Bu Blogda Ara

6 Mart 2024 Çarşamba

Antikçağ Anadolu’yu oluşturan kültürler

“Zeytin ağacının vazgeçtiği yerde Akdeniz biter.” Georges Duhamel

İstanbul Teknik Üniversitesi Katı Yer Bilimleri Anabilim Dalı Bölümünde ders veren Prof. Dr. Cengiz Yıldırım, Fatih Altaylının televizyonda teke tek programında ki sorularına verdiği cevaplar ile, 20 bin yıl önceki Dünya’nın ve Akdeniz bölgesinin jeofiziği durumunu harita destekleriyle anlatımın da bizleri, o çağ da ki yaşanmışlıkların içine çekerken ben de kendimi o çağda yaşayan insanların yerine koyarak antik dönemi yaşadım.

Dünya 20 bin yıl önce buzul çağındayken, Kanada, Kuzey Amerika'nın yarısına kadar inmiş, bugün ki New York buzullar altındaydı. Avrupa'ya bakacak olursak; İngiltere, Norveç, İsveç tamamen buzlar altında. Fransa'nın yarısı, Avrupa kıtasının üçte bir ’i kadar buzlarla kaplı.  Ege Denizi, Adaları ve Marmara Denizi Yok. Son buzul çağı zamanın da buzullar yavaş yavaş erimekte. 20.000 yıl önce ve sonrası zamanda yaşan ve gezinen insanlar var. On binlere doğru geldiğimizde artık günümüz iklim koşulları meydana geliyor ve yerleşik hayat başlıyor. 20.000 yıl önceki buzul döneminde deniz seviyesi günümüze göre 100-120 metre aşağıda. Demek ki o zaman, şimdi ki İstanbul ve Çanakkale boğazı diye bir şey yok. Şimdiki boğaz dediğimiz yerde bir nehir var. Ufak bir nehir, bir tanesi kuzeye doğru akıyor, diğeri güneye doğru akıyor. O zaman Fikirtepe kültüründe (İstanbul ilinde ve yakın çevresinde Neolitik çağda yaşayan insanların yaşam tarzlarına verilen addır.) yaşayan insanlar karşıya yürüyerek derenin taşlarından sekerek geçiyorlar. Yüzmek (Yüzmek ne deme olduğunu biliyorlarsa) için adaların ilerisine gitmek durumunda kalıyorlardı.

Jeomorfoloji bilimi (yüzey bilimi, anabilim dalı yer bilimi olan ve yerin yüzey şekillerinin tanımlanmasını ve oluşum süreçlerinin açıklanmasını konu edinen bilim dalı) sayesinde bu bilgiler ışığı altında Eğe Denizi ve Adalar ile Marmara Denizi diye bilinen yerlerde sular yok. İnsanlar kolaylıkla yürüyerek Antik Anadolu’ya, Antik Yunanistan’a ve Makedonya üzerinden İtalya’ya yürüyerek ulaşabiliyorlardı.

Akdeniz tarihi, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün ve geleceğin sorunlarıdır. Hatta kaygı ve sıkıntıları adına geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından başka bir şey değildir. İnsanların kendilerine yarattığı başka hiçbir dünya, Akdeniz kadar kanıtlayamaz bunu; çünkü Akdeniz'in kendini bize anlatmasını, kendini tekrar tekrar yaşamasının sonu gelmez gibi. Geçmişte var olmuş olmak, varlığını bugün de sürdürmenin bir şartıdır. Nedir bu Akdeniz? Bir manzara değil, sayısız manzaralar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz. Bir uygarlık değil, birbiri üzerine yığılmış, hatta birbiri üzerine defalarca yeniden kurulmuş uygarlıklar. Akdeniz'de gezen, bugün hâlâ yaşayan çok eski şeylerin yanında, aşırı modern insanlar ve şehirlerle karşılaşır. Akdeniz de hem adaların antik dünyasına dalmak hem de her türlü kültür ve kazanç akışına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen, kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karşısında şaşkınlığa düşmek demektir.

Akdeniz, yerkabuğunun basit bir parçasıdır. Cebelitarık'tan Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz'e doğru uzanan, iki ucu dar, ortası geniş bir denizdir. Kırılmalar, çatlamalar, çökmeler, üçüncü zamana ait bükülmeler  çok derin çukurlar meydana getirmiş, bunlara karşılık genç çok yüksek ve sarp sıradağların sonu gelmez gelmez zinciri oluşmuştur. Yunanistan Mora Yarımadasının güneyindeki üç yarımadadan ortada yer alan Matapan Burnu yakınlarında bulunan 4600 metre derinliğindeki çukur, Yunanistan'ın en yüksek doruğu olan, 2985 metrelik Olimpos Dağı'nın rahat rahat kaybolabileceği büyüklüktedir.

Akdeniz'deki kırılmaları, kıvrılmaları ve peş peşe deniz derinlikleriyle dağ zirvelerini oluşturan yapılarını, zamanın henüz etkilerini silemediği ve yıkıcılığını gözlerimizin önünde bugün de sürdüren, kaynayan jeolojik yapıdır. Bu jeolojik yapı, denize serpilmiş adaları, yarımadaları, kimi suya gömülmüş, kimi parçalanmış kıta kalıntılarını ya da parçalarını, pek aşınmaya uğramamış girintili çıkıntılı yer şekillerini açıklar; zaman zaman hareketlenip duran, uykuya dalan, sonra birden felaket getirmek üzere uykusundan uyanan yanardağların ateşini yine bu jeolojik yapı açıklar.   Sicilya’nın kuzeyinde yer alan volkanik bir ada grubu içinde bulunan    Lipari adalarının kuzeyinde, denizin ortasında bir nöbetçi gibi duran başı dumanlı Stromboli. Püskürttüğü akkor halindeki parçacıklarla göğe ve çevresindeki denize ışık saçar her gece. Napoli'nin arkasında birkaç yıldır yükseltmiyorsa da bir tehdit olmakta devam eden Vezüv Yanardağı (İtalyanca: Monte Vesuvio, Latince Mons Vesuvius). MS. 79 yılındaki püskürmesiyle Pompei, Herculaneum ve Stabia kentleri haritadan silinmişlerdi. İtalya’nın Sicilya adasında bulunan Catania ovasına her an saldıracakmış gibi duran aktif Etna yanardağı. Ege'deki Santorini, eski adıyla Thera adası.

