Demokrasiye
çeyrek kala...
“Yöneticiler, iktidara saltanat sürmek için değil, millete
hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı olan görevlerini kötüye kullandıkları
takdirde, şu ya da bu biçimde ulusal iradenin kendi haklarında vereceği kararla
karşılaşırlar. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye yetkili
kılınanlar, gerektiğinde ulusa hesap vermek zorunda olduklarını bilmelidirler.”
Mustafa Kemal Atatürk
D |
ünyayı 20. yüzyıldan daha iyi bir
gelecek beklemek insanlığın hakkıdır. Demokratik rejimlere geçiş dünya çapında
artıyor, uluslararası üretim, ticaret ve finans ağı genişliyor, Avrupa entegrasyonunda
genişleme ve derinleşme süreci başarıyla yürütülüyor desek de batı ve batı-dışı
toplumların ekseriyetinde refah ve özgürlük düzeyi yükseliyor. Zaman akışı
içinde, liberal demokrasinin bir kriz yaşadığı gerçeğini görebiliyoruz. Demokratik
kriz kendisini dünyanın pek çok yerinde farklı biçimlerde göstermekte olduğunu,
kimi bölgesel yerlerde çeşitli hak erozyonları biçiminde yaşanan kriz, Rusya ve
Çin gibi devletlerde sert bir otoriterleşmeler göstermekteydi. 1990’larda
sosyalizmden liberal demokrasiye geçmiş ülkelerde ise sağ popülizm ve güçlenen
otokrasiler şeklinde yaşandığını, diyebiliriz ki korkutacak şekilde
gelişmelerini izlemekteyiz. Bu tehlikeyi ilk gören diyebileceğimiz “Amerikalı
diplomat Richard Holbroke Bosna’da tahrip edilmiş ülkeyi kurtarmayı amaçlayan
1996 Eylül seçimleri öncesinde ciddi bir problemin farkına vardı: Varsayalım ki
‘seçim hür ve adil oldu’ ve barış ve yeniden bütünleşmeye açıkça karşı olan
ırkçılar, faşistler ve ayrılıkçılar seçildi. İşte dilemma*[1]
budur. Gerçekten de sadece eski Yugoslavya'da değil, tüm dünyada giderek daha
fazla. Genellikle referandumlarla yeniden seçilen veya onaylanan
demokratik olarak seçilmiş rejimler, rutin olarak anayasal yetki sınırlarını
görmezden geliyor ve vatandaşlarını temel hak ve özgürlüklerden mahrum
bırakıyor”. (ZAKARİA, Fareed 1997)
Zeynep Koçak’ın P24 Blog Bağımsız
Gazetecilik Platformunda ki 25 Nisan 2017 de ki ‘Avrupa Birliği ve illiberal
demokrasiler’ isimli yazısında Fransız stratejist, yazar, İstanbul da konferans
vermiş ve Türkiye'de, siyasal İslam’ın iflası isimli kitabı ile bilinen Olivier
Roy, bizimki gibi demokrasilere “İlliberal demokrasi” adı verildiğini söyler.” “Liderin
seçilerek yönetime geldiği, hâlâ bir anayasanın mevcut olduğu fakat artık
liberal olmayan bir demokrasiden bahsediyoruz. Basın özgürlüğü kontrol altında,
yargı kontrol altında ve liberal bir devletin temeli olan kuvvetler ayrılığı
artık yok. Oysa yasama, yürütme ve yargı arasında bir kuvvetler ayrılığı ve
basın özgürlüğü mevcut olmalıydı.” (KOÇAK, Zeynep 2017) demekte.
İlliberal Demokrasi nedir? Diye
baktığımızda: “İlliberal demokrasinin diğer isimleri “kısmî” ya da “düşük
yoğunluklu” demokrasi. Bazılarına göreyse, “boş demokrasi” ya da “hibrid bir
rejim” (Vikipedi, özgür ansiklopedi) diye isimlendirildiklerini
görmekteyiz. İlliberal demokrasi terimini ilk kez Hintli-Amerikalı bir gazeteci, siyaset
bilimci, yorumcu ve yazar. Fareed
Zakaria (www.fareedzakaria.com)
1997’de yazdığı “İlliberal Demokrasinin Yükselişi” makalesinde kullandı.
Demokratik olmayan ve otoriter
rejimlerdeki hükümetler, doğal olarak liberal demokrasinin tanımını kendi kişisel
güçlerine kadar genişletmeye ve onu meşru bir seçenek olarak sunmaya çalışırlar.
Demokrasi
Demokrasi, dünya üzerinde yaşayan
tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını
şekillendirmede, eşit hakka sahip olduğu bir tür yönetim biçimidir. Genellikle
devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler,
işçi ve işveren organizasyonları bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da
demokrasi ile yönetilebilir.
İstanbul Politikalar Merkezi
Kıdemli Uzmanı ve Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi akademisyeni
olan Ersin Kalaycıoğlu, Sarkac.org Web sitesinde 08 Kasım 2017 tarihinde
yayınlanan ‘Siyasal Sistem ve Rejim Nedir?’ yazısında; Demokrasinin üç
temel yapıya ayrıldığını bunların: Parlamenter Demokrasiler, Başkanlık ve
Yarı-Başkanlık Demokrasiler diye isimlendirildiğini söylemekte. Aynı yazısının
devamında şunları anlatır. Parlamenter demokrasilerde iki farklı yapılanmanın
var olduğu izah eder. Bunlar nedir dediğimizde: Çoğunlukçu (Majoritarian)
Parlamenter Demokrasiler, Temsili / Çoğulcu (Representative / Pluralist)
Parlamenter Demokrasiler.
Bu tiplerin hiçbirinin
özellikleri hayattaki görgül (ampirik) örnekleriyle tıpa tıp benzeşmez;
benzeşmesi de gerekmez. Bunlardan birisine en ziyade benzeyen hükümet
işleyişine siyaset biliminde yukarıda sayılan rejim tiplerinden birisinin adı
uygun görülür. Örnek vermek gerekirse, İsviçre Çoğulcu Demokrasi, Britanya
Çoğunlukçu Demokrasi, Fransa Yarı-Başkanlık, Amerika Birleşik Devletleri de
Başkanlık rejimi olarak anılırlar.
