“Zeytin ağacının vazgeçtiği yerde Akdeniz biter.” Georges Duhamel
İstanbul Teknik Üniversitesi Katı Yer
Bilimleri Anabilim Dalı Bölümünde ders veren Prof. Dr. Cengiz Yıldırım, Fatih
Altaylının televizyonda teke tek programında ki sorularına verdiği cevaplar
ile, 20 bin yıl önceki Dünya’nın ve Akdeniz bölgesinin jeofiziği durumunu
harita destekleriyle anlatımın da bizleri, o çağ da ki yaşanmışlıkların içine
çekerken ben de kendimi o çağda yaşayan insanların yerine koyarak antik dönemi
yaşadım.
Dünya 20 bin yıl önce buzul
çağındayken, Kanada, Kuzey Amerika'nın yarısına kadar inmiş, bugün ki New York
buzullar altındaydı. Avrupa'ya bakacak olursak; İngiltere, Norveç, İsveç
tamamen buzlar altında. Fransa'nın yarısı, Avrupa kıtasının üçte bir ’i kadar
buzlarla kaplı. Ege Denizi, Adaları ve
Marmara Denizi Yok. Son buzul çağı zamanın da buzullar yavaş yavaş erimekte.
20.000 yıl önce ve sonrası zamanda yaşan ve gezinen insanlar var. On binlere
doğru geldiğimizde artık günümüz iklim koşulları meydana geliyor ve yerleşik
hayat başlıyor. 20.000 yıl önceki buzul döneminde deniz seviyesi günümüze göre
100-120 metre aşağıda. Demek ki o zaman, şimdi ki İstanbul ve Çanakkale boğazı
diye bir şey yok. Şimdiki boğaz dediğimiz yerde bir nehir var. Ufak bir nehir,
bir tanesi kuzeye doğru akıyor, diğeri güneye doğru akıyor. O zaman Fikirtepe
kültüründe (İstanbul ilinde ve yakın çevresinde
Neolitik çağda yaşayan insanların yaşam tarzlarına verilen addır.) yaşayan
insanlar karşıya yürüyerek derenin taşlarından sekerek geçiyorlar. Yüzmek (Yüzmek ne deme olduğunu biliyorlarsa) için
adaların ilerisine gitmek durumunda kalıyorlardı.
Jeomorfoloji bilimi (yüzey bilimi, anabilim dalı yer bilimi olan
ve yerin yüzey şekillerinin tanımlanmasını ve oluşum süreçlerinin açıklanmasını
konu edinen bilim dalı) sayesinde bu bilgiler ışığı altında Eğe Denizi
ve Adalar ile Marmara Denizi diye bilinen yerlerde sular yok. İnsanlar
kolaylıkla yürüyerek Antik Anadolu’ya, Antik Yunanistan’a ve Makedonya
üzerinden İtalya’ya yürüyerek ulaşabiliyorlardı.
Akdeniz tarihi, çevremizi saran ve
bizi işgal eden bugünün ve geleceğin sorunlarıdır. Hatta kaygı ve sıkıntıları
adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir.
İnsanların kendilerine yarattığı başka hiçbir dünya, Akdeniz kadar kanıtlayamaz
bunu; çünkü Akdeniz'in kendini bize anlatmasını, kendini tekrar tekrar
yaşamasının sonu gelmez gibi. Geçmişte var olmuş olmak, varlığını bugün de
sürdürmenin bir şartıdır. Nedir bu Akdeniz? Bir manzara değil, sayısız
manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık
değil, birbiri üzerine yığılmış, hatta birbiri üzerine defalarca yeniden
kurulmuş uygarlıklar. Akdeniz'de gezen, bugün hâlâ yaşayan çok eski şeylerin
yanında, aşırı modern insanlar ve şehirlerle karşılaşır. Akdeniz de hem
adaların antik dünyasına dalmak hem de her türlü kültür ve kazanç akışına açık
olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni
görünümleri karşısında şaşkınlığa düşmek demektir.
Akdeniz, yerkabuğunun basit bir parçasıdır. Cebelitarık'tan Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz'e doğru uzanan, iki ucu dar, ortası geniş bir denizdir. Kırılmalar, çatlamalar, çökmeler, üçüncü zamana ait bükülmeler çok derin çukurlar meydana getirmiş, bunlara karşılık genç çok yüksek ve sarp sıradağların sonu gelmez gelmez zinciri oluşmuştur. Yunanistan Mora Yarımadasının güneyindeki üç yarımadadan ortada yer alan Matapan Burnu yakınlarında bulunan 4600 metre derinliğindeki çukur, Yunanistan'ın en yüksek doruğu olan, 2985 metrelik Olimpos Dağı'nın rahat rahat kaybolabileceği büyüklüktedir.
Akdeniz'deki kırılmaları, kıvrılmaları
ve peş peşe deniz derinlikleriyle dağ zirvelerini oluşturan yapılarını, zamanın
henüz etkilerini silemediği ve yıkıcılığını gözlerimizin önünde bugün de
sürdüren, kaynayan jeolojik yapıdır. Bu jeolojik yapı, denize serpilmiş
adaları, yarımadaları, kimi suya gömülmüş, kimi parçalanmış kıta kalıntılarını
ya da parçalarını, pek aşınmaya uğramamış girintili çıkıntılı yer şekillerini
açıklar; zaman zaman hareketlenip duran, uykuya dalan, sonra birden felaket
getirmek üzere uykusundan uyanan yanardağların ateşini yine bu jeolojik yapı
açıklar. Sicilya’nın kuzeyinde yer
alan volkanik bir ada grubu içinde bulunan
Lipari adalarının kuzeyinde, denizin ortasında bir nöbetçi gibi duran
başı dumanlı Stromboli. Püskürttüğü akkor halindeki parçacıklarla göğe ve
çevresindeki denize ışık saçar her gece. Napoli'nin arkasında birkaç yıldır
yükseltmiyorsa da bir tehdit olmakta devam eden Vezüv Yanardağı (İtalyanca: Monte
Vesuvio, Latince Mons Vesuvius).
MS.
79 yılındaki
püskürmesiyle Pompei, Herculaneum ve Stabia kentleri
haritadan silinmişlerdi. İtalya’nın Sicilya adasında bulunan Catania ovasına
her an saldıracakmış gibi duran aktif Etna yanardağı. Ege'deki Santorini, eski adıyla Thera adası.
Akdeniz'in insanları, tarih sahnesine
görünmeye başladığından bu yana, her zaman yanardağların ve depremlerin tehdidi
altında yaşadılar. Anadolu'da çok eski bir kentlerden olan Çatalhöyük'te, MÖ
6200 yılından kalma bir tapınağın duvar resimlerinde, kentin birkaç katlı
evlerinin arkasında, kraterinden lavlar ve dumanlar püskürten bir volkan
görülür. Bu da Hasan Dağı olsa gerekir.
Yaklaşık 14.000 ve/veya 13.000 yıl
önce Dünya en son buzul çağından çıktı. Kutup bölgelerini kaplayan buzulların
erimesiyle, neredeyse 100.000 yıldır süren dönem son buldu. Buzul Çağının sona
ermesiyle, bir dizi iklim değişmeleri de oldu. Bu değişiklikler ilk önce
Ortadoğu ‘da bir yerlerde başlaması gerçekleşti. Buzulların daha kuzeye
ilerlemesi bu bölgelerde baştan ılıman olması ve ardından daha sıcaklaşması
sonucu astropikal bir iklime (tropikal
bölgelerin hemen üzeri ve hemen altındaki bölgeleri tanımlamak için kullanılır) dönüştü.
Fas’tan İran’a kadar uzanan otlakların yarı çöllük alanlarına bölündü. Bu yarı
çöllük yerlerin ortasındaki bağsı bölgelerde yeşil vahalar ve üstleri sık bitki
örtüsüyle kaplı nehir yatakları geçmekteydi. Avcılık ve yiyecek
toplayıcılığıyla geçinen gezginci topluluklar, eskisi kadar rahat dolaşamaz
oldular. Hayvanlar bitkiler daha verimli ve iklim kolaylaştırıcı özellikleri
olan yerlere yayması, avcı ve toplayıcı toplumları bitkileri ve hayvanları
kontrol altına alması öğretti ve daha verimlere yönelmelerini sağladı.
“Sonuncu Buzul Çağı’nı izleyen 13.000
yıl içinde dünyanın bazı bölgelerinde metal aletlere sahip olan okur- yazar,
sanayi toplumları ortaya çıktı. Buna karşılık başka bölgelerinde okur-yazar
olmayan, çiftçilikle uğraşan toplumlar, daha başka bölgelerindeyse taş aletler
kullanan, avcılık yaparak ve yaban yiyecekler toplayarak geçinen toplumlar
vardı.” [1]
Robert J. Braidwood’un Tarihöncesi
İnsanlar Kitabının ‘İnsanların Kökenini Biliyor muyuz?’ bölümünde ki anlatımın
da “Bazı bilim insanları uzun süre ‘insanlığın beşiğinin’ orta Asya'da olduğunu
düşünüyordu. Bazı başka bilim insanlarıysa, Afrika'da olduğunda direniyor ve
daha başkaları da Avrupa'da olabileceğini söylüyorlardı. Bugün biz ‘insanlığın
beşiğinin’ Eski Dünya'da geniş bir tropikal kuşakta var olduğunu ileri sürecek
kadar yeterli bilgiye sahibiz.” [2]
Uygarlığın Asya Greklerinde, yaklaşık
olarak MÖ. 850'ler de Homeros'un şiirlerinin ortaya çıkmasıyla; Avrupa Grekleri
arasında ise, yaklaşık yüzyıl sonraları, Hesiodos'un şiirleri ile başladığı
söylenebilir. Bu dönemin öncesinde ise, Hellen kökenli kabilelerin barbarlığın
Son Dönemini de aşarak uygarlığa geçişe hazırlandıkları birkaç bin yıllık bir
dönem bulunmaktadır. Greklerin en eski gelenekleri Akdeniz’in doğu kıyılarında
ve bu kıyılarla Grek yarımadası arasındaki bütün adalarda hemen neredeyse yoğunlaşmış
bulunuyordu.
Bu tarihsel eşitsizlikler bölgelerini,
günümüz dünyasında da görebiliyoruz. Metal aletleri olan, okur-yazar toplumlar,
öteki toplumlar üzerinde üstünlük kurdu ya da onları yok ettiler. Bu
farklılıklar dünya tarihinin en temel olgusudur. Bunların nedenleri belirsiz ve
tartışmalı konuyu burada değinmeyeceğim.
Nil, Fırat ve Dicle ırmaklarının her
türden canlı ile dolup taşan bataklık bölümleri, avcılar ve balıkçılar için her
zaman çekici bir alan olmuş, ne var ki ilk çiftçilerin karşısına çetin bir
engel olarak dikilmişti. Toprağın tarıma elverişli kılınması, ancak belirli
işgücüne ihtiyaç duyulması az kişilerin yerleşimden site ve şehirleşmeye geçişi
sağladı.
Yukarı Mısır ve Aşağı Mısır
krallıklarının hızla güçlenmelerinin ve MÖ. 3000 yılından kısa bir süre sonra
tek bir kralın yönetiminde birleşmelerinin nedeni buydu. Açıkçası, Mısır
firavunu yerini, ekonomik bir gereksinmeye borçluydu. Rahiplerin denetlediği
merkezi bir devlet aygıtının başıydı firavun.
Mezopotamya'da Mısır'daki gibi bir birleşme görülmedi, çünkü tarımsal koşullar bir değildi. Mezopotamya'da çeşitli kollardan beslenen ve bu suyolları ağıyla birbirine bağlanan iki ırmak vardı. Onun için ekili alanlar birbirlerine o kadar bağımlı değildi. İşte bu yüzden, buradaki kentler gelişip güçlenerek, kendi rahipleri ve rahibi ve kralı bulunan bağımsız kent devletlerine dönüşebildiler. Bu kent devletleri arasında amansız bir yarışma sürüyordu. En sonunda tüm ülke silah zoruyla Babil egemenliği altında birleşti. Mezopotamya dediğimiz bölgede ki yaşamsal tarihi içinde, Ön Asya yani Anadolu dediğimiz yarımadanın batı, güney kıyıları ve iç kısımlarında da yaşamın hareketliliğinden bahsedebilir.
Anadolu (Grekçe: Ἀνατολή
(Anatolí), romanize: Anatolḗ), ‘doğu’ anlamında Anadolu
Yarımadası diye nasıl tanımlanır. En basit şekli, sol elinizi iç tarafı
yukarı bakacak şekilde açın, Sol elinizin baş parmağını içeri gelecek şekilde
kıvırdığınız da İskenderun Körfezini oluşturursunuz. Dört parmağınızın ucunda
Ege Denizini, avucunuzun ortası İç Anadolu, kolunuza doğruda Güney ve Doğu Anadolu’yu
ve hayaliniz de Anadolu’ya kuşbaşı şeklinde görebilirsiniz.
Kıtayı tanımlayan tek bir standardın
olması, bu yüzden farklı kültürler ve bilimler neyin kıta
olarak yorumlanacağına ilişkin farklı tanımlamalara sahip olmuşlar. Bazıları en fazla dört ya da altı kıta
olduğunu düşünürken, en yaygın kullanımda yedi kıta sayılmaktadır. Bilim
camiasının çoğunlukla 7 kıtalı (Antikçağ da Anaximander çizdiği üç kara parçası Avrupa, Asya ve Libya
olarak bilinmekteydi.) modelden yana olduğu söylendiğini kabul
edersek, şimdi ki Dünya zamanın yedi kıtasında, üç kıtanın bir arada olduğu
zaman içinde birbirlerine yaklaşmaya ve sıkıştırmaya devam ettiği, bu oluşumun
ortasında kalıp, kıtaların geçiş noktası durumunda ki köprü gibi uzanan kara
parçası İş de Anadolu. Belki de yerkürenin üç kıtası bileşiminde, tek jeolojik
yapısına sahip farklı uygarlıklarının kaynaşıp özleştiği, uygarlıkları birleştiği
ve/veya yaratıcısı olan Anadolu’dur.
Coğrafi olarak Asya
Kıtası'nın tüm özelliklerini içerdiğinden Küçük Asya (Yunanca: Μικρά Ασία, Mikrá
Asía), Asya kıtasının en batısında Karadeniz,
Akdeniz ve Ege denizi arasında kalan yaklaşık
755.000 km²'lik bir alan kaplayan ve Akdeniz’e eteklerini veren, bir ucu batıda
ki Alp Dağlarına uzanan, doğuya doğru da Himalayalara varan, Toros Dağları ile
Akdeniz’den ayrılmış İç Anadolu Platosu, doğuya doğru yükselen dağlık bir
yarımadadır.
Anadolu adının Yunanca ‘doğu’
anlamına gelen anatole (Ἀνατολή) kelimesinden geldiği ve Türkçe
ses benzerliğinden yararlanılarak ‘Anadolu’ şeklinde telaffuz edildiği
yaygın olarak kabul edilen bir görüş olmuştur. Yunanca da olduğu gibi, Anadolu
için, aynı zamanda, Latince de de doğu anlamında “güneşin doğduğu yer”
manasına gelen Anatolia adlandırması kullanılmaya devam etmiştir.