Akdeniz'in insanları, tarih sahnesine görünmeye başladığından bu yana, her zaman yanardağların ve depremlerin tehdidi altında yaşadılar. Anadolu'da çok eski bir kentlerden olan Çatalhöyük'te, MÖ 6200 yılından kalma bir tapınağın duvar resimlerinde, kentin birkaç katlı evlerinin arkasında, kraterinden lavlar ve dumanlar püskürten bir volkan görülür. Bu da Hasan Dağı olsa gerekir.

Yaklaşık 14.000 ve/veya 13.000 yıl önce Dünya en son buzul çağından çıktı. Kutup bölgelerini kaplayan buzulların erimesiyle, neredeyse 100.000 yıldır süren dönem son buldu. Buzul Çağının sona ermesiyle, bir dizi iklim değişmeleri de oldu. Bu değişiklikler ilk önce Ortadoğu ‘da bir yerlerde başlaması gerçekleşti. Buzulların daha kuzeye ilerlemesi bu bölgelerde baştan ılıman olması ve ardından daha sıcaklaşması sonucu astropikal bir iklime (tropikal bölgelerin hemen üzeri ve hemen altındaki bölgeleri tanımlamak için kullanılır) dönüştü. Fas’tan İran’a kadar uzanan otlakların yarı çöllük alanlarına bölündü. Bu yarı çöllük yerlerin ortasındaki bağsı bölgelerde yeşil vahalar ve üstleri sık bitki örtüsüyle kaplı nehir yatakları geçmekteydi. Avcılık ve yiyecek toplayıcılığıyla ge­çinen gezginci topluluklar, eskisi kadar rahat dolaşamaz oldular. Hayvanlar bitkiler daha verimli ve iklim kolaylaştırıcı özellikleri olan yerlere yayması, avcı ve toplayıcı toplumları bitkileri ve hayvanları kontrol altına alması öğretti ve daha verimlere yönelmelerini sağladı.

“Sonuncu Buzul Çağı’nı izleyen 13.000 yıl içinde dünyanın bazı bölgelerinde metal aletlere sahip olan okur- yazar, sanayi toplumları ortaya çıktı. Buna karşılık başka bölgelerinde okur-yazar olmayan, çiftçilikle uğraşan toplumlar, daha başka bölgelerindeyse taş aletler kullanan, avcılık yaparak ve yaban yiyecekler toplayarak geçinen toplumlar vardı.” [1]

Robert J. Braidwood’un Tarihöncesi İnsanlar Kitabının ‘İnsanların Kökenini Biliyor muyuz?’ bölümünde ki anlatımın da “Bazı bilim insanları uzun süre ‘insanlığın beşiğinin’ orta Asya'da olduğunu düşünüyordu. Bazı başka bilim insanlarıysa, Afrika'da olduğunda direniyor ve daha başkaları da Avrupa'da olabileceğini söylüyorlardı. Bugün biz ‘insanlığın beşiğinin’ Eski Dünya'da geniş bir tropikal kuşakta var olduğunu ileri sürecek kadar yeterli bilgiye sahibiz.” [2]

Uygarlığın Asya Greklerinde, yaklaşık olarak MÖ. 850'ler de Homeros'un şiirlerinin ortaya çıkmasıyla; Avrupa Grekleri arasında ise, yaklaşık yüzyıl sonraları, Hesiodos'un şiirleri ile başladığı söylenebilir. Bu dönemin öncesinde ise, Hellen kökenli kabilelerin barbarlığın Son Dö­nemini de aşarak uygarlığa geçişe hazırlandıkları birkaç bin yıllık bir dönem bulunmaktadır. Greklerin en eski gelenekleri Akdeniz’in doğu kıyılarında ve bu kıyılarla Grek yarımadası arasındaki bütün adalarda hemen neredeyse yoğunlaşmış bulunuyordu.

Bu tarihsel eşitsizlikler bölgelerini, günümüz dünyasında da görebiliyoruz. Metal aletleri olan, okur-yazar toplumlar, öteki toplumlar üzerinde üstünlük kurdu ya da onları yok ettiler. Bu farklılıklar dünya tarihinin en temel olgusudur. Bunların nedenleri belirsiz ve tartışmalı konuyu burada değinmeyeceğim.

Nil, Fırat ve Dicle ırmaklarının her türden canlı ile dolup taşan bataklık bölümleri, avcılar ve balıkçılar için her zaman çekici bir alan olmuş, ne var ki ilk çiftçilerin karşısına çetin bir engel olarak dikilmişti. Toprağın tarıma elverişli kılınması, ancak belirli işgücüne ihtiyaç duyulması az kişilerin yerleşimden site ve şehirleşmeye geçişi sağladı.

Yukarı Mısır ve Aşağı Mısır krallıklarının hızla güçlenmelerinin ve MÖ. 3000 yılından kısa bir süre sonra tek bir kralın yönetiminde birleşmelerinin nedeni buydu. Açıkçası, Mısır firavunu yerini, ekonomik bir gereksinmeye borçluydu. Rahiplerin denetlediği merkezi bir devlet aygıtının başıydı firavun.

Mezopotamya'da Mısır'daki gibi bir birleşme görülmedi, çünkü tarımsal koşullar bir değildi. Mezopotamya'da çeşitli kollardan beslenen ve bu suyolları ağıyla birbirine bağlanan iki ırmak vardı. Onun için ekili alanlar birbirlerine o kadar bağımlı değildi. İşte bu yüzden, buradaki kentler gelişip güçlenerek, kendi rahipleri ve rahibi ve kralı bulunan ba­ğımsız kent devletlerine dönüşebildiler. Bu kent devletleri arasında amansız bir yarışma sürüyordu. En sonunda tüm ülke silah zoruyla Babil egemenliği altında birleşti. Mezopotamya  dediğimiz bölgede ki yaşamsal tarihi içinde, Ön Asya yani Anadolu dediğimiz yarımadanın batı, güney kıyıları ve iç kısımlarında da yaşamın hareketliliğinden bahsedebilir.