Herodot'un yaşadığı zamanlardan
beridir, demokrasi, en başta ve her şeyden önemli olarak, halkın yönetimi
anlamına gelmiştir. “Bunun ardından MÖ 500 yılları civarında, muhtelif yerlerde uygun
koşullar yeniden ortaya çıktı ve az sayıda küçük topluluk önemli ölçüde yönetim
kararlarına katılım imkânı veren yönetir sistemleri oluşturmaya başladı.
Denebilir ki, ilkel demokrasi daha gelişmiş bir halde, yeniden icat edildi. En
önemli gelişmeler, üçü Akdeniz'de, geri kalanı Kuzey Avrupa'da olmak üzere,
Avrupa'da ortaya çıktı.” (DAHL Robert A. 2021) Dahl’ın ‘Demokrasi Üzerine’
kitabında 1850 ile 1995 yılları arasında sadece erkeklerin ya da bütün
vatandaşların oy kullandığı demokratik ülkelerde ki demokratik ülke sayısını
gösteren tabloyu da şaşkınlık ve buruklukla görebiliriz. 1860 yılında 37
ülkeden, demokratik ülke sayısı 1 ülke var. Aradan 130 yıl geçmiş, 1990 yılında
192 ülkeden, demokratik ülke sayısı 65 ülke olduğunu görmekteyiz.
Amerikalı bir devlet adamı ve
bağımsızlık bildirisini hazırlayanı olan Madison, demokrasi için, "tam bir
demokrasi derken hükümeti bir araya gelip bizzat yöneten az sayıda bireyden
oluşan bir topluluk" ve "cumhuriyet derken de Bir temsil sisteminin
var olduğu hükümet" olarak söylemektedir.
Birçok siyasi bilimci ve
hukukçular tarafından ifade edildiğine göre; bir hükümetleri seçme süreci
olarak görülen demokrasi şimdi sosyal bilimciler tarafından yaygın biçimde
kullanılmaktadır.
Abraham Lincoln demokrasiyi “halk
tarafından, halk için, halkın yönetimi” olarak tanımlamıştı. Günümüz
demokrasilerinde durum böyle mi? Ünlü bir faşizm tarihi uzmanı olan Emilio
Gentile, şimdi halkın ancak bir sahne demokrasisinde küçük bir rol alabildiğini
iddia ediyor. Oy verme sahnesine sıra gelince halk sahneye çıkarılıyor, sonra
hemen sahneden indiriliyor. Bu nedenle, partiler ve hükümetler oligarşisi,
siyaset sınıfı içinde yolsuzluk, liderlerin demagojileri, halkın ilgisizliği,
kamuoyu manipülasyonları, reklama dönüşen siyasal kültürün bozulması öne
çıkıyor. O çok övülen temsilî demokrasi ve halkın egemenliği birçok yerde sahne
demokrasisine dönüşmüş durumda. Günümüz demokrasilerinin bu özellikleri salt
içinde bulunduğumuz dönemin koşullarının bir sonucu mu? Gentile, bu
özelliklerin demokraside doğuştan var olduğunu gösterip, bunlara karşı
mücadelenin demokrasiyi esas diri tutan etmen olduğuna işaret ediyor.
1939 Eylül 'de Almanya'nın
Polonya'yı işgal etmesiyle başladığı ve İngiltere, Fransa bu işgale Almanya'ya
savaş ilan ederek karşılık vermesi ile devam etmiştir. 1945 yılında sonlanması
dönemi, dünyanın zor günlerin yaşanması, insan ve mal kayıplarının sonuçların
da yeni düzenlerin çıkması ve gelişmelerine yol açmıştır.
Türkiye’de ‘İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasın da tek partili, tek liderin tüm yetkilere sahip
olduğu faşist rejimler olduğu dönemin de başlamış ve savaşın sonunda
yenilmişlerdi. ABD, İngiltere ve Fransa gibi çok partili demokrat devletler ve
diğer taraf ise Sovyetler Birliği gibi tek partili sosyalist
devletler olarak savaştan galip çıktılar.
Savaş sonrası yeni dünya düzeni
evresi kurulması başladı. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 50 müttefik
devlet, 25 Nisan 1945 tarihinde San Francisco'da bir araya gelerek 111
maddeden oluşan Birleşmiş Milletler Antlaşması'na son şeklini verdiler. 25
Nisan 1945 tarihinde de Birleşmiş Milletler ‘in kurulmasıyla sonuçlandı.
1945 yılında Cumhuriyet Halk
Partisi’nin (CHP) içinden ayrılan 4 milletvekilinin Demokrat Parti’yi (DP)
kurmasıyla sonuçlanmıştır. 1946 yılında gerçekleştirilen seçimlerde, ilk kez
bir muhalif siyasi parti, mecliste temsil imkânı bulmuştur. Herhangi bir
engelin olmadığı 1950 seçimlerinde ise DP iktidara gelmiştir. DP’nin iktidara
gelişi, tek parti iktidarını sona erdirmiş ve böylece çok partili hayata
geçilmiştir.
Türkiye de ki çoklu parti yaşantısını
en gerçekçi anlatımını, Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim üyesi İlkay Sunar’ın ‘Demokrat
Parti ve Popülizm’ makalesin de anlattıklarına bakarsak kısaca bize,
şunları aktarmakta. ‘1950 seçimleri kazanan Demokrat Parti, özellikle 1953
yılında ki temel politikalarını, 1950-54 yılları döneminde ulaşım, haberleşme,
bayındırlık gibi fizikî altyapı yatırımlarına ile makine, traktör gibi modern
tarımsal teknoloji ithalâtına ağırlık vermişti. Bu dönemde içinde ucuz kredi ve
yüksek fiyat politikaları ile beslenen tarımsal ürünlerin ihracatından
kaynaklanan hızlı bir iktisadi büyüme sağlanmıştır’. (Sunar, İ. 1985) Seçimlerin
dört yılında başarılarını hızlı büyümesi yanında, piyasaya yönelik üretimin
artması, sermaye birikiminin (özellikle ticarî) hızlanması, ekonomide
dinamik bir hareketlilik ve bütünleşme sürecinin başlamış olması gözlenmekte
olduğunu söyleyebiliriz. 1953 yılı sonundan itibaren, tarımsal ihracat
ürünlerine talebin azalması ile dış ticaret açık vermeye başladığı ve iktidarda
ki Demokrat Parti tekrar ithalât kısıtlamasına giderek, yüksek gümrük vergileri
içeren himayeci önlemler almasına sebebiyet vermiştir.
