün insanlar doğal olarak bilmek ister."

Ahmet Yaşaroğlu’nun Evrensel net web sitesinde, 18 Eylül 2020 tarihinde ‘Kapitalizmin çürümesi’ isimli yazısında kısaca ve net olarak söylediklerini irdelediğimizde: Burjuvazinin ve emperyalizmin ideologları, şimdi koronavirüs hastalığı (COVID-19) salgını, kapitalist ekonominin içine düştüğü çıkmazı örtmek için kullanıyorlar. Deniyor ki, “Yapacak bir şey yok, salgın var ve her şeyi etkiliyor.” Demekle yetiniyorlar.

“Kapitalist sistemde üretim araçlarının özel mülkiyeti, sürekli artı-değer ve kâr üretmeye yazgılı olduğu, üretilenlerin de satılmak zorunda olduğu. Satılmadan artı-değer, ya da onun başkalaşmış biçimi kâr realize edilemiyor. Kapitalizmi çürüten ve asalaklaştıran koşulların temeli başka bir yerde. Nedenlerini araştırınca, yüzlerce trilyon dolar çok dar bir kesimin elinde birikmiş durumda ve bunlar kesinlikle yatırıma ve üretime gitmiyor. Bu yüzdende tüm dünyada sabit sermaye yatırımları sürekli geriliyor”. Bu durgunluk veya duraksamayı pandemi salgınıyla açıklamak belki de abartma gibi olabilir mi?

“AB’de sabit sermaye yatırımları 2016’da GSYH’nin yüzde 19.7’sine tekabül ederken, bu oran 1996’da yüzde 21’di. Üstelik bu yatırımların neredeyse yarısı inşaata, (tek inşaatçılar bizimkiler değil). Çeyreği de silahlanma üretimine ilişkin yatırımlara gittiği görünmekte. Kısaca üretimden kopuk finans sürekli şişiyor ve tüm sistem için kararsızlığın ve dengesizliğin önemli bir aktörü olarak uluslararası piyasalarda dalgalanmalar yaratıyor. 1980’de dünyada ki finansal varlıkların (banka mevduat ve kredileri, hisse senetleri, tahvil ve bono) toplamı 12 trilyon US dolar, dünya GSYH’si 10 trilyon US dolardı. 2007 sonunda küresel finans varlıkları toplamı 196 trilyon US dolar, dünya GSYH’si 55 triyon US dolar olmuştu. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi küresel finans varlıkları 16 kat, GSYH ise 5 kat artmıştı. “Türev” enstrümanlara yapılan kontratlar hacmi 1998’de GSYH düzeyindeyken, 2007 sonunda 600 trilyon doları aşmış. Bugün bu rakamlar daha da büyük oranlara ulaşmış durumda görülmektedir.”

“Lenin 20. yüzyılın başında tekelci kapitalizmi çürüyen ve asalak kapitalizm olarak tanımlamıştı. Mali sermayenin egemenliğinin artmasıyla, “Kupon keserek yaşayanlardan” ibaret üretimle hiçbir ilgisi olmayan asalak bir sınıf türemişti”. O yıllarda kendilerine bağımlılık sağlayacak orta sınıf anlayışının hakimiyeti da yaygındı.  Bugün bu eğilim en uç noktasına ulaşmıştır ve orta sınıfın ortadan kalması, ekonomik yapısalda çürümeye kadar ulaşmıştır. “Dünyanın tepesindeki birkaç ülke ve bir avuç süper zengin bağımlı ve geri ülkelerin kanını emmeye devam ediyor” ki, o da kendi ayağına sıkmak gibi olabilir. (YAŞAROĞLU A. 2020.09.18.)

Şili’li iktisatçı ve gazeteci olan Vergara, 2006 yılında ‘Liberalizm Felsefe Temelleri’ isimli kitabında, “1980’li yılların başlarından bu yana moda haline gelmiş, ne yazık ki o da ‘liberalizm’ diye adlandırılmış olan ve bu tarihten sonra da dünyanın birçok siyasal elit, siyasiler ve hükümetleri etkilenerek uygulamaya koymuştur. Bu düşüncenin çağdaş başlıca kuramcıları (Milton Friedman ve Friedrich Hayek), kendilerini, klasik liberallerin mirasçıları olarak ilan etmişler ve çoğunlukla öyle adlandırılmışlardır. “Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher hükümetlerini (1979-1990) ve ABD’de Ronald Reagan hükümetini (1980-1988) etkilemekle kalmamış, aynı zamanda Fransa’da ve İspanya'da sosyalistlerin, Yeni-Zelanda'da ve Büyük-Britanya’da işçi partilerinin, Arjantin'de Peroncuların kurdukları hükümetler, vd. üzerinde de etkili olmuştur; ‘Washington Konsensüsü’ adı altında, Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) ve Dünya Bankası'nın, Üçüncü Dünya ülkelerine dayatmaya çalıştıkları, gelişme stratejisinde izler bırakmıştır.” (VERGARA, F. 2006)

Paul Sweezy, Kalkedon Yayınlarından 2007 de çıkan ‘Kapitalist Gelişme Teorisi’, isimli kitabı üzerine Yiğit Karahanoğulları, değerlendirmesi üzerine yazdığı yazısında şunları aktarıyor. “Liberal teorinin devlet tanımıyla, yani toplumun ortak çıkarları çerçevesinde sosyal çelişkilerin arabuluculuğunu yapan devlet tanımıyla, kapitalist devlet olgusunun çözümlenemeyeceği açıktır. Toplumun sınıflı yapısını ve verili mülkiyet ilişkisinin devamlılığını garanti altına alan bir yapıdır devlet. Devletin işlevi, işçi sınıfının güçlendiği ve sınıf çatışmalarının arttığı belirli geçiş dönemleri dışında, nihayetinde düzenden yararlanan sınıfın lehine, yani kapitalist sınıfın lehine bir işlevdir. Devlet aynı zamanda kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan sorunları çözmek de zorundadır.” (KARAHANOĞULLARI, Yiğit 2007)

Sovyetler Birliği'nin 1990'larda çöküşü Marksist düşüncenin itibarına darbe indirdi, özellikle Batı ülkelerinde Marksizm üniversite kampüslerinde ve ana akım bazı sol partiler içinde "demode" sayılmaya başladı. Marks'ın tanımladığı ve öngördüğü anlamda klasik kapitalist krizlerin sonuncusu olan 2008 küresel mali krizi sonrasında Marksizmin bir analiz yöntemi olarak yine bir canlanma dönemine girdiğini söylemek mümkün.

Batı kısmındaki Kapitalist ülkeler böylesine çıkmaz sokağın sorunları ile uğraşırken, David Harvey, 2015 yılında çıkan, ‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ kitabında bahsettiği gibi, ekonomi tarihçileri geçmişte nelerin olduğunu araştırırken, “1978-1980 yılların yaşandığı dünyanın sosyal ve ekonomik tarihinde devrimsel bir dönüm noktası olarak görecekleri muhakkaktır” demiş.

Deng Xiaoping (Okunuşu; Denk Şavkın), Çin de reformist olarak bilinen devlet adamı, politikacısı, 1978-1992 yıllarında Çin'in de "Kanuna göre" veya "hukukî olarak" devlet başkanıydı. “1978'de, Deng, komünistlerce yönetilen ve dünya nüfusunun beşte birini oluşturan bir ülkede, ekonomiyi liberalleştirecek ilk ciddi adımları attı”. (a.g.e. HARVEY, D. 2015) Yascha Mounk ‘un ‘Demokrasinin Halkla İmtihanı’ kitabında söylediği gibi, “Çin’in komünizm bayrağı altında uyguladığı benzersiz ‘devlet kapitalimi’ sistemi bu ülkenin sıra dışı tarihsel özelliklerini paylaşmayan ülkeler tarafından pek taktir edilebilir”. (MOUNK, Y. 2021) “Deng ‘in çizdiği yol, yirmi yıl içinde Çin'i kapalı bir geri kalmışlıktan çıkarıp, devletler tarihinde hiç görülmemiş sürdürülebilir büyüme oranlarıyla, kapitalist dinamizmin açık bir merkezi haline getirdi.” (a.g.e. HARVEY, D. 2015) “Çin’in doğu yakası deniz aşırı ülkesinde farklı koşullarda ve tanınmayan Paul Volcker, 1979'da Jimmy Carter Başkanlığın da Fed Başkanlığına görevine atandı.” Volcker ilk Başkan olduğu dönemde çift hanelere ulaşan enflasyonu kontrol altına almak için faiz oranlarını %21,5 ile benzeri görülmemiş yüksek sayılabilecek seviyelere yükseltmiş ve para politikasını önemli ölçüde değiştirdi. Çin’in bu yıllardaki batı yatırımlarını anlamlandıranlar, ucuz işçiliği bahane ediyorlar ve asıl “Know How” ın verilmediğini söylüyorlardı. Çin’i yönetenler buna karşı eğitim ve araştırmaya büyük yatırımlarını yaparak kapatmaya çalıştı.

HARVEY, 2015 ‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ kitabın da “Bu büyüklükte ve derinlikte dönüşümler tesadüfi meydana gelmez. O içinde, genellikle ‘küreselleşme’ tabiri kapsamına sokulan bu yeni ekonomik oluşumun eskisinin içinden hangi araç ve yollarla çıkarıldığını soruşturmasak anlamlandıramayız. Volcker, Reagan, Thatcher ve Deng Xiaoping; hepsi de uzun zamandır dolaşımda olan azınlık argümanlarını alıp, çoğunluk argümanlarına çevirmeli” diye açıklanabilir.

Neoliberalizm sadece iktisadî değil, sosyolojik ve sosyopsikolojik birçok bakış acısı bulunan çok kapsamlı bir gerçeklik olarak kabullenmeli diye düşünmeliyiz.

Neoliberalizmi, kapitalist üretim tarzının içinde bulunduğumuz evresine özgü bir sermaye birikim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Sermaye birikim biçimi, belirli bir iç sınıf yapısı ile uluslararası kapitalizmle belirli bir bütünleşme tarzının birleşimidir diyebiliriz. Ülke içindeki sınıfların birbirine göre konumları ile ülkenin kapitalist dünya hiyerarşisindeki konumunun eklemlenmesi, bir sermaye birikim biçimi oluşturur.

Avrupa tarafında, Margaret Thatcher, on yıldır ülkeyi kuşatan korkunç enflasyonist durgunluğa son vermek ve işçi sendikalarının gücünü azaltma misyonuyla Mayıs 1979'da Birleşik Krallığın Başbakanı olarak seçilmişti bile.

Avrupa’da 1990 sonrası yükselen sağ popülizmin toplumsal ve ekonomik nedenleri incelendiğinde, 1980 yılından itibaren kapitalist üretim tarzının devamlılığını sağlamak amacıyla ortaya atılan neoliberal ekonomi politikalarının neden olduğu, yoksullaşma ve gelir adaletsizliği gibi olumsuz etkilerle toplumsal ayrışmaya doğru bir eğilim olduğu göze çarpmaktadır (AKIN, A. Z. 2019).

Yıldırım ve Erdağı ikilisinin 04 Mayıs 2017 tarihine K24 Bağımsız internet gazetesindeki yazısı “Büyük Gerileme ’de neoliberalizm ve sağ popülizm arasındaki ilişkiyi tartışan yazarlardan bir diğeri de Paul Mason ’dur. Thatcherizm ve Brexit arasındaki iktisadi ve siyasi ilişkiyi dile getiren Mason, otoriter sağ popülizmin yapısal dönüşümle ilişkisini beş maddede sıralar. ‘Birincisi’, ‘Gayrisafi Milli Hasıla’ da ki maaş payını düşürmek ve işçilik maliyetini azaltmak için üretim sanayisinin az gelişmiş ülkelere kaydırmak. Böylece David Harvey’in “mekânı yok etmek” le kastettiği gibi, olmakta olan, bir toplumsal sınıfa yerinin önemli olmadığı mesajını vermektir. Yapısal dönüşümün ‘ikinci etkisi’, “özel şirketlerin enformel sorumluluklarının ortadan kaldırılmaktır. Firmaların kar oranlarını arttırmaya yönelik yeni düzenlemeler, kurumsal hayatı finansal dünyanın zorunluluklarına bağımlı kılmak”. ‘Üçüncü etki’, ideolojik olarak devletin küçültülmek. Yani, “ekonomik balonlar başlayıp, offshore vergi cennetlerinin sayısı artınca, düşük vergilerin ikincil etkisi eşitsizliği arttırmak ve sosyal hareketliliği bastırmak” olur. Bildirilmek istenen siyasal mesaj ise sosyal refah devletinin sonunun geldiğidir. Üçüncü etkinin devamı niteliğinde olan ‘dördüncü etki’, “refah devleti politikalarını minimal ölçeğe indirecek özelleştirmelerdir”. Mason, bu dönemdeki ücretli yollar ve demiryolları özelleştirmeleri, yerel otobüs hizmetlerinin karmaşık yapılara bölünmesi gibi bir dizi yapılaşmaları kamu hizmetlerini “pahalı hale getirmek” için yapıldığını belirmektedir. ‘Özelleştirme furyası sonrasında ‘“devlet ve toplum kimse için güvenlik ağı anlamını taşımamaktadır”; Thatcher’ın sembolik olarak toplu konut projelerini sonlandırması işçi sınıfına verilen “tek başınızasınız” mesajıdır” denilmekte. (YILDIRIM, K & ERDAĞLI, B 2017).

Margaret Thatcher Muhafazakâr Parti başkanlığı sırasında, 1979-1990 yılları arasın da Birleşik Krallık'ta başbakanlık yaptı sırada siyasi olarak belirlediği yol, liberal-muhafazakâr doğrultuda, 1980'li yıllarda batılı ülkelerinde devletin iktisadi yatırımlardan çekilmesi, özelleştirme, serbest pazar ekonomisinin desteklenmesi ve işçi haklarının törpülenmesi ile kendisini gösteren neoliberal siyasetin İngiltere de ki uygulayıcısı oldu.

Thatcher’ın başbakanlığı sırasında, Amerika başkanı olan Ronald Reagan ve 1984'te Kanada Başbakanı Brian Mulroney ile pek çok noktalarda benzeşiyorlardı. Muhafazakarlık sadece Anglosakson ülkelerinde baskın ve siyasi ideoloji haline gelmek ile kalmıyor, diğer ülkelerde de yayılıyordu. Türkiye’de 1983'te başbakan olan Turgut Özal da liberal muhafazakârlığı Türkiye'de uyguladı ve Thatcher'a benzer bir iktisadi siyaset yürüttü. Kasım 2002 günü Türkiye genelinde yapılan erken genel seçimle iş başına gelen hükümette aynı ekonomik politikaları 2009'a kadar sürdürdü.  Bu dönemde, Türkiye ekonomisi büyüme göstermiş ve Türkiye'nin GSMH'si Dünya toplamının %1,11'inden yüzde 1,37'sine artış göstermişti.

Aynur Toraman, Evrensel Gazetesinde 13 Nisan 2013 tarihinde ‘Thatcher öldü ama politikaları uygulamada’ isimli yazısında: ‘Politikacılar Thatcher’ı anmak için parlamentoda özel bir oturum düzenledi, bir kısım milletvekili karşı çıksa da. Başbakan David Cameron, Thatcher’ı “Britanya’yı dizlerinin üzerinden kaldırıp yeniden ayağa diken kişi” olarak anarken, İşçi Partisi’nden Glenda Jackson ise “verdiği ideolojik düşünceleriyle sosyal, ekonomik ve manevi zararlarıyla ülkeyi mahveden kişi” olarak Thatcher’ı niteledi’ (TORAMAN, A. 2013).