Anadolu (Grekçe: Ἀνατολή (Anatolí), romanize: Anatolḗ), ‘doğu’ anlamında Anadolu Yarımadası diye nasıl tanımlanır. En basit şekli, sol elinizi iç tarafı yukarı bakacak şekilde açın, Sol elinizin baş parmağını içeri gelecek şekilde kıvırdığınız da İskenderun Körfezini oluşturursunuz. Dört parmağınızın ucunda Ege Denizini, avucunuzun ortası İç Anadolu, kolunuza doğruda Güney ve Doğu Anadolu’yu ve hayaliniz de Anadolu’ya kuşbaşı şeklinde görebilirsiniz.

Kıtayı tanımlayan tek bir standardın olması, bu yüzden farklı kültürler ve bilimler neyin kıta olarak yorumlanacağına ilişkin farklı tanımlamalara sahip olmuşlar. Bazıları en fazla dört ya da altı kıta olduğunu düşünürken, en yaygın kullanımda yedi kıta sayılmaktadır. Bilim camiasının çoğunlukla 7 kıtalı (Antikçağ da Anaximander çizdiği üç kara parçası Avrupa, Asya ve Libya olarak bilinmekteydi.) modelden yana olduğu söylendiğini kabul edersek, şimdi ki Dünya zamanın yedi kıtasında, üç kıtanın bir arada olduğu zaman içinde birbirlerine yaklaşmaya ve sıkıştırmaya devam ettiği, bu oluşumun ortasında kalıp, kıtaların geçiş noktası durumunda ki köprü gibi uzanan kara parçası İş de Anadolu. Belki de yerkürenin üç kıtası bileşiminde, tek jeolojik yapısına sahip farklı uygarlıklarının kaynaşıp özleştiği, uygarlıkları birleştiği ve/veya yaratıcısı olan Anadolu’dur.

Coğrafi olarak Asya Kıtası'nın tüm özelliklerini içerdiğinden Küçük Asya (Yunanca: Μικρά Ασία, Mikrá Asía), Asya kıtasının en batısında Karadeniz, Akdeniz ve Ege denizi arasında kalan yaklaşık 755.000 km²'lik bir alan kaplayan ve Akdeniz’e eteklerini veren, bir ucu batıda ki Alp Dağlarına uzanan, doğuya doğru da Himalayalara varan, Toros Dağları ile Akdeniz’den ayrılmış İç Anadolu Platosu, doğuya doğru yükselen dağlık bir yarımadadır.

Anadolu adının Yunanca ‘doğu’ anlamına gelen anatole (Ἀνατολή) kelimesinden geldiği ve Türkçe ses benzerliğinden yararlanılarak ‘Anadolu’ şeklinde telaffuz edildiği yaygın olarak kabul edilen bir görüş olmuştur. Yunanca da olduğu gibi, Anadolu için, aynı zamanda, Latince de de doğu anlamında “güneşin doğduğu yer” manasına gelen Anatolia adlandırması kullanılmaya devam etmiştir. Anadolu yarımadası ‘doğu’ olarak adlandırıldığına göre hiç şüphesiz ona bu ismin, bu kara parçasının batısın da yaşayan birileri tarafından verilmiş olması gerekir. Nitekim Ege adalarında yaşayanlar sabahleyin yüzlerini Doğu’ya doğru döndüğünde, güneşin Asya kıtasının en batı ucu olan Batı Anadolu’dan doğduğunu görüyorlardı. Bu yüzden bu adlandırmanın Ege Denizi’ndeki adalarda yaşayanlar tarafından verildiğine dair iddialar doğru gözükmektedir.

Anadolu’ya gelerek yerleşen toplumlar ve insanlar, hangi ırk, din ve kültürden olursa olsun bu yerleşim yerinin coğrafi özellikler ve onun bir uzantısı olan zorlu sosyal ve iklimden dolayı kısa sürede olgunlaşıp pişerek, daima gerçekçi, mücadeleci, uyumlu, iletişime açık, sabırlı ve samimi bir karakter kazanmıştır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Anadolu toplumu ve insanına bu coğrafya da oluşan kültürüne hiçbir zaman hak ettiği gerçek değer verilmemiş ve verilmemektedir. Anadolu, Asya ve Avrupa’da kurulan medeniyet ya da devletler için sadece üzerinden geçilebilen bir köprü gibi görülmüş, onun bu geçiş güzergâhında olduğu kendine has oluşturdukları özellikler, var oluşundan beri göz ardı edilmiş, Asya ya Avrupa’nın uyruğu bir kültür ve medeniyet coğrafyası olarak görmezden gelinmiştir.

Cevat Şakir Kabaağaçlı ‘Merhaba Anadolu’, kitabın da Anadolu için şöyle yazmış: “Önceleri yeryüzünde iki kıta tanınıyordu. Biri Asya öteki Avrupa idi. Asya sözüne, Yunan ve Roma mitolojilerinin Ana Tanrıçası olan Artemis kültüründe rastlanmaktadır. "Artemis'in buyruğu altında kırk tane peri kızı vardır. Bunların yirmi tanesine Asyalar, diğer yirmisine de Okyanuslar adı verilirdi”

Mısırlılar, Anadolu halkı için" Denizin yüreğinde yaşayan insanlar" derken Sümerliler ise "Sahildeki güneş bahçesinde yaşayan insanlar" demişlerdir. [3]

Bütün Akdeniz uygarlıklarının beşiği Anadolu, bilge düşüncenin, sanatın, dinlerin oluştuğu, kaynaştığı çevreye yayıldığı bir yerdir. Tarih Sümerlerle başlar ve Mezopotamya ile devam eder. Ancak bilimsel
düşüncenin Anadolu dışında geliştiğini, ileri sürebilecek bir dayanak bulunmamakta olduğunu, yeni arkeolojik araştırmalar da bunu göstermektedir.

Tarihi Nasıl Anlatmalıyız

John Edward Christopher Hill, ‘İngiltere'de Devrim Çağı 1603-1714’ kitabında; ‘Tarih, olayların bir anlatısı değildir. Tarihçinin zor olan görevi ne olup bittiğini açıklamaktır.’ Demekte. Gerçekten hikâye gibi anlatım olmamalı, kişileri, yer, zaman ve olayları olduğu gibi gerçekleri açıklamak olduğunu bildiğimiz de doğruyu öğrendiğimiz için, bilgi hazzı ile mutlu olabiliriz.

Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Uzun “Tarih ve tarihte nedensellik” isimli makalesinde; insanın en büyük özelliği merak olduğunu neden, nasıl, niçin gibi soruların cevapların araması sonucu geçmiş ve gelecek merakı, onu birçok aramalara ve araştırmalara yönelteceğini düşüncesiyle vardığı sonuç: “Gerçekte kendini bilmek ve tanımak amacını sürekli hisseden insanda, geçmiş kavramı kendiliğinden gelişir. Böylelikle insanda kendini, çevresini, geçmişini öğrenme ve anlama merakı, tarihi araştırmada en önemli neden olarak ortaya çıkar.” [4] Diyor.

Hani derler ya, Tarih tekrar eder veya tekrarlar. Bunun için tarih nedir ve tarihi nasıl, kimlerden okuyarak öğrenir, geçmişte nelerin olduğu ile bağlantısıyla, gelecekte nelerin olabilirliği öğreniriz. 

TDK ‘ya göre; tarih kelimesinin sözlük anlamı, geçmiş zamanlarda yaşamış olan milletlerin ve tarihi şahsiyetlerin yaşadıklarını araştıran bilim dalıdır.

Oxford Languages e göre de Bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren söz ya da rakam. Ülkeleri, ulusları, toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki nedensel bağları, bunların daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her ulusun kurduğu uygarlıkları, ulusların kendi iç sorunlarını vb. inceleyen bilimdir.

Tarih Bilimse: Tarih bilimi, geçmiş zamanlarda yaşanmış olayları ‘neden-sonuç’ ilişkisi ile birlikte inceler.

Edward W. Said ‘Şarkiyatçılık batının Şark Anlayışları’ İsimli kitabımda kendi fikrinin ne olduğu ile ilgili düşüncesini şu şekilde açıklamakta. Benim iddiam şu: Tarih insanlar ‘erkekler ve kadınlar’ tarafından üretilir; ama tarihin daima çeşitli suskunluklar ve geçiştirmelerle, daima dayatılan biçimler ve göz yumulan biçimsizliklerle bozulması ve yeniden yazılması da mümkündür; ‘bizim’ sahip olacağımız ve yöneteceğimiz (birer kurgu olarak) bizim Doğu'muz ya da ‘bizim’ Şark'ımız tam da bu tür işlemlerle üretilmiştir.

Bunun dışında göç, savaş, kıtlık gibi toplumsal hayatı derinden etkileyen olaylar da resmi tarihi belgeler eşliğinde incelenir. Tarih bilimi, geçmişten ders alarak ve günümüzde gerçekleşen olayları geçmişteki hadiselerle karşılaştırarak neleri nasıl yapılması gerektiği düşünmemizi sağlar. Tarihe yön vermiş şahsiyetlerin hayatlarını inceleyen tarihçiler, bu kişiler hakkında az bilinen gerçekleri kanıtlarıyla birlikte ortaya çıkarabilirler.

“Tarihin dışında felsefe yoktur ve felsefenin dışında tarihsel kavrayış boş bir kanılar toplamı olabilir. Bunu içinde, felsefenin tarihle ve tarihin felsefeyle sıkı bir yakınlığı vardır.” [5] Biz, bizler, o veya onlar, geçmişte yaşadıkları, gördükleri değişimlerin belirli kısmını, tam tarihi belirli zaman ve coğrafi yerini anlamlamayı tam veya eksik hatırlamalarını yazmaya kalksa buna tarih denir. Hatırlayamadıklarının yerine uygun mitler ilave edilirse buna mitsel anlatım ilave etmiş denilir. Bu anlatım bize o zamanda geçen olaylar, yer ve kişiler ile oluşan hikâye o anın kültürel ve zaman şartlarını içinde oluştuğu bilerek, okunduğu zamana göre değerlendirme veya fikirleri belirtirsek onun adına da tenkit veya eleştiri demeliyiz. Hatta dünyamızın kozmos içinde ki zaman ve yeri bile değiştiğini, aynı noktadan belki de bir daha hiç geçmeyecek, farklı yer ve zamandan geçebileceğini unutmamalıyız.

Tarih, geçmişte yaşanan olayların incelenmesinin yanı sıra, bu olaylarla ilgili bilgilerin keşfi, toplanması, organizasyonu, sunumu ve yorumlanması ile ilgilenen disiplindir. İnsan veya insan dışı farkı gözetmeksizin, yer ve zaman aralığının kestirildiği bir geçmiş zaman diliminde, ‘sebep-sonuç’ ilişkisi kurup, yazılı veya yazısız belge ve bulgular eşliğinde bilgiler toplayan bir akademik disiplin olan tarih, herhangi bir bilim kümesine dahil edilmez; çünkü tarih, her alanın geçmişini inceleyebilecek kadar geniş bir disiplindir.

Tarih insanla başlar ve insanın bütün gelişim sürecini incelediği gibi dünyadaki değişimi de belleğinde taşır. Geçmişlerini hatırlayamayanlar, onu tekrar yaşamaya mahkûmdur.

Tarihin yararlandığı bilimlere baktığımız da Arkeoloji, Antropoloji, İktisat, Filoloji (dil bilimi), Nümizmatik (eski paraları inceler), Heraldik (armaları, mühürleri, unvanları, bayrakları inceler), Felsefe, Epigrafi (taş ve mermer kitabelerin üstündeki yazıları inceler), Kronoloji, Sosyoloji, Etnografya (Toplumun örf, adet ve geleneklerini inceler), Coğrafya, Diplomasi, Toponimi (yer adları bilimi), Onomastik (isim bilimi), Psikoloji, Siyaset, Fizik-Radyokarbon tarihleme yöntemi (tarihleme yöntemleri ile bulguların hangi döneme ait olduğunu inceler) neredeyse 19 adet bilimle birlikte çalışma zorunluluğu vardır.

20. yüzyılın, felsefe ve tarihi bir araya getirmeye yönelik çalışmalara öncülük etmiş en önemli tarihçi ve düşünürlerinden R. G. Collingwood ‘un yanıtı, “tarihin insanın kendine ilişkin bilgisi ‘için’ olduğu. Kendini bilmesinin insan için önemli olduğu düşünülür genellikle: kendini bilme burada salt kendi kişisel özelliklerini, onu öteki insanlardan ayıran şeyleri bilme değil, insan olarak yapısını bilme demektir. Kendinizi bilmeniz, ilkin bir insan olmanın ne demek olduğunu bilmeniz, bir diğeri; olduğunuz insan olmanın ne demek olduğunu bilmeniz, diğeri; olduğunuz insan olmanın ve başka biri olmamanın ne demek olduğunu bilmeniz anlamına gelir. Kendinizi bilmeniz ne yapabileceğinizi bilmeniz anlamına gelir; kimse ne yapabileceğini denemeden bilmediği 'için de insanın ne yapabileceği konusundaki tek ipucu ne yaptığıdır. Öyleyse, tarihin değeri bize insanın ne yaptığını, böylece insanın ne olduğunu öğretmesidir.” [6]

Kısaca tarihin değeri, insanın neler yaptığını, dolayısıyla insanın ne olduğunu bize öğretmesidir.