Demokrat Parti 1954'ten sonra tıkanan
tarımsal yatırım ve ihracat karşısında, biriken ticari sermayeyi içe dönük
ithal ikameci bir sanayileşmeye doğru yönlenmiştir. Tarıma dayalı dokuma ve
gıda gibi dallarda sanayi yatırımları artarken, hammadde ve ara maddelerin
ithalâtına dayanan hafif tüketim maddelerinin üretiminden çekilmeye
başlanmıştır. Demokrat Parti'nin teşvikine rağmen, çok sınırlı yabancı sermaye
sermeye girişi sağlamayabildi. Bu nedenle de ithalâtı karşılayacak kaynaklar,
yabancı sermaye yatırımlarına değil, geniş ölçüde dış borçlanma yoluyla alınan
uzun ve kısa vadeli kredilere dayandırmak zorunluluğu doğmuştu. Alınmış olan
krediler, plansız yatırım politikaları, yüksek devlet sübvansiyonları sonucunda
yaratılan yüksek talebi desteklemekten başka işe yaramamıştır. Artan ödeme
güçlükleri ve enflasyonist baskılar Demokrat Parti'yi nihayet 1958 yılında stabilizasyon*[2] fiyatları
sabitleme önlemleri almaya zorlamıştır. Alınan kredilerin plansız kullanılması
sonunda, 1958 alınan önlemlerinin iç pazara dönük ithal ikameci sanayileşme
sürecinin sonu anlamına gelmediğini ve iyileştirmediğini söyleyebiliriz. Bu
süreç, özellikle 1960’dan sonra Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasından
sonra daha düzenli ve planlı bir şekilde devam etmiştir.
Türkiye’nin çok büyük sorunlarla karşı
karşıya bulunduğu bir zamanda (1970-1980) bile ülkenin iki büyük siyasi
partisinin birlikte bir hükümet kurmaya yanaşmamaları, Türkiye’nin siyasal kültüründeki
en önemli uzlaşmazlık örneği olarak tarihe geçti. 1977-1979 yılları arasında ki
seçimlerde, AP’nin CHP ile ortak bir koalisyona yaklaşmaması büyük ölçüde
kendisi dışındaki MSP (24) ile MHP’ (16) nın sandalye sayısıyla hükümeti kurmak
için yeterli çoğunluğa (226 sandalye) (TBMM
millet vekili sayısı toplamı 450 sandalye) sahip olmasıydı.
Bu yapıya sahip olan iki büyük parti
başkanlarının bir araya gelerek 1970 yıllarının başlarından beri
istikrarsızlıkları giderme yollarını bularak giderme yerine, kolay yolları
seçmeleri ülkeyi 12 Eylül 1980 darbesi ile yüzleşmesi ile sonuçlandı. Türkiye’yi
de demokrasi çizginde ki düzensizliğine atmış oldular.
O yıllardan günümüze kadar aynı
vatandaşların çoğunluğunun sıkıntıları bitmemişti. Takriben aradan kırk üç yıl
geçtikten sonra, Türkiye tekrardan aynısı tekrardan yaşamak zorunda kalır mı?
Bilemeyiz. Türkiye’nin hukukun üstünlüğü, yasaların doğru işlediği ve kuvvetler
ayrımının oluştuğu demokrasiyi yeniden denemeyi istemesi en doğru ve doğal
hakkıdır. Sonunda vatandaşların isteği olması durumunda, aydınlığı görebilmek
ve beklemek bizim hakkımızdır, diye düşünmek isteriz diye düşünmekteyim.
Karl Popper Açık Toplum ve Düşmanları
kitabında anlattıkları: Parlamentoyu kadir-i mutlak kılmak ve parlamentoların demokrasilerde
temel fikir, gücü sınırlamaktır. Tek elde toplanmasına engel olmaktır.
Demokrasinin temel fikri budur. Güç öyle dağıtılmalı ki tek elde toplanmaz. Bu da
nispeten basit şeylerle sağlanabilir ve nispeten basit anayasa
değişiklikleriyle yapılabilir. Demokrasi büyük bir deneydir.
Demokrasi teorileri
Demokratik devletlerle ilgili iki
değişik demokrasi teorisi vardır.
Normatif demokrasi teorisi: Demokrasinin
tam anlamıyla sağlanabilmesi için, alınan kararların halkın tamamının memnun
etmesi gerekir. Ancak gerçek hayatta bu durum imkânsızdır. Zira her bireyin
beklentileri, istekleri, ihtiyaçları farklıdır; herkesi aynı anda memnun etmek olanaksızdır.
Dolasıyla bu teori ideal ve ütopik bir teoridir. Günümüzde hiçbir devlette
uygulanmamaktadır.
Ampirik demokrasi teorisi:
Demokrasi, halkın tamamını değil olabildiğince büyük kısmını memnun etmeye
çalışır. Amacı herkes değil mümkün olduğunca çok kişiyi memnun etmektir.
Dolayısıyla gerçek hayatta uygulanması en mümkün teoridir. Günümüzde
demokrasi olarak bildiğimiz yönetim şeklinin farklı kavramlarla açıklama
ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Çağdaş siyaset biliminin ve düşüncesinin önde
gelen teorisyenlerinden Robert Dahl’ın düşüncesi; demokrasi yerine “çoğun
yönetimi” anlamına gelen “poliyarchy” (poliarşi) kavramını tercih
eder ve poliarşi’yi “mümkün olduğunca fazla sayıda vatandaşın uzun bir zaman
boyunca arzularına cevap verebilen bir sistem” olarak tanımlamaktadır.