Thatcher'ın ekonomik miras olarak bıraktığı ekonomik politika nedir? Diye sorduğumuz da kısaca şunları söyleyebiliriz.  “Devlet değil özel, kolektif değil birey”. Bunun karşılığı da neoliberalizm.

Thatcher hükümeti, İngiltere’de sermaye sahibi sınıfın temsilcisi olarak bu sınıfın ihtiyaçlarına yönelik isteklerini yerine getirdi. 1970 yıllarında dünya genelinde sermaye kesimini kar oranındaki düşmeye geçmesiyle yol açtığı kriz döneminde, artık sosyal devletten vazgeçmek, üretken sermayenin üzerinde bir yük olarak görülen kamu sektörünü küçültmek gerekiyordu. Bunun için bütün kamu kuruluşlarını özelleştirmeye açtı. Bu düşünceye varmasını etkiliye ve etkisinde kaldığı, klasik liberalizmin savunucusu ekonomist Friedrich von Hayek’ten ilhamını almasıydı.

Thatcher’ın 1987 yılında "Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler ve kadınlar, bir de aileler vardır." Sözü bugün bile tartışılmaktadır.

Margaret Thatcher’ın 2013 yılında başbakanlığı bırakması sonrası Birleşik Krallıkta başbakan olanlar da aynı iktisadi politikaları devan ettirdiler denilebilir. Ayşenur Arslan Medya Mahallesi programında 11 Haziran 2022 tarihinde ki yayında söylediği: Son başbakanı olan ve istifa eden Boris Johnson İtalya’da Rus Oligark ile görüşmesini devletine bilgi vermemek ve haberdar etmemesi, ayrılışına mal olduğunu söyledi.

Türkiye de bu değişime ayak uydurdu. Serkan Üstün ‘ün 1978-79 yılları ‘Devlet Planlama Teşkilâtı Müsteşarı’ ve 1992-04 yılları ‘Merkez Bankası’nda Banka Meclisi üyesi’ Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile “Yeni bir düzen arayışı ekonomiden başlar” 05. Kasım. 2018 tarihinde Politik.com sitesinde yayınlanan röportajında şunları anlatıyor. Türkiye ekonomisi 12 Eylül 1980 darbesi ile Turgut Özal’ın, hükümeti kurmasıyla yavaş yavaş kapitalizme kendini adapte etmeye başladı. Ülke bu kapitalizmi mi seçti?  Kapitalizmi sevdi mi? İsteyerek mi seçti? Kapitalizmi seçmekle fayda sağladı mı? Elbette kocaman bir hayır. Birileri ve/veya Ülkede ki ve Dünya ekonomik yapılaşmasının böyle olmasını istedi. Türkiye 12 Eylül askeri darbesinden sonra, zorlanarak girdi bu yola. Ülke halkı bu sistemi sevdi mi? 2000 yılından sonra da kapitalizm zorla Türk halkına sevdirilmeye başlandı. Türkiye sevmese de kapitalizme böyle bir giriş yaptı. “Kapitalizmin krizlerini yaşamaya başladı çünkü kapitalizm dalgalı bir sistemdir, inişleri ve çıkışları vardır. İlk iniş, 1994 kriziydi. Sonra 2000’e geldik, ikinci bir kriz. Bunların özelliği şuydu: Eskiden Türkiye’nin kaynakları yapılan harcamalara göre yetersiz kaldığı ve Türkiye ekonomisine de kamu çeki düzen verdiği için, bunlar kamunun açıklarından kaynaklanan krizlerdi. Kamu beceriksizlikten açık vermiyordu. Yaptığı hizmetlerden açık veriyordu.” (ÜSTÜN Serkay, Bilsay. 2018). Kamunun KİT’leri planlama çerçevesin de devler adına yatırım yaparlardı. Demir-çelikten, makinelere, kâğıt üretimi, posta, telefon, telgraf, şeker, çay, süt, et ve gübreye, kömür işletmeleri, vs. kadar gerekli yatırımları yaparlardı.

1980’den itibaren dünyanın kapitalizm merkezleri bize ideolojik bir yayın yaparak, “Kamu hep beceriksizdir, açık verir, zararları da vatandaşlar öder, bunun için Kamu ekonomiden çekilerek özel sektöre satış yaparak devretsin” dediler. Kenan Evren ve Turgut Özal’la birlikte kamu, ekonomiden çekilmeye başladı. Bu iş aşağı yukarı 20 yıl sürdü. 1980’le 2000 arası bir geçiş dönemidir. AKP ile tam geçiş oldu.

Bizim dışımızda ki dünya şöyle oluştu: Kapitalizm gitgide zora girmeye başladığı için bol miktarda para basmaya başladı. Doları bastılar ve bunlar bize ve bize benzer ülkelere ulaştı. “Türkiye’ye 2000’li yılların başından itibaren kayıtlı 700 milyar dolar para girdi.” Bu para imalat ve üretim sanayini mi ihya etti? Hayır. “Bugün bizim imalat sanayimiz dünya imalat sanayisinin yüzde 1’ini üretiyor sadece. 30 yıl önce de yüzde 1’di bugün de öyle.” Bu paralara ne oldu veya nerede? Kim bilebilir! Belki Türkiye de oluşan bu kaynak kapitalizmin doğrulaması için kullanıldı. Devlet imalat ve üretim alanını, özel sektöre “Fabrikalarını, tesislerini, hizmetlerini devretti ve karşılığında 60-65 milyar dolar aldı. Türkiye, 60-65 milyar dolara 1923’ten beri yaptığı bütün işleri devretti. Bunun karşılığında özel sektör çok mu becerikli çıktı? Türkiye’yi bir yere mi taşıdı? Hayır. Dünya hasılasının yüzde 1’ini üretiyor.” (a.g.e. ÜSTÜN, Serkay 2018)

ibn HALDUN ‘Mukaddime’ I. Cildinin sayfa. 59 da yazdığı, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.” Diyor.

Buradan öğrenilebilecek ders, net olarak görülen; ülkenin elden çıkışı sadece çizmelerin işgal ile değil, ekonomiyi özel sektör aracılığı ile dışa bağımlı hale getirmekle ile olabileceğini bilmektir.

Avrupa böylesine karmaşık devlet tahammüllerinin çiğnendiği, daralmaların yaşandığı ekonomik yapı ve genişlemesi de dahil birçok zorluklarla karşılaşmaktadır. Bunların başında da Dünya’da ki karmaşık ve düzensiz göçler gelmekte diyebiliriz.

Avrupa Ülkelerine yüz binlerce mültecinin gelmek istemesi veya gelişi hakkındaki tartışmaların şiddetlendiği sırada, devlet yapısının artık mevcut olmadığı hatta çöktüğü, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu bölgelerin yanında dünyanın dört bir yanında genişlemesi, gelir dağılım bozukluğu veya adaletsiz dağıtılmasının sonucu oluşan fakirlik, dış etkiler, dinsel yapılar ile oluşan terörizm ve buna bağlı göçle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünmeden edilemez. 2016’da Almanya veya diğer Avrupa ülkelerine sığınma talebinde bulunanların çoğunun anavatanı olan Suriye, Afganistan, Irak ve Kuzey Afrika ülkelerinden insanlar bir sivil toplum kuruluşu olan Barış Vakfı’nın 2016 “Kırılgan Durum Endeksi” sıralamasının en başında yer alıyor.

Göç, terörizm ve artan eşitsizlik, totaliter yönetimlerin baskısı ile kaybolan insan hakları vb. gibi sorunların küresel nedenleriyle ulusal araçlarla baş etmekten veya bunlara karşı uzun vadeli stratejiler geliştirmekten aciz halde gelmeleri, git gide daha çok siyasetçi, içeride kanun, düzen vaat ediyor ve ülkesini yeniden “büyük” yapma sözü vermeleri, aslında çıkmazın ve yolun sonunu hatırlatıyordu. Fakat siyasal hareketlerin ağırlık noktası milli aidiyet boyutuna, güvenlik vaadine ve ülkelerinin geçmiş zamanların parıltılı ve refah hayatlarını yeniden teminine kayıyor.

Vatandaşlar uzun zamandır siyasetten hayal kırıklığına uğradılar; şimdi huzursuz, öfkeli, hatta küçümseyici hale geldiler. Parti sistemleri uzun zamandır donmuş görünüyor; Şimdi otoriter popülistler Amerika'dan Avrupa'ya, Asya'dan Avustralya'ya kadar tüm dünyada yükselişte. Seçmenler uzun zamandır belirli partileri, politikacıları veya hükümetleri sevmiyorlar; şimdi, birçoğu liberal demokrasinin kendisinden bıktı anlayışını ortaya koymakta.

Freedom House Başkanı Abramowitz Freedom House web sitesindeki Dünya Özgürlüğü Endeksi “Dünya Özgürlüğü 2018 Krizde Demokrasi” (ABRAMOWİTZ, M. 2018) yazısında: “Demokrasi, 2017 yılında, özgür ve adil seçimlerin garantileri, azınlıkların hakları, basın özgürlüğü ve adil ve hukukun üstünlüğü de dahil olmak üzere temel insanlık ve hukuk ilkelerinin dünya çapında saldırıya uğramasıyla onca yıllardır en ciddi kriziyle karşı karşıya kaldı. Yetmiş bir ülke siyasi haklarında ve sivil özgürlüklerde aşağıya gidişte net düşüşler yaşadı ve sadece 35'i kazanımlarını kaydetti. Küresel özgürlükte art arda 12 yıldır düşüşün yaşandığı tespit edilmiştir.

Amerika’da Amerikan siyasi haklarında ve sivil özgürlüklerinde hızlanan bir düşüşün ortasında hem bir lider hem de demokrasinin bir örneği olarak geleneksel rolünden geri çekildiği görülmekte. Dünya’da 12 yıllık küresel kaymanın 2006'da başlamasından beri geçen süre içinde, 113 ülke net bir düşüşün görüldüğü ve sadece 62'si net bir iyileşmenin yaşandığı tespit edildi”. (a.g.e. ABRAMOWİTZ, M. 2018)

Sonuç da çeyrek yüzyıl önce, Soğuk Savaş'ın sonunda, totaliterliğin nihayet yenilgiye uğratıldığı ve liberal demokrasinin 20. yüzyılın büyük ideolojik savaşını kazandığı ortaya çıktığı görmemezlik yapamayız. Ekonomik politikadan ülkeler ne kazanacak veya neleri kaybedeceklerini görmekteyiz dersek yanılmamış oluruz.

Welzel 2021 yılında ki Gelecek Neden Demokratik? Yazısında şunları söylüyor. “Birkaç yıldır, giderek artan sayıda akademisyen ve uzman, dünya çapında demokratik bir durgunluk olduğunu fark ettiler. Demokrasinin ve özellikle liberal ilkelerinin, otoriterliğin çeşitli biçimleri arttıkça hızla gerilediği üzerine fikir birliği etmekteler. Dünyanın en güçlü otokrasileri, özellikle Çin ve Rusya, becerikli ve dirençli olduklarını kanıtlıyorlar” (WELZEL, C. 2021). 

Gerileme belirti ve bulguların listesi istendiği kadar uzatılabilir. Her türlü otoriteye her şartlarda başkaldırışı ret etmek, tek taraflı küresellikten çıkma isteği; örneğin Fransa, İtalya ve Avusturya’da ortaya çıkan kimlikçi hareketler, artan yabancı düşmanlığı ve dinsellik korkusu, nefret suçu adı verilen suç dalgası ve elbette Filipinler’de Rodrigo Duterte, ABD'de Donald Trump veya Hindistan’da ki Narendra Damodardas Modi gibi otoriter demagogların yükselişi.

“Rejim değişikliği üzerine yapılan araştırmalar, günümüzde demokrasilerin devrim ya da askeri darbeler gibi eski biçimlerle değil, liberal demokrasinin en önemli unsuru olan serbest ve adil seçimlerle başa gelen liderlerin zamanla sergiledikleri otoriter eğilimlerle gerilediğini gösteriyor. Dolayısıyla demokrasilerin gerilemesi, halk ayaklanmalarında ya da askeri rejimlerin hükümetleri devirmesinde olduğu gibi aniden değil de zaman içinde ve kademe kademe gerçekleşiyor. Ancak, özellikle son yirmi yılda dünya, Yascha Mounk’un “popülist zaman (popülist moment)” olarak adlandırdığı bir dönemden geçiyor ve bizler, konsolide olmuş demokrasilerin dahi günümüzdeki otoriterleşme eğiliminin bir parçası olduğunu gözlemliyoruz” (TÜRK, C. T. 2020).

Türkü’n ‘Demokrasinin Küresel Krizi ve Demokrasi Algısı Üzerine’ yazısında, “Demokrasinin krizi ABD’den Kuzey Amerika’ya, Avrupa’dan Asya’ya kadar tüm dünyada yükselişini sürdürmekte”. Demokrasinin krizi, sadece demokrasinin en çok (kuvvetli) olduğu bilinen, Avrupa ve ABD değil, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Arjantin, Çin, Rusya ve Filipinler’de görülen bir süreç. Birçok ülkede ki vatandaşlar ve siyasi seçkinler arasındaki çoğalan iletişim ve anlayabilme kopukluğu, kutuplaşma ve popülizmin yükselişi söz konusu. Bunu yanında Koronavirüs (COVID-19) salgınının çıkması ile ülkelerin vatandaşların korunması için ayırdıkları bütçe giderleri ve oluşturdukları seyahat yasaklarının ortaya çıkardığı gelir düşüklüğü ile oluşan küresel malî kriz, güvenlik riskleri ve mülteci akını ile milliyetçilik, Danimarka, İsveç ve İngiltere gibi en zengin ve varlıklı ülkelerde bile popülist eğilimlerin yolunu açıyor. 

Gündüz Fındıkcıoğlu 05 Mayıs 2020 tarihinde Dünya Gazetesi köşesinde “Yapısal Dönüşüm” isimli yazısında, koronavirüs (COVID-19) salgınının sonrasında MÜSİAD, sektörlere ‘Etkileri ve Yapılması Gerekenler’ üzerine yayınlanan ara raporun içeriği hakkında bilgileri sıraladı. “Şirketler geleceğe dair kararlarını vermeli, hasar kontrolü yapmalı ve salgının/ekonomik etkisinin ki, bunlar iç içe süresini tahmin etmeli. Önlemler ve geleceğe dair yeniden yapılanma bu tahminlere dayalı olmak durumunda. Üstelik bazı değişiklikler, yani iş yapma biçimi ve çalışma yaşamının düzenlenmesi zaten salgın olmasaydı bile teknolojik değişim tarafından gündeme getiriliyordu. Yeni olan şey küresel arz ve talebin beraber çöküşü ve adeta dışsal bir belirsizliğin sisteme yayılmasıdır ki sonuçları daha şimdiden kâr ve ücret kalemlerinde sert düşüş ve işsizlikte görünür artış olmuş durumda.