Anadolu yarımadası ‘doğu’ olarak adlandırıldığına göre hiç şüphesiz ona bu
ismin, bu kara parçasının batısın da yaşayan birileri tarafından verilmiş
olması gerekir. Nitekim Ege adalarında yaşayanlar sabahleyin yüzlerini Doğu’ya
doğru döndüğünde, güneşin Asya kıtasının en batı ucu olan Batı Anadolu’dan
doğduğunu görüyorlardı. Bu yüzden bu adlandırmanın Ege Denizi’ndeki adalarda
yaşayanlar tarafından verildiğine dair iddialar doğru gözükmektedir.
Anadolu’ya gelerek yerleşen
toplumlar ve insanlar, hangi ırk, din ve kültürden olursa olsun bu yerleşim
yerinin coğrafi özellikler ve onun bir uzantısı olan zorlu sosyal ve iklimden
dolayı kısa sürede olgunlaşıp pişerek, daima gerçekçi, mücadeleci, uyumlu,
iletişime açık, sabırlı ve samimi bir karakter kazanmıştır. Geçmişte olduğu
gibi bugün de Anadolu toplumu ve insanına bu coğrafya da oluşan kültürüne
hiçbir zaman hak ettiği gerçek değer verilmemiş ve verilmemektedir. Anadolu,
Asya ve Avrupa’da kurulan medeniyet ya da devletler için sadece üzerinden
geçilebilen bir köprü gibi görülmüş, onun bu geçiş güzergâhında olduğu kendine
has oluşturdukları özellikler, var oluşundan beri göz ardı edilmiş, Asya ya
Avrupa’nın uyruğu bir kültür ve medeniyet coğrafyası olarak görmezden
gelinmiştir.
Cevat Şakir Kabaağaçlı ‘Merhaba
Anadolu’, kitabın da Anadolu için şöyle yazmış: “Önceleri yeryüzünde iki
kıta tanınıyordu. Biri Asya öteki Avrupa idi. Asya sözüne, Yunan ve Roma
mitolojilerinin Ana Tanrıçası olan Artemis kültüründe rastlanmaktadır.
"Artemis'in buyruğu altında kırk tane peri kızı vardır. Bunların yirmi
tanesine Asyalar, diğer yirmisine de Okyanuslar adı verilirdi”
Mısırlılar, Anadolu halkı
için" Denizin yüreğinde yaşayan insanlar" derken Sümerliler ise
"Sahildeki güneş bahçesinde yaşayan insanlar" demişlerdir. [3]
Bütün Akdeniz uygarlıklarının beşiği
Anadolu, bilge düşüncenin, sanatın, dinlerin oluştuğu, kaynaştığı çevreye
yayıldığı bir yerdir. Tarih Sümerlerle başlar ve Mezopotamya ile devam eder.
Ancak bilimsel
düşüncenin Anadolu dışında geliştiğini, ileri sürebilecek bir dayanak bulunmamakta
olduğunu, yeni arkeolojik araştırmalar da bunu göstermektedir.
Tarihi
Nasıl Anlatmalıyız
John Edward Christopher Hill, ‘İngiltere'de
Devrim Çağı 1603-1714’ kitabında; ‘Tarih, olayların bir anlatısı değildir.
Tarihçinin zor olan görevi ne olup bittiğini açıklamaktır.’ Demekte. Gerçekten
hikâye gibi anlatım olmamalı, kişileri, yer, zaman ve olayları olduğu gibi
gerçekleri açıklamak olduğunu bildiğimiz de doğruyu öğrendiğimiz için, bilgi
hazzı ile mutlu olabiliriz.
Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Uzun “Tarih ve tarihte
nedensellik” isimli makalesinde; insanın en büyük özelliği merak olduğunu
neden, nasıl, niçin gibi soruların cevapların araması sonucu geçmiş ve gelecek
merakı, onu birçok aramalara ve araştırmalara yönelteceğini düşüncesiyle
vardığı sonuç: “Gerçekte kendini bilmek ve tanımak amacını sürekli hisseden
insanda, geçmiş kavramı kendiliğinden gelişir. Böylelikle insanda kendini,
çevresini, geçmişini öğrenme ve anlama merakı, tarihi araştırmada en önemli
neden olarak ortaya çıkar.” [4] Diyor.
Hani derler ya, Tarih tekrar eder
veya tekrarlar. Bunun için tarih nedir ve tarihi nasıl, kimlerden okuyarak
öğrenir, geçmişte nelerin olduğu ile bağlantısıyla, gelecekte nelerin
olabilirliği öğreniriz.
TDK ‘ya göre; tarih kelimesinin
sözlük anlamı, geçmiş zamanlarda yaşamış olan milletlerin ve tarihi
şahsiyetlerin yaşadıklarını araştıran bilim dalıdır.
Oxford Languages e göre de Bir
olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz ya da rakam. Ülkeleri, ulusları,
toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer
göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki nedensel bağları, bunların daha
önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her
ulusun kurduğu uygarlıkları, ulusların kendi iç sorunlarını vb. inceleyen bilimdir.
Tarih Bilimse: Tarih bilimi,
geçmiş zamanlarda yaşanmış olayları ‘neden-sonuç’ ilişkisi ile birlikte
inceler.
Edward W. Said ‘Şarkiyatçılık
batının Şark Anlayışları’ İsimli kitabımda kendi fikrinin ne olduğu ile ilgili düşüncesini
şu şekilde açıklamakta. Benim iddiam şu: Tarih insanlar ‘erkekler ve kadınlar’
tarafından üretilir; ama tarihin daima çeşitli suskunluklar ve geçiştirmelerle,
daima dayatılan biçimler ve göz yumulan biçimsizliklerle bozulması ve yeniden
yazılması da mümkündür; ‘bizim’ sahip olacağımız ve yöneteceğimiz (birer kurgu olarak) bizim
Doğu'muz ya da ‘bizim’ Şark'ımız tam da bu tür işlemlerle üretilmiştir.
Bunun dışında göç, savaş, kıtlık
gibi toplumsal hayatı derinden etkileyen olaylar da resmi tarihi belgeler
eşliğinde incelenir. Tarih bilimi, geçmişten ders alarak ve günümüzde
gerçekleşen olayları geçmişteki hadiselerle karşılaştırarak neleri nasıl
yapılması gerektiği düşünmemizi sağlar. Tarihe yön vermiş şahsiyetlerin
hayatlarını inceleyen tarihçiler, bu kişiler hakkında az bilinen gerçekleri
kanıtlarıyla birlikte ortaya çıkarabilirler.
“Tarihin dışında felsefe yoktur
ve felsefenin dışında tarihsel kavrayış boş bir kanılar toplamı olabilir. Bunu
içinde, felsefenin tarihle ve tarihin felsefeyle sıkı bir yakınlığı vardır.” [5]
Biz, bizler, o veya onlar, geçmişte yaşadıkları, gördükleri değişimlerin
belirli kısmını, tam tarihi belirli zaman ve coğrafi yerini anlamlamayı tam
veya eksik hatırlamalarını yazmaya kalksa buna tarih denir.
Hatırlayamadıklarının yerine uygun mitler ilave edilirse buna mitsel anlatım
ilave etmiş denilir. Bu anlatım bize o zamanda geçen olaylar, yer ve kişiler
ile oluşan hikâye o anın kültürel ve zaman şartlarını içinde oluştuğu bilerek,
okunduğu zamana göre değerlendirme veya fikirleri belirtirsek onun adına da
tenkit veya eleştiri demeliyiz. Hatta dünyamızın kozmos içinde ki zaman ve yeri
bile değiştiğini, aynı noktadan belki de bir daha hiç geçmeyecek, farklı yer ve
zamandan geçebileceğini unutmamalıyız.
Tarih, geçmişte yaşanan olayların
incelenmesinin yanı sıra, bu olaylarla ilgili bilgilerin keşfi,
toplanması, organizasyonu, sunumu ve yorumlanması ile
ilgilenen disiplindir. İnsan veya insan dışı farkı
gözetmeksizin, yer ve zaman aralığının kestirildiği
bir geçmiş zaman diliminde, ‘sebep-sonuç’ ilişkisi
kurup, yazılı veya yazısız belge ve bulgular eşliğinde bilgiler
toplayan bir akademik disiplin olan tarih, herhangi
bir bilim kümesine dahil edilmez; çünkü tarih, her alanın
geçmişini inceleyebilecek kadar geniş bir disiplindir.
Tarih insanla başlar ve insanın
bütün gelişim sürecini incelediği gibi dünyadaki değişimi de belleğinde taşır. Geçmişlerini
hatırlayamayanlar, onu tekrar yaşamaya mahkûmdur.
Tarihin yararlandığı bilimlere
baktığımız da Arkeoloji, Antropoloji, İktisat, Filoloji (dil bilimi), Nümizmatik (eski paraları inceler), Heraldik
(armaları, mühürleri,
unvanları, bayrakları inceler), Felsefe, Epigrafi (taş ve mermer kitabelerin üstündeki
yazıları inceler), Kronoloji, Sosyoloji, Etnografya (Toplumun örf, adet ve geleneklerini
inceler), Coğrafya, Diplomasi, Toponimi (yer adları bilimi), Onomastik (isim bilimi), Psikoloji,
Siyaset, Fizik-Radyokarbon tarihleme yöntemi (tarihleme yöntemleri ile bulguların hangi döneme ait
olduğunu inceler) neredeyse 19 adet bilimle birlikte çalışma
zorunluluğu vardır.
20. yüzyılın, felsefe ve tarihi
bir araya getirmeye yönelik çalışmalara öncülük etmiş en önemli tarihçi ve
düşünürlerinden R. G. Collingwood ‘un yanıtı, “tarihin insanın kendine ilişkin
bilgisi ‘için’ olduğu. Kendini bilmesinin insan için önemli olduğu düşünülür genellikle:
kendini bilme burada salt kendi kişisel özelliklerini, onu öteki insanlardan
ayıran şeyleri bilme değil, insan olarak yapısını bilme demektir. Kendinizi
bilmeniz, ilkin bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmeniz, bir diğeri;
olduğunuz insan olmanın ne demek olduğunu bilmeniz, diğeri; olduğunuz insan
olmanın ve başka biri olmamanın ne demek olduğunu bilmeniz anlamına gelir. Kendinizi
bilmeniz ne yapabileceğinizi bilmeniz anlamına gelir; kimse ne yapabileceğini
denemeden bilmediği 'için de insanın ne yapabileceği konusundaki tek ipucu ne
yaptığıdır. Öyleyse, tarihin değeri bize insanın ne yaptığını, böylece insanın
ne olduğunu öğretmesidir.” [6]
Kısaca tarihin değeri, insanın
neler yaptığını, dolayısıyla insanın ne olduğunu bize öğretmesidir.
Türk tarihçi ve akademisyen Salih
Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum Kitabında Kendi anılarından belki de en
ilgincini şöyle anlatıyor. Bernard Lewis ’in yönettiği seminerlerden birinde
doktora öğrencilerine yönelttiği “Neden tarih araştırması yapmaya koyuldunuz? Biçiminde
ki sorusuna da verebildiğim yanıt, geçmişin bir köşesini aydınlatmak için ve
ülkeme yararlı bir çalışma yapmak için türündeydi.
(1994) Amsterdam’da yapılan II.
CIEPO (Uluslararası Osmanlı
Öncesi ve Osmanlı Tarihi Araştırmaları) seminerine David Kushner
“Çağdaş Türker’in Gözüyle Osmanlı Tarihi” konulu bir bildiri verdi. Bunda
toplumumuzun tarih kullanılarak ne ölçüde yönlendirildiğini ortaya koymaya
çalıştı. Özellikle siyasi kriz dönemlerinde günün ihtiyacına göre kullanılan
temalar. Sorunlara çözüm ya da açıklama getirmeden sadece ihtiyaç anında bu tür
slogan kullanılışının “kişilik bunalımının bir parçası olduğu” bildirinin
özetini oluşturuyordu.” [7]
Felsefeci, şair, yazar, çevirmen, Prof. Dr. Afşar Timuçin 04 Ağustos 2020 tarihin de Cumhuriyet gazetesinde ‘İnsan: Geleceği Olan Tek Varlık’ yazısında tarih ne işe yaradığını şöyle açıklıyor. “Sağlıklı bilinç, geçmişe takılıp kalmaz: O her zaman her yerde gereklinin izini sürer, özel olarak geleceğe bağlanır, olması gerekeni kollar. Sağlıklı bilincin geçmişe yönelişi, daha çok güçlü bir geleceğe adanmışlık adınadır. Geçmiş bir çöplük değildir. Yaşanmış deney önemlidir. Geçmişte geleceği kurmaya yarayacak veriler vardır. Amaç, geçmişte yitip gitmek değil, geçmişin deneyimlerini yeni bir bakışla gelecek için işe yaratmaktır.” [8]. Buna da tarih denir.
Fransız Tarihçilerden Marc Bloch ve
Lucien Febvre tarafından kurulan ve bir derginin adı olan Annales, Fransız
tarihçiliği için de yeni tarih yazım anlayışı için de adeta bir ekol olmuştur. Annales
Okulu; sosyoloji, ekonomi, sosyal psikoloji ve antropoloji gibi çeşitli toplum
bilimleri ile iş birliğini sağlayacak tarih anlayışı geliştirmek üzere kurulmuş
ve kronolojik tarih anlayışından farklı olarak, sorun ve birey odaklı sosyal
disiplinlerle işbirlikçi bir tarih anlayışı geliştirmeye çalışmışlardır.
Bloch ‘Tarih Savunması veya tarihçilik Mesleği’
kitabında ki s,68, 69 da ki dip not da: Fransız Tarihçi, Numa Denis Fustel de
Coulanges, 1862'deki açılış dersi, ‘Tarihsel Sentez İncelemesi’ (Revue de
synthese historique) de “Tarih hem bireysel insanın incelenmesiyle
uğraşıyoruz ki bu felsefedir; hem de sosyal insanın incelenmesiyle uğraşıyoruz
ki bu da tarihtir." Fustel’ in daha sonra daha kesin ve eksiksiz bir
ifadeyle şunu söylediğini eklemekte yarar var. Yukarıda ki cümle aslında bunun
bir yorumundan ibarettir: ‘Tarih, geçmişte olup bitmiş her türlü olayın
biriktirilmesi değildir. İnsan toplumlarının bilimidir.’ Ama bu belki de
ileride göreceğimiz üzere, tarihte bireyin payını fazla indirgemek anlamına
gelebilir; toplum içinde insan ve toplumlar birbiriyle tam örtüşen iki kavram
değildir.” [9]
“E. H. Carr Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Cambridge'de Klasik Çağ
öğrenimi görmüştü. 1916'da mezun olduğunda, doğrudan Dışişleri Bakanlığı'na
girdi ve sonraki 20 yıl orada çalıştı. Carr, Cambridge'de öğrenciyken
"oldukça sıradan bir Klasik Çağ hocasından" Heredot'un Pers Savaşları
anlatısının, Heredot tarih yazarken halen sürmekte olan Peloponez Savaşı
hakkındaki tutumuna göre şekillenip yorumlandığını öğrenmişti. Yıllar sonra
Carr bu sözleri "tarihin ne olduğuna dair bana ilk fikri veren müthiş bir
açıklama" diye biyografisin de anlatmaktadır. 1950 'de anıtsal eserinin
ilk cildini yayınlanırken altını çizerek şöyle diyordu Carr: "Nesnel tarih
yoktur." Demekte. (Nesnel:
Gerçeği ortaya çıkarmak ereğiyle, bir konuyu hiçbir yanı tutmaksızın inceleyen
kurum, kimse ve kişiler. Nesnellik, yaygın olarak her tür öznel etki ve
ögelerden bağımsız olabilme durumunu ifade etmek için kullanılan bir terimdir.)