Çağdaş demokratik sistemler,
zaten halkın tamamının doğrudan değil, seçmiş oldukları kişiler, temsilciler ve
oluşturdukları kurumlar (partiler) vasıtasıyla yönetim sürecine
katıldıkları, istek ve taleplerini en elverişli, en iyi, en uygun düzeyde
sağlamaya çalıştıkları bir yönetim anlayışını ifade etmektedir. Bunun için de
seçimler, demokrasinin en önemli öğelerinden biridir. Çağdaş demokrasiler,
sadece serbest ve adil seçimlerden ibaret olmayıp, hukukun üstünlüğü, kuvvetler
ayrılığı, fikir, ifade, örgütlenme, seçme, seçilme, din ve vicdan özgürlüğünü
de içine alan temel hak ve hürriyetlerin korunmasına mantığına dayanır.
“Robert Dahl çoğulcu bir
demokraside despotik bir çoğunluk ihtimalinin söz konusu olmadığını
savunmuştur. (ERDOĞAN, Mustafa. 2019)
Demokrasi Tarihçeleri
Antik dönem
Eski Yunanistan'da, şehir
devletlerinde uygulandı. Demokrasiye çok yakın olan bu sistem Atina
demokrasisi olarak da anılır. En önemli organı ve merkezi bütün
vatandaşların yer almaya haklarının olduğu bir meclisti. Teoride bütün
yurttaşlar mecliste oy verme ve fikrini söyleme hakkına sahipti fakat o günün
koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir devletinde doğmamış olanlar (metikler,
yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değildi.
Roma
İmparatorluğu döneminde uygulanan devlet sistemi, temsilî
demokrasiye yakın bir nitelik taşımaktaydı. Romalılar kendi sistemlerine
cumhuriyet anlamına gelen republic adını koymayı seçtiler. Latince ‘de res,
şey ya da ilişki, publicus da halk anlamına geliyor, yani serbest
bir çeviriyle, cumhuriyet halka ait olan şey demekti. Demokratik haklar
genellikle sosyal sınıf ayrımına göre şekillenirdi ve güç elitlerin
elindeydi. Zor uğraşların sonunda sıradan halk da (plebler, yani aşağı
tabakadan olanlar) yönetime katılmaya hak kazandı.
Roma Cumhuriyeti Tüm İtalya ve
fethettikleri bölgelerde, yönetim şekillerinin Cumhuriyet altında yöneterek, o
bölge ve ülkelerde ki yaşayan halka Roma vatandaşı olma hakkını bahşetti, bu da
onları, önemsiz kullar olmaktan çıkarıp vatandaşlık haklarına ve ayrıcalıklarına
sahip Romalılar haline getirdi.
Eski Hindistan'da
bazı bölgelerde uygulanan sistemler de temsilî demokrasiye benzetilir. Roma
İmparatorluğu ile paralel olarak, kast sisteminin varlığı, gücün varlıklı
ve asil bir azınlığın elinde olduğu söylenebilir.
Orta çağ
Magna Carta: Orta çağda
demokrasinin gelişme süreci içindeki en büyük olay İngiltere'de kralın
yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlayan Magna Carta
Libertatum'un (Büyük sözleşme) imzalanmasıdır.
20. yüzyıla kadarki
demokrasilerde ve cumhuriyetlerde olduğu gibi seçin hakkına katılım erkeklerle
sınırlandırılmıştı.
18. ve 19. yüzyıllar
Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi: 1788 yılında kabul edilen Amerikan anayasası hükûmetlerin
seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu.
Bundan daha önce de koloni döneminde Kuzey
Amerika'daki kolonilerin birçoğu demokratik özellikler taşıyordu.
Koloniden koloniye farklılaşmakla beraber, hepsinde belli miktarda vergi veren
veya istenen bazı sıfatları karşılayabilen beyaz erkeklerin seçme hakları vardı.
Fransız Devrimi İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirisi: 1789 ise bir anayasa hazırlanarak iktidar halkın
seçeceği bir parlamento ile kral arasında paylaştırıldı. Ulusal Konvansiyon
hükûmeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat
ilerleyen yıllarda Napolyon'un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça
uzaklaştı.
20. yüzyıl
20. yüzyılda: Demokrasi
hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya
Savaşı'nın sonunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı
İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devlet ortaya çıktı ve bu
yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre demokratik
sayılabilecek yöntemlere sahipti.
II. Dünya Savaşı: Sömürgecilik
anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme
hareketleri Batı Avrupa'da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya'da
diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı
sonunda imzalanan anlaşmaların da etkisiyle refah devleti olma amacını
güttüler.
20. yüzyıldaki en büyük
çekişmelerden biri de demokratik olmayan Sovyet Bloğu ülkeleriyle,
Batı demokrasileri arasında gerçekleşen Soğuk Savaş'tı. Komünizmi yaymaya
çalışan Sovyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal
demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı grubu arasındaki
çekişme 1989 yılında son bulmuştur. Francis Fukuyama Tarihin Sonu adlı
makalesinde, Soğuk Savaşın bitmesiyle liberal demokrasinin tüm dünyada
yayılacağı haberini verir.
Avrupa Birliği Temel Haklar
Şartı: İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa'da barışı hâkim kılmak ve
Avrupa ülkeleri arasında iş birliği ve dayanışmayı gerçekleştirmek üzere
kurulan AET, sınırların kalktığı bir ortak pazar ve ortak para sistemini adım
adım hayata geçirmiştir. AB, ekonomik, siyasal ve anayasal bir bütünleşmeyi
ifade eder hale gelmemeyi hedeflediğinden, 7 Aralık 2000 tarihinde, Fransa’nın Nice
kentinde ki zirvesinde törenle ilan edilen Temel Haklar Şartı*[3],
AB'nin hedeflediği bu yolda önemli bir adım teşkil etmesine yol açmıştır.
Demokrasi modelleri Demokrasi
tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunları kısaca gruplar içinde
toplanabilir:
-
Klasik Demokrasi: Eski
Yunan şehir-devletlerine dayanır. Döneminin de en güçlü şehir
olan Atina’dan dolayı Atina demokrasisi olarak da anılan
demokrasisinin özelliği, vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta
katılma isteğinin bulunmasıydı. Oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş
üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını
kölelerin sırtına yüklemişlerdir. Günümüzde İsviçre’nin küçük
kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin,
daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih
edilmemektedir.
-
Koruyucu demokrasi: Korumacı
demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte,
yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik
böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası, oy
hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir.