Türk tarihçi ve akademisyen Salih Özbaran, Tarih, Tarihçi ve Toplum Kitabında Kendi anılarından belki de en ilgincini şöyle anlatıyor. Bernard Lewis ’in yönettiği seminerlerden birinde doktora öğrencilerine yönelttiği “Neden tarih araştırması yapmaya koyuldunuz? Biçiminde ki sorusuna da verebildiğim yanıt, geçmişin bir köşesini aydınlatmak için ve ülkeme yararlı bir çalışma yapmak için türündeydi.

(1994) Amsterdam’da yapılan II. CIEPO (Uluslararası Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Tarihi Araştırmaları) seminerine David Kushner “Çağdaş Türker’in Gözüyle Osmanlı Tarihi” konulu bir bildiri verdi. Bunda toplumumuzun tarih kullanılarak ne ölçüde yönlendirildiğini ortaya koymaya çalıştı. Özellikle siyasi kriz dönemlerinde günün ihtiyacına göre kullanılan temalar. Sorunlara çözüm ya da açıklama getirmeden sadece ihtiyaç anında bu tür slogan kullanılışının “kişilik bunalımının bir parçası olduğu” bildirinin özetini oluşturuyordu.” [7]

Felsefeci, şair, yazar, çevirmen, Prof. Dr. Afşar Timuçin 04 Ağustos 2020 tarihin de Cumhuriyet gazetesinde ‘İnsan: Geleceği Olan Tek Varlık’ yazısında tarih ne işe yaradığını şöyle açıklıyor. “Sağlıklı bilinç, geçmişe takılıp kalmaz: O her zaman her yerde gereklinin izini sürer, özel olarak geleceğe bağlanır, olması gerekeni kollar. Sağlıklı bilincin geçmişe yönelişi, daha çok güçlü bir geleceğe adanmışlık adınadır. Geçmiş bir çöplük değildir. Yaşanmış deney önemlidir. Geçmişte geleceği kurmaya yarayacak veriler vardır. Amaç, geçmişte yitip gitmek değil, geçmişin deneyimlerini yeni bir bakışla gelecek için işe yaratmaktır.” [8]. Buna da tarih denir.

Tarih, toplumların yalnızca anlatıdan ya da yazılı kaynaklardan elde edinilen bilgilerin toplamı olduğu düşünülemez. Eylemsel olarak da yazı ile başlayan tarih, insanın, yaşamdaki olay veya yapılanları ileride kullanmak amacı ile kayıt tutmasıdır. Kültürel yapısallıkları için önemli olaylara tarihi notları düşüp toplumsal hafızaya resimler ile, yazılı hem de sözlü şekilde kaydetme çabası, mitsel olarak çok çeşitli şekillerde ve yapılan en eski insan faaliyetleri diyebiliriz.

Fransız Tarihçilerden Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından kurulan ve bir derginin adı olan Annales, Fransız tarihçiliği için de yeni tarih yazım anlayışı için de adeta bir ekol olmuştur. Annales Okulu; sosyoloji, ekonomi, sosyal psikoloji ve antropoloji gibi çeşitli toplum bilimleri ile iş birliğini sağlayacak tarih anlayışı geliştirmek üzere kurulmuş ve kronolojik tarih anlayışından farklı olarak, sorun ve birey odaklı sosyal disiplinlerle işbirlikçi bir tarih anlayışı geliştirmeye çalışmışlardır.

BlochTarih Savunması veya tarihçilik Mesleği’ kitabında ki s,68, 69 da ki dip not da: Fransız Tarihçi, Numa Denis Fustel de Coulanges, 1862'deki açılış dersi, ‘Tarihsel Sentez İncelemesi’ (Revue de synthese historique) de “Tarih hem bireysel insanın incelenmesiyle uğraşıyoruz ki bu felsefedir; hem de sosyal insanın incelenmesiyle uğraşıyoruz ki bu da tarihtir." Fustel’ in daha sonra daha kesin ve eksiksiz bir ifadeyle şunu söylediğini eklemekte yarar var. Yukarıda ki cümle aslında bunun bir yorumundan ibarettir: ‘Tarih, geçmişte olup bitmiş her türlü olayın biriktirilmesi değildir. İnsan toplumlarının bilimidir.’ Ama bu belki de ileride göreceğimiz üzere, tarihte bireyin payını fazla indirgemek anlamına gelebilir; toplum içinde insan ve toplumlar birbiriyle tam örtüşen iki kavram değildir.” [9]

“E. H. Carr Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Cambridge'de Klasik Çağ öğrenimi görmüştü. 1916'da mezun olduğunda, doğrudan Dışiş­leri Bakanlığı'na girdi ve sonraki 20 yıl orada çalıştı. Carr, Cambridge'de öğrenciyken "oldukça sıradan bir Klasik Çağ hocasından" Heredot'un Pers Savaşları anlatısının, Heredot tarih yazarken halen sürmekte olan Peloponez Sava­şı hakkındaki tutumuna göre şekillenip yorumlandığını öğ­renmişti. Yıllar sonra Carr bu sözleri "tarihin ne olduğuna dair bana ilk fikri veren müthiş bir açıklama" diye biyografisin de anlatmaktadır. 1950 'de anıtsal eserinin ilk cildini yayınlanırken altını çizerek şöyle diyordu Carr: "Nesnel tarih yoktur." Demekte. (Nesnel: Gerçeği ortaya çıkarmak ereğiyle, bir konuyu hiçbir yanı tutmaksızın inceleyen kurum, kimse ve kişiler. Nesnellik, yaygın olarak her tür öznel etki ve ögelerden bağımsız olabilme durumunu ifade etmek için kullanılan bir terimdir.) Carr, "nesnel gerçeğin varlığını iddia etmenin mümkün olduğu ancak hiçbir tarihçinin ya da hiçbir tarih okulunun kendi başına buna kısmen yaklaşmaktan ötesini umut edemeyeceği" söylemektedir.