Beyaz yakalıların küresel ölçekte aynı tarzda çalışmaya devam edeceklerini ve sayılarının aynı kalacağını sanmıyorum. Dijitalleşme kendisini öne çekiyor. Keza gelen yoğun işsizlik dalgasının salgın bitti diye aynen geriye çekileceğini de sanmam. İşsizlik oranları yüksek kalacak, daha yüksek bir seviyenin etrafında dalgalanacak. Bir anlamda teknolojinin yani bilimin, yani modern rasyonalitenin dayattığı ancak tam olarak nasıl ilerleneceğinin belirlenemediği gelişmeler zorunlu olarak gündeme yerleşecek.”

Beyaz yakalı bir çalışanın, kent merkezindeki kötüleşen koşullar nedeniyle, çalışmalarımda ‘dışa doğru patlama’ oluşmasını önlenemez. Toplumsal yapının bazı unsurlarının ya da tümünün zaman sürecinde bir durumdan bir başka duruma geçişine toplumsal değişme denir. Toplumun yapısal, kültürel, kurumsal ve davranışsal farklılaşmasıdır. Değişme bir süreçtir. Değişmenin yönü ilerleme olduğu gibi gerileme de olabilir. Değişme bir durumdan daha iyi bir duruma geçiş biçiminde ise "ilerleme", birden fazla yönde olur ise "gelişme", bunların tam tersine olan gelişme olurda da “gerileme” olarak değerlendirilir.

Böylesine oluşan ‘Toplumsal Yapının Farklılaşması’ tüm toplumların zorunlu olarak yaşadıkları kaçınılmaz bir süreç olarak görünür. Toplumda ki yapının farklılaşması topluma rahatlık, mutluluk, istikrar getirebildiği gibi kargaşa da getirebilir. Bu farklılaşmalara hazır olmayan veya karşı duruşlarını belirten toplumlar, buna zorlanırsa kargaşaya da sebep olabilir.

13 Kasım 2015 tarihinde, başlayan Paris'in Fransa Stadyumu'nda düzenlenen silahlı ve bombalı saldırıları sonucunda, Bataclan tiyatrosunda yapılan rehin alma eyleminin yanı sıra başkent çevresinde en az altı silahlı ve üç bombalı saldırı sarsıntısından sonra, Hans Von Der Brelie ve Esra Olcaycan’ın 30.07.2018 Euro News web sitesinde ki yazısında: “2015 yılında dünyanın dört bir yanından yüz binlerce sığınmacı Macaristan ve Avusturya üzerinden Almanya'ya vardı. Federal hükümetin göç raporuna göre 2015'te 890 bin kişi Almanya'ya iltica talebinde bulundu. Otoyollarda, kucaklarında çocukları, ellerinde bagajlarıyla yürüyen sığınmacıların görüntüsü hafızalara kazındı”. Bu olayların sonunda ansızın dünyanın zor mücadelelerle elde edilen ve güvencede olduğu farz edilen standartların gerisine düş­tüğü izlenimini uyandırdı.

Yaşadığı şehirde kuaför olarak çalışan Christian ülkesinde sığınmacıları istemediğini söyleyerek, sınırlardaki kontrollerin sıkılaştırılmasını talep ediyor: "Ülkeye kimin girdiğini denetlemek için sınırlarda kontrol noktaları olmalı. Kimin mülteci statüsü alma hakkı var? Kimin gerçekten sığınma ihtiyacı var? Kimin yok? Ülkelerini sadece ekonomik nedenlerle terk edenler, Almanya'ya sadece para kazanmak için gelenler geri gönderilmeli ve kontrol sınırda gerçekleşmeli.” Diye ifade etmektedir.

Göçmen sorunu sadece Avrupa Ülkeleri için değil Türkiye için de sorun olmaktadır. Türkiye, Suriye ve Afganistan başta olmak üzere çok sayıda ülkeden gelen 5,5 milyon göçmene ev sahipliği yapmaktadır. Mülteci, geçici sığınmacı mülteci, göçmen veya sığınmacı... Ne olarak adlandırılırsa adlandırılsın hepsi yeni bir yaşam umuduyla yola çıkıyor. Özellikle son yarım yüzyılda dünya bir göç hareketine sahne oluyor. Doğu’dan Batı’ya doğru süren bu göç ise en göze çarpanı. Çoğu zaman ekonomik sebeplerden olsa da göçün asıl nedeni baskılar, can güvenliği ve savaşlardır. 

Devlet yapısının artık mevcut olmadığı bölgelerin dünyanın dört bir yanında genişlemesi, terörizm ve göçle doğrudan bağlantılıdır.

2015-16 mülteci krizinden gelen yankılar, Fransa, Almanya, Hollanda ve Avusturya'daki seçimlerde zemin kazanan yabancı düşmanı, aşırı sağ partilerin yükselişini körüklemeye devam etti. Artık, Avrupa’da sağ popülistler sandalye kazanıyor, bu karşılık demokratik değerleri ret edilmekteler.

Aras ve Günar 2018 yılında ‘Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden Ayrılma Referandumu: Brexit Süreci ve Sonuçları’ yazısın da Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950’de kömür ve çelik planını açıkladığında, Britanya Dışişleri Bakanı’na önceden bilgilendirme yapılmazken Amerika Birleşik Devletleri
(ABD) Dışişleri Bakanı’nın plandan haberdar olması, bütünleşmenin başlangıcında Birleşik Krallığı’n gölgede kaldığını göstermiştir. Ayrıca, Fransa’nın bütünleşme sürecinin başlangıcında Almanya ile ortak hareket etmesi de Britanya ile Fransa arasındaki gerilimi daha fazla artırmıştır (Middelaar, 2014, s. 220-221). Belki de Birleşik Krallığı ile Fransa arasında 30 yıl savaşlarının kalıntıları da olabilir diyebiliriz”. (ARAS, İ & GÜNAR, A. 2018).

Vahap Çoşkun Perspektif web sitesinde 2022 yılında ‘Nazi Almanya’sında Hukuk’ isimli yazısında aktardığı: “Önde gelen insan hakları uzmanı Harry Reicher, Nazi hukukunun metodolojisinin tek bir kelime ile özetlenebileceğini söyler: “Führerprinzip”. Liderin sözünü yazılı yasanın üstünde tutan bu “liderlik ilkesi”, devletin bütün gücünün, bu gücü keyfi olarak kullanabilen tek bir adamın elinde toplanmasını deyimler. 1934’te Nürnberg’de düzenlenen Nazi Partisi mitinginde bu husus, Hitler’in özel sekreteri Rudolf Hess tarafından dile getirilir: “Parti, Hitler’dir. Bununla birlikte Hitler Almanya’dır, tıpkı Almanya’nın Hitler olduğu gibi.” (s. 176-177) Nazi hukukundaki liderin sözü ne anlama geldiği açıkça belirmiş” (COŞKUN, V. 2022).

Birinci ve ikinci Dünya savaşları sonunda devletlerin yönetim, yapısal ve ekonomik durumlarında ki değişiklikler ile farklı durum değerlendirmeleri de beraberinde geldi. O yılların askeri ve ekonomik yapıları güçlü olan devletlerin düşüncelerini, Çerkes asıllı Türk teolog, gazeteci, araştırmacı, din, tarih ve politika alanlarında faaliyet göstermiş komplo teorisyeni ve yazar olan ALTINDAL, 2014, ‘Bilinmeyen Vatikan’ kitabında ‘Türkiye’yi Bekleyen Gelişmeler’ bölümünde, şunları söylüyor; “Almanlar için önemli olan tıpkı tarihte kendilerinin yaptıkları gibi Türkiye’de İslamiyet’in Türkleştirilmesini istemekte ve bu yönde çalışmalar yapmaktadırlar. Fransa ise Türkiye’deki Laikliğin bekçisidir. Dolayısıyla Devletçi Laisizm ’in her ne pahasına olursa olsun korunmasından yanadır. İngiltere bu iki görüşe karşıdır. Türkiye’nin önderliğinde yeniden bir Hilafet kurulmasına sıcak bakmaktadır. Amerika ise, Türkiye’de artık Devlet’in değil, Liberalleşmiş bir Anayasa’nın en üst değer olarak tanınmasını ve bu anayasanın sınırlarını çizdiği İnsan Hakları çerçevesinde, Fransızlarınkinden daha özgür ve özerk bir “Din ve Vicdan Özgürlüğü” nü yerleştirmek istemektedir. Türkiye önümüzdeki yıllarda işte Batı’dan gelecek olan bu “İslam” la daha çok tanışacaktır.” (ALTINDAL. Aytunç. 2014)

Böylesine açıkça belirtilen, belki de komplo teorisi diyeceğimiz bu yazıya en güzel cevabı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk vermiştir. Atatürk’ün 20 Nisan 1931'de seçim dolayısıyla ulusa sunduğu yazılı açıklamada dile getirdiği ‘Yurtta barış, Dünya’da barış’ düşüncesi ile ‘Tam bağımsız Türkiye’ demesidir.

Ferruh Zor ‘Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’ yazısında, Türkiye’nin hedeflerini şu şekilde belirmiş. “Türkiye'nin bugünkü hedefi de bu yeni dünyanın "terakkiyat-ı hazırasına" (zamanımızdaki ilmî ve teknik ilerlemelere) ulaşmaktır. Atatürk’ün gösterdiği yolda çağdaş dünya ile bütünleşmiş bir ülke olmaktır. Ülkemizin üç ayrı uygarlığı -tarım uygarlığı, sanayi uygarlığı ve bilişim uygarlığı- bir arada eş zamanda yaşadığını görüyoruz. Fakat nüfusun büyük çoğunluğu, henüz bilişim toplumunun ilişki ağı içine girebilmiş değil. Ama tarım toplumunun feodal kalıntıları da sanayi toplumunun yapılan da güçten düşmekte, etkisizleşmektedir” (ZOR, F. 1999).

Karl Polanyi Büyük Dönüşüm kitabına başlarken, “On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü”. Diye başlıyor. On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı dört kurum üzerinde duruyordu. Bunlardan ilki, bir yüzyıl boyunca Büyük Devletler arasında uzun ve yıpratıcı bir savaş çıkmasını önleyen ‘güç dengesi sistemiydi’, İkincisi, dünya ekonomisinin eşi görülmemiş bir biçimde örgütlenmesini sağlayan ‘uluslararası altın standardıydı’. Üçüncüsü, görülmemiş bir maddi refaha yol açan ‘kendi kurallarına göre işleyen piyasa’ ydı (self regulating market). Dördüncüsü ise ‘liberal devletti’.  Bunlar arasında Polanyi ’ye göre sistemin can damarı ve onun temel biçimlendiricisi kendi kurallarına göre işleyen piyasa idi ve on dokuzuncu yüzyılın kurumsal yapısının anahtarı da piyasa ekonomisinin işleyişini belirleyen kurallarda saklıydı. Bir tür sınıflamaya göre, bu kurumların ikisi ekonomik, ikisi politikti. Başka bir tür sınıflamaya göre, ikisi ulusal, ikisi uluslararası kurumlardı. Birlikte uygarlık tarihimizin ana hatlarını belirlediler. Bu kurumlar arasında, altın standardının önemi deneyimlerle kanıtlandı; çöküşü dünyanın başına gelen felaketin görünüşte ki nedeni oldu. Çöküşünden önce de diğer kurumların çoğu onu kurtarmak için girişilen nafile çabalar içinde gözden çıkarılmışlardı” (POLANYİ, K. 2021).

Polanyi’nin tezine göre on dokuzuncu yüzyıl uygarlığı kişisel kazanç üzerine kurulu ekonomik bir uygarlıktı ve kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi de bu temeller ve ilke üzerinde kurulmuştu. Böyle bir ekonomik yapıda, nasıl oluyor ki piyasa sistemi “ütopik” bir sistemdi. Polanyi’nin tezi iddialı olduğu kadar kolay, anlaşılır ve belirgin şekilde: “dengesini kendi sağlayan piyasa fikri, düpedüz gerçekleşmesi olanaksızdır olduğunu ve böylesine bile kurumun toplum insani ve doğal özünü yok etmeden uzun süre yaşayamayacağını” savunmakta. Gencer Çakır 2021 tarihinde, ‘Yazılar Teori ile Güncel’ dijital kitabının 61 sayfasında Polanyi’nin ‘Büyük Dönüşüm’ üzerine düşüncelerini açıklarken “Ütopyadır, çünkü kendi kurallarına göre işleyen piyasa, toplumun insani ve doğal özünü yok etmeksizin yaşayamaz ve yaşayamadı da. İnsanı yok eden ve yaşadığı ortamı da çöle çeviren bu piyasanın işleyişine karşı toplum tepkisel bazı önlemler almak durumunda kaldı. Ne var ki, Polanyi ’ye göre, toplumun kendini korumak için aldığı önlemler piyasanın kendi yasalarını bozdu ve çalışma yaşamını alt üst etti. Bu şekilde toplum başka bir şekilde tehlike altına girmiş oldu.” Demekte. (ÇAKIR, G. 2021).

‘Büyük Dönüşüm’ kitabında, Polanyi, on sekizinci yüzyıl toplumunun İngiltere’de bir emek piyasası oluşumuna direnerek 1785-1834 yıllarında Speenhamland Yasası ile bu oluşumun engellendiğini ifade etmektedir. “On sekizinci yüzyıl ortalarında bile, J.J. Rousseau, ticaret erbabının, barışı özgürlüğe tercih ettiklerinden kuşku duyulduğu için, vatanseverlikten yoksun olmakla suçluyordu”. (a.g.e. POLANYİ, K., 2021)

“Büyük Dönüşüm ilk olarak 1944’te yayımlandı. Kitabın ilk cümlesi şöyle: “On dokuzuncu yüzyıl uygarlığı çöktü.” Karl Polanyi’nin çöktüğünü ilan ettiği on dokuzuncu yüzyıl uygarlığının can damarı ve temel biçimlendiricisi, kendi kurallarına göre işleyen piyasaydı; emek, toprak ve parayı metalar haline getiren ve insan toplumlarını uluslararası düzeyde eşi görülmemiş bir kurumsal tekdüzeleşme içinde kendine kayıtsız şartsız bağımlı kılan piyasa sistemi... Polanyi’ ye göre çöküş kaçınılmazdı. Kendi kurallarına göre işleyen piyasa sistemi insan toplumuyla bağdaşması imkânsız bir şeydi. Büyük Dönüşüm, bu bağdaşmazlığın ve kaçınılmaz çöküşün hikâyesi. Yani hem ekonomik liberalizmin hem de ona karşı kaçınılmaz alternatifler olarak ortaya çıkan faşizm ve sosyalizmin hikâyesi.

Büyük Dönüşüm ’ün gündeme gelişi, Polanyi’nin “insan doğasına aykırı” dediği piyasa toplumunun insanlık tarihinin son aşaması olarak bütün dünyaya dayatıldığı, ekonomik liberalizmi eleştirmeye kalkanların geri kafalı cahiller veya korumacılık önlemlerinin sağladığı rantları elden kaçırmamaya çalışan çıkar gruplarıyla onlara hizmet eden popülist politikacılardan ibaret görüldüğü, sosyalizmden ise neredeyse bütünüyle ümit kesildiği bir döneme rastladı. Polanyi’nin bu teorinin temelinde, modern antropolojinin en önemli bulgusu olduğuna inandığı bir fikir, “temel insani dürtülerin hiçbiri ekonomik değildir” fikrinin yatıyor olmasıdır. Bu noktaya nasıl ulaştığımız sadece neoliberalizmin başarısızlığıyla değil, bir anlatının da sona ermesiyle ilgili. Bununla bağlantılı olarak, solun etkisizliği de serbest piyasa ekonomisine iktisadi eleştiriler yapamamasından değil, aşırı sağın yürüttüğü anlatı mücadelesine düzgün bir karşılık verememesinden kaynaklanıyor” (GEISELBERGER, H. 2017).