-
Kalkınmacı demokrasi: Bireyin ve
toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal
olanı Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre
bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan
ve sürekli olarak katılımları halinde 'özgür' olabilirler. Bu açıdan
bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde
oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe
kavuşacakları savıyla ayrılır.
-
Liberal demokrasi: Demokraside
önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih
boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini
üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Liberal demokrasi sistemi de
bunlardan biridir. İçinde barındırdığı liberal kelimesiyle özgürlüğü,
demokrasideki siyasi eşitlik kavramıyla da eşitliği temsil
etmektedir. Bunu düşünürken ekonomi disiplinindeki liberalizm ile siyaset
disiplinindeki liberalizmin birbirinden ayırmamız gerekir. Kısaca liberal
demokrasi; iktidarı halkın belirlediğini ancak bu iktidarın bireysel
özgürlüklerle sınırlandığı bir siyasal sistem olarak belirtebiliriz.
-
İlliberal demokrasi: diğer
isimleri “kısmî” ya da “düşük yoğunluklu” demokrasi olarak da adlandırılan,
bazılarına göreyse, “boş demokrasi” ya da “hibrid rejim” dir. İlliberal
demokrasi terimini ilk kez siyaset bilimci yazar Fareed Zakaria 1997’de
yazdığı “İlliberal Demokrasinin Yükselişi” makalesinde kullandı. İlliberal
demokrasi, seçimler yapılmasına rağmen, vatandaşların sivil özgürlüklerden
yoksun olduğu için iktidardakilerin faaliyetleri hakkındaki bilgilerinden
mahrum bırakıldığı bir yönetim sistemidir. Bu nedenle bir açık toplum değildir.
'Ne 'özgür' ne de 'özgür olmayan' olarak sınıflandırılan, ancak 'muhtemelen
özgür' olarak sınıflandırılan, demokratik ve demokratik olmayan rejimler
arasında bir yere düşen birçok ülke vardır. İlliberal bir demokrasinin
yöneticileri, iktidarlarının anayasal sınırlarını görmezden gelebilir veya
atlayabilir. Bu yönetim biçiminde seçimler genellikle manipüle edilir veya
hile yapılır ve ülkenin liderlerini ve politikalarını seçmek yerine görevdeki
kişiyi meşrulaştırmak ve güçlendirmek için kullanılır.
-
Sosyal demokrasi: Bu
kavram komünist rejimlerde gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır.
Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen liberal demokrasi sistemleriyle
kesin olarak karşıt yöndedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında sosyal
demokrasi ile ekonomik eşitliğin de sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.
-
Çoğulculuk, Çoğunlukçu ve Demokrasi:
Çoğulcu demokrasi (nispi demokrasi): çoğunluğun mutlak
hakimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul
edilmesi gerektiğini ve azınlığın da bir gün çoğunluk olabilme hakkının
verilmesini savunan demokrasi anlayışıdır. Demokrasinin gelişim sürecinde,
çoğunluğun devlet yönetimindeki kararlarının mutlak olması, azınlık haklarını
kısıtlayabileceği kaygısı, çoğulcu demokrasiyi ortaya çıkarmıştır. Azınlıkta
veya muhalefette olanların korunması, düşüncelerin serbestçe hiçbir baskıyla
karşılaşmadan söylenebilmesi çoğulcu demokrasi için şarttır. Çoğulcu
teoride otoritenin dağıtılması devletin aceleyle ve düşünmeden hareket
etmesini engeller, aynı zamanda önemli güç merkezlerinin uyuşmaması durumunda
da herhangi bir adımın atılmasını önler.
-
Çoğunlukçu demokrasi veya mutlak
demokrasi: çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak
olduğu demokrasi çeşididir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı
gibi etmenler çoğulcu demokraside alınan kararları sınırlandırırken
çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun aldığı kararlar sınırsız ve
mutlaktır. Ayrıca Yönetilenlerin çoğunluğunun seçim ve yönetim sırasında
etkili olması esasına dayanan çoğunlukçu (mejoritarlari) demokrasi ilk
uygulama modelini Britanya'da geliştirdiğinden Westminster tipi
demokrasi diye anılmaktadır.
“1989 yılında Berlin Duvarı,
sekiz yıl önce 2001 yılında ise New York’taki İkiz Kuleler yıkıldı. Birinci
yıkım, post-komünist dünyada demokrasiye geçiş tartışmalarını alevlendirirken;
ikinci yıkım İslam ve demokrasi arasındaki ilişkinin yeniden irdelenmesini
beraberinde getirmiştir. Bu çalışma, iki yıkımın külleri üzerine tek bir
demokrasi tartışması bina edilmesine rağmen, iki dünyadaki demokrasi
tartışmalarının mahiyetinde bir çifte standart olduğunu ileri sürecektir.”
(BİNGÖL, Yılmaz. 2009)
“Demokratik hükümet ideali
günümüzden iki binyıldan daha önceye dayansa da bunun evrensel olarak kabul
edilen temel insan haklarından biri olduğu bilinci ancak modern çağda (18.
Yüzyıldan bu yana) kurumsallaştı. Bu dönemde bile "bütün insanlar eşit
yaratılır” teorik inancı, ortak vatandaşlık kurumunu ilk kez başlatan Avrupa,
Kuzey Amerika ve Avustralya' da bile yavaş yavaş ve istemeyerek herkese oy
kullanma hakkının verilmesine indirgendi.” (SHUTT, Harry 2003)
“İsrailli tarihçi Zeev Stemhell ‘La
Liberation’ gazetesinde yayımlanan röportajında şunları söyler; ‘1789
Fransız Devrimi liberal bir devrimdi. Ondan önceki Amerikan ve İngiliz
devrimleri de liberal devrimlerdi. Tarihsel olarak sol, liberal değerlerin
mirasçısıdır. Sosyal demokrasi, solun eşitlikçi değerleriyle liberalizmin
özgürlükçü değerlerini birleştiren harekettir. Liberalizme karşı çıkmak sola
yapılan en büyük
kötülüktür. Çünkü bu, özgürlüğe, demokrasiye karşı çıkmakla eş anlamlıdır.
Dahası liberal değerleri sağa bırakmaktır.’