Carr, l954'te yazdığı bir eleştiri yazısında şu diyordu, "hiçbir anlamı olmasaydı tarih yazılıp okunmaya değmezdi." Ona göre "tarihte önemli açıklamaların, sahnedeki oyuncuların, karakterler, bilinçli amaçları ve öngö­rüleri içinde bulunabileceği varsayımına" meydan okumak önem taşıyordu.

Özellikle de üzerinde ısrarla durduğu, Carr'ın ‘tarih bir sü­reçtir ve siz süreçten bir parçayı çıkarıp sadece onu inceleyemezsiniz... Her şey tümüyle birbirine bağlıdır,’ sözleriyle ifade ederek, gerçekle, ‘Tarih nedir?’ sorusuna ilk cevabım şu olacaktır: Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” [10] olduğunu kabullenmeliyiz. Demektedir.

İnsanlığın en büyük buluşu olan yazının bugünkü şeklini alması altı bin yıllık bir gelişmenin sonucudur. Yazının bulunuşu tarihçilere göre tarihin başlangıcı olarak kabul edilir. Bu tarihlemede, deri, asırlar boyunca her yerde bulunan bir malzeme olduğu için çok eski tarihlerde ham deri üzerine ilkel yazılar yazılmıştır. Genellikle koyun, dana keçi ve ceylan derisi kullanılmıştır. Deri M.Ö. III. yüzyılda Bergama’da yazı yazmak üzere mükemmelleştirilmiş. Derinin özel olarak işlenmesi sonucu daha ince ve sağlam olan parşömen elde edilmiştir. Bu uzun zaman aralığında da birçok kültürler doğup gelişmiştir. Uzak Doğu ve Hint kültür çevrelerini bir yana bırakırsak, yalnız Akdeniz çevresinde: Mısır, Mezopotamya (Sümer, Akad, Babil, Asur), Hitit, Fenike, Yahudi, Yunan, Pers, Roma, Kartaca kültürlerini buluruz, ilkçağ kavramı, bütün bu kültürleri içine alır.

Dünya üzerindeki çeşitli 12 farklı topluluğun mitlerini ait mitolojilerin bir nevi özeti gibi incelemesi, incelenen etnik gruplar: Avustralyalı Aborjinler, Maoriler, Sümerler, Mısırlılar, Çinliler, Kuzey Amerika Yerlileri, Orta ve Güney Amerika Yerlileri, Yunanlar, Romalılar, İskandinavlar önce incelenen etnik grubun kim olduğu, yani kısaca tarihinden bahsediliyor. Ardından mitolojisini oluşturan ruhlar, tanrılar, tanrıçalar, kahramanlar, canavarlar ve bunların çeşitli hikâyeleri anlatılıyor. Üstelik bu inanç sistemini oluşturan kutsal varlıkların soyağacının da çizildiği, Mark Daniels, ‘Bir Nefeste Dünya Mitolojisi’ isimli kitabında Mezopotamya’da ki Sümerliler, şu şekilde tanımlamakta: Sümerler olarak bilinen Sami halkı Suriye ve Arap çölleri dahil olmak üzere her yönden Mezopotamya’ya göç ederler. “M.Ö. 2300 ’e kadar süren ve Sümerler ’i dünyanın ilk medeniyetlerinden biri yapar. Ancak şehir devletleri arasın ­da ki kaçınılmaz çatışmalar, dış güçlere karşı aralarındaki birliği zayıflatır. Sümerliler, yazının ilk biçimlerinden biri olan ve günümüzde çivi yazısı olarak bilinen formu keşfeden medeniyettir; çivi yazısı, bir tür hece alfabesi olarak da tanımlanabilir. Ayrıca astronomi ve mitoloji alanların ­da sahip oldukları temel bilgiler, Yunanlılar dahil olmak üzere pek çok medeniyeti etkilemiştir.” [11]

“Bundan en az 5 bin yıl önce Sümerlilerin uyguladıkları kemer, kubbe sistemi, sütunlar, yuvarlak pencereler, mozaikler, duvar süsleri, kabartmalar, sunaklar, nişler Ortadoğu'da olduğu gibi. Yunan, Roma yoluyla Batı mimarisine girmiştir.” [12]

İlkçağ felsefesi derken, yalnız Yunan felsefesi ile bundan türemiş olan felsefeleri anlıyoruz? Neden binyıllarca sürmüş olan bu çağın, felsefe bakımından başarısını yalnız Yunanlılara ayırıyoruz? “Unutulmamalıdır ki bir kültürün barbarları, en az o kültür kadar verimli bir düşünce kaynağı olabilir ve zengin bir uygarlık meydana getirebilir.” [13] İlkça­ğı bir bütün olarak ele almak doğru olmaz mıydı? Stylianos Alexiou, Minos Uygarlığı isimli kitabında şöyle söylüyor. “Orta ve Yeni Çağın Yunanları ve Türkleri, inkâr edilemeyecek tarihî nedenlerle, yüzyıllar boyu iç içe ve birbirine yakın yaşamış­lardır.” [14]

Antikçağ da Anadolu

“Eski Taş Çağı MÖ. 600.000- 10.000.  Yılında Yunanistan için Avrupa, Anadolu için Asya deyimi kullanılıyordu. Roma döneminde Asie-mineure (Fransızca bir kelime olup, Türkçe karşılığı “Küçük Asya” olarak çevrilebilir. Tarihte, bugünkü Türkiye’nin batısında yer alan bölgeye verilen isimdir) veya yalnızca Asya olarak anılan bu topraklara 10 YY. dan itibaren Anatolia denmektedir. Belki de Yunanistan'a göre daha doğuda bulunmasından ötürü Helen'ce Güneşin doğduğu yer, yani Doğu anlamı taşımaktadır. Bu deyim ilk kez Bizans imparatoru VII. Konstantinos Parfirogennitos tarafından kullanılmıştır. Asya sözüne, Yunan ve Roma mitolojilerinin Ana Tanrıçası olan Artemis kültüründe rastlanmaktaydı. "Artemis'in buyruğu altında kırk tane peri kızı vardı. Bunların yirmi tanesine Asyalar, diğer yirmisine de Okyanuslar adı verilirdi. “Çok eskiden "Asya" adı sadece Anadolu için kullanılırdı. İsa'dan 2000 yıl önce Hititler; Anadolu'ya ‘Assuva’ (MÖ 14. Yüzyıldan Hitit İmparatorluğunun yayılmaya başladığı zaman kuzey batı Anadolu’da ki 22 Şehir devletlere, Hitit kaynaklarında verilen isim), Mısırlılar ise "İasiye" diyorlardı. İsa'dan 900 yıl önce Homeros, İlyada'sında "Assiyos" sözcüğünü kullanı­yor.” [15]