Carr, "nesnel gerçeğin varlığını iddia etmenin mümkün olduğu ancak
hiçbir tarihçinin ya da hiçbir tarih okulunun kendi başına buna kısmen
yaklaşmaktan ötesini umut edemeyeceği" söylemektedir.
Carr, l954'te yazdığı bir eleştiri yazısında şu diyordu,
"hiçbir anlamı olmasaydı tarih yazılıp okunmaya değmezdi." Ona göre
"tarihte önemli açıklamaların, sahnedeki oyuncuların, karakterler,
bilinçli amaçları ve öngörüleri içinde bulunabileceği varsayımına" meydan
okumak önem taşıyordu.
Özellikle de üzerinde ısrarla
durduğu, Carr'ın ‘tarih bir süreçtir ve siz süreçten bir parçayı çıkarıp
sadece onu inceleyemezsiniz... Her şey tümüyle birbirine bağlıdır,’ sözleriyle
ifade ederek, gerçekle, ‘Tarih nedir?’ sorusuna ilk cevabım şu olacaktır:
Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün
ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” [10] olduğunu kabullenmeliyiz.
Demektedir.
İnsanlığın en büyük buluşu olan
yazının bugünkü şeklini alması altı bin yıllık bir gelişmenin sonucudur.
Yazının bulunuşu tarihçilere göre tarihin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu
tarihlemede, deri, asırlar boyunca her yerde bulunan bir malzeme olduğu için
çok eski tarihlerde ham deri üzerine ilkel yazılar yazılmıştır. Genellikle
koyun, dana keçi ve ceylan derisi kullanılmıştır. Deri M.Ö. III. yüzyılda Bergama’da
yazı yazmak üzere mükemmelleştirilmiş. Derinin özel olarak işlenmesi sonucu
daha ince ve sağlam olan parşömen elde edilmiştir. Bu uzun zaman aralığında da
birçok kültürler doğup gelişmiştir. Uzak Doğu ve Hint kültür çevrelerini bir
yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde: Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad,
Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca
kültürlerini buluruz, ilkçağ kavramı, bütün bu kültürleri içine alır.
Dünya üzerindeki çeşitli 12 farklı topluluğun mitlerini ait mitolojilerin bir nevi özeti gibi incelemesi, incelenen etnik gruplar: Avustralyalı Aborjinler, Maoriler, Sümerler, Mısırlılar, Çinliler, Kuzey Amerika Yerlileri, Orta ve Güney Amerika Yerlileri, Yunanlar, Romalılar, İskandinavlar önce incelenen etnik grubun kim olduğu, yani kısaca tarihinden bahsediliyor. Ardından mitolojisini oluşturan ruhlar, tanrılar, tanrıçalar, kahramanlar, canavarlar ve bunların çeşitli hikâyeleri anlatılıyor. Üstelik bu inanç sistemini oluşturan kutsal varlıkların soyağacının da çizildiği, Mark Daniels, ‘Bir Nefeste Dünya Mitolojisi’ isimli kitabında Mezopotamya’da ki Sümerliler, şu şekilde tanımlamakta: Sümerler olarak bilinen Sami halkı Suriye ve Arap çölleri dahil olmak üzere her yönden Mezopotamya’ya göç ederler. “M.Ö. 2300 ’e kadar süren ve Sümerler ’i dünyanın ilk medeniyetlerinden biri yapar. Ancak şehir devletleri arasın da ki kaçınılmaz çatışmalar, dış güçlere karşı aralarındaki birliği zayıflatır. Sümerliler, yazının ilk biçimlerinden biri olan ve günümüzde çivi yazısı olarak bilinen formu keşfeden medeniyettir; çivi yazısı, bir tür hece alfabesi olarak da tanımlanabilir. Ayrıca astronomi ve mitoloji alanların da sahip oldukları temel bilgiler, Yunanlılar dahil olmak üzere pek çok medeniyeti etkilemiştir.” [11]
“Bundan en az 5 bin yıl önce Sümerlilerin uyguladıkları kemer,
kubbe sistemi, sütunlar, yuvarlak pencereler, mozaikler, duvar süsleri,
kabartmalar, sunaklar, nişler Ortadoğu'da olduğu gibi. Yunan, Roma yoluyla Batı
mimarisine girmiştir.” [12]
İlkçağ felsefesi derken, yalnız
Yunan felsefesi ile bundan türemiş olan felsefeleri anlıyoruz? Neden
binyıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe bakımından başarısını yalnız
Yunanlılara ayırıyoruz? “Unutulmamalıdır ki bir kültürün barbarları, en az o kültür kadar
verimli bir düşünce kaynağı olabilir ve zengin bir uygarlık meydana
getirebilir.” [13] İlkçağı bir bütün olarak ele almak doğru olmaz
mıydı? Stylianos Alexiou, Minos Uygarlığı isimli kitabında şöyle söylüyor. “Orta
ve Yeni Çağın Yunanları ve Türkleri, inkâr edilemeyecek tarihî nedenlerle,
yüzyıllar boyu iç içe ve birbirine yakın yaşamışlardır.” [14]
Antikçağ
da Anadolu
“Eski Taş Çağı MÖ. 600.000-
10.000. Yılında Yunanistan için Avrupa,
Anadolu için Asya deyimi kullanılıyordu. Roma döneminde Asie-mineure (Fransızca bir kelime olup, Türkçe
karşılığı “Küçük Asya” olarak çevrilebilir. Tarihte, bugünkü Türkiye’nin
batısında yer alan bölgeye verilen isimdir) veya yalnızca Asya
olarak anılan bu topraklara 10 YY. dan itibaren Anatolia denmektedir. Belki de
Yunanistan'a göre daha doğuda bulunmasından ötürü Helen'ce Güneşin doğduğu yer,
yani Doğu anlamı taşımaktadır. Bu deyim ilk kez Bizans imparatoru VII.
Konstantinos Parfirogennitos tarafından kullanılmıştır. Asya sözüne, Yunan ve
Roma mitolojilerinin Ana Tanrıçası olan Artemis kültüründe rastlanmaktaydı.
"Artemis'in buyruğu altında kırk tane peri kızı vardı. Bunların yirmi
tanesine Asyalar, diğer yirmisine de Okyanuslar adı verilirdi. “Çok eskiden
"Asya" adı sadece Anadolu için kullanılırdı. İsa'dan 2000 yıl önce
Hititler; Anadolu'ya ‘Assuva’ (MÖ 14. Yüzyıldan Hitit İmparatorluğunun
yayılmaya başladığı zaman kuzey batı Anadolu’da ki 22 Şehir devletlere, Hitit
kaynaklarında verilen isim), Mısırlılar ise
"İasiye" diyorlardı. İsa'dan 900 yıl önce Homeros, İlyada'sında
"Assiyos" sözcüğünü kullanıyor.” [15]
İyonya (Grekçe: Ἰωνία Ionia)
'da şiirlerin yaratılması ve M.Ö 8. yy. da Homer (Homeros) ve Hesiodos’un (bir yüzyıl sonra yaşadığı sanılıyor)
ünlü şiirleriyle gerçekleşti. Hesiodos’un bize ulaşan iki eseri Teogoni
tanrıların soyağacını ve aynı zamanda insanlığın yaratılış zamanındaki olayları
ve günlerini anlatır. İşler ve Günler de ise 'İşler' tarım yılının
olaylarını ifade eder. 'Günler' ise
belirli şeyleri yapmak için uğurlu ya da uğursuz olan ayın günlerini
kaydetmekle uğraşır. Her İkisi de sözlü gelenekte yazılmış eserleriyle ve diğer
bazı yazılı metin ve sözlü geleneklerle, sonrakilere ulaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklan üzerinde
Avrupa da ki ve ABD'li bilim insanlarının başlattıkları arkeolojik çalışmalara
kadar, bu mitoloji Yunanlılara has sanılıyordu.
Daha sonra Anadolu'da yapılan
arkeolojik buluşlar, daha önce Mezopotamya, Suriye ve Doğu Akdeniz'in sahil
bölgelerinde yapılan keşiflerin ilham ettiği teorileri daha da güçlendirdi.
Uygarlık, Ortadoğu'dan ve Mısır'dan Yunanca konuşan aleme akmış gibi
görünüyordu.
Yunanca konuşan insanların kültürleri
ve oturduğu yerlerdeki kültürel gelişme ile Ortadoğu'nun kültürel gelişmesi
karşılaştırılınca çok önemli ve temel sayılabilecek bazı farklılıklar görülmeye
başlandı. Ortadoğu'da (ve Mısır'da) gelişme çok,
ama çok yavaş olmuştu. Buralarda binlerce sene alan bir adım, Yunanca konuşulan
kültür çevresinde onlarca, birkaç yılda atılmıştı! Bunu da en iyi sanatta ki
ilerlemeler de görebiliyoruz.” [16]
Bir zamanda öyle bir an gelir ki,
dinlediği yanıtlar insana inandırıcı gelmez olurlar, insan, son sorular
üzerinde artık kendisi de düşünmeğe başlar; mitsel (Efsane, temel masallar veya köken mitleri gibi bir
toplumda temel rol oynayan anlatılardan oluşan bir folklor veya teoloji
anlatılar) ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek,
anlamak istediğine kendi aklı ile, kendi görgüleri ve gözlemleriyle ulaşmağa
çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla mitsel, geleneğin sunduğu
tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan teolojik açıklamaları
karşısında eleştirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olur,
bunların doğrusunu, eğrisini ayırmağa, eleştirmeğe koyulur. Düşündüğü ne, nasıl, nereye veya nereden gibi
benzer sorular için, düşüncelerini bir teoride geliştirir.
İnsanın, düşüncesini ve
görgülerini, ayakta tutmak için gerekli pratik, teknik bilgiler edinmek yolunda
kullanmakla yetinmez. Düşüncelerinde bir yere oturtamaz, sadece aklına yattığı
gibi bilmek, gözlemlemek deneylemek ve akla dayanarak sistematik yollarla da bilmek
ister, böylece “bilgi yönlendirmeli eylem” ve “eylem rehberliğinde kuram”
olarak açıklamak ve teori şekliye bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda,
böyle bir durumda doğmuştur.
İlkçağ kavramı, bilindiği gibi,
geniştir. Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar, aşağı yukarı IV. Yüzyılda, MS.
476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. İlk Çağ felsefesi,
genel anlamda M.Ö. 700'lerden başlayıp M.S. 500'lere kadar olan dönemdeki
felsefi gelişmeleri kapsamakta ve Antikçağ felsefesi ile aynı anlamda
kullanılmaktadır. İlk filozofların görüşlerinde, bir varlık felsefesi, varlık
üzerine sistematik bir düşünüm olarak ortaya çıkmıştır.
İnsan, din aracılığı ya da bir
otoriteye boyun eğerek değil, rasyonalitede aklı ile dünyayı anlamaya
çalıştığında felsefe de başlar. Dine, Dinsel inançlara, otoriteye ya da
geleneğe başvurmadan, kendi akıllarını kullanarak dünyayı anlamaya çalıştılar.
Diğer insanlara akıllarını nasıl kullanacaklarını ve kendi başlarına nasıl
düşüneceklerini öğretileri, kısaca ussal düşüncenin temelini oluşturdular
diyebiliriz.
Doğu Akdeniz de ki Fenikeliler
yaşamlarını sürdürebilmek için, yüzyıllar boyu yaşadıkları kıyıların dar,
kayalık, verimsiz ve hayvancılık için otlakların olmaması, bulundukları
yerlerde ki büyük sedir ağaçlarını keserek gemiler ve mobilyalar yaparak Akdeniz
de ticaret yapmışlar. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında elde edilmiş bilgi
ve teknik ilerlemeleri gittikleri yerlere taşımıştı.
Akdeniz çevresin de yaşayan insan toplumlar her zaman açlık ile karşı karsıya kalmaya yakın, açlık sınırı kenarında yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Arazi kıtlığı insanları, denize yönelip Akdeniz’in verimli kıyı bölgelerini işgal etmeye teşvik etti. Geç Antikçağ alanına tutarlılık getirmesiyle tanınan ve genellikle söz konusu alanın mucidi olarak kabul edilen, İrlandalı tarihçi Profesör Brown, Ege ve İyon adaları, Küçük Asya ve Karadeniz’in çevresi, güney İtalya ve Sicilya, hatta İspanya kıyıları ve güney Fransa kıyıları, sıradağlarla çevrili bir iç deniz olan, “Akdeniz, verimli alanlar ve akarsu vadileri çuval üzerindeki dantel parçalan gibidir. Klasik zamanların büyük şehirlerinin çoğu sert dağlık arazilerin görüş mesafesinde yerleşmişti.” [17] Benzetmesini ‘Antikçağ Dünyası’ kitabında yapan Princeton Üniversitesinde emeritus profesör olan Peter Brown, Eskiçağ Akdeniz'inde gıda maddeleri, topluluklar için çok değerli üründü. Bunun içinde her yerde yetişmeyen veya zor yetişen gıdaların, taşınması gerektiriyordu diyor. Zamanımız Modern taşımacılıkta demiryolu ne ise, Antikçağ da ilkel taşımacılıkta su da aynıydı: Ağır yükler için Antikçağın tek ve vazgeçilmez taşıma kanalı suyollarıydı ki bu da Akdeniz’di. Bir yük, Akdeniz'in veya büyük bir nehrin suları bittiğin de yolculuğun hızlı ve ucuz ilerleyişi yerine, zorluklar için de daha yavaş olmasına sebep oluyordu. Akdeniz'in bir ucundan diğerine gerekli gıda ve diğer ihtiyaç mallarını taşımak, karada yüz kilometre taşımaktan daha ucuza mal oluyordu. Bunun için de Siteler ve Kentler deniz kenarlarına kuruluyordu. Efes, Milet, Patara, Sur, Kartaca vs. gibi kentler.
MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, bu
kez Anadolu'nun batısında, Ege bölgesin de ki Söke ovası tamamen bir deniz,
Bafa gölü de bir koy şeklinde idi. Bu deniz kenarlarında antik çağın en güzel
kentlerinden Priene, Milet ve Didyma (Didim) yer almaktaydı. Büyük Menderes Irmağı
(Maiandros) zamanla taşıdığı alüvyonlar ile; ilk önce Priene önündeki denizi
daha sonrada Milet ve Lade Adası’nı da içine bulunan alan çağımızda aşağıda
görülen harita da tüm bölgeyi doldurmuştur.