Solun büyük abisi Sovyetler Birliği’nin
vefatından sonra Avrupa solu, siyasal liberalizmi böyle anladığı, yorumladığı
ve uyguladığı için ayakta kalmıştır. Türkiye’de solun bocalamasının temel
nedeni ise, siyasal liberalimin değerlerini ıska geçmiş, sol ile siyasal
liberalizm arasındaki temel ve birleştirici değerlere sahip çıkmak suretiyle
özgürlükleri genişletmekten yana tavır koymamış olmasıdır.” (COŞAR, V Ahsen.
2017)
Yascha Mounk ‘Demokrasinin
Halkla İmtihanı’ kitabında söylediği: Otoriter
popülizm dünyanın her yerinde yükselişte! Liderler halka oynuyor, halk da
onlara göz kırpıyor. Dünyanın hoşgörü abidesi Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük
Partisi sürekli artan bir destek görüyor, Marine Le Pen Fransa’da başa
güreşiyor, en gelişmiş sosyal demokrasilere örnek gösterilen İsveç, Danimarka
gibi ülkelerde yabancı düşmanı partiler çok güçlü bir destek alabiliyor.
Aşırılar değilse de bir beden küçükleri çoktandır iktidarda. Tehlikenin ve
gelmekte olanın (Otoriter
popülizm); demokrasinin bugün yaşamakta olduğu krizin nedenlerini, “halk
iradesi” ’nin neden otokrat liderlere yöneldiğinin çözümlemesini
yaparak, resmin büyük tarafına bakmamızı sağlar.
Popülizme derinlemesine
baktığımızda “Popülizm, temel olarak, halk kitlesini mobilize eden ve yerleşik
düzeni kökünden sarsmayı vaat eden lider ya da organizasyonların
başvurduğu yarı-ideolojik bir çerçevedir. Esasında bir ideoloji olmaktan çok
diğer ideolojileri de kesen ‘siyasi bir tarz’ olarak popülizm şimdiye kadar
hemen her ülkede ve bağlamda kendine özgü biçimleriyle ortaya çıkmıştır.” (ŞEN,
Ö. F. ARICAN, Y. F. 2017)
BBC News Türkçe Web sitesinde Eğitim
Muhabiri Sean Coughlan, 25 Ekim
2018 tarihli “Demokrasi orta yaş krizi mi yaşıyor?” yazısında: Zaman içerisinde
büyük endüstriler parçalanabiliyor, teknoloji şirketleri siyaset de dahil hayatın
her aşamasına dahil oluyor.
-"Eğer birisi Google'ı
alt etmek isterse, bunun için Google'a bakmaları gerekiyor".
Savaş sonrası yıllarda liberal
Batı demokrasisi refah düzeyini yükselterek gelişti. Siyaset Profesörü
olduğu Cambridge Üniversitesi'nde siyaset ve tarih öğreten bir
İngiliz akademisyen olan David Walter Runciman ise asıl bilinmeyenin
insanlar yoksullaştıkça demokrasinin gelişeceğinin nasıl olduğunu düşünmemizi
istemekte. İnsanlar yıllarca durağan bir maaşla çalışınca bu onları daha
radikal siyasi uçlara itebileceği gerçeğini de bilmeliyiz. Runciman’ın
düşüncesi ise; demokrasinin yorgun olduğunu ama parçalanmayacağını
söylemesidir.
Runciman "Tarihi kanıtlar
ekonomik büyüme olmadan demokrasinin zorlandığını anlatmakta. Eğer insanlar
refah hissetmiyorsa daha kenarlarda kalmış politikacılar arıyorlar"
demekte. Yoksul ülkelerde bu, siyasi çözülmelere neden olabilir. Göreceli
olarak daha istikrarlı Batılı ülkelerinde bu devrimden ziyade bir hayal
kırıklığı yaratabilir. Refahı yüksek ama durağan toplumlar, iyi işlemeyen
demokrasilerle uzun süre ilerleyebilir. Biz bunun daha başlangıcında
olabiliriz.
Runciman'a göre demokrasinin
dayanıklılığı insanları, onu koruma ve geliştirme konusunda tembelliğe itiyor. "Bu
yorgun bir sistem ve büyük sorunlarla başa çıkmak için uğraşıyor ama çatlayıp
bölünmeyecek. Biz yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde siyasetin nasıl daha
iyi çalışacağını düşünebiliriz". Bunun yerine Batı demokrasileri,
sistemleri değiştirmek yerine liderleri değiştiriyor. Anlayışı ile
düşüncelerini aktarmakta olduğunu görerek, düşüncelerimizin şekillenmesini bu
kılavuzluk ile yapmasını bilmeliyiz demekle yetinebilmeliyiz.
Ülkemizdeki demokrasi gelişimine
baktığımızda; neleri nasıl yaşadığımızı ve neleri gördüğümüzü veya yaşamakta olduğumuzu
anlamak ve anlayabilmek için; analitik düşünmeye gereksinim duymalıyız.
Türk tarihçi ve akademisyen
olarak akademik çalışmalarını sürdürmekte olan ve günümüzde Stanford
Üniversitesi'nde tarih profesörü Ali Yaycıoğlu’nun Gazete Oksijen.com da ki ‘Türkiye
demokrasi tarihine giriş’ yazısına bakmalıyız.
Ülkemizin demokrasi kazanımı
neler olmuştur ve o kazanımların, güçlü bir anlatıya dönüştürmenin zamanın
geldiği anlayışını görmekteyiz.
“Birincisi, malum, 2023
seçimlerinde halkımız bir yönüyle demokrasi mi otokrasi mi sorusuna cevap
verecek. Türkiye’nin demokrasi tecrübesinin güçlü bir anlatıya kavuşması, 2023
seçimlerinde demokratik rejime dönüş amacı güden muhalefet partilerinin ve
muhalefetin cumhurbaşkanı adayının dil ve programının oluşmasına büyük katkıda
bulunabilir. Hak ve özgürlüklerin, denge-denetleme mekanizmalarının ve
sosyal-hukuk devletinin tesis edildiği çoğulcu bir demokratik nizam için bu
topraklardaki demokrasinin tarihi birikimini güçlü bir anlatıya dönüştürmek ve
2023 seçimlerini bu anlatının bir parçası olarak düşünmek çok anlamlı
olacaktır.