Sennett 1992 yılında ki ‘Otorite’ kitabında, “19.yy’a kadar ne akademilerde ne de toplumda düşünce biçimi olarak ‘toplumsal psikoloji’ diye bir şey yoktur. Bunun nedeni toplumsal koşulların insanın tabiatını temelde değiştirmediğinin düşünülmesidir. 18.yy’da Vico ile başlayan ve Darwin ile Marx’ın eserleriyle 19.yy’da tam güç kazanan tarihsel devrim bu görüşü köklü biçimde değiştirdi. Yeni görüşe göre, insanın doğasını, biyolojik, iktisadi ve kültürel koşullar biçimlendiriyor ve bu koşullar birbirlerine eklenerek birikiyor, böylece hiç kimse ve hiçbir çağ daha öncekilerin basit bir yenilemesi olmuyordu. 19.yy’ın sonlarına kadar, bu toplumsal duygu analizinin adı konmamıştı. 1895’te Gustave Le Bon’un ‘Yığınların Psikolojisi’ adlı eseriyle buna ‘toplumsal psikoloji’ denildi” diye anlatmakta. (SENNETT, R. 1992)

Gustave ‘Kitleler Psikolojisi’ (1997) kitabında “Tarih sürecinde kavimlerin istilaları ve hükümdar ailelerinin devrilmesi kralların padişahların devrilmesi gibi büyük siyasi değişikliklerin etkisi altında ortaya çıktığı sanılır, ama bu hadiseler incelendiğinde dıştan görülen sebeplerin arkasında, kavimlerin düşünceleri ve görüşlerinde meydana gelen değişimlerin sonucu olarak görmekte. Uygarlıkların yenileşmesini doğuran önemli faktör fikirlerde, alışkanlık ve inançlarda meydana gelen değişliklerdir. Unutulmayan tarihsel olaylar, insanların iç dünyasında görünmez değişikliklerin sonucu olarak görülmektedir.” Demekte. (BON, G. L. 1997)

Sonucuna baktığımız da Polanyi söyle diyor. Bir yandan kendi içinde oluşan kurallarına göre işleyen piyasa, buna karşı da bu piyasa sistemine karşı toplumun kendini koruma refleksi ile oluşan kaos, on dokuzuncu yüzyıl uygarlığını yıkıma uğrattı diye düşünebiliriz.

Polanyi, rasyonel eylem, “amaçlarla ilişkisi bakımından araçların seçimi” dir (1957, s. 245.) Burada önemli olan nokta, araçların nasıl ele alındığıdır. Zira rasyonel eylemde araç, ilk bölümde ele alınan Aristoteles’in “araç” ı ele alışından farklıdır. Aristoteles’e göre eylemin ve üretimin araçları farklıdır; yani iki farklı araç tipi vardır (1959, 1254a). Oysa bir eylemin rasyonel eylem olabilmesi için gereken araç “ister doğanın kuralları ister oyunun kuralları sayesinde olsun, amaca hizmet etmek için uygun olan her şey” dir. (Polanyi, 1957, s. 245) Rasyonel eylemde, araçların bir ayrımından söz edilemez. Amacın gerçekleştirilmesi için uygun olan her şeyin araç olarak kabul edilmesi, Eskiçağdaki araç ayırımının modern dönemde ortadan kalktığı anlamın gelmektedir. Başka bir ifadeyle Aristoteles’te birbirinden ayırılan eylem ve üretim araçları, formel anlamda ekonomide birbirinin içine geçirilmektedir”. (KARA, D.K. 2022)

Günümüzde gelinen noktada “gelişmiş demokrasiler” olarak görülen birçok Avrupa ülkesinde neoliberal politikaların olumsuz sonuçları ile karşı karşıya kalan geniş kitleler sorunlarına mevcut demokratik mekanizmalar içinde çözüm bulamamakta, güçlü sol örgütlenmelerin yokluğunda popülist aşırı sağ oluşumlar giderek güçlenmektedir. Almanya’da seçimlerden güçlenerek çıkan (Almanya için Alternatif Partisi.) AfD4, Fransa’da Marine Le Pen’in oylarındaki artış, Macaristan ve Polonya’da iktidara gelen aşırı sağ partiler bunun örnekleridir. Birçok Avrupa ülkesinde hâlihazırdaki neoliberal hükümetler Fransa’da Emmanuel Macron hükümeti örneğinde olduğu gibi emeğe yönelik saldırılarını arttırmakta, buna karşı oluşan ve ‘Sarı Yelekliler’ olarak adlandırılan toplumsal tepki ise güçlü sol örgütlenmelerin yokluğunda popülist sağın etkisine girme tehlikesini barındırmaktadır. Neoliberal kemer sıkma politikalarına tepki sonucu iktidara gelen Yunanistan’daki Syriza hükümeti ise Avrupa Birliği içinde radikal politikalara yönelmeksizin kemer sıkma politikalarının dışına çıkılamayacağını, geniş toplumsal kesimlerin taleplerinin uygulamaya geçirilemeyeceğini göstermiştir

“Branko Milanovic'in dediği gibi, "çok zengin insanlardan oluşan görece küçük bir grubun" küresel iktidara sahip olduğu bir küresel plütokrasinin (yönetme erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik bir yönetim biçimi.) yükselişine tanıklık ediyoruz. Büyümenin yaklaşık %50'si kentleşme ve altyapı yatırımlarından kaynaklanırken, %25'i sadece konut inşasına dayanıyordu. Çin'in borçları iki katına çıkmıştı ama hesaplamada ABD dolan değil, Çin parası esas alındı­ğından bu sorun olmadı” (a.g.e. HARVEY, D. 2015).

Neoliberalizm, sermaye birikimi ve büyüme açısından değerlendirildiğinde başarılı değildir. Oligarşi ve kapitalist sınıf için iyi olabilir, ama genelde sermayenin sağlığı için kötüdür. Wall Street borsacıları aslında iyi işleyişinden sorumlu oldukları finansal sistemi fiilen yağmalayarak ve yok ederek aşağı yukarı o kesimlerin kayıplarına denk büyüklükte primler almışlardır. Gündelik hayatın niteliğiyle ilgili kent temelli protestolar yaygınlaşmıştır.

Hayalimizin alamayacağı rakamların telaffuz edildiğini, Gazeteci Robin Wigglesworth, Financial Times da yayınlanan yazısını 29.10.2021 tarihinde Oksijen Web Sitesine aktığımızda: Larry Fink, Wall Street’in zirvesine nasıl çıktığını ve BlackRock isimli şirket ile tam 9,5 trilyon dolarlık varlığın yönetimini elinde bulundurduğu yazmakta. Bu birikim ile ne veya neler yapabilir, dünya pazarlarında. Hele dış borçları ödenemeyecek seviyelere gelen ülkeleri nasıl risklere sokacağını hayal bile edilemez.

Tarih nedir dediğimizde, aslında Tarihin güçlü bir silah olmadığı anlamsız gibi görünür. Geçmişi anlama şeklimiz bugün nasıl hareket edeceğimize yön vermekte olduğunu bilmeliyiz. Bu nedenledir ki tarih aslında siyasi ve tartışmalı bir alan olarak görebiliriz. Yıllardır biriken bilgileri anında başka yeni bir alet icat edemezsek, geçmişi araştırmadan, bilmeden dünyamızda olan veya olabilecekleri anlamamız da söz konusu olamaz.

Zafer Yörük’ün 15 Haziran da ki Gazete Duvar web sitesindeki köşesinde ki ‘Abdülhamid Düşerken I: Tarih ve tekerrür’ yazısını okuduğunuzda, şimdi yapılanların geçmişin hemen hemen aynı olduğunu hayretle görebilirsiniz.

Neoliberalizmin çöküşü karşısına yerleştirilen otoriter sağ popülizmin yükselişi yargısı ise başka bir sorundur. Neoliberal sistem, hegemonik bir proje ile bütünlüklü hale gelir.(KANSU, Y. 2017)

“Neoliberalizm, piyasanın tüm insan eylemleri için en uygun rehber olduğunu, bireysel ve toplumsal ideallerin en iyi şekilde piyasa yoluyla gerçekleşeceğini iddia eder. Neoliberalizmin en önemli vurgularından biri de her bireyin kendi saadeti ve eyleminin sorumlusu ve açıklayıcısı olduğudur” (ÇELİK, Z. 2012).

Ne acı bir ironi ki o zaman ana hatlarıyla saptanan küresel risklerin hepsi (uluslararası terörizm, iklim değişikliği, finans-nakit krizi ve son olarak büyük göç hareketleri) sonraki yıllarda gerçekleşti, ama siyasal olarak bunlara hazırlanılmamıştı. Öznel tarafta da sağlam bir kozmopolit biz duygusu açıkça tesis edilememiştir. Dahası, bugün milliyetçi ve mezhepçi biz/onlar ayrımlarının yeniden doğuşuna tanık oluyoruz. Varsayılan "Tarihin Sonu" n dan sonra, şaşırtıcı bir hızla, Soğuk Savaş'ın dost-düşman şablonunun yerini "Kültürler Savaşı" mantığı aldı. (a.g.e. GEİSELBERGER, H.2017)

Geiselberger’ın ‘Büyük Gerileme’ kitabını çözümlenmesinde, artık yapısal değişim ile devletlerin kontrol mekanizması ve denetim mekanizmasının azaltılmasın yapılabilmesi yollarına baş vuruldu. Sonuç olarak, neoliberalizm sayısız yapısal dönüşümü de beraberinde getirmiş oldu. Değişimin en önemlisi imalat sanayilerinin başka ülkelere taşınması (uzak doğu ülkeleri, vs.), büyük şirketlerin daha küçük şirketlerden oluşan bir "değer zinciri" şeklinde yeniden yapılandırılması, devleti küçültmek için vergilerin azaltılması, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve günlük hayatın finansallaşması diye sıralayabiliriz.

“2009 yılı sonlarına gelindiğinde dünya iki kampa bölünmüş gibiydi. Avrupa, Japonya ve bir ölçüde ABD 1970'lerden beri artan özel ve kamusal borçlan azaltmak için tasarruf politikası girişimlerine başladılar. Ne var ki bu tür politikalar talebi azalttı ve istihdamın canlanmasını imkansızlaştırmadıysa da çok güç hale getirdi. Krizin ilk aşamalarında Keynes tarzı efektif talep yönetiminde yenilenmeye dair birkaç cılız adım atılsa da bu yöndeki büyük ölçekli hamlelerin önü siyasal muhalefet tarafından hızlıca kesildi (ABD'de Cumhuriyetçi Parti, Almanya'da ise Angela Merkel bu konuda başı çekiyordu). Bu gelişmeler sonuçta Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'da durgunluk yaşanmaya başladı.

Çin'in hikayesi ile kökten farklıydı. İhraç sanayiinde muazzam istihdam kayıpları sonucu (raporlar 2009 başlarında yaklaşık 30 milyon kişinin işini kaybettiğini gösteriyordu) Çinliler, borçla finanse edilen altyapı yatırımı genişletmesi ve kentleşme yoluyla olabildiğince çok sermaye ve emeği soğurmaya başladı. 2009 sonunda Çin'deki net istihdam kaybı 3 milyon civarın­daydı ki bu da Çinlilerin dokuz ayda 27 milyonluk bir istihdam yarattığını gösteriyor olması inanılmaz bir performans olarak ortaya çıktı. Çin'in büyümesi 2008'den önceki on yılda %10'un üstünde kaldı ve 2012 gibi yavaşlasa da daha sonra tekrar hız kazandı. Büyümenin yaklaşık %50'si kentleşme ve altyapı yatırımlarından kaynaklanırken, %25'i sadece konut inşasına dayanıyordu. Çin'in borçlan iki katına çıkmıştı ama hesaplamada ABD dolan değil Çin parası esas alındığından bu sorun olmadı. Kısaca Çin büyümesinin %50 sini beton ekonomi ile büyümüştü. Gelir getirmeyen, Dünya gelişimde geç kalmış, eksikleri kısa sürede kapatmak için yapılan bir hamleydi. Bu da Çin için büyük adım sayılabilir, Dünya devi veya en büyük olmasını sağlamamakta olduğunu görebiliriz.

Türkiye'nin de dahil olduğu pek çok ülkede 2009'dan sonra çılgınca bir gelişme hızı yakaladı. Örneğin Çin, önceki yüz yıl içinde ABD'nin tükettiği toplam çimentodan daha fazlasını 2011 ve 2013yılları arasında tüketti. Bugün bile hala boş olan, yaşanmayan veya çok az insanların yaşadıkları koca şehirler inşa edildi. Ama Çin'in büyümesinin 2007-2008 sonrasında küresel ekonomiye istikrar kazandırdığına kuşku yok ("yükselen piyasalar" diye adlandırılan Brezilya, Türkiye, Endonezya ve benzerleri de bu sayede istikrarını korudu). Hatta yüksek değerli makine ve teknoloji ihraç eden Almanya bile tasarruf politikalarına rağmen Çin'in ticareti sayesinde büyüdü” (DAVİD H., 2015).

“11 Eylül 2001 terör saldırısı ile, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, tüm dünyada yaygınlaşan özgürlük ve güvenlik arasındaki çatışmanın kaygısı ve liberalizmin yerine totaliter bir sürecin ortaya çıkacağı korkusu ciddi tartışmalara konu olmaktadır. Aynı kaygı ve korkuyu, başta İngiltere olmak üzere tüm dünya, ikinci dünya savaşı sonrası da yaşamıştı.” (ÇETİN, H. 2004)

Neoliberalizm Yolu

Karl Marx "bilime giden soylu bir yol yoktur" diyerek, ‘kapitalist üretim tarzı doğası gereği, insanı insanlığından ederek yabancılaştırmaktadır’ diyor. Harvey ‘Neoliberalizmin Kısa Tarihi’ kitabında; küresel krizlerin başlatan kapitalizm biçimi olarak neoliberalizmin olduğuna dair işaretlerin olduğu veya olmadığı sorusu ile karşılaştığından bahsederek bunlara kendi düşüncesini anlatmaya çalışır.  “Neoliberalizm emek güçlerine ve tüm diğer (seküler ya da dindar) muhalif güçlere karşı kapitalist sınıfın iktidarını ayağa kaldırma, sağlamlaştırma ve merkezileştirme amaçlı bir projeydi, hala da öyle.” (a.g.e. HARVEY, David. 2015) Düşünülen bu siyasi proje devletin pek çok yapmakta olduğu işlevinin ya da tüm işlevlerinin, kapitalist sınıf çıkarları uğruna, devletin bunları özel sektöre devretmesi ya da o çıkarlara tabi kılınmasını zorunluğunu diye açıklayarak, devam etmekte. “1930'lardaki büyük çöküşün kapitalist düzeni ciddi derecede tehdit ettiği feci koşullara bir daha geri dönmemek için İkinci Dünya Savaşı sonrasında devlet biçimleri ve uluslararası ilişkiler yeniden yapılandırıldı. Böylelikle, savaşa yol açmış olan devletler-arası jeopolitik düşmanlıkların yeniden ortaya çıkması da önlenecekti. İç huzur ve barışı sağlamak için sermayeyle emek sınıfları arasında bir tür uzlaşma inşa edilmeliydi.” (a.g.e. HARVEY, David. 2015), demekte.