Zeynep Berke’nin, Miletos
anlatımındaki bilgilendirmesin de: “Antikçağ ’da Miletos, Lydia ve Pers
egemenliğindeki Küçük Asya’nın batı sınırında (Batı Anadolu kıyısında)
bulunan ve pek çok koloniye sahip olan bir şehirdir. Dolayısıyla farklı
kültürler ile sürekli ve yoğun bir etkileşim halinde olan ve bunun yanında,
refah düzeyinin oldukça yüksek olduğu ve insanların hayatta kalma
mücadelesinden özgürleşerek, insanların doğayı, evreni dolaşmasına, gezip
görmesi ve bilgilenmesine olanak sağlayan bir kenttir. Pers, Mısır, Mezopotamya
ve Anadolu kültürlerinin, Yunan kültürü ile sentezlenmesi de yaratıcı düşünce
üzerinde olumlu etkilerde bulunmuştur.” [18]
Miletos, şimdi denizden yaklaşık
8 km. içeride kalmış, kötü ün kazanmış Lade Adası bugün ovanın ortasında
yükselen çorak bir tepe görünümündedir. Latmos Körfezi ise, Bafa Gölü’ne
dönüşmüştür.
Miletos da tiyatronun
yukarısındaki tepede durduğunuzda, Miletos’un bir zamanlar nasıl göründüğünü anlamanız
için hayal gücünüzü iyice zorlamanız gerekecektir.
Didim kentine yakın Büyük
Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın, deniz kıyısında bir antik liman şehri
Milet’te Thales sahneye çıktı. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilki olduğu söylenir.
Platon’un
dediğine gibi “yedi Bilgeler ’den” biriydi. Atina’da Damasias’ın
arkhontluğun ’da (Damasias asilzadesi) “bilge” diye adlandırılan ilk
kişi oydu. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak
düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur.
Richard Theodore Tarnas, San
Francisco, California’da özel bir üniversite olan California İntegral
Çalışmalar Enstitüsü'nde felsefe ve psikoloji profesörü,
Felsefe, Kozmoloji ve Bilinç yüksek lisans programının kurucu direktörüdür.
Yazdığı Batı Düşünce Tarihi Kitabı 1. Cildinde, Antik Yunan’da Felsefenin
Doğuşu bölümünde Yunan Felsefesin de ki “gerçek muazzam değişim, Ön-Asya’nın (Batı Anadolu’nun) kıyı
bölgelerinde uzanan Grek dünyasının doğu yakasında yer alan büyük ve müreffeh
İyonya kenti Milet’te, MÖ. 6. yüzyılın başların da hâlihazırda başlamıştı bile.
İşte burada hem yeterince boş zamanları hem de kâfi derecede merak duyguları
olan Thales ve onun takipçileri Anaximander ile Anaximenes, radikal olarak yeni
ve olağanüstü bir şekilde mantıklı olan bir dünyanın anlaşılabilmesi için
başvurulabilecek bir yaklaşım geliştirmişlerdi.” [19] Demektedir.
Felsefe
tarihinin ilk okul veya düşünce geleneğini oluşturan İyonya ’lı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır.
İyonya veya Miletos Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya çıkarken, Batı Anadolu
kıyılarındaki İyonya da Antik Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seçkinleşir. İyonya okulunu meydana getiren bu üç filozofta,
birbirine yakın ortak özellikler mevcuttur. Türkiye’de analitik
felsefenin öncülerinden biri olan Denkel “Algıdaki görünüşte dünya bir nitelikler yığınından
oluştuğundan, çevresini gözlemleyen insanın ayrıştırabileceği en temel ilkeler
olan nesneler, bunların değişimi ve düzenlilik, hep
nitelikler aracılığıyla açıklanıyordu. Thales, felsefeye beşik olan ve
6. yy. düşüncesinin hemen bütünüyle içinden kaynaklandığı Batı Anadolu'daki
zengin Miletos'ta yaşamış. Mısır'a giderek bilgisini geliştirmiş.” [20]
Örnek
vermek gerekirse; sıcaklık ve ışık, tıpkı sıcak olan ve ışık saçan nesneler
gibi, bu nesneler yanı sıra, onların türünde varlıklar olarak kavranılıyorlar.
Dahası, soğukluk ve karanlık sıcaklığın ve ışığın bulunmaması değil, bunların
karşıtı nitelikler olarak nesneleştiriliyorlar: Pek çok da çocukta da
gözlemlenebildiği gibi, soğuk da karanlık da birer varlıkmış gibi
değerlendiriliyorlar.
Eski Yunan insanlarının
düşüncesinin başka önemli sayılabilecek varsayımları da vardır. Bugün hala
sağduyuya temel olan ve yine gözlemden kaynaklanan ‘Her şeyin bir nedeni
vardır’ ilkesi bunlardan biridir. Bütünüyle nedensiz, yani açıklamasız
olgulara, varlık alanında izin vermemiştir. Eskiçağ düşüncesi, Bir ontolojik (varlık
felsefesi ya da varlıkbilim) zorunluluk olarak her nesneye, her değişime,
neden aramıştır.
Orta çağların, Aristoteles fizik
kitabında anlattığı, ‘Latince: Ex nihilo nihil fit’ ‘Hiçbir şey hiçbir
şeyden çıkmaz’ deyimine anlam veren, ‘Hiçbir şey yoktan var olamaz ve
hiçbir varlık da bütünüyle yok olamaz’ inancıdır. Bunlar tartışılmayan, doğruluğu
apaçık kabul edilen ve her türlü ontolojiye (varlık felsefesi ya da
varlıkbilim) temel yapılan düşünceler konumunda olduğunu düşünmeliyiz.
Felsefe tarihinde özgürlükle
ilgili soruların cevapları arandı. Bunun için öncelikle felsefi düşüncenin ilk
ortaya çıktığı İyonya’dan yola çıkıldı. Miletos’lu üç filozof, mitopoetik (Bilinçli bir şekilde edebi mitoloji
üretimi) düşünceden kopuşu ve felsefi düşünmeye geçişi simgeler. Bu
filozoflar, herhangi bir çıkar, amaç gözeterek değil, salt bilmek ya da anlamak
için felsefe yapmışlardır. Mitolojik düşünceden kopuşu gerçekleşip, insanın
aklıyla deney ve gözleme dayanarak yaşadığı çevre ve evreni anlamlandırma
çabaları, özgür düşüncenin ilk etkinliği olarak nitelendirilmesi açısından
önemli görülüp, Miletos’lu üç filozofun eşliğinde, bu süreç açıklanmaya
çalışıldı. Öte yandan, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her ne kadar
felsefede onların yaşadıkları çağda madde ile ruh arasında bir ayrım yapılmamış
olsa da felsefe tarihinin ilk materyalistleri olarak bilinirler.
Bu üç filozof bilinçli bir
şekilde edebi mitoloji üretiminden rasyonel düşünce biçimine geçiş
sürecindelerdi. Bu da doğanın izlediği tutarlı ilkelerin anlaşılabilir olduğu
düşüncesinden doğar. Tanrıların hükümdarlığı ve mitsel anlayışının yerini,
doğanın yasaları tarafından yönetilen ve bir gün nasıl okunacağını
öğreneceğimiz bir plana göre yaratılan anlayışının aldığı, o uzun zaman süreci
böylece başlar.
Filozof ve felsefe tarihçileri
olan Aristoteles ve Hegel de dâhil olmak üzere felsefe tarihçileri genel olarak
felsefenin yurdunu antik Yunan, doğum tarihini M.Ö. altıncı yüzyıl ve
kurucusunu da Miletli Thales (MÖ.624-MÖ. 546) olarak saptarlar.
Yunan felsefe tarihçisi ve
biyografi yazarı Laertios söylediği “Felsefenin iki başlangıcı olmuştur: biri
Anaksimandros ile, öbürü Pythagoras ile başlamıştır. Anaksimandros Thales’in Öğrencisiydi.”
[21]
Demekte.
Düşünce tarihinin ilk filozofu olarak
kabul edilen, Thales salt doğal gerçeklikle, genel olarak
varlığın doğasıyla meşgul oldu. Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamalarla
yetinmeyen “Thales’in filozof zekâsı, doğal olanın, doğaüstü nedenlerle değil
de yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla varlığa ilişkin
felsefi ve tümüyle rasyonel bir açıklama geliştirdi. Özellikle astronomi ve
matematik alanında gerçekleştirmiş olduğu çözümlerin, getirmiş olduğu
yeniliklerin, kültürel açıdan, o zamanlar Yunanlılardan daha ileride olan çevre
uygarlıklardan devşirilmiş bilgilere dayandığı besbelliydi.” [a.g.e]
Thales ilk kez doğa olaylarının
nedenlerini Tanrılara ve mitsel bağlamadan açıklamaya çalışmış, Ortadoğu ve
Mısır’daki bilginlerin çalışmalarından yararlanmış olduğunu görmekteyiz.
Antikçağ da Mısır'da sınır ölçümü
büyük önem taşımaktaydı. Çünkü, Nil nehrinin suyunun alçalması ve yükselmesiyle
kişilere ait arazi üzerindeki sınırlar kaybolmakta ve bozulmaktaydı. Bunları
yeniden tespit etmek, Mısırlı ölçücüler tarafından daha önceden yapılmış plan
ve haritalara göre yapılmaktaydı.
Mısır hayatının Nil'in alçalma ve
yükselmesine tabi olması nedeniyle Nil nehrinin durumunu devamlı ölçmek ve
kontrol etmek gerekiyordu. Hesaplamalar ve arazi ölçümlerinden dolayı Mısır'da matematik
ve geometri bilimleri büyük ilerleme göstermiştir. Bu dönemde arazi alanlarının
matematik hesaplamalarla bulunduğunu görmekteyiz.
Dikdörtgenin, yamuğun, bir
üçgenin alanı tam ve doğru olarak hesaplayabilen eski Mısırlılar bir dairenin
yüzölçümünde iyi bir yakınsama ile, (pi) sayısı için (16/9) 2 değerini (3,1604)
olmak suretiyle hesap yapabiliyorlardı. Mısır'da ölçülebilir bir nicelik olarak
açı kavramı henüz mevcut bulunmuyordu. Açıya ilişkin kavram doğru parçaları
aracılığıyla dik açı yoluyla ifadesini buluyordu. Kenarlar, en ile boy, taban
ve dikme, köşegen, çap ve çevre hem ölçülebilen hem de ölçüde aracı olan
nitelikler olarak ele alınmaktaydı.
Eski Mısırlılar arazilerin
alanlarını gerçeğe yakın bir şekilde hesaplamayı biliyorlardı. Geliştirdikleri
"dik açılı yapma", "bölme ve ekleme" gibi metotlar
bugün için kullanılmasa da günümüz ölçme tekniğinin temelini oluşturmuşlardır.
Modern bilimi başlatan ikilinin
Anaksimandros ve Thales mi diye sorduğumuz da Şengör: “Dinin ilk ciddi ve açık
tenkidi daha önce bahsettiğim Batı Anadolu’da Yunanca konuşan şehirlerde
olmuştur.
Thales, Mısır’a yaptığı bir
ziyarette Nil boyunda çalışan kadastrocuların bazı geometrik kurallar
kullandıklarını görmüş, bunun kaynağını sormuştu. Ustadan çırağa geçen bir ‘zanaat’ bilgisi
olduğunu öğrendi. Bunlar arasında benzer üçgenler, Pisagor kuralı gibi
hepimizin bildiği basit geometrik kurallar vardı. Mısırlı kadastrocular bu
bilgileri ile, her Nil selinden sonra tarlalarının sınırları tahrip olan
insanların tarla sınırlarını baştan çizmek için kullanıyorlardı.
Thales’in dehası, bu kuralların
ispat edilebilir kesin bilgiler olduğunu keşfetmesi, yani bunları geometrik
teoremler haline getirerek “ispat” kavramını geliştirmiş
olmasıdır. Bu şekilde Thales tanrıların yardımı olmadan insanın kesin
bilgiye ulaşabileceğini gören, bunu açıkça söyleyen bildiğimiz ilk kişidir.
“Bu keşfinin Thales’i
çok heyecanlandırdığı, Miletos’a dönünce bunu arkadaşı Anaksimandros’a
anlattığı söylenir. İki kafadar, doğa olaylarını da böyle dinden bağımsız
olarak bilip bilemeyeceklerini düşünmeye başlamışlar. Bu düşüncelerinin
temelinde din eleştirisi yatmaktadır: Zira tanrı Poseidon’a ne kadar
kısrak kurban edilirse edilsin, depremler şehirleri yıkmaya, denizde fırtınalar
gemileri batırmaya devam ediyordu; Zeus’a kaç tane boğa kurban edilirse
edilsin, yıldırımlar can almaktan geri durmuyordu. Asklepios’a hediye edilen
horozlar her hastanın iyileşmesini temin etmiyordu. Thales ve Anaksimandros
dindeki bu keyfilikten rahatsız olmuşlardı. ‘Acaba’ diyorlardı, ‘Şu
içinde yaşadığımız dünyanın da geometri gibi akılcı bir açıklaması var mıdır?’.
Kendilerine sordukları soruya iki
arkadaşın, özellikle Anaksimandros’un verdiği cevaplar Yunanca konuşan
şehirlerde yeni bir geleneğin, ‘bilimin’ doğmasına neden olmuştur. Buna
paralel olarak sanatta da yepyeni, eleştirel bir uyanışa şahit oluyoruz.” [a.g.e]
“Bazı geometrik teoremleri kurup ispat ettikten sonra,
Thales doğa hakkındaki bilgilerimizi arttırmak için de aynı akıl yürütme
yöntemini kullanmaya çalışmıştır. Örneğin Sümerlilere ait olan ve «tarkullu»
adı altında dünyayı su üzerinde yüzen bir disk şeklinde tasavvur eden kavramı
denetlenebilir bir varsayım olarak dile getirmiştir.” [a.g.e]
“...dünya hiçbir desteğe
dayanmadan boşlukta duraylı (Kararlı) olarak durmaktadır çünkü her
yerden aynı uzaklıktadır. Şekli kıvrıktır ve taştan bir sütun parçasına benzer.
Bir yüzünde biz yürürüz, diğer tarafı karşıdadır. (Hippolitus, Refutatio
conta paganos: (Putperestlere karşı reddiye).” [a.g.e]
Tarkullu Hipotezi Ne Demektir?
Tarkullu hipotezi Sümer medeniyetinde rahiplerin elinde ve bu nedenle kimse tarafından tartışılamıyor.
İlerleyen dönemlerde (1.500 sene) Tartullum teorimi Thales tarafından alınarak bilimsel bir şekle sokmuştur.
Kaynak; Profesör Celal Şengör
“Bazıları dünyanın bir denge durumu nedeniyle hareketsiz
olduğunu söylemektedirler: Örneğin eskiler arasında Anaksimandros. Çünkü ortada
duran bir şeyin yukarı, aşağı veya kenarlara doğru hareket etmesi gereksizdir
ve uzaktaki tüm noktalara nazaran ortadaki aynı şekilde davranır. Böylece
değişik noktalara aynı zamanda gidemez. Bundan da Yer’in mutlaka hareketsiz
durması gerektiğini çıkarırız.” [22]
Bilim tarihi
genellikle Thales (MÖ.624 - MÖ. 546) ile başlatılıyor. Bunun sebebi
ise MÖ 585 yılında gerçekleşecek bir güneş tutulmasını tahmin etmesi. Güneş
tutulmasını önceden tahmin etmesinin yanı sıra bir piramidin boyunu onun
gölgesinden yola çıkarak hesaplayabiliyor.