İyonya (Grekçe: Ἰωνία Ionia) 'da şiirlerin yaratılması ve M.Ö 8. yy. da Homer (Homeros) ve Hesiodos’un (bir yüzyıl sonra yaşadığı sanılıyor) ünlü şiirleriyle gerçekleşti. Hesiodos’un bize ulaşan iki eseri Teogoni tanrıların soyağacını ve aynı zamanda insanlığın yaratılış zamanındaki olayları ve günlerini anlatır. İşler ve Günler de ise 'İşler' tarım yılının olaylarını ifade eder.  'Günler' ise belirli şeyleri yapmak için uğurlu ya da uğursuz olan ayın günlerini kaydetmekle uğraşır. Her İkisi de sözlü gelenekte yazılmış eserleriyle ve diğer bazı yazılı metin ve sözlü geleneklerle, sonrakilere ulaşmıştır.  Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklan üzerinde Avrupa da ki ve ABD'li bilim insanlarının başlattıkları arkeolojik çalışmalara kadar, bu mitoloji Yunanlılara has sanılıyordu.

“Mezopotamya'da yapılan kazılarda ele geçen çivi yazılı kil tabletler ve içeriklerinin okunması bilim dünyasını hayretler içinde bıraktı. Yunan mitolojisinin pek çok motifi, hatta hikayesi, bunlarda vardı. Bu öyküler, görüldüğü kadarıyla Yunanlılar ortaya çıkmadan çok önce ağızdan ağza dolaşıyor, hatta kayıtlara geçiriliyordu. Ama en büyük şok, 1873 ve 1874 yıllarında Ninova’ da (Dicle Nehri'nin doğu kıyısında bulunan ve bir dönem Asur Devleti'ne başkentliğini yapan bir Antik çağ kentidir. Modern Musul şehrinin hemen yanında bulunmaktadır.) yapılan kazılarda ele geçirilen malzeme nedeniyle yaşandı: British Müzesi’nin Doğu Antikaları bölümünden Asuroloji biliminin öncülerinden olan İngiliz asurolog ve arkeolog. 1870'li yıllarda Gılgamış Destanı'nın ilk modern çevirisini yayımlamasıyla bilinen George Smith, burada bulunan kütüphanedeki kil tabletlerde Tevrat'tan (Tevrat=Torah=öğreti, talimat, yasa anlamlarında) bilinen Yaradılış, İnsanın Cennetten Kovuluşu, Tufan, Babil Kulesi, İbrahim'den Önceki Peygamberler Zamanı ve Nemrud hikayelerinin putperest geleneği içerisinde sunulmuş şekillerini bulmuştu.

Daha sonra Anadolu'da yapılan arkeolojik buluşlar, daha önce Mezopotamya, Suriye ve Doğu Akdeniz'in sahil bölgelerinde yapı­lan keşiflerin ilham ettiği teorileri daha da güçlendirdi. Uygarlık, Ortadoğu'dan ve Mısır'dan Yunanca konuşan aleme akmış gibi görünüyordu.

Yunanca konuşan insanların kültürleri ve oturduğu yerlerdeki kültürel gelişme ile Ortadoğu'nun kültürel geliş­mesi karşılaştırılınca çok önemli ve temel sayılabilecek bazı farklılıklar görülmeye başlandı. Ortadoğu'da (ve Mısır'da) gelişme çok, ama çok yavaş olmuştu. Buralarda binlerce sene alan bir adım, Yunanca konuşulan kültür çevresinde onlarca, birkaç yılda atılmıştı! Bunu da en iyi sanatta ki ilerlemeler de görebiliyoruz.” [16]

Bir zamanda öyle bir an gelir ki, dinlediği yanıtlar insana inandırıcı gelmez olurlar, insan, son sorular üzerinde artık kendisi de dü­şünmeğe başlar; mitsel (Efsane, temel masallar veya köken mitleri gibi bir toplumda temel rol oynayan anlatılardan oluşan bir folklor veya teoloji anlatılar) ile geleneğin verdiği yanıtlarla yetinmeyip bilmek, anlamak istediğine kendi aklı ile, kendi görgüleri ve gözlemleriyle ulaşmağa çalışır. İşte o zaman, insanın kendi bulduklarıyla mitsel, geleneğin sunduğu tasarım arasında bir çatışma başlar; o zaman insan teolojik açıklamaları karşısında eleş­tirici bir duruş alır; bunlara gözü kapalı inanmaz olur, bunların doğrusunu, eğrisini ayırmağa, eleştirmeğe koyulur.  Düşündüğü ne, nasıl, nereye veya nereden gibi benzer sorular için, düşüncelerini bir teoride geliştirir.

İnsanın, düşüncesini ve görgülerini, ayakta tutmak için gerekli pratik, teknik bilgiler edinmek yolunda kullanmakla yetinmez. Düşüncelerinde bir yere oturtamaz, sadece aklına yattığı gibi bilmek, gözlemlemek deneylemek ve akla dayanarak sistematik yollarla da bilmek ister, böylece “bilgi yönlendirmeli eylem” ve “eylem rehberliğinde kuram” olarak açıklamak ve teori şekliye bilime varır. İşte felsefe böyle bir anda, böyle bir durumda doğmuştur.

İlkçağ kavramı, bilindiği gibi, geniştir. Bu dönem, ilk yazılı belgelerle başlar, aşağı yukarı IV. Yüzyılda, MS. 476 yılında Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüne kadar sürer. İlk Çağ felsefesi, genel anlamda M.Ö. 700'lerden başlayıp M.S. 500'lere kadar olan dönemdeki felsefi gelişmeleri kapsamakta ve Antikçağ felsefesi ile aynı anlamda kullanılmaktadır. İlk filozofların görüşlerinde, bir varlık felsefesi, varlık üzerine sistematik bir düşünüm olarak ortaya çıkmıştır.