Paul Mason ‘Kapitalizm Sonrası Geleceğimiz için Bir Kılavuz’ kitabında açıkladığı, ülkelerinde bunları dikkatle inceleyerek nelerin yapılabileceği konusunda düşünmeleri gerekir. Bu yazıya dökülen düşüncele nelerdir deyi baktığımız da Dünyada yaşananlar ve gelişmeler hiç de yabancı gelmemekte olduğunu görmekteyiz. 

Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin resmî web sitesi dünyaya yayılan 2008 krizi de bir yanda işsizliğin artması, 2008 senesinin dördüncü çeyreği ve 2009’un ilk çeyreğinde Amerika ekonomisi sırasıyla %8,2 ve %5,4 küçülmüştür (http://www.bea.gov/national/index.htm#gdp). ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu, İşsizlik rakamlarına bakıldığında ise, 2007’de işsizlik %4-5 bandında seyrederken, 2008’in son çeyreğinde %7’lere doğru yükselmiş ve 2009’un ilk çeyreğinde 2007 senesinin neredeyse iki katı gibi orana, %9’a yükselmiştir (http://data.bls.gov/timeseries/LNS14000000).

2008’de yaşanan ekonomik kriz olarak başlayan olgu başkalaşarak kitlesel huzursuzluğa yol açan toplumsal bir krize dönüşmüştür. Bu kriz nasıl çözülebilir dediğimizde, birincisi, küresel seçkinler, krizin bedelini işçilere, emeklilere ve yoksul olanlara ödeterek, on yıl veya yirmi yıl daha can havliyle idare edebilirler. Dünyada oluşturulan kapitalist ekonomik yapılanmanın ortaya çıkardığı IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü tarafından uygulandığı haliyle ayakta kalır. Ayakta kalmasına kalır da daha da güçsüz hale gelir, son daha da kötü olabilir. Dünyanın büyümesine sıradan insanlar yüklenir; ama büyümede duraksamalar oluşur. İkincisi, uzlaşma bozulur. Sıradan insanlar kemer sıkmanın bedelini ödemeyi reddettikleri için, aşırı sağ veya sol partileri iktidara getirir. Böyle durumlarda her devlet krizin bedelini bir diğerine ödetmeye çalışır. Küreselleşme parçalanır, küresel kurumlar güçsüzleşirler ve süreç içinde, yakıp kavrulmuş olan çatışmalar- uyuşturucu savaşları, Sovyet sonrası milliyetçilik, cihatçılar, kontrolsüz göç ve buna karşı direniş- sistemin merkezini ataşe verir. Bu senaryoda da uluslararası hukuka göstermelik saygı buharlaşıp yok olur. İşkence, sansür, keyfi tutuklama ve kitlesel gözaltı, devletin yönetim sanatı olağan araçları olup çıkar. Böyle oluşmuş durumları dünyanın geçmiş tarihinde görülmüş ve yaşanmış durumlardır.

Burada hangi senaryonun seçilmesi gerektiğini bilmek veya uygulamak oldukça güç görünmekte.

 Kapitalizmin ömrünü uzatmak, devamlığını sağlamak için geliştirilerek oluşturulan türevler sonucu düzeltilmesi veya onarılmasının daha da zor hallerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadırlar.

Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Sosyal Siyaset Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, Fırat Ocaktan Kapitalizme Karşı Direnişin Yeniden Düşünülmesi Üzerine’ yazısının son paragrafında: “Liberalizm ve onun evrilmiş hali olan neoliberalizmin amaçlarının kolektivitenin ortadan kalkması, farklılıkların ön plana çıkarılması, bireyciliğin toplumun damarlarına zerk edilmesi, ulus-devletlerin dağıtılması olduğunu söyleyebiliriz. En nihayetinde sermayenin karşısında darmadağın olmuş bir güç
kalmış olur ki bu da polis gücüyle ‘hiza’ ya getirilebilir bir durumdur”. (OCAKDAN, F.) Dedikten sonra, John Holloway ’e; en büyük düşmanımızın bireycilik olduğunu hatırlattığı için sonsuz teşekkürlerini iletmekte.

Paul Mason Kapitalizm Sonrası kitabında “Neo-liberalizmi başımızdan defederek küreselleşmeyi yaşatır, ardından kapitalizmin kendisini geride bırakarak dünyada ki ekonomik yapıyı yaşatırız ve böylece kendimizi kargaşadan da eşitsizlikten de kurtarmış” oluruz diyerek, devam ediyor.

Neo-liberalizmi başımızdan defetmek işin kolay kısmıdır. Avrupa’daki radikal siyasi partiler, protesto hareketleri ve radikal iktisatçılar arasında, bunun nasıl yapılacağı konusunda giderek artan bir görüş birliği vardır: Büyük finansı baskılamak, kemer sıkmayı tersine çevirmek, yeşil enerjiye yatırım yapmak ve yüksek ücretli çalışmayı desteklemek.” (MASON, P. 2019) Diyerek bitiriyor.

Marksistler arasında “Feodalizmden Kapitalizme tartışmalara katsı koymuş, uluslar ticaretin yükselişinden ziyade Avrupa kırsallarında tarımsal üretimin önemi vurgulamış olan emekli tarih profesörü Robert Paul Brenner 2015 yılında çıkan ‘Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon’ kitabında bize aktardıklarına bakarsak haksızda sayılmamakta. “ABD’nin 1990’ların ikinci yarısında sergilediği ekonomik performans gerçekten de 1970’lerin başından itibaren kaydedilen dönemsel başarıların tamamından üstün olmuştur (yine de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki çeyrek yüzyıl boyunca kaydedilen performansın gerisinde kaldığını belirtmek gerekir). ABD tarihinde mali açıdan yaşanan en büyük sahte hareket artışına tanık olundu. Hisse senedi fiyatları, temsil ettikleri şirketlerin kârlılık rakamlarıyla ilişkilerini tamamen kopararak, hızla yükseldi. 1940’ların sonundan 1970’lerin başına kadar süren ‘uzun düzelme’ döneminde, krizlerin en büyüğü olan 1997-98’deki Doğu Asya çıkışlı uluslararası krizin- ve aslında şu an içine girdiğimizin de benzerine rastlanmadı” (BRENNER, R. 2015).

“Krizden çıkış reçeteleri olarak da halktan alınan vergilerin devlet tarafından iktisadi sistemi canlandırmada kullanılması önerilmektedir. Dolayısıyla hem krizler hem de krizden çıkış reçetelerinin olumsuz sonuçları büyük ölçüde halka yansır. Piyasanın görünmez güçleri yerine ise devlet göreve çağrılır. Bir bilim olarak iktisat, krizlerin yarattığı toplumsal sıkıntıları giderebilmek için ironik bir şekilde sosyal bilim olma özelliğini biraz daha arka plana atarak, niceliksel yöntemler ile krizleri öngörmek için çeşitli modeller ve formüller türetir. Spiegel Dergisi Deutsche Bank CEO’sunun devleti yardıma çağırmasını başlık yaptığı yazıda CEO’nun şu sözlerini fotoğrafının altına koyarak özellikle altını çizmişti: “piyasaların kendini iyileştirici gücüne artık daha fazla inanmıyorum. Bir bilim olarak iktisadın, krizlere çare üretmekte pek de başarılı olmadığı iddia edilebilir. Kapitalizmin krizlerini teşhis etmede başarı imtihanını geçememiş bir “bilim” ile ona çare üretmeye çalışmak beyhude bir çaba gibi görünmektedir” (EREN A. A., & SARAÇOĞLU, M. 2017).

“Kısacası, sistemde gerçek bir paya sahip politikacılar, politikayı, tüm katılımcıların rakiplerine karşı bir avantaj elde etmek için koşuşturdukları bir temas sporu olarak düşünebilirler. Fakat aynı zamanda, partizan çıkarlarının peşinde koşma konusunda bazı sınırlamalar olması gerektiğinin de farkındalar; önemli bir seçimi kazanmanın veya acil bir yasayı geçirmenin sistemi korumaktan daha az önemli olduğunu ve demokratik siyasetin asla topyekûn bir savaşa dönüşmemesi gerektiğinin bilinmesi gereklidir. Siyaset teorisyeni ve Kanada Liberal Partisi'nin eski lideri Michael Grant Ignatieff, birkaç yıl önce şöyle yazmıştı: "Demokrasilerin işlemesi için, politikacıların düşman ile düşman arasındaki farka saygı duymaları gerekir. Bir düşman, yenmek istediğiniz kişidir. Diğer düşman, yok etmeniz gereken kişilerdir" (MOUNK, Yascha. (2018)

ABD'de ve dünyadaki diğer birçok ülkede, demokratik siyaset artık böyle işlemiyor. Michael Grant Ignatieff Kanada Liberal Partisi lideri ve Resmi Muhalefet Lideri olarak görev yapmış Kanadalı yazar, akademisyen ve eski politikacını belirttiği gibi, giderek artan bir şekilde "düşman politikası, düşmanların siyasetinin yerini aldığında ne olacağını görüyoruz". Ve son on yıllarda siyaset sahnesine hücum eden yeni popülistler bunun için suçun çoğunu üstleniyor.

MOUNK.Y aynı yazısının devamında, şöyle diyor. “İngiltere'den ABD'ye, Almanya'dan Macaristan'a, demokratik kurallara ve normlara saygı hızla azaldı. Artık şehirdeki tek oyun değil, demokrasi artık konsolide olmaktan çıkıyor”.

Bu günlerde geçmiş de ve belki de gelecek zamanlar içinde her şey yolunda gidiyor gibi olsa da bu düzenin her an değişme olasılığı var. Mavi gezegenimize, göktaşı çarpması, önünü zor alabileceğimiz salgın hastalık, nükleer savaş gibi bu etkenlerin dışında, medeniyetimizin çöküşüne yol açabilecek birçok etkenler vardır.

Geleceğe dair kesin bir öngörüde bulunma olanağı yoktur. İnsanlığın bugün ve gelecek için, belirsiz ve sürdürülemez bir yolda olduğuna dair aşikâr, ama dönüşü olmayan noktasını geçmiş yola girdi mi? Bugünden gelecek için öngörülerde bulunmak olanaksız dahi olsa, matematik, bilim ve tarih toplumların uzun vade içinde devamlılığında bazı ip uçarını verebilir.

Maryland Üniversitesi'nden Safa Motesharrei küresel sürdürülebilirlik ve çöküşe götürecek mekanizmaları anlamak için bilgisayar modelleri kullanıyor. Gelir dengesizliğinin Motesharrei’ ye göre, “eşitsizliği, hızlı nüfus artışı ve doğal kaynak tüketimini azaltacak önlemler zamanında alınırsa çöküş kaçınılmaz olmaktan çıkacağından” bahsediyor. Luke Kemp de 19 Şubat 2019 da yazısında “Büyük medeniyetler öldürülmez. Bunun yerine, kendi hayatlarını alırlar.” Diyor.

Ödüllü serbest gazeteci olan Rachel Nuwer, 16 Mayıs 2017 tarihinde BBC Future News Türkçen dergisin de ki ‘Batı medeniyetini çöküşe götüren ne olacak?’ yazısında şunları aktarıyor. “Ekonomi politik uzmanı Benjamin Friedman, bir zamanlar modern batı toplumunu, tekerlekleri ekonomik büyüme sayesinde sağlam ve düzenli dönen bir bisiklete benzetmişti. Bu ileri hareket yavaşladığında veya durduğunda toplumun temel taşları olan demokrasi, bireysel özgürlük, sosyal tolerans vb. değerlerde sarsılma başlar. Dünya, sınırlı kaynaklar için çekişmelerle çirkinleşir, kendi yakın çevremiz dışındaki insanlar dışlanır. Tekerlekleri yeniden ileri döndürecek bir yol bulunmazsa tam bir toplumsal çöküş yaşanacaktır.”

Demet Yalçında 3 Haziran 2017 tarihinde Marksist.net web sitesinde ‘Medeniyetin ve Toplumun Çöküşü Değil, Kapitalizmin Çöküşü!’, yazısında bize şunları aktarıyor. “Bu durumda kapitalist sistemin krize girmesiyle birlikte yaşanacak olan nedir? Kapitalistler krizden çıkabilmek için savaşlara başvururlar, işçi sınıfının demokratik ve ekonomik haklarına saldırırlar. Yani büyük tahribatlara yol açarak krizlerini atlatmaya çalışırlar. Kaldı ki bugün kapitalizmin periyodik krizlerinin ötesine geçen ve kolay kolay içinden çıkamayacağı bir tarihsel krizin yaşandığını söylüyoruz. Bütün dünyada artan otoriterleşme, faşizan eğilimler, demokratik ve ekonomik hak gaspları, pazarların yeniden paylaşımı için başlamış bulunan ve emperyalistler arası hegemonya krizinin eşlik ettiği üçüncü dünya savaşı, bu tarihsel krizin sonuçlarıdır. Bütün bu sonuçların doğurduğu başka sonuçlar da var şüphesiz. Yıkım, açlık, büyük göç dalgaları ve kitlesel ayaklanmalar.”

Giovanni Arrighi ’nin ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’ 2000 yılında çıkan kitabındaki çözümleme anlatımlarında, Dünya ekonomik tarihindeki gelişimlerini maddeler halinde aktarttığına göre: Altı yüz yıl, Yedi yüz yıllık ekonomik yapısallığa analizimizde, sermaye birikiminin öncü gelişmelerine baktığımızda: Çağdaş özel girişim sisteminin kapitalist dünya-ekonomisinin baskın yapısı biçimindeki yükselişi, özel girişimlerin hükümetlerden farklılaşmasının uzun altı, yedi yüzyıllık sürecin son aşamasını oluşturmaktadır. Hükümetlerin parasal güç ile birleştirdiği militarize yapı kullanabilmesi ile dar kapsamdan, geniş kapsama genişleyebilecek hegemonyan yapı kurabilmesi.  Özel girişim örgütlerinin alım, satım faaliyetlerini kendi geleneksel faaliyetleri biçiminde kullanabilen bunun yanından da üretim, dağıtım sistemlerini doğuran kâr-amaçlı örgütlendirmek ile hegemonyan yapı kurabilmeleri arasındaki farklıkları ile devlet yapısı ile birleşik yapısal şekilde davranmasa kaçınılmaz olmaktadır. Böyle şekillenmeyi 1900 yıllarda ki dünyasında yer alan örgütlerin incelenmesinde kamu girişimleri ya da özel girişimler olarak sınıflandırılması çok zor değildi.

On beşinci ve on altıncı yüzyılların okyanus ötesi yayılmacılığının incelenmesinde devlet veya özel kuruluş örgütlerini bu yolla sınıflandıramayız. Örgütlerin amaçları, yöntemleri ya da yol açtıkları sonuçlardan hangilerini düşünürsek düşünelim, yenilik yaratan önemli girişimler genellikle kamu girişimi özelliklerini özel girişim özellikleri ile yapı sallaştırmasını görebiliriz.