Platon, Theaetetus diyaloğunda
Thales’i tanımlarken onun sürekli olarak yıldızları inceleyen, çok
dalgın ve dış dünyadan kopuk bir insan olduğunu söylüyor. Hatta bir
gün yine yıldızları izleyerek düşüncelere dalmışken Thales önündeki kuyuyu
görmüyor ve kuyunun içine düşüyor.
Doğa filozofları, doğayı
incelediklerinde karşılarına çıkan çokluğun temelinde olduğunu düşündükleri
başlangıç, ilk, ilk neden, temel yapı taşı ‘arkhe’ aramışlardı. Doğa felsefesinin temel prensibi, dış dünyadaki
varlıkların kendisinden doğup geldiği ilk maddenin bulunması ya da belirlenmesiydi.
Batı felsefesinin
ve Sokrates öncesi Eski Yunan Felsefesinin en önemli
kavramlarından biri ‘arkhe’ (başlangıç, ilk, ilk neden, düzen, temel
yapı taşı) terimi, bilinen tarih içinde sözcüğü felsefi anlamda
ilk kullanan, Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales'tir.
"Her şeyin arkhe ‘si su ‘dur" düşüncesini dile getirmesiyle
felsefenin kurucusu sayılan Thales, sözcüğü, her şeyin “temel yapı
taşı”, "ana maddesi”, "dayandığı ilk", "çıktığı
kaynak" gibi anlamlarda kullanıp, doğayı ve doğadaki gelişmeleri kendi
içlerinde bulunan, doğaötesi açıklamalar gerektirmeyen bir kaynağa geri götürme
çabasıyla, aynı zamanda bilimsel düşüncenin de öncüsü
sayılır. Felsefe geleneği içinde, Thales'in bu düşünceye, yüksek
dağlarda bulduğu deniz canlısı fosillerinden yola çıkarak, vardığı
söylenir.
Thales’in öğrenci Miletos‘lu Anaksimandros bir doğa filozofu hem de bir doğa araştırıcısı, astronomi, matematik, kartografi (haritacılık) ve siyasetle ilgilenmiş, bilime önderlik yapan ve evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Birçok kişi tarafından astronominin kurucusu sayılır ve ilk kez kozmoloji (evren bilimi) ya da dünya üzerinde sistematik felsefe görüşü geliştiren filozoftur.
Hocası Thales gibi evrenin ana
maddesinin ne olduğunu soran Anaksimandros, tekilden oluşan varlığın ‘arkhe'
sini nitelemek için "su" gibi belirgin bir madde yerine, soyut
bir kavram kullanır. Apeiron: Antik Yunancada; sınırları
olmayan, sonsuz olan "Sınırsız", "sonsuz",
"belirsiz" gibi anlamlara gelen bu kavram, Anaksimandros'un
kullandığı tümceler içinde şöyle aktarılmıştır: "Var olan şeylerin arkhe ‘si apeiron
‘dur. Anaksimandros’a
göre arkhe; duyusal olmayan bir varlık, soyut bir ilkedir. Sonsuz olan bu ilk
neden Apeiron ’dur. Apeiron, bütün varlıkların temelidir. Apeiron ’dan ilk
olarak birbirine karşıt olan sıcak ve soğuk ortaya çıkmıştır. Bütün varlıklar
da bu iki durumun oluşturduğu zıtlıklardan oluşur.
Ama
doğumları nereden gelmişse, ölümleri de zorunlu olarak oraya gider. Daha sonra ‘Anaksimandros’un
genç yoldaşı arkhe’ nın hava olduğunu, kozmosun, düzenli evrenin, havanın
sıkışıp genişlemesiyle meydana geldiğini söyler. Anaximenes ilk maddenin hava
olduğunu söylemeye götüren iki nedende: ilkine göre, sadece çokluğun ve
görünüşün gerisindeki birlik ya da gerçeklikle değil, evrendeki değişmeyle de
ilgilenmiştir. Anaksimenes de ki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa
geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği niceliğe indirgeme
girişimini temsil eder.
Diğer iki düşünürden ayıran
özellik, birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, var olan her şeyin havadan
nasıl varlığa geldiğini açıklama işinde yoğunlaşmış olmasından kaynaklanmıştır. Thales’te
olduğu gibi somut ancak hocasında olduğu şekliyle sonsuzluk niteliğindedir. O,
“Hava olan ruh, nasıl bedeni ayakta tutuyorsa dünyayı ve evreni de ayakta tutan
havadır.” demektedir. Hava, yoğunlaşma ve seyrekleşmesiyle diğer varlıkların
oluşmasını sağlar.
Sorbonne Üniversitesin de Yunan
Edebiyatı ve Medeniyeti Profesörü Jacques Jouanna ve Caroline Magdelaine
‘Hippokrates Külliyatı’ adlı kitabında “Var olan bir şeyin var olmadığını
sanmak saçma olurdu. Zira var olmayan
bir şeye varlığının kanıtı olarak ne yöneltilebilir. Var olan bir şey her zaman
görülür ve tanınabilir, var olmayan bir şey ne görülür ne de tanınabilir.” [23]
David Hume, ‘İnsan Doğası Üzerine
Bir İnceleme’ kitabında “Zihnin açıkça kavradığı her şey olanaklı bir varoluş
tasarımını da kapsar, ya da başka bir deyişle, hayal ettiğimiz hiçbir şey
kesinkes olanaksız değildir.” [24] Kısaca: Var olan her şeyin bir
olduğunu ve bunun hem bir tek hem de her şey olduğunu söyleyebiliriz.
Anaksimandros dünyanın şekli
hakkında da fikir yürütmüştür: Anaksimandros kuramındaki yenilik ‘yerin’
şu ya da bu biçimde göklerde bir yerlerde asılı olduğu ya da bir yerden destek
aldığı biçimindeki eski kanıyı reddetmesidir. Ona göre ‘yeryüzü’ şekil
bakımından silindir biçiminde ve yüksekliği genişliğinin üçte biri kadardır.
İki düz yüzeyden biri üzerinde biz yürüyoruz, öteki bunun karşısında bulunuyor
ve ‘yer’ evrenin merkezinde desteksiz bir konumda durmaktadır; çünkü
herhangi bir yönde hareket etmesi için bir neden yoktur, bundan dolayı da
hareketsizdir.
Anaksimandros’un bu fikri
kuşkusuz insanoğlunun tüm tarihinde attığı en büyük entelektüel (aydın ya da münevver, zekâsını ve
analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da kişisel amaçlarına erişmekte
kullanan kişi), adımdır. Bu adımın büyüklüğü pek çok kişileri etkilemiş
olabilir. Örneğin Tevrat’ın içindeki Eyüp bölümünü yazan kişi, böylesine
bir düşüncenin ancak Tanrı tarafından dile getirilebileceğini düşünerek bu sözü
kitabına alıp Tevrat’ın parçası yapmıştır!
“O boşluğun üzerine kuzey göklerini yayar,
Hiçliğin üzerine dünyayı asar.” [25]
“Thales’in öğrencisi Miletos’lu
Anaksimandros, yaşanan dünyayı bir levha üzerine resmeden ilk insandı.
Kendisinden sonra memleketlisi ve büyük seyyah Hekateus haritayı daha kesin bir
hale soktu ve böylece bu bir hayranlık vesilesi oluşturdu.” (Agatemeros, Coğrafya).
“Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve filozof,
Eratosthenes, Homeros’tan sonra gelen iki coğrafyacının Thales’in hemşerisi ve yakını
olan Anaksimandros ile Miletos’lu Hekateus olduğunu söyler. Anaksimandros ilk haritayı
çizendir, Hekateus da bize kendisine ait olduğundan eşyaları arasında bulunduğu
için emin olduğumuz bir çizim bırakmıştır.” (Strabon)
“M.Ö. 276 Yılında Bugünkü
Libya’da doğmuş olan İskenderiye Kütüphanesinin Baş Kütüphanecisi Eratosthenes,
üzerinde yaşadığımız Dünya’nın boyutlarını ölçebilmeyi başarmış olan ilk
insandır. Eratostenes der ki, Homeros’tan sonra ilk coğrafyacılar Thales’in
hemşerisi Anaksimandros ile gene bunların hemşerisi olan Hekateus ’tur.
Anaksimandros ilk dünya haritasını yayımlamıştır, Hekateus ise bize kendisine
ait olduğunu yazıları vasıtalıyla bildiğimiz bir harita bırakmıştır.” (Amasyalı
Strabon, Coğrafya)
İsimleri günümüze kadar ulaşan Miletos’lu
ilk filozoflar, Thales ile ardılları Anaksimandros ve Anaksimenes’tir.
Haklarındaki tüm yazılarda, hepsinin pratik yanları olan adamlar olduğu
yazılıdır. Thales siyasetin içinde yer almıştı; ayrıca bazı mühendislik
becerilerine sahipti. Anaksimandros bilinen dünyanın bir haritasını yapmıştır.
Anaksimenes ise, bir kürek suda nasıl kırılmış gibi görünür ya da fosfor
karanlıkta nasıl ışık saçar gibi, gündelik olayları gözlemleme becerisiyle
anımsanır. “Çeşitlilik ve düzensizlik sorunu, ilk filozofların en
karmaşıklarından biri olan Herakleitos tarafından ortaya atılmıştı. Öncelleri
gibi o da İyon yalıydı, fakat Miletos’un kuzeyindeki Ephesos kentindendi.
Etkinliği MÖ. 500 civarına rastlar. Çağdaşları tarafından kesinlikle
tedirgin edici ve sevilmeyen bir kişi olarak görülmüştü. O, fiziksel dünyada
algıladığı çelişkileri araştırdı. Tuzlu su balıklar için içilebilir, fakat
insanlar için içilemez ve öldürücüdür. İki çok farklı özellik aynı maddede var
olabilir. Yukarıya götüren yol, aynı zamanda aşağıya da götürür. Bir dere, onu
oluşturan su sürekli devinirken bile, kendi başına bir varlık olarak kalır.
Herakleitos, bu dünyada baştan sona bir tutarlılık, yani harmonie (Yunanca sözcük iki farklı öğenin
daha büyük bir yapı oluşturmak için bir araya gelmesi. Türkçe uyum, ahenk)
bulunduğunu savunmayı sürdürdü. Doğada birbirinden farklı olarak görülen, gerçekte
doğal bir birliğin parçasıdır.” [26]
“Anadolu… Toprağın vatan olduğu,
insanın kahraman olduğu, suyun can verdiği, tarihin destan olduğu yerdir
Anadolu. Asırlarca her şeye yön veren bu medeniyetler beşiği tarihin en önemli
yerlerinden biridir. Hititler, Persler, Frigler, Asurlular, Yunan Şehir Devletleri,
Lidyalılar, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu gibi dönemlerinin
süper gücü olan devletlere ev sahipliği yapmış eşsiz bir yurt görümünde olan
Anadolu’dur.” [27]
Miletos, İç bölgelerini genişletmeyi
sürdüren Lydia ve Pers tehdidi baskılarının yoğun olduğu bir dönemde İyonya’da
yönetimi ele geçiren Polykrates ise içte karşılaştığı tüm engellerin ustalıkla
üstesinden gelmiş, güçlü donanmasıyla neredeyse tüm Ege Denizini egemenliği
altına almış, çevre kentlerle ikili ilişkileri tek başına yürütmüştür. Tiranlar
yönetiminde, devlet işleri ve birtakım dış politikalarda başarı sağlanmış,
ancak tabandan fazla destek bulunamadığı için Tiran yönetimleri kısa süreli
olmuştur.
Anadolu’nun Batı kıyılarının MÖ. 10.
yüzyılda Aeol ve İyonlar tarafından iskân edilmiş olduğunu son derece net bir
biçimde ortaya koymaktadır. Tarih MÖ 494 ve İyon Ayaklanması altıncı yılını
bulmuştu. Yeniden kurulan Pers birlikleri artık daha güçlü ve daha kapsamlı bir
kara ordusu ile Milet kenti kapılarına dayanmışlar, yerleşim yıkılmış ve
insanlar köleleştirilerek Susa’ya götürülmüştür. Kentin denizden kontrolü ise
Pers hakimiyetine boyun eğen Kıbrıs, Mısır, Kilikya ve Fenike donanmalarından
kurulu bir birlik tarafından sağlanıyordu.
“Samoslar Perslerin egemenliğini kabul
etmek yerine Sicilya’da bir koloni kurma kararı almışlardır. Pers donanması
kışı Miletos yakınlarında geçirdikten sonra, Khios, Lesbos ve Tenedos’u almış
ve karada da İon yerleşimlerini ele geçirmiştir. Birliğin çöküşüne dair Ionia
kentlerinin vatandaşlar arasındaki karşılıklı davaların çözümlenmesi için
birbirleriyle karşılıklı antlaşmalar imzalamaya mecbur edilmeleri, Ephoros’a
göre Panionia Birliğinin dağılma süreci MÖ. V. Yüzyılda Ionia İsyanının
başarısızlıkla sonuçlanmasından, MÖ. 404’te Atinalıların yenilmesine kadar
sürmüştür. MÖ. 4. yüzyılın başlarına ait bir yazıtta (MÖ. 350’den önce)
Panionia Birliğinin yeniden canlanışı ile ilgili veriler bulunmuştur.” [28]
“MÖ. 494 yılında Miletos'un büyük bir
yıkım geçirmesi, buradaki kültür etkinliğinin Ephesos gibi daha kuzeydeki
kentlere kaymasına neden olmuştur. Ephesos ‘lu Herakleitos Değişim üzerine
açılan felsefe tartışmasının başlıca filozofu olmuştur.
MÖ. 6. yy.'ın ikinci yarısındaki
felsefe açısından ilginç oluşumların en önemlileri Batı Anadolu kıyılarında,
Miletos dışında da ilginç kıpırdanmalar, otuz- kırk yıl sonrasının ‘düşünce
patlamasını’ olayların oluşumu olarak sayabiliriz. Bunlardan biri, yerel
tiranların baskısından yılan kimi düşünürlerin Anadolu'dan ayrılarak Güney
İtalya'ya göçmeleridir. Kuşadası'nın Dilek Yarımadasının batısındaki Sisam
diğer adı Samos adasında doğmuş Pythagoras, 40 yaşlarına ulaştığı MÖ. 529
yılında İtalya'ya giderek Krotona'da dinsel, ahlaksal ve siyasal boyutları ağır
basan bir felsefe okulu kurmuştur. ‘Pythagorasçılık’ adıyla bildiğimiz bu okul,
4. yy.’da parlayan Platon felsefesi üzerine yaptığı etki ve matematik ile
gökbilim alanlarındaki katkıları nedeniyle düşünce tarihinde çok önemli bir yer
tutar.” [29]
Yunanlıların
Başka Uygarlıklara Olan Kültürel Borçları
“Fenikeliler Akdeniz'in her tarafına
giden, hatta Karadeniz’e kadar ticaret için yolculuk ediyorlardı. Başta maden
olmak üzere ticaret fırsatları değerlendirmek için gözlerini dışarıya
çevirmişler ve yaptıkları ticari işlemleri kaydetmeyi, basit bir yolu olarak
alfabetik yazıyı geliştirmiş, yerleşim olarak da dar bir kıyı şeridinde yaşayan
toplumdular. Fenikelilerin kereste, maden taşımacılık ve satışlarıyla nasıl ticari
anlamda tüccar olarak bilinirler. Lübnan dağları Sidon ‘un [Sayda] (Sidon Eyaleti veya Sayda
Eyaleti Osmanlı Devleti'nde bir eyalettir. Eyaletin
başkenti Sayda'dır. Eyalet 1660 yılında ayrılarak kurulmuş) kuzeyinde
denize kadar inerler. Tyr'in (Sur) bile sınırlı bir kıyı şeridi vardır.