İkinci olarak, demokrasi anlatısı
halkımızın demokrasiyi tekrar hatırlamasına yardımcı olabilir. Son on yılda
yaşanan ve tarifi hiç de kolay olmayan altüst oluş içinde toplum adeta demokrasiyi
unuttu. En azından 1950’lerden beri Türkiye’nin siyasal tarihinde hem sol hem
sağ kesimin ana teması olan demokrasi bugün önceliklerimiz arasında değil.” (YAYCIOĞLI,
Ali 2022)
İktidar demokrasiyi uzun zamandan
beri beka meselesine ve güvenlik devletine kurban etmiş. “Muhalefet ise son CHP’nin
vizyon toplantısında gördüğümüz üzere, daha çok “teknokratik” bir yönetim
anlayışını, ya da bir meslektaşın ifadesi ile “hakikat arayışı” nı öne
çıkarıyor.” (a.g.m.) Bu anlatımın devamında: Bugünkü siyasette demokrasi,
otokrasi ve teknokrasi arasına sıkışmış, nefes alamaz durumda. Olduğundan
bahsetmekte.
Her
zaman kırılgan kalmış. Sürekli kesintiye uğramış. Başka önceliklere kurban
edilmiş. Halk devlet karşısında kendi haklarına sahip çıkmamış. Güçlü
olan gücünü paylaşmamak için demokrasinin arkasından dolanmış. Çoğunluk
azınlığın haklarına kör ve duyarsız kalmış. Ben bu klasik argümana
katılmıyorum. Alternatif bir anlatının olduğunu düşünüyorum. Ama şimdilik benim
ne düşündüğümü bir kenara bırakın. Yukarıdaki çerçeveyi kabul edelim ve şu
soruyu soralım: Neden böyle olmuş? Demokrasinin bu topraklarda yerleşememesinin
nedeni nedir?” (a.g.m.)
Üzerinde yaşadığımız bu
topraklarda herkesin bir sözü elbette olabilir. Kimileri bu coğrafyanın
demokrasinin yeşermesi ve kurumsallaşması için uygun olmadığını vurgulamış.
Bunu da coğrafi şartların şansızlığı demişler. Birçok analizci eski devirlerden
beri Mezopotamya ya da Asyatik dünyanın despotizm ürettiği, bunun demografik,
çevresel ve iklimsel nedenleri olduğunu söyler. Birileri de demokrasinin
“eksikliğini” anlatırken İslam geleneğinde ulema ve devletin iç içe geçmesini
neden gösterir. Kimisi de göçerliğin yerleşik bir şehir toplumu gerektiren
demokratik gelişmeye engel teşkil ettiğini söylerler.
Bunlar elbette doğru veya yanlış
yerlerinin olduğunu söyleyebiliriz. Doğrusu nedir? Doğrusunu nasıl
söyleyebiliriz?
“Montesquieu "XVII. yüzyıl
İngiltere'sinin, liderlerin erdemden yoksun oldukları bir yerde demokrasi
kurmak için harcanan çabaların ne kadar beyhude olduğunu gösteren güzel bir örnek
sunduğunu" ekliyor. Ayrıca, şunu da ekliyor: "Bir cumhuriyette erdem
ortadan kaybolduğu zaman, tabiatı elverişli olan kimselerin gözünü hırs bürür
ve tamahkârlık herkesi pençesine alır ve herkesin talan yerine dönen devletin
elinde birkaç kişinin iktidarından ve herkesin her şeyi yapmakta serbest
olmasından başka bir güç kalmaz"(Esprit des Lois (yasaların ruhu),
III). Bu alıntılar şu şekilde yorumlanabilir: nispeten daha olgun sosyal şartlar
içinde, özellik güçleri gelişip özgürleştiği zaman, devlet liderlerinin erdemi
yetersiz kalır.” Bu yorumu şu şekilde yorumlayabiliriz. “Nispeten daha olgun
sosyal şartlar içinde, özellik güçleri gelişip özgürleştiği zaman, devlet
liderlerinin erdemi yetersiz kalır. (HEGEL, G.W.F. 1991)
Kozmos asla boşluk kabul etmez. Temel fizik kurallarından birisi olan
termodinamik kuramına göre, yerine başka olgu ile doldurur. Örnekleyecek
olursak: Bir yerde otorite boşluğu doğmuşsa, o yerde oluşan boşluğu dolduracak
alternatif radikal yapılar veya ‘Patrimonyal Devlet’*[4]
Yapısı şekline dönüşmesi mutlaka oluşabilecek veya şekillenecektir. Bu bağlamda
yurttaşlar olarak, özgürlüğün tek yaşamsal biçimi olabilecek demokrasinin yok
olmasının önüne geçebilmeliyiz.
Türkiye tarihler içinde
demokrasiyi değil ama şu ya da bu şekilde demokratik karakter taşıyan olguları,
temayülleri kapsayan, Osmanlıdan ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri anlamaya,
uygulama gayretlerini göstermekten vaz geçmedi. Baktığımızda tarihte dört
dörtlük bir demokrasiyi aramak ve bulamamak yerine demokratik pratiklerin nasıl
gerçekleştiklerine, hangi formlarda var olduklarına, nasıl devam edip,
etmediklerine bakabilirsek fayda sağlayabiliriz. Hegel’in dediği gibi, “İnsanın
hakiki varlığı eylemidir” der. Goethe de “Başlangıçta eylem vardı”. Demekte. Buradan
şu sonuca ulaşmakta en doğalı; realist, materyalist diyalektik mantığın
kurulması olur. Bugün «diyalektik» denince aklımıza ilk gelen Marx’ın gerçekçi-maddeci
diyalektik oluşmakta.
Aklımız da oluşan bütün eylem
başlangıçların toplamında, mantığımıza uyacak; gerçekçi oluşumda sonuca
götürmesi oldukça gerçekçi olabileceğini kabul edebileceğimiz yönetimi
uygulamaktan kaçınmamalıyız.