Sermaye birikimi ağlarının başlangıçta, tümüyle iktidar ağlan içine yerleşmiş ve onlara tabi olmuşlardı. Bu koşullar altında kârın elde edilmesinde başarıya ulaşmak için özel girişim veya kurum diyebileceğimiz yapılar, yalnızca sermaye birikiminin süreçlerinde değil, aynı zamanda devlet-kurma ve savaş-yapma süreçlerinde de önder durumunda olduklarını gözleyebiliriz. ‘Hollanda’nın, ilk küresel şirketi kabul edilen Birleşik Doğu Hindistan Şirketi (Vereenigde Oost-Indische Compagnie) ile Avrupa’ya naklederek yüksek kâr oranlarıyla sattığı ürünlerini çoğunlukla kolonileştirdiği topraklardan temin etmesi gibi’. 

Günümüzde Hollanda’yı oluşturan toprakların bilinen ilk yerleşimcileri Kelt ve Germen kabileleridir. MÖ 1. yüzyılda Jul Sezar tarafından Roma İmparatorluğu’na dâhil edilen bölge, kuzey kesimi hariç 5. yüzyılın başlarına kadar Roma idaresinde kalmıştır. 4. yüzyılda başlayan Germen istilalarıyla bugünkü Hollanda’nın doğusunda Saksonlar, güneyinde Franklar ve kuzeyinde Frizler hâkimiyet kurmuştur.

Davies ‘Avrupa Tarihi’ kitabında, Avrupa yarımadası halkları, etnik açıdan çok değişken bağlantılara sahip
olduklarını söylemektedir. Davies’in yaptığı araştırma analizin de: “Germen halklar. Roma döneminin muhtemelen en büyük barbar topluluğudur. Germen halklar genellikle üç gruba ayrılmaktadır, a) İskandinavya grubu, sonraki Danimarka, İsveç, Norveç ve İzlanda topluluklarını doğurmuştur, b) Kuzey Denizi kıyılarına yerleşen Batı Germen grupları, Batavlar, Frizler, Alamanlar, Jütler, Angllar ve Saksonlar'dır; Hollandalıların (Felemenklerin), Flamanların, İngilizlerin, ovalı İskoç topluluklarının ve kısmen Fransızların
ilk atalarıdır, c) Elbe Nehrinin doğusundaki Doğu Germen grupları: Savabyalılar, Lombardlar, Burgondlar, Vandaller, Gepidler, Alanlar ve Gotlar'dan oluşmuştur”.(DAVİES, N. 2011)

“Bazılarının "Hollanda İsyanı", Hollandalıların “seksen Yıl Savaşı" adını verdiği mücadele, bir ulusun yaratılmasını sağlayan olaylardan biriydi. Bu mücadele zaman zaman bilinçli olarak büyük bir efsane kaynağı haline getirildi. Sonunda ortaya çok modern bir toplum çıktığına bakarak, bu hareketin dini hoşgörü ve ulusal bağımsızlık için tutkuyla mücadele verilen çok "modern" türde bir ayaklanma olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. 

J. M. Roberts ‘Avrupa Tarihi’ (İnkılap Kitabevi 2015) isimli kitabında: “Eski Burgonya mirasının eseri olarak, İspanya Felemenk'inde birbirinden son derece farklı ve çeşitli on yedi eyalet vardı. Sakinlerinin çoğunlukla Fransızca konuştuğu güney eyaletleri, Avrupa'nın en çok şehirleşmiş kısmını ve büyük Flaman ticaret merkezi Antwerp'i barındırıyordu. Bu eyaletleri yönetmek uzun zamandan beri güçleşmişti. 15. Yüzyıl sonlarında bir dönem Flaman şehirleri, bağımsız şehir devletleri haline gelebilmek için çabaladı. Kuzey eyaletleri daha çok tarımla ve denizcilikle uğraşıyordu. Bu eyaletlerin sakinleri toprakları konusunda inatçı bir aidiyet duygusuna sahipti. Bunun nedeni belki 12. yüzyıldan beri denizden toprak kazanmak için büyük mücadele vermeleriydi. Kuzey ve Güneyin daha sonra Hollanda ve Belçika haline gelmesi 1554'te düşünülmesi imkânsız bir sonuçtu.” (ROBERTS, J. M. 2015)

“Ancak sermaye birikim ağları tüm dünyayı kapsayacak biçimde yayıldığında, özel girişim örgütleri giderek iktidar ağlarından özerk ve onlara baskın bir duruma geldiler. Sonuç olarak, iktidarın elde edilmesinde hükümetlerin yalnızca devlet-kurma ve savaş-yapma sü­reçlerinde değil, aynı zamanda sermaye birikimi süreçlerinde de önderlik etmesi gereken bir durumu ortaya çıkmış oldu. Braudel gibi, orta çağların sonlarından günümüze kapitalist tarihin birliğinin asıl ifadesi olarak alıyoruz. Bununla birlikte Braudel'in aksine, malî genişlemeleri, açık bir biçimde, dünya-ölçekli sermaye birikimi süreçlerinin yapı ve kurumlarının temel dönüşümlerinin uzun dönemleri olarak anlıyoruz. Sistemik birikim dairelerimiz Henri Pirenne ‘in kapitalist gelişme aşamalarına benzemektedir. Orta­ çağ Avrupası'ndaki en erken başlangıçlarından yirminci yüzyılın başlarına kadar bin yıldan fazla bir süreç içinde kapitalizmin toplumsal tarihini inceleyen Pirenne, bu tarihin bölünebileceği her dönem için birbirinden ayrı, farklı bir kapitalistler sınıfı bulunduğunu gözlemektedir.” (ARRİGHİ, Giovanni. 2000)

Pirenne belirli bir dönem kapitalistler önceki dönem kapitalist grubundan doğmamış olduğunu söyleyerek, bütün ekonomik örgütlenme değişimlerinde, süreklilikle bozulmalarına rastlandığından bahseder. Bu da bize her seferinde yıkıma uğrayan sistemin yeniden kurulması şeklinde olduğu anlamını çıkartmaktayız. Hatta kullanılmayan yöntemleri gerektiren koşul ve şartları yeteneğinden yoksun olmaları halinde kapitalist mücadeleden geri çekilirler ve aristokrasi haline gelerek sessizliğe bürünürler.  Eğer yeniden ilişkilerin gidişinde bir yer alırlarsa bunu, sessiz ortak rolünü üstlenerek sadece pasif bir şekilde yaparlar demekten geri durmaz. Kısaca kaybederken geri çekilip, fırsatını gördüklerinde, sessiz, sanki onlar değilmiş gibi yaparak sistemlerini yeniden kurmaya başlamaktadırlar. ARRİGHİ, (2000). ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri isimli kitabında, Henri Pirenne anlatımını bu şekilde aktarmakta.

Uluslararası düzenin 20. yüzyıldaki hegemon devleti olan Amerika Birleşik Devleti, 21. yüzyılın başında bu role aday yeni yeni adayları da çıkarmaktadır. Bunlar kimler dediğimizde karşımıza Rusya, Çin gibi benzeri ülkeler başı çekmekteler. İkinci Dünya Savaşı sonrası geliştirilen, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası GATT gibi kuruluşlar USD’nin hegemonyasını pekiştirmişti. 1990 yılı sonrasından sonra

Bir toplumsal örgütlenme biçimi olan kapitalizmin krize girdiği dönemlerde sermaye birikiminin yeniden yapılanmasını iktisat politikalarıyla çözemediği durumda başvurduğu zora dayalı yaptırım olan savaşların ekonomi politiğini çıkmazı sonucu savaşın kaçınılmazlığı olmaktadır.

“Şirket kapitalizminin küresel hâkimiyetine karşı giderek artan muhalefet, bu hâkimiyetin sürmesini
sağlayan güçler tarafından karşılanmaktadır; onun dört kıtadaki ekonomik ve askeri egemenliği, yeni sömürgeci imparatorluğu ve en önemlisi, nüfusun büyük bir çoğunluğunu karşı konulamaz üretkenliğine ve gücüne maruz bırakmadaki sarsılmaz yeteneği. Bu küresel güç, sosyalist bloğun savunma konumunda kalmasını sağlamıştır. Savunma konumunda kalmak, sosyalist bloğa sadece askeri harcamalar bakımından değil, aynı zamanda, baskıcı bürokrasinin sürdürülmesi anlamında da çok pahalıya mal olmuştur. Böylelikle, sosyalizmin geli­şimi başlangıçtaki hedeflerinden sapmaya devam etmiş ve Batı ile rekabet içerisinde bir arada varoluş Amerikan yaşam standartlarının bir model oluşturduğu değerlerin oluşmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte, bugünlerde, bu tehditkâr homojenlik gevşemeye ve bu baskıcı bütünlüğün içerisine bir
alternatif zorla girmeye başlamıştır. Bu alternatif, şirket kapitalizminin en konforlu ve özgürlükçü uygulamaları içerisinde bile bu sisteme karşı koyan ve onu reddeden kadın ve erkeklerde farklı amaç ve değerlerin, farklı esinlerin ortaya çıkışları gibi sosyalizme giden farklı bir yol değildir. Büyük Reddediş, farklı birçok biçim alır.

Vietnam’da, Küba’da, Çin’de, sosyalizmin bürokratik yönetiminden kaçınan bir devrim savunulmakta ve
onun için mücadele verilmektedir. Latin Amerika da ki gerilla güçleri de aynı yıkıcı dürtü tarafından harekete geçirilmiş gibi görünmektedir: Özgürlük. Aynı zamanda, şirket kapitalizminin görünürde zapt edilemez olan ekonomik kalesi bağlantı parçalarında artan bir gerilimin işaretlerini göstermektedir: Birleşik Devletler bile mallarını silahlar ve tereyağı, napalm bombası ve renkli televizyon sınırsızca dağıtamaz gibi görünmektedir.

Getto nüfusları ayaklanmanın (ama devrimin değil) ilk kitlesel tabanı haline gelebilirler. Öğrenci muhalefeti hem eski sosyalist hem de kapitalist ülkelerde yayılıyor. Bu muhalefet ilk kez Fransa’da rejimin tüm güçlerine meydan okumuş ve kızıl ve siyah bayrakların özgürleş­tirici güçlerini kısa bir süre için yeniden ele geçirmiştir. Bunlara ek olarak, Fransa’daki bu deneyim geniş bir tabanın başarı şansını göstermiştir. İsyanın geçici olarak bastırılması gidişatı değiştirmez.” (MARCUSE Herbert 2013)

Rejimin formu ne olursa olsun (demokratik/otoriteryan) yöneticilerin temel gayesi iktidarlarını korumaktır. Bu nedenle bilginin yönetimi bakımından demokratik ve otoriter rejimler arasındaki farkı yöneticilerin fazileti değil, kurumların yapısı, işleyişi ve diğer siyasal-toplumsal aktörlerin devlet iktidarını dengeleyici gücü belirler.

Hukuk, adalet, insan hakları konularında ‘fena değil’ diyebileceğimiz devletleri hukuk tarafı eksik kalmış otoriter devlet yapıları ya da ‘tamamlanmamış devlet’ olarak adlandırabiliriz.

Prof. Dr. Sait Yılmaz 2019 yılında ‘Otoriter ve totaliter rejimler’ isimli makalesinde nedir ve nasıldır? Diye düşüncelerini şu şekilde aktarmakta. “Totaliter liderin toplumla arasında ortak bir ideoloji bağı vardır ve bu bağdan ötürü insanlar onu takip eder, bu yüzden ülkeyi istediği gibi yönetme gücünün olduğunu düşünür. Otoriter rejim ise daha çok statüko odaklıdır ve kontrollüdür. Otoriter liderlere örnek
Irak’ta Saddam Hüseyin, Filipinler’de Ferdinand Marcos gösterilebilir. Kendilerini normal bir
birey olarak görmeleri diktatörlüğe olan eğilimlerindendir. Korku ve sadakat empoze ederek
kanunlar koyarlar. Kendileri ile iş birliği yapanları ödüllendirerek sadakat kazanırlar. Otoriter hükümetlerde güç merkezidir ve bir kişide toplanmıştır. Halkın ve muhaliflerin düşüncelerini ifade etme özgürlüğü baskı altındadır.” (YILMAZ, Sait.  2019)

Otoriter devlet yönetimlerinde, hukukun üstünlüğü kalkmış, yerine kişi yorumları veya kendine fayda sağlayıcı hukuksal yöntemleri oluşmaya başlamıştır. Kişisel özgürlükler de sıkıntılar artmış, insan hak ve hürriyet kısıtlama baskıları çoğalmış olduğunu görmekteyiz. Kısaca Evrensel hukuk ve insan hakları ve güçler ayrılığının yok olası, uygulanmaması olan hale gelmiştir. Bu yöntemlerin toplumun bir kısmı tarafından uygun bulunması da ekonomik krizlerin ortaya çıkması, huzursuzlukların artması baskının daha da çoğalması nedeni olmasına yol açmaktadır.

Liderlerin halkla dalga geçtiği, halkın da buna karşılık yöneticilere öpücük gönderdiği bir dönemde yaşıyoruz. Bunun literatürdeki havalı adı da otoriter popülizm.

Peki, o öve öve bitiremediğimiz halk bilgeliği ve “halk iradesi”, nasıl oluyor da otokrat liderlere yöneliyor?

Antidemokratik uygulamaların dünya çapında yayılması sadece temel özgürlükler için bir gerileme değildir. Ekonomik ve güvenlik riskleri oluşturmaktadır.

En gelişmiş demokrasilerden demokratikleşmeye çalışan pek çok ülkeye dek dünyanın farklı yerlerinde, popülist yaklaşımların giderek etkisini artırdığı veya iddialarıyla sıklıkla karşılaşmaktayız. Bundan daha büyük tartışmalar, artık demokrasinin alternatifsiz kaldığı düşünülen bir dönemde özgürlük düşmanı otoriter yönelimlerin siyaset sahnesinde yeniden güç kazandığı veya iddiaları üzerinde dönmektedir. (BERİŞ, H. E. 2019)

20. yirminci yüzyılda piyasa ekonomisi ve devletçi ekonomi sisteminin yanına üçüncü bir sistem olan
refah devleti gündeme gelmiştir. Şöyle ki, “1929 dünya ekonomik buhranı sonrasında devletin ekonomide varlığının gerekliliği tekrar gündeme gelmiş ve Keynes, devletin ekonomiye müdahalelerinin formülünü ortaya koymuştur. Keynes’le birlikte devlet ekonomik politikaları yönlendiren, sosyal açıdan toplumu finanse eden bir “Refah Devleti” ne dönüşmüştür. Fakat, 1973 petrol krizi sonrası yaşanan olumsuzluklar, Keynes’gil politikalara olan inancı sarsmış ve yerini Hayek’in önderliğindeki neo-liberal politikalara bırakmak zorunda kalmıştır. 1970’li yılların sonuna doğru dünya çapında yaşanan liberal dönüşüm sürecinde neo-liberalizm ve onun sınırlı devlet anlayışının hakimiyeti görülmüştür” (SAFİ, İsmail, 2018)

Öner Günçavdı politik yol web sitesindeki yazısındaki yazıda Dünyadaki neo kapital sistemin isteklerinin sonucunda ki değişim den ders alan Çin ekonomisindeki değişimlerin nasıl yapıldığını ve ülkemizin bunu ıskaladığını anlatarak, acı gerçeği ortaya koyuyor. Yazısında nasıl yapıldığı hakkında ki görüşleri de şöyle: “Kapitalist sistemin zaaflarıyla baş edebilmek için 2000’lı yıllarda tüm dünyada bollaşan ucuz likidite gelişmekte olan ülkeler için çok güzel fırsatlar yaratmış olsa da biz sadece bu mali imkânlardan ekonomimizin altyapısını yenilemek ve tüketimi desteklemek için faydalanmış olduk. Maalesef sanayideki üretim yapımızı çağın gereklerine uygun bir hâle getiremedik. Ülkenin döviz kazanma kabiliyetini arttıramadık. Hatta bu imkânları aşırı bir şekilde kullanarak ülke ekonomisini daha çok içe dönük bir hale getirdik.