Dolayısıyla Lübnan'ın sedir ağaçları, gemi yapımında kullanılmak üzere Mısır'a (Mısır'ın kerestesi yoktu) ve
tapınak yapımında kullanılmak üzere İsrail’e tahıl karşılığında satılıyordu.
Fenikeliler Akdeniz'in her yanındaki maden arayışlarında, Kartaca, Cadiz (İspanya'nın güneybatısında, Endülüs otonom
bölgesinde yer alan bir liman kenti) hatta Cornwall'a (İngiltere Güney Batı Yarımadası'nın en
batı kısmı, Antik çağ da Kelt uluslarından biri olarak tanınır
ve Cornish halkının anavatanıdır) (Bu iki yere özellikle bronz
yapımında kullanılacak kalay için), Anadolu da ki Milet kentine gittiler. Akdeniz’de
bu kadar uzaklara seyahatlerin sonucu, bugünkü Tunus'ta bulunan hatırı sayılır
bir koloni olan Kartaca'nın kurulmasıydı.
Grek yazısı adı verilen, Fenikelilerin
Mısırdan alarak geliştirdikleri bir alfabe. “… ‘Alfabeyi Yunanistan'daki
Boetia'ya getiren Fenikeli Kadmos ‘tur.’
O ki ‘Oidipus Hanedanı'nı kuran Kadmos rivayeti antik dünyada
anlatılmaktadır.’ ‘Antik dünyanın önemli bir parçası olmalarına
karşın, Fenikelilerin Grekler ve Romalılar tarafından devralınan edebi veya
sanatsal bir miras bırakmamalarının nedeni de budur. Edebi miras, Kartaca'nın
M.Ö. 146'da Romalılar tarafından yıkılmasının bir sonucu olarak kent
kütüphaneleriyle birlikte ya imha edilmiş ya da yok olmuştu.’ Tarihçi, Yahudi
komutanı olarak savaşmış Kudüslü bir İbran olan Titus Flavius Josephus,
Greklerle temas halindeki uluslararasında gerek gündelik işlerin gerek kamusal
olayların anısının kaydında yazıyı en çok kullananlar Fenikelilerdi," diye
yazmıştı. ‘Doğu Akdeniz'de Samilerin
rolünün bir kenara atılması, bu bölgede denizci Fenikelilere ilişkin yaygın
kanıtlarla çelişir. Fenikeliler, başlıcaları bugünkü Lübnan da olmak üzere,
İsrail/Filistin'deki Akka'dan Suriye'deki Ugarit'e dek uzanan bir dizi ünlü
kent devleti iskân etmişlerdi’. Grekler
yalnız kendileri tarafından değil, daha sonraları Avrupalılar tarafından da farklı
diye tanımlandılar. ‘Finley gibi klasik çağ tarihçileri, onların etkin bir
biçimde mal ve düşünce alışverişinde bulundukları Yakındoğu'nun geri kalanından
varsayılan farklılaşmalarının ardındaki itici güç olarak neyi görür? Sözde siyasi farkların başlı başına yeterli
görünmesi çok zordur. Antikçağ dünyasının özel karakteristikleri ne olursa
olsun, akademisyenlerin açıklamalarında eksik olan husus, Avrupa ve Akdeniz'in
diğer bronz çağı sonrası toplumlarının genelinden ayrı (ve ola ki ilerici) bir
toplum tipi ve üretim tarzı olarak görülebilecek bir şekilde nasıl ve neden
ayrıştığıdır’...” [30]
Bilim, gerçek dünyadaki olayların gözlemlenmesi, açıklanması ve öngörüsünü vurgulayan, bilim adamları tarafından yapılan, doğal dünya hakkındaki deneysel, kuramsal ve pratik bilginin bir bütünüdür. Tarih öncesiçağlarda, teknik ve bilgi nesilden nesle sözlü bir gelenekle geçmişti. Yaklaşık 9000 yıl hatta daha da önceye, yazım sistemlerinin geliştirilmesinden daha eski bir tarihe dayanmakta olduğunu düşünmeliyiz.
Bilimin son üç yüz yıldaki hızlı
gelişmesi, uygarlık tarihinde belki de en önemli olaydır. Bilim bir yandan
teknolojik uygulaması yoluyla yaşam koşullarını değiştirirken, öte yandan
düşünmemizi biçimlemekte, dünya görüşümüzü etkilemektedir. Bilimle birlikte
düşüncemizin daha rasyonel, olgulara daha saygılı bir nitelik kazandığı inkâr
edilemez. Hele son 100 yıl içinde ki bilimin gelişmesi belki de büyük bir
sıçrama olarak kabul edebiliriz. Arkeolojik kazıların ‘Lidar Haritalama’ (Lidar Mapping) gibi
teknolojik gelişmiş aletler ile yapılması ile geçmiş zaman içinde
de bilimin gelişmesinde büyük sıçramaları olabileceği veya olduğu gibi
teorilerin varsayımı kabul görmektedir.
Bertrand Russell 1962 yılında
yayınladığı ‘Bilimden Beklediğimiz’ Kitabında her ne kadar “Bilim,
önemli bir kuvvet olarak Galileo ile başlar, şu hâlde 350 yıllık kadar bir
geçmişi vardır.” [31]” Dese de Miletos’lu Thales bilgisini gözlemle
denetlenebilecek kuramsal genellemeler şeklinde düzenleyen ilk insandır. Russell'ın
kastettiği bu temel aslında “farklı düşünebilme becerisi.” Bir gün evine
giderken ortaya attığı bu paradoksla “hareket etmek imkansızdır”
gibi absürt bir sonuca varınca binlerce yıl insanların sonsuzluk kavramı
hakkında düşünmesine yol açtı.
80'li yıllardan beri Türkiye'de
bilimsel felsefe akımının ve bilim felsefesinin önde gelen isimlerinden, mantık
ve felsefe profesörü Cemal Yıldırım ‘100 Soruda Bilim Tarihi’ kitabın da
bilimin gelişme serüvenini bizlere şöyle özetliyor. “Doğu ile Batı
arasın da âdeta zikzak çizen bilimsel gelişmeyi kalın hatları ile şöyle
özetleyebiliriz: Doğu uygarlıklarının ürünü olan bilim, Batıya geçer; önce
İyonya'da, daha sonra Atina ve Güney İtalya'da büyük bir atılım yapar; tam
gelişme hızını yitirmeğe yüz tuttuğu bir sırada tekrar Doğu ya döner ve Nil
ağzında kurulan İskenderiye’de yeni bir parlak döneme girer. Ancak bu dönem de
uzun sürmez. Geometri, astronomi, fizik ve coğrafya gibi bilim dallarında sağlanan
büyük ve gerçek başarılara rağmen, Roma yönetiminin giderek yozlaşması ve
Hıristiyanlık ile birlikte türlü mistik inanç ve saplantıların yayılması
karşısın da araştırma ve
öğrenme ruhu Batı'da canlılığını yitirmekten, hatta ortadan silinip gitmekten
kurtulamaz.” [32]
“Yunan mitolojisinin de
beslendiği, farklı kültürlere ait mitolojik anlatımlar da mevcuttur. Mezopotamya
kültüründen başlayarak Mısır, Çin, Türk, Anadolu ve hatta Hint kültürlerine ait
bazı mitolojik anlatımların Yunan kültüründe izler taşıdığı bilinmektedir.” [33]
“Antik uygarlığın sonu olarak kabul edilen 5. Yüzyıl ile
Rönesansın ortaya çıktığı 15. yüzyıl arasındaki bin yıllık döneme, bu tarih
meraklısı din adamı İtalyanca; Medio Evo (Orta Çağ) adını
vermiştir.
Orta Çağ terimi sonradan herkes tarafından kullanılmış ve
dünyanın batılılaşmasıyla birlikte, Avrupa’dan dünyanın tümüne aktarılarak,
dünya tarihinin 500-1500 yılları arasındaki zaman dilimini ifade etmek üzere
kullanılır olmuştur. Ancak bu kullanım yanlıştır, çünkü burada ifade edilen,
Avrupa tarihinin, daha da doğrusu, Batı Avrupa tarihinin Antikite ile Rönesans
arasında yer alan bölümüdür. Dünyanın Avrupa dışında kalan kesimi ne bir
Antikiteye (Eskilik, İlk Çağ),
ne de bir Rönesans’a tanık olmuştur.” [34]
Yaşamın evrimi kavramı içerisinde
anladığımız, dünya üzerinde yaşayan canlı türlerinin sabit olmadıkları, yaşamın
ortaya çıkışından bu yana sürekli yeni türler ortaya çıkarken eskilerin de
ortadan kaybolduklarıdır.
Yaşamın, zaman içinde değiştiği
fikri çok eskidir ve bilebildiğimiz kadarıyla bilimsel bir çerçeve içerisinde
ilk kez Miletos’lu Anaksimandros tarafından dile getirilmiştir.
Anaksimandros’tan da önce, yaşamın bir tanrılar, devler, insanlar zinciri
şeklinde değiştiği Ortadoğu, Mısır ve Akdeniz mitolojilerinde varsayılıyordu. Demek
ki yaşamın zaman içinde değiştiği yeni ortaya çıkmış bir kavram değildir!
Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda dünyanın önde gelen tarihçilerinden Bernard Lewis, ‘Orta Doğu’da Irk Kavramı ve Kölelik’ kitabında; yaşananlara dair tarihsel kanıtların ırkçı önyargı ve ayrımcılığın olmadığı sorunun tarihsel gerçeklikle yüzleşme olduğunu savunuyor. "Burada büyük tarihsel önem arz eden bir meseleyle adilane ve objektif bir biçimde ilgilenmeye ve bunu da polemiklere girmeden ve özür dilemeden yerine getirmeye çalıştım.” Diyerek, şöyle anlatıyor. “Tarihte bilinen tüm insanlar gibi Araplar da dünyayı kendileri ve diğerleri olarak ikiye böldüler. Eski Yunanlılar için yabancılar, farklı bir dil ve kültür çağrışımı yapan barbarlardı. İsrailliler için Yahudi olmayanlardı ki burada da inanç ve ibadet çağrışımı söz konusuydu. Eski Arabistan’da Arap olmayanlara Acem deniyordu ki bu deyim Perslileri, Yunanlıları ve Arapların temas kurmuş olduğu diğer milletleri kapsıyordu. Eski Yunan filozofları köleliğin barbarlar için iyi olduğunu, çünkü onlara daha iyi bir yaşam sağladığını söylerlerdi. Roma ve Yunan uygarlıklarında da siyahi köleler vardı ama bunların sayıları pek fazla değildi ve zenciler diğer kölelerden ayrı tutulmuyorlardı.” [35]
Kanada kökenli
Amerikalı tarihçi William Hardy McNeill, ‘Dünya Tarihi’ kitabının ‘Kolonilerin
Kurulması ve Ticaret’ bölümünde MÖ. 1200 yılları ve sonrasında ki toplumların
yaşadıkları yerlerde yaşam şartlarının zorlanmaya veya nüfus artışlarından
dolayı yaşamlarının zor olması, daha yumuşak iklim yerlerine aramaları veya
doğa şartlarından yerleşimlerini değişliklerinin bilgiler de aktarımında, “Nüfus
artmaya devam edince, denizaşırı ülkelere göç, ülkelerinde yaşamlarını
sürdürmeye yetecek kadar toprağı olmayan bazı topluluklar için bir çözüm yolu
oldu. Eski çağlarda göç, genellikle bireysel ya da aile çapında bir olay değil,
her göç edenler birkaç yüz kişiden oluşan gruplarca toplanıp örgütlenen bir
hareketti. Dış saldırılar veya vahşi
hayvanlardan korunmak için çok sayıda insana ihtiyaç duyulmaktaydı. Sayı
çokluğu, aynı zamanda, Sicilya ve Güney İtalya ya da Kuzey Ege ve Karadeniz
kıyılarına kadar uzak yerlerde bile, barbar halkların ortasında kurulan yeni yerleşim
yerlerinde Yunan karakterlerini tümüyle korumalarına olanak verdi. Böylesine
kapalı bir toplum gibi olmak onlar için daha güvenli olmalarını ve kültürlerini
de korunmasını sağlıyor diye düşünmüşlerdir. Yunan kolonileri, ana kentle
dinsel bağlılıklarını her zaman sürdürmekle birlikte, kuruluşlarından beri tam
anlamıyla kendi kendilerini yöneten topluluklardı.” [36]
Martin Bernal ‘Kara Atena Eski
Yunan Uydurmacası Nasıl İmal edildi? 1785-1985’ kitabında; Avrupalı
düşünürler veya bir kısmının Rönesans da iki gelişmenin birleşerek Yahudi-Hıristiyan
miraslarını, Rönesans da ki klasik köklerinin birleşmesiyle Yunan-Roma
mirasları ile birleşmesi Avrupa merkezciliği bakışı altında, Batı uygarlığı
tarihini oluşturmasın da iki bileşenin birleşmesi ile uygarlığın Yunanistan’dan
doğmuş, oradan Roma’ya geçerek ‘Avrupa Uygarlık Tarihini’ oluşturmuştur
demekte. “Heredot,
Yunanistan’a bütün tanrı adlarının da Fenike’den
geldiğini belirtmiştir. Heredot’a göre önemli olan Yunanistanın kimler tarafından kolonileştirildiği değildir. Daha çok
kolonileştirmelerin sonuçlarıyla ilgilenir.
Herodotos’un alfabenin ve Tanrılara tapınmanın Fenikelilerden öğrenildini varsayması
önemlidir. Bu durumu da yaşananlar basit bir kolonileştirme olmaktan
çıkmaktadır. Fenikeliler,
Yunanlardan daha ileri bir konuma çıkmaktadır. Yunan medeniyetinin Fenike kökenli olduğu
anlamına da gelmektedir. Sonuçta Yunanlar daha alfabe kullanamaz durumdayken,
Fenikeliler alfabelerini oluşturmuşlardır. Bununla birlikte kendi alfabelerini Yunanlara da öğreterek, onları medenileştirmişlerdir.”