Yeni dönem için siyasetin topluma
Türkiye tarihindeki demokratik pratiklerin tüm renklerini kapsayacak şekilde,
topluma adeta kendi yapısını hatırlatırcasına, yeni, bütünsel, güçlü biraz da
dağınık bir demokrasi önerisiyle gelmek, akıl ve bilim vurgusunu dengeleyip,
daha kuvvetlendirmez mi? Kısaca, sen, ben, öteki demenin fayda sağlamadığının
bilincine varmak ve ortak akıl ile ortak geleceğimizin oluşturulmasına katkı
sağlamayı hedeflemek olacağını bilmeliyiz.
Bekir Ağırdır: Bize Yeni Bir Söz Lazım
’da yeni siyaset dili ve tarzı üzerine kafa yorarken herkese ‘aktif yurttaşlık’
çağrısı yapmakla: “Portekiz’den oturma izni alayım, çocukları Amerika’ya
yollayayım diye bir hayat yok” diyerek, demokrasi seçiminde ki son şans
olduğunu hatırlatmakta.
Franz Kafka’nın ilk kez 1915’te
“Die Weissen Blaetter” adlı dergide yayımlanan ve orijinal adı “Die
Verwandlung” olan eseri, onun en tanınmış öyküsüdür. “Dönüşüm” olarak Türkçeye
çevrilen kitap, kumaş pazarlamacısı Gregor Samsa’nın, ‘Bir sabah huzursuz
düşlerinden uyanan Gregor Samsa, kendini yatağında devasa bir böceğe dönüşmüş
buldu. … ‘Ne olmuş bana böyle?’ diye düşündü…
Kıssadan hisse diyelim; Kafka’nın
“Dönüşüm” kitabında ki Samsa gibi, bizlerde bir sabah uyandığımızda ‘demokrasi
içinde (az, çok ‘yarım
olsa da) olmadığımız’ zamana uyanmak ister miyiz? Bunu kendimize
sormalıyız.
Erdem ŞENEROĞLU 06 Şubat 2023
Dip Notlar:
*[1]
TDK: ‘ikilem’, ya da karmaşa ve karışıklık
*2 Stabilizasyon:
TDK İstikrar, Ekonomide Hükümetin veya işletmelerin çeşitli mal ve hizmetlerin
fiyatlarını sabitlemesidir. Otoriteler bu politika ile arz ve talebi
etkileyerek sabit bir fiyat devam ettirebilmektedirler.
*3 Şart
kavramı tarihte ilk defa 1215 yılında İngiltere Kralı tarafından imzalanan
"Magna Charta Iibertatum" da kullanılmıştır. Bu tarihe kadar
"Şart" adı altında herhangi bir belge kabul edilmiş değildir.
İçerisinde kişileri ve mülkiyeti kralın keyfi iktidarına karşı koruyan Magna
Charta'nın ayrı bir yeri vardır. Bu belge iki açıdan önemlidir. İlk olarak
Şart’ ta yer alan 63. madde, yalnızca daha önceden özgür olanların özgürlük
haklarını güvenceye almaktadır. Buna karşılık özgür olmayanları özgürleştirmemektedir.
İkinci olarak, mutlak iktidara karşı yazılı olarak teminat altına alınan
savunma hakları gerçekten bir yenilik niteliğindedir.
*4 ‘Patrimonyal
Devlet’: Max Weber'in siyaset bilimine kazandırdığı bir kavramdır.
"devletin bir üst unsur/birim olarak halkı dışarıdan yönetmesi"
şeklinde tanımlanabilir. Buna göre halk, kendisi bir üst birim olan yönetene
daimî ve mutlak bir aidiyet hissiyle bağlıdır.
Kaynakça:
·
BİNGÖL, Y. (2009). Bilgi çağında demokrasiye
geçiş tartışmaları. Bilgi Ekonomisi ve Yönetimi Dergisi, 4(2),
109-126.
·
COŞAR. V. Ahsen 11.Ekim.2017 Hukukun Üstünlüğü
ve Anayasal Demokrasi Özgürlük Araştırmaları Derneği
·
https://oad.org.tr/yayinlar/yorum/hukukun-ustunlugu-ve-anayasal-demokrasi/
·
Dahl, R. A. (2021). Demokrasi Üzerine, Betül
KADIOĞLU (çev.), 6. Baskı, Phoenix Yayınevi, Ankara.
·
ERDOĞAN, Mustafa. 2019 Çoğulculuk, Çoğunlukçuluk
ve Demokrasi, Sosyal bilimler.org web sitesi
·
https://www.sosyalbilimler.org/cogulculuk-cogunlukculuk-demokrasi
·
Hegel, G. W. F. (1821). 1991, Hukuk Felsefesinin
Prensipleri (Çev: C. Karakaya).1. Baskı, İstanbul, Sosyal Yayıncılık.
·
Sunar, İ. (1985). Demokrat Parti ve popülizm.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 8, 2076-2086.
·
KOÇAK, Zeynep. ‘Avrupa Birliği ve İlliberal
Demokrasiler’ P24 Blog Bağımsız Gazetecilik Platformu.
http://platform24.org/yazarlar/2154/avrupa-birligi-ve-illiberal-demokrasiler
·
SHUTT, Harry, 2003, Yeni Bir Demokrasi İflas
Etmiş Dünya Düzenine Alternatifler, İstanbul, Kitap Yayınevi
·
ŞEN, Ö. F. ARICAN, Y. F. 2017. ‘Batıda
Popülizmin Yükselişi ve Liberal Demokrasi’.
https://www.academia.edu/35778422/BATIDA_POP%C3%9CL%C4%B0ZM%C4%B0N_Y%C3%9CKSEL%C4%B0%C5%9E%C4%B0_VE_L%C4%B0BERAL_DEMOKRAS%C4%B0
·
Vikipedi, özgür ansiklopedi
·
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0lliberal_demokrasi
·
YAYCIOĞLU, Ali. 2022, ‘Türkiye demokrasi
tarihine giriş’, Gazete Oksijen.com web sitesi,
·
https://gazeteoksijen.com/yazarlar/ali-yaycioglu/turkiye-demokrasi-tarihine-giris-166419
·
ZAKARİA, Fareed. İlliberal Demokrasinin
Yükselişi. Fareed Zakaria. fareedzakaria.com sitesi erişim 16.01.2023
https://fareedzakaria.com/columns/1997/11/01/the-rise-of-illiberal-democracy