Bu mali genişleme dönemdeki likidite bolluğunun enflasyona neden olmamasının arkasında, Çin’in o devasa üretim gücünün tüm dünyaya sağladığı ucuz girdi üretimi yer almaktaydı. Çinli işgücünün sömürüsüne dayanan uluslararası tedarik zincirlerini kontrol eden ülkeler, bu süreçte üretilen katma değerin çoğuna el koyabilme olanağına erişmişlerdi. Katma değere bu şekilde el koyma merkez ülkelerdeki sermaye birikimine güç katarken, enflasyonla karşılaşmadan genişletilebilen likiditeden, kendi varlıklarını kullanmadan yararlanabilmeleri mümkün olmuştur. Bu şekilde tüm dünya düşük faiz ve enflasyonla birlikte yüksek büyüme dönemi yaşayabilmiştir.

Artık çok uzun süren bir konjonktürün sonuna gelindi. Dünya ekonomisindeki ucuz ve bol likiditenin artık eskisi gibi enflasyon yaratmadan sürdürülebilmesi mümkün değil.  Özellikle Çin ekonomisinde ücretleri baskılayabilmenin daha fazla sürdürülemeyecek ve elde edilen refahtan çalışan kesimlerin de pay almasının artık engellenemeyecek olması, ister istemez reel ücret artışlarını gündeme getirmiş ve çok uzun zamandır uluslararası düzeyde devam eden bir “saadet zincirinin” sona ermesine yol açmıştır.

Emeğin sömürüsünün sonuna gelen Çin, refahın yeni kaynağı olarak teknoloji ve yenilikleri gündeme getirmiş ve ekonomisini buna yönelik değişime uygun bir hâle getirmeyi tercih etmiştir. Yani Çin uluslararası sistemin kendisi için tespit edilen rolün dışında bir rol oynamaya başlamıştır”. (Ömer Günçavdı 2022. 11.19)

Günçavdı’nın demek istediği: Gelişmekte olan ülkelerin de kalkınma anlayışı değişmeye başladığını söylerken, kimi ülkelerin bu sürecin dönüşüm dinamiklerine uyum göstererek yeni uluslararası iş bölümünün bir parçası olmaya ve ekonomilerini bununla uyumlu hâle getirmeye başladığı ama Türkiye de buna ayak uydurmak yerine, kolay yolu seçerek büyüme hedeflerinin artırmaya yönelik çalışmalarına karşı  çalışmalar yaparak, büyümeden reel ücretler neredeyse 40 yıldır artırmadan düşük tutarak, rekabetçi güçlenme politikalarını seçmesi karşısında değişim süreçlerini çalışanlarının ücretlerini reel olarak artırma ile daha farklı yönelmeleri ve neo kapitalist sistem kontrolünün dışında kalarak, rekabetlerini eğitime ağırlıklarını vererek, teknolojik gelişme yanında kullanmaları, rekabetlerini güçlendirdiği ve enflasyon sarmalından kurtulabildiklerini söylemekte.

Türkiye de dünyada diğer ülkelerin ekonomik yapılanma süreçlerini göz artı etmeden, siyasal tercilerini yukarı da ki anlatımlara göre değiştirerek, ekonominin enflasyon kıskacından kendinin kurtarmayı başarabilir görünmektedir.

SONUÇ

Kapitalizmin 1970’lerde başlayarak günümüze değin sürmekte olan krizi siyasal alanda da önemli sonuçlar doğurmuştur. Krizi aşmak için uygulanan neoliberal politikaların geniş toplumsal kesimler açısından sonuçları, artan yoksulluk, işsizlik ve yaşam standartlarında gerilemenin yanı sıra siyasal kararları etkileme kapasitelerinin de giderek azalması olmuştur

“Dünyadaki ilk “küresel” kriz olan 1720’lerin Seattle Bubble’ı için de 29 bunalımı için de içinde yaşadığımız kriz için de geçerlidir”. (a.g.e. EREN Ahmet, Arif, & SARAÇOĞLU, M. 2017) Dünyada ki ilk ekonomik krizi araştırırken, en eski ve ilk kriz olarak tek kaynak olarak karşımıza çıkmakta.

Ekonomi daha mı kötüye gidecek yoksa normale mi dönecek soruları sorulduğu zaman, dikkatle bakılması gerekli olan, dünya tarihinde uluslararası ve ulusal ekonomik Krizlerin nedenleri ve sonuçlarını incelenmesi olmalıdır. 1878 Ekonomik Krizi (1878), Büyük Buhran (1929), Kara Pazartesi (1987), Asya Mali Krizi (1997), Dünya Gıda Krizi (2007), Türkiye Ekonomik Krizi (2001), Küresel Ekonomik Kriz (2008-2012), Yunan Ekonomik Krizi (2011).

Türkiye’nin Yakın Tarihine baktığımızda kriz olarak neleri yaşadıklarını sıralayabiliriz. (Vikipedi Özgür Ansiklopedi)

1946 krizi (7 Eylül Kararları): İkinci Dünya Savaşı dönemi.

1958 krizi: Türkiye'de 1950-1960 yılları arasında özel sermaye, büyük ticaret ve tarım burjuvazisinin elinde birikmeye başlamış, serbestleşme politikası sonucunda ithalat sürekli artarken ihracat gelirlerinde yetersizlik baş göstermişti. Bu da dış ticaret açıklarına sebep olmuştu. Dış borçlar artıyordu. Enflasyon hızı yükselirken tarımsal üretim düşüyor, büyüme hızla yavaşlıyordu. Türkiye, dış borç anapara ve faiz ödemelerinde zorlanmaya başlamış ve beraberinde borç erteleme (moratoryum) yoluna başvurulmasına sebep olmuştu.

1974 krizi (I. Petrol krizi ve Kıbrıs Harekâtı): 1974 yılında petrol fiyatlarında küresel ölçekte meydana gelen yaklaşık 4 kat artış, dünya da pek çok ekonomiyi fazlasıyla olumsuz etkilemişti.

1980 krizi (II. Petrol krizi ve 24 Ocak Kararları): 1980 yılındaki II. Petrol Krizi, küresel ölçekte petrol fiyatlarının tekrar, yaklaşık 2 kat daha artmasına yol açmıştı. Türkiye'de işsizlik yüzde 20'lere, enflasyon ise yüzde 65'lere kadar yükselmişti. 

1982 krizi (Banker krizi): Türkiye'de çok sayıda bankerin üst üste iflası ve on binlerce küçük tasarruf sahibinin para kaybıyla sonuçlanan kriz. 24 Ocak Kararlarının sonuçlarından biridir.

1990-1991 krizi (Körfez Krizi): 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi, ABD öncülüğünde 40’a yakın ülkenin destek verdiği koalisyon gücü, Irak’a karşı askerî harekât düzenledi. Türkiye'de tüm denge ve beklentiler bir anda değişti. Dövize olan talepte patlama oldu. Enflasyon %40 iken, 1991'de %61'e fırladı. Ekonomik büyüme %9'dan %0'a kadar düştü. Sayısız işletme battı.

1994 krizi (5 Nisan Kararları): 1993 yılının sonuna gelindiğinde, ülkede Cumhuriyet tarihinin en büyük cari ve kamu açığı söz konusu idi. Yıl sonunda göreve gelen DYP-SHP (Çiller-Karayalçın) hükümeti, iç borçlanma politikasında maliyetleri düşürecek arayışlara girmişti. 

2000 krizi: 1999 Marmara yaşanan büyük Depremle Türkiye ekonomisi iyice zora girmişti. Ekonomik büyüme %-6.1 olmuş, yani ekonomi %6 oranında küçülmüştü.

2001 krizi (21 Şubat Krizi / Kara Çarşamba): Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz olan 2001 krizi, ülkenin Kara Çarşamba’sı olarak adlandırılır. 

2007-2008 krizi: “2007 yılında başlayan ve etkileri esas olarak 2008 yılında hissedilen bu kriz, diğerlerinden farklı olarak Türkiye değil, dış kaynaklı bir çalkantıyla başladı.

Eylül 2008'de dünyanın en büyük yatırım bankalarından Lehman Brothers, 613 milyar dolar borcu olduğunu açıkladı ve iflas etti. Bu, ABD tarihinin en büyük iflası olarak kayıtlara geçti.

Daha sonra aralarında ABD Merkez Bankası (Fed), İngiltere Merkez Bankası (BoE) ve Japonya Merkez Bankası'nın (BOJ) da olduğu gelişmiş ülke merkez bankaları, piyasadaki likidite sorununu çözmek için ortak hareket etmeye başladı ve bunun için bir dizi araç geliştirdi.

Bu dönemde, gelişmekte olan ülkeler ise krizden nispeten daha az etkilendi. Kriz öncesi dolar kuru, 1.20 düzeylerinde seyrediyor ve "1 dolar 1 TL olur mu" tartışmaları yapılıyordu. Kriz sırasında kur, 1.7 seviyesinin üzerine çıkarak rekor kırdı.” (BBC News Haber Portalı 2018)

2018 Döviz Krizi: Türkiye halihazırda ekonomi dinamiklerinde sorunlarla uğraşırken Rahip Brunson krizi, bu sorunları iyice tırmandırmış ve 2018 yılı ekonomik krizinin fitilini ateşlemiştir.

Türk Lirası büyük oranda değer kaybı yaşarken, enflasyon çift hanelerde takılı kalmıştır. Faiz artırımlarına gidilmesiyle büyüme ivmesi kaybedilirken, yüksek enflasyon ve ekonomik daralma ile işsizlik verileri de bir hayli yükselmiştir.

Rahip kriziyle mevcut döviz kuru bir anda tırmanmış, 2017’de 3.80 TL olan dolar 2018’de 7 TL’yi aşmıştır. Başta inşaat olmak üzere pek çok sektörde tıkanıklıklar yaşanmış, beraberinde ise iflaslar gelmiştir.

Merkez Bankası döviz rezervleri ise 2018 yılında önemli ölçüde azaldı. 2018 yılı ocak ayında net döviz rezervi 77.9 milyar dolar iken 2020 yılı ocak ayı itibarıyla 33.9 milyar dolara geriledi. (Cumhuriyet.com.tr 2022.10.29 web sitesi)

Türkiye halihazırda ekonomi dinamiklerinde sorunlarla uğraşırken Rahip Brunson krizi, bu sorunları iyice tırmandırmış ve 2018 yılı ekonomik krizinin fitilini ateşlemiştir.

Türk Lirası büyük oranda değer kaybı yaşarken, enflasyon çift hanelerde takılı kalmıştır. Faiz artırımlarına gidilmesiyle büyüme ivmesi kaybedilirken, yüksek enflasyon ve ekonomik daralma ile işsizlik verileri de bir hayli yükselmiştir.

“Dünya genelinde 2020 yılında beklenen ekonomik krizin 2008 yılındaki krizden çok farklı olması bekleniyor. Çünkü 2008’deki kriz para piyasası ve inşaat sektörü ile sınırlı kalmıştı ancak 2020’deki ekonomik kriz pahalılığa neden olacak.

2020’deki ekonomik kriz petrol fiyatları, küresel piyasalar, hisse senetleri ve Amerikan doları üzerinde de etkisini gösterecek. Yapılan istatistiksel çalışmalara göre kriz ilk olarak ABD’de baş gösterecek ve daha sonra dünya geneline yayılacak. Bazı sandık fonları, iki yıllık süreçte Avrupa’da beş ülkenin iflas edeceğini ve karşılığında Çin ile Hindistan ekonomilerinin büyüyeceğini tahmin ediyor. Yatırım uzmanı Cemy Rojers, “Bütün bu sinyaller önümüzdeki yılda büyük bir ekonomik krizin çıkacağını gösteriyor. Bazı ülkeler yatırım politikalarını değiştirerek risk taşıyan yatırımlardan vazgeçiyor” dedi. (Rûdaw Net Medya Ağı 2019)

2018 tarihinde başlayan 2023 tarihinde de belirsizliğini şimdilerde de koruyan ekonomik krizin Türkiye Halklarına neleri çıkardığını gelecek zamanlar içinde birlikte yaşayarak göreceğiz ve bunların gelişiminin nasıl olduğu konularını ayrıntılı olarak da okuyacak.

Bu krizleri yaşayan ülkeler sonunda krizlerden kurtulabilirler. Devlet yaşayanların üstünde rahatlama sağlayabilir. Bunları yapan devler, o ülkede ki yaşayanların destekleri ile sağlayabilirler.

“Bütün dünyada bir öfke kol geziyor. Bu öfke bizim; ama bize yönelmiş halde ve hepimizi yok etmekle tehdit ediyor.  Bu öfke bizim. Başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi ki zaten? Sömürü üzerine kurulu bu dünyada zenginleri daha da zengin hale getirmemek tamamen bizim elimizde. (Kârlarına kâr katmak için zenginlere hizmet etme bahtiyarlığı ile avuç açmak arasında sıkıştırıldığımız bir dünya bu.) Kâr peşinde koşarken milyonlarca insanı topraklarından eden ve şehrin merkezinden gecekondu bölgelerine sürükleyen bir dünya bu. İnsanların nesnelere dönüştüğü, nesneymiş gibi muamele gördüğü ve bu nesneleştirmenin bin bir yüzüyle bizi her gün karşılaştıran bir dünya: İnsanların yalnızca kadın, koyu tenli, çocuk ve yaşlı oldukları ya da farklı cinsel yönelimleri olduğu veya bir dili yanlış bir aksanla konuştukları için ayrımcılığa uğradığı, dışlandığı, açlığa mahkûm edildiği ve öldürüldüğü bir dünya. Bu nesneleştirmenin o kadar çok ifadesi var ki... Eşitsizliğin her geçen gün arttığı, paranın gitgide daha çok küstahlaştığı bir dünya. Bombalamalarla, kaçırmalarla dolu bir dünya bu; kaçırılanlar geri dönse bile yaşadıkları dehşetten kurtulamıyorlar. Bu bizim öfkemiz ve gitgide büyüyor” (HOLLOWAY, John. 2017).

Öfkelerimizi doğru şekilde yönetemezsek, yanlış bir yere veya yerlere yöneliğini gördüğümüzde, iş işten geçebilir. Eğer öfkelerimizi doğru yönlere aktaramasak hepimizi yok edecek.

Brian Wheeler, 08,05,2017 tarihinde BBC NEWS/TÜRKÇE online web sitesinde kaleme aldığı yazısında şöyle anlatmakta. Alman filozof ve iktisatçı “Karl Marks tarafından 1867 yılda kaleme aldığı Das Kapital'in birinci cildinde, çok özet olarak kapitalist sistemin nasıl kendi sonunu getireceğini anlatır. Marks'ın 30 yıllık bir çalışma sonucunda ortaya çıkardığı Das Kapital kısmen tarih, kısmen iktisat ve kısmen sosyoloji kitabıdır”.