[37]
Bu da Avrupa merkezci bakışında
Asya ve Afrika toplumlarının dünyanın tarihsel gelişimine bir etkisinin
olmadığı ve Doğu toplumları ise, gelişme dinamiğine yapısal olarak sahip
değiller anlayışı ile dışlamış durumuna düşürülmektedirler. Bu Avrupa merkezci teoriler, eşitsiz
gelişmenin belli bir döneminde, 19. yüzyılda, Avrupa'nın öne geçtiği bir
zamanda imal edilmiş ve geleceğe düşürdükleri gölgede, Avrupa hâkim
sınıflarının çıkarlarının gölgesi olduğu gerçeğini saklamaktadırlar.
Yazımın başında, tarih nedir ve
nasıl yazılır? Dediğimde cevabını da vermişti. Dinsel ve ideolojik düşüncelerin
etkisi altında tarihi yazamazsınız. İnsanlar buna bir süre kanarak,
inanabilirler.
Bu demektir ki Avrupa toplumları
tarihi gelişmeye hiç mi katkısı olmadı? Elbette oldu. Rönesans sonrası
yaşadıkları reform (yenilenme, düzeltme) ile devlet ile Din işlerini
ayırmaları, Avrupa’da yaşayan halklara oldukça uygarlaşma ve uygarlıklarını
geliştirmelerine olanak sağlamıştır. Asya ve Afrika toplumları, yani doğulular bu
gelişimi atlamışlar ve başaramadıklarından gerekli ilerlemede geri
kalmışlardır.
Sonuç
İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi, David
Hume ‘İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’, deneysel akıl yürütme
yöntemini moral konulara uygulamaya yönelik bir çalışma kitabında, İnsanın
anlama yetisi ve tutkular başlı başına bütün bir akıl yürütme zincirini meydana
getirir diyerek, “Her bilimin, insan doğasıyla az çok ilgilenmeyi zorunlu
hissetmiş veya bir ilişkisi vardır; her ne kadar bazısı insanoğlundan çok
uzaklarda gibi dursa da bir yerde, bir geçitle mutlaka insan doğasına dönüş
yapar. Fen Bilimleri, Matematik, Doğa Felsefesi ve Doğal Din bile bir ölçüde İNSANIN
bilimine bağlıdır; çünkü hepsinin yolu insanı tanımaktan geçer ve hepsi insanın
güçleri ve yetileri ölçüsünde değerlendirilir. İnsanın anlama yetisinin
boyutunu ve gücünü bütünüyle kavramış olabilseydik bile, bu bilimlerde ne gibi
değişiklikler ve ilerlemeler kaydedebileceğimizi, ortaya koyduğumuz
düşüncelerin ve akıl yürütmelerimizde gerçekleştirdiğimiz işlemlerin içyapısını
açıklayıp açıklayamayacağımızı kestirmek mümkün olmazdı.” [38] Bunun içinde,
felsefe araştırmalarımızda başarı umabileceğimiz tek yol bugüne kadar
uyguladığımız ve bıkkınlık verecek kadar oyalama ve benzeri yöntemler ile elde
edebileceğimize ulaşınca, ele geçirilen güç ile herkesi kendinden daha akılsız
veya benzerliği gibi sanma düşüncesi, yoksa yanılgısı mı oluşur. Bu düşünceyi
mantıksal alan içinde düşünerek nedenlerine bakmak istersek, şöyle sonuca
ulaşabilirmişiz gibi olabilir mi?
Mantığın asıl amacı akıl yürütmeyi
yapabilme gücümüzü, ilke ve işlemlerini ve tasarımlarımızın doğasını
açıklamaktır, ahlak ve eleştiri zevk ve duygularımızı değerlendirir, siyaset
ise insanları toplumda, birlik içinde ve birbirine bağımlı kabul eder. Bu dört
bilimde, Mantık, Ahlak, Eleştiri, Siyasette, insan usunu tanımamızı sağlayan
veya bize insan usunun gelişimi ve donanımlarını veren hemen hemen her şey
kavranır.
Mantık ve matematik alanında çığır
açıcı çalışmalar gerçekleştiren Bertrand Russell, “Principia Mathematica” adlı
ünlü matematik kitabını yazmış ve matematiksel mantık alanındaki çalışmalarını
daha sonra felsefe alanına yansıtmıştır. Russell mantıksal
atomculuk öğretisini geliştirmiştir, sisteminin en basit tümcelerine ‘atomik
önermeler’ adını vermiş ve bu önermeleri, daha kompleks
tümcelere karşılık moleküler önermelerden ayırmıştır. O, moleküler önermelerin
birbirlerine “ve, veya, ise, ancak ve ancak” gibi
mantıksal eklemlerle bağlanan atomik önermelerden meydana geldiğini
söylemiştir.
Russell söz konusu
mantıksal öğretiyle, belli bir metafiziksel görüşe ulaşmıştır. Başka bir
deyişle, onun mantık öğretisiyle metafiziği arasında çok yakın bir ilişki var
diye özetlenirse:
Russell, ‘Anlam ve Doğruluk
Konusunda Bir Araştırma’ adlı yapıtının girişinde bu oluşumu
şaşılası bir yaratıcı düşünce zenginliğiyle şöyle dile getirmektedir. Felsefeyle
ilgisi olmaya birine, felsefi olmayan bir soru sorduğumuzda, ‘İki Gözün olduğunu
nerede bilebilirsin?’ diye soru sorarsak, alınacak cevap; ‘Karşımda
durduğundan iki gözün olduğunu görüyorum’. Diyecektir. Aslında her şeyin
basit olacağını düşündüğümüz fakat oldukça karmaşık gibi bir yapıyla
karşılaşırız; kuşku uyandırmayan durumların etrafını saran belirsizlik
gölgesinin farkına varacağız, kuşku duymak için zannettiğimizden daha fazla
sebep olduğunu ve en makul öncüllerin bile makul olmayan sonuçlara varabilir
olduklarını görürüz.
"Hepimiz 'çıplak gerçekçilik
‘ten, yani şeylerin göründükleri gibi olduklarından başlarız. Otun taze ve yaş
durumunda yeşil ama kuruduğu zaman da sarı, taşların sert, karın soğuk olduğunu
sanırız. Fakat fizikte, ışığın cisme çarpıp gözümüze geri dönmesi sonucu oluştuğu şeklinden,
otun yeşilliğini, taşın sertliğini, karın beyazlığını, bizim kendi
deneyimizle bildiğimiz, yeşillik, sertlik ve soğukluk olmadığını, onlardan
farklı olduğunu açık seçik söyler bize.
Gözlemci, bir taş gözlediğini
sandığında, fiziğe inanmak gerekirse, gerçekte taşın, gözlemci olarak, kendisi
üzerine yapmış olduğu etkiyi gözlemektedir.
Kendisiyle savaşta görünmekte
bilim: En çok nesnel anlam taşıdığında istemine karşılık öznelliğe dalmış
bulur kendini. Çıplak gerçekçilik fiziğe götürür. Fizik de doğruysa, çıplak
gerçekçiliğin yanlış olduğuna, böylece, çıplak gerçekçilik doğruysa yanlıştır.
O halde yanlıştır.
Hume, asli olarak görmemiz
gereken, nedensel bağlantı gibi kavramların, “bize duyular yoluyla verilen
gereçlerden gelmediğini” anlamıştır. Bu “iç-görü onu, herhangi bir tür bilgi
konusunda kuşkucu bir tutuma götürmüştür. Yapıtları okunursa pek çok filozofun,
kimi kez pek değer verilenlerin bile, Hume 'dan sonra anlaşılmaz şeyler yazdığı
ve bunlara hayranlık duyan bir okuyucu kitlesi olduğu görülecektir.” Russell'in
felsefi çözümlemelerini okurken Hume duyulur perde arkasından. Onun sorunları
ayırt ve onlara nüfuz etme yeteneği ve anlatımının yalınlığı Hume 'u anımsatır
bize.
Sonra Kant, Hume ikileminin
çözümüne doğru bir adım olan bir düşünceyle çıktı ortaya, Kant'ın ileri sürdüğü
biçimde artık kabul edilemez olan bu düşünce şudur:
Bilgide empirik (Deneycilik akılcılığın karşıtıdır.
Akılcılığa karşıt olarak deneycilik, yalnızca duyum ve deneyimle temellenen
bilgileri bilgi olarak kabul etmektedir.) bir kaynağa sahip olan
bilgi kesin değildir. (Hume) Böylece kesin bilgiye sahipsek o usun (aklın) kendinde
bulunmalı. Geometri önermelerinde ve nedensellik ilkesinde durum böyledir. Bu ve
belirli öbür bilgi türleri, düşüncenin kimi araçlara başvuran ve sonuçta duyu
verilerinden türemeyen apriori (önsel) bölümüdür.” [39]
Aristoteles’in Metafizik adlı
eserinde: ‘Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.’ Diyor. Türk
felsefeci ve yazar Dücane Cündioğlu, bu sözü şöyle çeviriyor: ‘Her insanda
bilmeye dair bir meyli vardır. Yani her insanda bilmeye yönelik bir doğal
eğilim var, böyle bir eğilim var.’ Bunun içindir ki kesin bilgiye
insanoğlunun yoğun bir isteği vardır. Hume 'un açık bildirisinin çarpıcı
görünmesinin nedeni budur. Bilginin tek kaynağı olan duyusal hammadde,
alışkanlık aracılığıyla bizi inanç ve bekleyişe götürebilir, fakat bilgiye değil.
Bu hammadde, kurala uygun ilişkilerin anlayışınaysa hiç götürmez bizi.
Birçok kültürde, sanatta, mitolojide,
dinde bulunabilir, hatta izi, insanın tarih sahnesine çıkmasına dek
sürülebilir, çünkü felsefe bir düşünce etkinliğidir ve insan da düşünendir. İlk
insan ve/veya insanlar da içinde yaşadığı gerçekçi dilde, taşta, mağara
duvarında, zihinde, vb. yeniden üreterek ikilemesi, dolaysızca bulunanla
yetinmeyip bir anlama ve bilme çabasına girişmesi olmuştur. Bu görünüş ile öz
arasında bir ayrım ortaya koyma noktasın da ilerlemesi bakımından ilk filozof
sayılabilir. Düşüncenin bilimsel düşence olması gerekli ki felsefe biliminin
başlangıcı sayılabilsin
Kültür kelimesinin tanımlanmasın
da Raymond Williams, en güç kavramlardan biri olduğunu ileri sürmüş ve buna
neden olarak da kelimenin birbirinden farklı düşünce sistemlerinde ve
entelektüel disiplinlerde önemli kavramlar için kullanılmaya başlanmasını
belirtmiştir. “Kültür sosyolojisinin sorunu ve ilgisi, ilk elde ‘kültür’ kavramının
açık-seçik tanımlanmasında ki zorluk olarak görülebilir.” [40]
Demekte.
İnsanlığın yazı ile başlayan
Tarihi yolculuğunda, birçok kültür ve medeniyete beşiklik yapmış Anadolu, Asya
ile Avrupa kavşağında olup ticaret yollarının kesiştiği, medeniyetlerin,
dinlerin ve tapınaklarının buluştuğu kaynaştığı konuma sahiptir. Bu özelliklere
sahip olmasının yanında aynı zamanda büyük güçlerin çatışma ve nüfuz kazanma
mücadelesine de sahne olmuştur. Bu topraklar üzerinde tarihler boyunca Asya,
Avrupa hatta Afrika’dan gelen sayısız göç dalgalarının birleşme noktası olmuş,
Şehir Devletleri yanı sıra Devletler, Beylikler ve İmparatorluğun sonunda 1923
yılından itibaren Türkiye Cumhuriyeti var olmaktadır.
Türkçede Yunan kelimesi ile
“Anaların dolu olduğu yer” anlaşılmaktadır. Tunç çağında Mezopotamyalıların
Anadolu’ya “Bin Tanrı Ülkesi” dedikleri anımsandığında, bu sözcük bir diğer
açıdan da anlam kazanmaktadır.” [41]
“Eski Çağ tarihi günümüzde ağırlıklı olarak Yunan ve Roma tarihi olmak üzere Anadolu, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Avrupa gibi Akdeniz hinterlandı içerisinde bulunan bölgelerde yaşamış halklara ve kültürlerine yönelik araştırmaları kapsama alanına alır.
Anadolu’ya yazı MÖ 1850
yıllarında Mezopotamya’da ki Asurlu Tüccar kolonistler aracılığıyla gelmiştir.
Bu kolonistler Kayseri-Kültepe merkez (Kayseri il merkezinin 20 –
21 km. kuzeydoğusunda, merkeze bağlı Karaev ya da Karahöyük, yeni adıyla
Kültepe Köyü’nün hemen güneyindedir.) olmak üzere Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde 40’a yakın koloni kurmuş ve bu koloniler aracılığıyla getirmiş
oldukları yazı sayesinde de Anadolu’da tarih sürecini başlatmışlardır.
Yazı Mezopotamya’dan 1.000 yıl
sonra Anadolu’ya ve oradan da Yunanistan’a geçmiştir. Mezopotamya tarih
devirlerine, MÖ 3300- 3200’lü yıllarda girmiş olmasına rağmen Yunanistan için
tarihî devirler bundan çok sonraki tarihlere tekabül eder.” [42]
Bütün Akdeniz uygarlıklarının
beşiği Anadolu, bilge düşüncenin, sanatın, dinlerin oluştuğu, kaynaştığı
çevreye yayıldığı bir yerdir. Tarih Sümerlerle başlar ve Mezopotamya ile devam
eder, desek de Cilalı Taş Devri veya bilimsel adıyla Neolitik
Çağ (Yeni Taş Çağı), tarih öncesi (MÖ 8000-5500) önceki devirlere kadar
gitmektedir. Belki de ‘Tarihin Sıfır Noktası’ diye anımsayacağımız, Harran
Ovasında Göbeklitepe, Karahantepe, Son yapılan kazılarda tarih öncesi çağın MÖ.
8000 yıl yerine MÖ. 12.000 öncesine kadar gitmekte olduğunu, İstanbul
Üniversitesi Tarih öncesi Arkeolojisi Anabilim Dalı Başkanı ve Göbeklitepe ve
Karahantepe'nin kazı başkanlığını yürütmekte olan Prof. Dr. Necmi Karul,
Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamındaki ovaların en büyüğü olan Harran Ovası
içinde, Tarih öncesine ışık tutan, dünya ölçeğinde çok önemli keşiflerin
yapıldığı Taş Tepeler Projesi kapsamında, bu yıl dokuz arkeolojik alanda
sürdürülen çalışmalarda, son olarak 'insan ve hayvan heykellerine ulaşıldığı
söyledi.
Taş Tepeler, Şanlıurfa’da, Göbekli
Tepe ve çevresindeki diğer on dört arkeolojik alandan oluşan sit
alanları topluluğudur. Bu sit alanları Göbeklitepe, Karahantepe ve Yeni Mahalle
bölgesini kapsamaktadır. Göbeklitepe, Karahantepe, Harbetsuvan Tepesi, Gürcütepesi, Kurttepesi, Taşlıtepe, Sefertepe, Ayanlar, Yoğunburç, Sayburç,
Çakmaktepe ve Yeni Mahalle bölgesini kapsamak, daha kazımın
başlamadığı bölgelerin olduğunu söylemektedir. Şanlıurfa'da, yaklaşık olarak
200 kilometrekarelik bir alana yayılır. 14 arkeolojik sit alanında tarih
öncesi dönemdeki insanların günlük yaşamlarına ve inançlarına dair önemli
bilgiler veren arkeolojik kazılar gerçekleştirilmektedir.
Ancak bilimsel düşüncenin Anadolu
dışında geliştiğini, ileri sürebilecek bir dayanak bulunmamaktadır. Sümer
uygarlığı düşünce ve dini, doğa ile doğa ötesinin birleştirmiştir. Düşle
gerçek, bilimle bilimdışı kalan, Sümer anlayışında, sarmaş dolaştır. Tiyatrosu,
çağdaş bilim anlayışına göre sorunlara inançların dışında kalarak çözüm arayan
felsefesi yoktur Sümer'in. Bütün düşünceler, yönetim düzenleri, toplum
kurumları, dinle sınırlıdır, dinle çevrilmiştir. Sümer düşüncesi dinle
başlayan, dinle sürüp giden sınırlı bir düşüncedir. Yorumcu, inceleyici,
açıklayıcı değil anlatıcıdır. Oysa Anadolu düşüncesi öyle değildir. Açıklayıcı,
sorunları çözücü, nedenle sonucu, kaynağı oluş ilkelerini aydınlatıcı,
çözümleyicidir.
Sümer, Babil, Akad görüşü. Önünde
duran varlığa doğa olaylarına yönelir, Anadolu düşüncesi çevreyi, evreni
tanımayı, anlamayı, anlatmayı amaç edinir kendine. Bu niteliği yüzünden tarih
Sümer’le başlarsa gerçekçi, bilimsel, bilgece düşünce de Anadolu ile başlar.
"Fransız tarihçi Fernand
Braudel, Akdeniz Mekân ve Tarih kitabında; Akdeniz’i tarif ederken son
buzullaşma çağı sonrası buradaki hareketliği yaşarmışsanız gibi anlatmaktadır.
Doğu Akdeniz bölgesinde, Helen-Kıbrıs Dalma-batma zonu ve bu zon boyunca Afrika
Levhası Anadolu Levhasının altına dalmasıyla oluşan hareketlik sonucu her yıl,
Akdeniz 2.15cm daha daralmakta olduğunu unutmamayayız.
Akdeniz ve Akdeniz dünyası ile
ilgili çalışmalarıyla dünya çapında ün kazanan tarihçi ve Annales okulunun önde
gelen temsilcisi olan Fernand Braudel, ‘Akdeniz Mekân ve Tarih’ isimli
kitabını, esir kampında kaleme aldığı ve Mart 1947'de savunduğu II. Felipe
Dönemi'nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adlı tezi bazı tarihçileri şaşırtırken,
diğer bazılarını da büyülemiştir; bu tez kısa bir süre sonra yeni bir tarih
görüşünü ortaya atmıştır. İşte bu kitabın da Akdeniz’i tarif ederken: “Modern
kent tasarımı Akdeniz'de, 5. yüzyıl Yunanistan’ında, dama tahtasını andıran
kent planlarının yaratıcısı Miletos’lu Hippodamos ‘la (Hippodamos, MÖ 479 yılında Milet Persler
tarafından tahrip edildikten sonra, şehrin dikdörtgen planlı sokak
sistemini düzenlemiştir. Bu sistem literatürde ızgara plan olarak da
adlandırılır.) doğdu. Yerine oturmuş ve diğerlerinden daha üstün kabul edilen
örnek bir planın, kentlerdeki doğal gelişmeden bir bakıma öç alırcasına
yinelendiği, kültür standartlaşmasına önem verilen her çağda, örneğin Hellen çağı
Yunanistan’ında, Roma’da, Rönesans ve Barok çağlarında, günümüzün dünyasında bu
anlayış hep ağır basmıştır.” [43]
Türkçesini Müntekim Ökmen’in, Yunanca Asliyle Karşılaştıran ve Sunan: Azra Erhat yaptığı
‘Herodot Tarihi’ isimli kitabında Akdeniz’in ayrı bir kıta veya uygarlık olması
gerektiğinden bahsetmekte: “Akdeniz insanı gördüğünü düşünür, düşündüğünü dile
getirir, dile getirdiğini başka insanlarla tartışır, ne kendi görüşünün, ne de
başka görüşlerin tam ve son gerçek olduğuna inanmaz, uğraşır didinir somut
gerçeğe ulaşmak için, kulak kabartır, kim ne verirse ondan alır, alır ama hemen
aktarır, aktardıkça düzeltir, sundukça atar, temizler, arındırır; katı, donuk,
yerleşmiş hiç bir kanıya, inanç ya da sanıya kapılmaz, dışardan bakar çeşitli
törelere, gelenek ve göreneklere, kafasının eleğinden geçirip eleştirir onları.”
[44] Hep kafası işler, gözü dört
açılmıştır, koşar koşturur. Sonsuz bir merak kemirmektedir beyninin
kıvrımlarını, durmak dinlenmek bilmez, susmak dinlemek bilmez.
Özgür kafadır, özgür insandır, doğa
içinde, yaşamı bitmez tükenmez bir savaştır. Ne demiş Efesli Herakleitos aynı
zamanda Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya
koyan ilk filozof ve Görüşleri,
aralarında Hegel ve Marx gibi önemli isimlerin de bulunduğu
birçok düşünürü etkilemiş, olarak: ‘Polemos panton pater’ savaş her
şeyin babasıdır. Akdeniz insanı işte bu savaşı sürdürür, meydana çıkardığı,
çıkarmaya uğraştığı ‘her şey’ de aydınlıktır, insan aydınlığı.
Akdeniz Tarihi, Kültürü ve Siyaseti “Çoğulluğu
ve Farklılığı İçeren Bir Birlik Özlemi” sempozyum bildirilerin de (Haziran, 2016) İzmir Büyükşehir
Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Sempozyumun açılış konuşmasında Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın Akdeniz Şiirleri isimli şiirinden bir diziyi okur. Deniz, bizim
için bir yaşam biçimidir. Dedikten sonra:
“… herkes ölünce toprak olurmuş / hayır hayır / bizim su olacağımız
besbelli...”
İşte biz, o derece aşığız denizimize,
demektedir.
Batı Anadolu da bulunan kentler ve Miletos kentinin, MÖ 7.
ile 5. yüzyıllar arasında, antik dünyanın çok önemli filozoflarını,
düşünürlerini, tarihçilerin, coğrafyacılarını, şehir plancılarını
yetiştirdiğini biliyor muyuz?
Bu bilgelerin öğretileri,
öğütleri zaman aşımına uğramamış, döneminin insanına yol gösterdiği gibi,
günümüz insanına da hem kişisel hem profesyonel alanlarda ışık tutacak
niteliklere sahip olanlardır.
Anadolu, Pers istilalarına
uğradığında, birçok filozof ve sanatçı Atina’ya veya İtalya’ya göç etmiş. Prof.
Akurgal’ın dediği gibi, böylece Ion Altın Çağı Anadolu’dan Yunanistan’a geçmiş.
Avusturyalı yazar,
konuşmacı, danışman, öğretim üyesi ve yönetim bilimci, Peter F. Drucker ‘Yeni Gerçekler Devlet ve Politika Alanında
Ekonomi Bilimi ve İş Dünyasında Toplumda ve Dünya Görüşünde’ isimli kitabın
da Siyasi Gerekçeler, Sınır Çizgisi bölümümdeki söylediklerine bakarsak; Toplumların
yaşam ve yerleşim yerlerindeki en düz çevre görünümün de bile, yolun tepeleri
aşabilmesi için önce bir doruğa doğru tırmanıp, sonra da yeni bir vadiye doğru
indiği geçitler bulunur. Bu geçitlerin çoğu yalnızca o bölgede ki topografyanın
oluşumu ile ilgilidir; geçidin her iki yanında uzanan vadiler arasında, iklim,
dil ve kültür yönünden pek az farklılık vardır, ya da hiç yoktur. Ama bazı
geçitler diğer benzerlerinden daha farklıdır. “Böyle geçitler, gerçek sınır
çizgileridirler. Çoğu kez ne yüksektirler ne de gösterişli. Brenner (Alpler’
de, 1.370 metre rakımlı bir geçittir. Romalılar döneminde Germen ülkesi ile
Kuzey İtalya arasındaki başlıca yolu oluşturan Brenner Geçidi, günümüzde de
Avusturya ile İtalya arasındaki en önemli geçittir.), Alpler
üzerindeki geçitler arasında en alçak, en yumuşak geçittir; ama en eski
zamanlardan beri Akdeniz kültürü ile Nordik (Fransızca nordique "kuzeyli, kuzeye
ait" sözcüğünden alıntıdır. Türkçe ‘de "kuzeyli, kuzeye
ait") kültür arasındaki sınırını belirlemektedir.” [45]
KAYNAKCA
[1] DİAMOND. J, (2008). Tüfek, Mikrop ve
Çelik, Çev. Ülker İnce. Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları.
[2] BRAİDWOOD,
R. J. (2008). Tarih Öncesi İnsanları. çev. Bilgi Altınok, İstanbul:
Arkeoloji ve Sanat Yayınları.
[3] YILDIZ. Sevcan, (2019), Anadolu ve
Tarih Öncesi Çağlar, İksad Publishing House
[4] UZUN. Hakan, (2006). Tarih bilimi ve
tarihte nedensellik. Ahi Evran Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi
Dergisi, 7(1), 1-13.
[5] TİMUÇİN. A, (2008). Felsefeye Giriş,
Bulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti, İstanbul.
[6] COLLİNGWOOD. R. G. (2010). Tarih
tasarımı (Vol. 96). Gündoğan Yayınları.
[7] ÖZBARAN. S. (1997). Tarih,
tarihçi ve toplum: tarihin çağrışımı, doğası, tarihçilik ve tarih öğretimi
üstüne düşünceler. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakf.
[8] TİMUÇİN, Afşar, (2020), ‘İnsan:
Geleceği Olan Tek Varlık’, Cumhuriyet Gazetesi, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/insan-gelecegi-olan-tek-varlik-prof-dr-afsar-timucin-1755822?fbclid=IwAR2LILSthx7I0vfaoZme3V2VF5Ci7_BZv2NVzVWKSUWwbkesd3j5JuT4wyg
[9] BLOCH, Marc, (2013), Tarih Savunması
veya tarihçilik Mesleği, Çev. Ali Berktay, İletişim Yayınlan
[10] CARR, E. H. (1996), ‘Tarih Nedir?’, çev. Gürtürk, Misket
Gizem, İletişim Yayınları, İstanbul
[11] DANİELS, M. (2014). Bir Nefeste Dünya
Mitolojisi. (Çev. Pınar Üstel). İstanbul: Maya Kitap.
[12] ÇIĞ, M. İ. (2015). Kur'an İncil
ve Tevrat'ın Sümer de ki Kökeni.
[13] CEVİZCİ, A. (2011). Thales’ ten
Baudrillard’a Felsefe Tarihi. Baskı. İstanbul: Say Yayınları.
[14] ALEXİOU, S. (1991). Minos
uygarlığı. Arkeoloji ve Sanat.
[15] YILDIZ. Sevcan, (2019) Anadolu ve
Tarih Öncesi Çağlar, İksad Yayın Evi, Ankara
[16] ŞENGÖR,
C. (2014). Bilgiyle sohbet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
(a.g.e.)
[17] BROWN, P.
(2017). Geç antikçağ dünyası. Alfa.
[18] BERKE, Z.,
(2020). Mitolojiden Felsefeye Antik Yunan’da Ruh ve Ölümsüzlük.
Ankara: İksad Yayınevi.
[19] TARNAS,
R., & Kaplan, Y. (2011). Batı düşüncesi tarihi. Külliyat
Yayınları.
[20] DENKEL,
A. (1986). Demokritos/Aristoteles İlkçağ ’da Doğa Felsefeleri. İstanbul:
Kalamış Yayıncılık.
[21] LAERTİOS, D. (2012). Ünlü
filozofların yaşamları ve öğretileri. Yapı Kredi Yayınları
[22] KAYNAK: Aristoteles. De Caelo: Gökler Hakkında, II, 13,
295b 11,16
[23] JOUANNA, J. MAGDELAİNE, C. (2021), Hippokrates
Külliyatı, Çev. Nur Nirven, Pinhan
Yayıncılık
[24] DAVİD, H. (2009). İnsan Doğası Üzerine
Bir İnceleme. Çev. Ergün BAYLAN.
[25] TEVRAT, Eyüp, 26. Bölüm, 7. Beyit
[26] FREEMAN, C. (2003). Mısır, Yunan ve
Roma. Çev. Suat Kemal Angı, Ankara: Dost Kitabevi.
[27] METİN, H., & LAMBA, M. (2016).
HİTİTLERDEN ROMA İMPARATORLUĞU’NA KADAR ANADOLU UYGARLIKLARINDA YÖNETİM
YAPISI. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, 12(27),
155-174.
[28] BOYANA, H. (2011). Panionia
Birliği. Tarih Araştırmaları Dergisi, 30(49), 13-28.
[29] DENKEL, A. (1994). İlkçağ ‘da
doğa felsefeleri. Kalamış Yayıcılık.
[30] GOODY, J. (2012). Tarih Hırsızlığı,
çev. GÇ Güven, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
[31] RUSSELL,
B. (1969). Bilimden beklediğimiz. Varlık.
[32] YILDIRIM, C.
(1974). 100 soruda bilim tarihi.
[33] BEYDİZ, M.
G. (2016). Mitolojiden sanata hayvan imgesi.
[34] HUİZİNGA,
J. (1997). Orta çağın Günbatımı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge
Kitabevi.
[35] LEWİS, B.
(2006). Ortadoğu’da Irk ve Kölelik. Günsel (çev), İstanbul: Truva
Yayınları.
[36] MCNEİL, W. H., & Tarihi, D. (2002). Çev.:
Alaeddin ŞENEL. İmge Kitabevi Yayıncılık, İstanbul.
[38] DAVİD,
H. (2009). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme. Çev. Ergün BAYLAN.
[39] RUSSELL, B. (2000). Batı Felsefesi Tarihi 1,
2, 3 Çev. Muammer Sencer, Say Yayınları.
[40] WİLLİAMS,
R. (1993), Kültür, Çev. Suavi Aydın, İmge Yayınları
[41] YILDIZ,
S. (2018). BATI ANADOLU’NUN İZİNDE: ARİSTOTELES VE ASSOS. Yüzüncü Yıl
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (39), 171-184.
[42] IŞIK,
A. (2014). Milattan Önce-İlginç Yönleriyle Eski Çağ. Işık
Yayıncılık Ticaret.
[43] BRAUDEL,
F. (1990). Akdeniz: Mekân ve Tarih. çev. Necati Erkurt, İstanbul: Metis
Yayınları.
[44] TARİHİ,
H. Türkçesi Müntekim Ökmen, Yunanca Aslıyla Karşılaştıran ve Sunan Azra
Erhat. Remzi Kitabevi, 2.
[45] DRUCKER,
P. F. (1996). Yeni gerçekler. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 6.