Marks'ın biyografisini yazan Francis Wheen, "Yer yer, kahramanları kendi yarattıkları canavarın esiri olan ve onun tarafından yutulan bir Gotik romana” benzetir.

Marks'ın düşüncesine göre, basitleştirmek gerekirse "kâra dayalı" bir ekonomik sistem olan kapitalizmin, bu kârlılığı sürdürmek için işçileri sömürmek zorunda olduğu için istikrarlı olamayacağını anlatmaktadır. Kâr dediğimiz şey esasen işçilere, ürettikleri şeyin değerinden çok daha az bir ücret ödenmesi ile oluşan "artı değer" sayesinde oluşuyor demektedir.

İngiltere'de ana muhalefetteki İşçi Partisi'nin maliye sözcüsü John McDonnell, üretilen şey üzerinde söz hakkı, üretim araçlarının sahibi olan sermayenin yani kapitalist sınıfındır. Elde ettikleri artı değerle onlar giderek zenginleşir ve yeni yatırımlar yaparken işçilerin yoksulluğu giderek derinleşir, diyebilecek kadar cesur davranmaktadır.

Marks her defa daha fazla kâr etmeye dayalı sistemin sonucunda kendi çelişkilerinin kurbanı olup çökmesinin kaçınılmaz olduğunu savunmaktadır. Bu bilgilerin ışığında çözümleme sonucunda, kapitalizmin ve onun türevi olan neoliberalizm tükenmesini yaşadığımız çağın yakın kesimlerinde net olarak görmekteyiz. Marx’ın düşüncelerini temellendirdiği en önemli kavramlardan biri olan yabancılaşma kavramı, onun insan görüşünden de ayrı düşünülemez.

Doğduğumuz andan itibaren hak ettiklerimizin insanların çoğunluğuna değil de seçilmiş ve kapital sahiplerinin elinde kalması, sistemi uygulayanlar veya siyasilere öfkeleri gün geçtikçe artmakta. Din köktendinciliğe karşı öfke, Trump’a yönelik öfke, Marina Le Pen ’e yönelik öfke, Avrupa’da ve tüm dünyada ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükselişine karşı duyulan öfke: Bunların hepsi şimdiki haliyle dünyaya yönelmiş halde; ancak bir biçimde yalnızca zenginleri, parasal sıkıntısı olmayan veya arkası güçlü güçlere dayananları ve öfkemizin temeli olan şeyleri güçlendirdiğini unutmamalıyız.

Bob Jessop, 2016 yılında çıkardığı, ‘Devlet: Geçmiş, Şimdi, Gelecek’ kitabında anlattığına inanmak isterim, belki de hepimiz de inanmak isteriz. “Son yıllarda, refah devletinin gerilemesi, çokuluslu şirketlerin artan etkisi ve küresel yönetişim düzenlemeleri de dahil olmak üzere küreselleşme süreçlerinin kanıtladığı gibi, devletin giderek artan öneme sahip olduğunu iddia etmek moda haline gelmiş olsa da devlet hala bireylerin yaşamlarını şekillendiren en önemli aktörlerden biridir”.

Mounk’ın The Atlantik web sitesinde ‘Diktatörler Artık Rol Yapmıyor’ isimli yazısında karamsarlığını aktarıyor. “Dünyanın her köşesindeki gelişmelerin titizlikle izlenmesine dayanan Freedom House, dünyanın, siyaset bilimci Larry Diamond'ın "demokratik durgunluk" olarak adlandırdığı şeyin üst üste 16. yılına girdiğini tespit ediyor. 2021 yılında demokrasiden uzaklaşan ülke sayısı bir kez daha demokrasiye doğru ilerleyen ülke sayısını büyük bir farkla aştı”. (MOUNK, Yascha.2022)

Kıssadan hisse:

“Bir zamanlar çok mutlu bir tavuk yaşarmış. Çiftçi her gün tavuğu beslemeye gelirmiş. Tavuk her geçen gün biraz daha semirir ve halinden daha memnun büyüyüp dururmuş.

Çiftlikteki diğer hayvanlar tavuğu uyarmaya çalışmışlar: “Öleceksin” demişler. “Çiftçi sadece seni semirtmeye çalışıyor.” Tavuk bunlara kulak asmamış. Çiftçi tüm hayatı boyunca cesaret verici birkaç dostça söz mırıldanarak onu beslemek için gelmişti. Neden birdenbire her şey farklı olsundu?

Fakat elbette gün gelir ve işler değişir: “Hayatı boyunca tavuğu her gün besleyen adam” diye yazar Bertrand Russell kendine has alaycı üslubuyla “en sonunda bunu yapmak yerine tavuğun boynunu burdu.” Tavuk körpe ve zayıf olduğu sürece, çiftçi onu semirtmek istedi; pazar için yeterince şişman hale gelince de onu öldürme zamanı gelmişti.

Russell bizi basit tahminlerde bulunmamız için uyarmak istiyordu. Masum tavuğun hikayesi bize şunu hatırlatır: Eğer geçmişte işlerin nasıl yürüdüğünü anlayamazsak bunların gelecekte de olmaya devam edeceklerini varsayamayız. Tavuğun bir gün kendi dünyasının parçalanabileceğini tahmin edememesinde olduğu gibi bizlerde geleceğe doğru uzanan değişikliklere karşı kör olabiliriz.

Demokrasinin geleceği hakkında doğru tahminlerde bulunmak istiyorsak, ‘tavuk sorusunu’ sormalıyız. Demokrasinin geçmişteki istikrarını acaba artık mevcut olmayan koşullar mı sağlamıştır?” (a.g.e. MOUNK, Yascha. 2021)

 

Erdem ŞENEROĞLU

2023. OCAK. 05

 


Kaynakça:

ABRAMOWİTZ, Michael J. (2018), ‘Freedom in the World 2018 Democracy in Crisis’, https://freedomhouse.org/report/freedom-world/2018/democracy-crisis

AKIN, A. Z. (2019). Neoliberalizm Etkisinde Sağ Popülizmin Yükselişi: ABD, Macaristan ve Fransa Örnekleri. Uluslararası Politik Araştırmalar Dergisi5(1), 27-39.

ALTINDAL. Aytunç. 2014. ‘Bilinmeyen Vatikan’ ePub düzenleme: Meritokrasi

ARAS. İ., & GÜNAR, A. (2018). Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumu: Brexit süreci ve sonuçları. International Journal of Political Science and Urban Studies6(2).

ARRİGHİ, Giovanni. (2000). ‘Uzun Yirminci Yüzyıl’: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri. Çev. Recep Boztemur, İmge Yayınları, Ankara

AYDOĞAN, M. (2005). ‘Türkiye üzerine notlar 1923-2005’. Umay.

BBC News Türkçe Haber portalı. 17 Ağustos 2018

https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-45226072

BERİŞ, H. E. (2019). ‘Demokrasiye neler oluyor? popülizm ve otoriterleşme tartışmalarına bir bakış’. Liberal Düşünce Dergisi, 24(96), 27-53.

BON, G. L. (1997). ‘Kitleler psikolojisi’. İstanbul, Hayat Yayınları.

BOZKURT, A. D. (2019). Geç Dönem Osmanlı İmparatorluğunda iktisadi düşüncenin gelişmesinde liberal iktisat ve milli iktisat yaklaşımlarının etkisi: Karşılaştırmalı bir inceleme’, 1800-1914. Doktora Tezi.

BRENNER, R. (2015). ‘Ekonomide Hızlı Büyüme ve Balon’, (Çev.: B. Akalın). İletişim Yayınları, İstanbul.

CUMHURİYET.com.tr (2022.10.29) web sitesi

https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/cumhuriyet-tarihinde-gerceklesen-ekonomik-krizler-1997205

COŞKUN, Vahap.  (2022). ‘Nazi Almanya’sında, Hukuk’ perspektif web sitesi,

https://www.perspektif.online/nazi-almanyasinda-hukuk/

ÇAKIR, Gencer. (2021), ‘Yazılar Teori ile Güncelleme’,

https://independentscholar.academia.edu/

ÇELİK, Z. (2012). Neoliberalizmin kısa tarihi. İdealkent3(7), 187-193.

ÇETİN, H. (2004). Özgürlüğe Karşı Güvenlik: Hayek’in “Kölelik Yolu” Eserini Yeniden Okumak.

DAVIES, N. (2011). Avrupa Tarihi, Çev. Editörü: Mehmet Ali Kılıçbay. Baskı, İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları. s.246

EREN, A. A., & SARAÇOĞLU, M. (2017). Kapitalizmin Tarihinde Finansal Krizler: Tarih Tekerrür mü Ediyor?. Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10(1), 87-97.

FUKUYAMA, Francis. (2012) ‘Tarihin Sonu ve İnsan’. Çev. Zülfü Dicleli, Profil Yayıncılık, 3. Baskı

GEISELBERGER, H. (Ed.). (2017). Büyük gerileme: zamanımızın ruh halı üstüne uluslararası bir tartışma. Metis., İstanbul, s.13

GÜLER, M. A. (2015). ‘Kriz ve Yeni Toplumsal Hareketler’: “İşgal Et” Örneği. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi17(3), 330-362

GÜNÇAVDI, Öner.  (2022. 11.19) Politik Yol Web Sitesi

https://www.politikyol.com/donusumun-ayak-sesleri-ve-turk-siyasetinin-kayitsizligi/

HARVEY, D. (2015). Neoliberalizmin kısa tarihi, 2. Baskı, Çev. Aylin Onacak, İstanbul: Sel Yayıncılık. s. (Önsöz,4-5)

HETZEL, R. L., & ÇETİN, Ü. 2012. ‘Milton Friedman’ın İktisat Bilimine Katkıları’. Liberal Düşünce Dergisi, (65), 29-56.

HOLLOWAY, John. (2017). ‘Öfke Günleri Paranın Hükümranlığına Karşı Öfke’. İletişim Yayınları. İstanbul

KANSU Yıldırım, (2017) ‘Büyük Gerileme: Neoliberalizmin krizi ve sağ popülizmin yükselişi’, K24 Bağımsız İnternet Gazetesi -2017 Mayıs04. https://t24.com.tr/k24/yazi/buyuk-gerileme,1214

KARAHANOĞULLARI, Yiğit. (2007) ‘Kapitalist Gelişme Teorisi üzerine bir değerlendirme’ https://www.academia.edu/40377192/Kapitalist_Geli%C5%9Fme_Teorisi_%C3%9Czerine_Bir_De%C4%9Ferlendirme#:~:text=liberal%20teorinin%20devlet,%C3%A7%C3%B6zmek%20de%20zorundad%C3%BDr.

KARA, D. K. (2022). ‘İnsanın Değeri Işığında Rekabet’, Doktora Tezi, İstanbul T.C. Maltepe Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü

KOVANCI, O. (2003). ‘Kapitalizm, yoksulluk ve yoksullukla mücadelede tarihsel bir deneyim: İngiliz yoksul yasaları’. Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.

KURUÇ, Bilsay. 2018, “Yeni bir düzen arayışı ekonomiden başlar”, 07, 08, 2022 tarihinde erişildi. https://www.politikyol.com/soylesi-prof-dr-bilsay-kuruc-yeni-bir-duzen-arayisi-ekonomiden-baslar/

MARCUSE Herbert (2013) ‘Özgürlük Üzerine Bir Deneme’ Çeviren: Soner Soysal, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

MASON, P. (2019). Kapitalizm Sonrası: Geleceğimiz İçin Bir Kılavuz. Yordam Kitap. s.13

MOUNK, Yascha. (2018), ‘Popülist ayaklanmalar liberal demokrasiyi nasıl yıkabilir?’, The Guardian News Website of the year, https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/mar/04/shock-system-liberal-democracy-populism

MOUNK, Yascha. (2021), ’Demokrasinin Halkla İmtihanı’, HշO Yayıncılık, s,16-17

MOUNK, Yascha, (2022. 02. 24), ‘Diktatörler Artık Rol Yapmıyor’ The Atlantik web sitesi. https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2022/02/democracy-crisis-autocrat-rise-putin/622895/

OCAKDAN, F. Kapitalizme Karşı Direnişin Yeniden Düşünülmesi Üzerine. Yüksek Lisans Öğrencisi, Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çalışma Ekonomisi ve Sosyal Siyaset Bilim Dalı,

POLANYİ, Karl, 2021, ‘Büyük Dönüşün’, İletişim Yayınlar İstanbul, s:35

ROBERTS, J. M. (2015) ‘Avrupa Tarihi- The Penguin History of Europe’. Çev. Fethi Aytuna. İnkılap Kitabevi, s.340,341

RÛDAW Medya Ağı (2019.10.06)

https://www.rudaw.net/turkish/business/061020191

SAFİ. İsmail, A. F. İ. (2018). Neo-liberalizmin öncüsü hayek’in toplumsal ve siyasal kuramı. OPUS International Journal of Society Researches9(16), 1770-1793.

SENNETT, Richard. (1992), ‘Otorite’, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul,

TORAMAN, Aynur. (2013). ‘Thatcher öldü ama politikaları uygulamada’. Evrensel Gazetesi. https://www.evrensel.net/haber/54083/thatcher-oldu-ama-politikalari-uygulamada

TÜRK, Cana T. (2020) ‘Demokrasinin Küresel Krizi ve Demokrasi Algısı Üzerine’

https://www.perspektif.online/demokrasinin-kuresel-krizi-ve-demokrasi-algisi-uzerine/

VERGARA, F. (2006). Liberalizmin felsefi temelleri. Liberalizm ve Etik, çev: Bülent Arıbaş, İletişim Yayınları, İstanbul.

Vikipedi Özgür Ansiklopedi web sitesi

https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_ekonomik_krizler

Welzel, C. (2021), ‘Gelecek Neden Demokratik’. Demokrasi Dergisi, cilt 32, sayı 2, s. 132-44.

YAŞAROĞLU. Ahmet. (2020 Eylül 18) ‘Kapitalizmin çürümesi’ Evrensel.net Web sitesi Erişim: https://www.evrensel.net/yazi/87173/kapitalizmin-curumesi

YILDIRIM, Cansu. 2021, ‘Türkiye Gelir Dağılımında Dünyanın En Eşitsiz Ülkelerinden’ Doğruluk payı

Web Sitesi, https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-gelir-dagilimda-dunyanin-en-esitsiz-ulkelerindenbiri?gclid=CjwKCAjwp9qZBhBkEiwAsYFsb0V0oewaMdgf8c1co1cShamBk97WZIZHG4jctvJDDM3Dvgimx7J0ARoCUMkQAvD_BwE

YILDIRIM, K., ERDAĞI, B. “Büyük Gerileme: Neoliberalizmin Krizi ve Sağ Popülizmin Yükselişi”. K24,04.05.2017, https://t24.com.tr/k24/yazi/buyuk-gerileme,1214

YILMAZ, Sait.  (2019), 'Otoriter ve totaliter rejimler', Academia.edu, web sitesi, https://www.academia.edu/40210167/Otoriter_ve_totaliter_rejimler_

ZOR, F. (1999). ‘Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’.  Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C15, 43.

https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/Ferruh-ZOR-Yeni-D%c3%bcnya-D%c3%bczeni-ve-T%c3%bcrkiye.pdf