İnsan, din aracılığı ya da bir otoriteye boyun eğerek değil, rasyonalitede aklı ile dünyayı anlamaya çalıştığında felsefe de başlar. Dine, Dinsel inançlara, otoriteye ya da geleneğe başvurmadan, kendi akıllarını kullanarak dünyayı anlamaya çalıştılar. Diğer insanlara akıllarını nasıl kullanacaklarını ve kendi başlarına nasıl düşüneceklerini öğretileri, kısaca ussal düşüncenin temelini oluşturdular diyebiliriz.

Doğu Akdeniz de ki Fenikeliler yaşamlarını sürdürebilmek için, yüzyıllar boyu yaşadıkları kıyıların dar, kayalık, verimsiz ve hayvancılık için otlakların olmaması, bulundukları yerlerde ki büyük sedir ağaçlarını keserek gemiler ve mobilyalar yaparak Akdeniz de ticaret yapmışlar. Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında elde edilmiş bilgi ve teknik ilerlemeleri gittikleri yerlere taşımıştı.

Akdeniz çevresin de yaşayan insan toplumlar her zaman açlık ile karşı karsıya kalmaya yakın, açlık sınırı kenarında yaşamlarını sürdürmüşlerdi. Arazi kıtlığı insanları, denize yönelip Akdeniz’in verimli kıyı bölgelerini işgal etmeye teşvik etti. Geç Antikçağ alanına tutarlılık getirmesiyle tanınan ve genellikle söz konusu alanın mucidi olarak kabul edilen, İrlandalı tarihçi Profesör Brown, Ege ve İyon adaları, Küçük Asya ve Karadeniz’in çevresi, güney İtalya ve Sicilya, hatta İspanya kıyıları ve güney Fransa kıyıları, sıradağlarla çevrili bir iç deniz olan, “Akdeniz, verimli alanlar ve akarsu vadileri çuval üzerindeki dantel parçalan gibidir. Klasik zamanların büyük şehirlerinin çoğu sert dağlık arazilerin görüş mesafesinde yerleşmişti.” [17] Benzetmesini ‘Antikçağ Dünyası’ kitabında yapan Princeton Üniversitesinde emeritus profesör olan Peter Brown, Eskiçağ Akdeniz'inde gıda maddeleri, topluluklar için çok değerli üründü. Bunun içinde her yerde yetişmeyen veya zor yetişen gıdaların, taşınması gerektiriyordu diyor. Zamanımız Modern taşımacılıkta demiryolu ne ise, Antikçağ da ilkel taşımacılıkta su da aynıydı: Ağır yükler için Antikçağın tek ve vazgeçilmez taşıma kanalı suyollarıydı ki bu da Akdeniz’di. Bir yük, Akdeniz'in veya büyük bir nehrin suları bittiğin de yolculuğun hızlı ve ucuz ilerleyişi yerine, zorluklar için de daha yavaş olmasına sebep oluyordu.  Akdeniz'in bir ucundan diğerine gerekli gıda ve diğer ihtiyaç mallarını taşımak, karada yüz kilometre taşımaktan daha ucuza mal oluyordu. Bunun için de Siteler ve Kentler deniz kenarlarına kuruluyordu. Efes, Milet, Patara, Sur, Kartaca vs. gibi kentler.

MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında, bu kez Anadolu'nun batısında, Ege bölgesin de ki Söke ovası tamamen bir deniz, Bafa gölü de bir koy şeklinde idi. Bu deniz kenarlarında antik çağın en güzel kentlerinden Priene, Milet ve Didyma (Didim) yer almaktaydı. Büyük Menderes Irmağı (Maiandros) zamanla taşıdığı alüvyonlar ile; ilk önce Priene önündeki denizi daha sonrada Milet ve Lade Adası’nı da içine bulunan alan çağımızda aşağıda görülen harita da tüm bölgeyi doldurmuştur.

Zeynep Berke’nin, Miletos anlatımındaki bilgilendirmesin de: “Antikçağ ’da Miletos, Lydia ve Pers egemenliğindeki Küçük Asya’nın batı sınırında (Batı Anadolu kıyısında) bulunan ve pek çok koloniye sahip olan bir şehirdir. Dolayısıyla farklı kültürler ile sürekli ve yoğun bir etkileşim halinde olan ve bunun yanında, refah düzeyinin oldukça yüksek olduğu ve insanların hayatta kalma mücadelesinden özgürleşerek, insanların doğayı, evreni dolaşmasına, gezip görmesi ve bilgilenmesine olanak sağlayan bir kenttir. Pers, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu kültürlerinin, Yunan kültürü ile sentezlenmesi de yaratıcı düşünce üzerinde olumlu etkilerde bulunmuştur.” [18]

Miletos, şimdi denizden yaklaşık 8 km. içeride kalmış, kötü ün kazanmış Lade Adası bugün ovanın ortasında yükselen çorak bir tepe görünümündedir. Latmos Körfezi ise, Bafa Gölü’ne dönüşmüştür.

Miletos da tiyatronun yukarısındaki tepede durduğunuzda, Miletos’un bir zamanlar nasıl göründüğünü anlamanız için hayal gücünüzü iyice zorlamanız gerekecektir.

Didim kentine yakın Büyük Menderes Nehrinin hemen ağzına yakın, deniz kıyısında bir antik liman şehri Milet’te Thales sahneye çıktı. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilki olduğu söylenir. Platon’un dediğine gibi “yedi Bilgeler ’den” biriydi. Atina’da Damasias’ın arkhontluğun ’da (Damasias asilzadesi) “bilge” diye adlandırılan ilk kişi oydu. Birçok kişi tarafından felsefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur.

Richard Theodore Tarnas, San Francisco, California’da özel bir üniversite olan California İntegral Çalışmalar Enstitüsü'nde felsefe ve psikoloji profesörü, Felsefe, Kozmoloji ve Bilinç yüksek lisans programının kurucu direktörüdür. Yazdığı Batı Düşünce Tarihi Kitabı 1. Cildinde, Antik Yunan’da Felsefenin Doğuşu bölümünde Yunan Felsefesin de ki “gerçek muazzam değişim, Ön-Asya’nın (Batı Anadolu’nun) kıyı bölgelerinde uzanan Grek dünyasının doğu yakasında yer alan büyük ve müreffeh İyonya kenti Milet’te, MÖ. 6. yüzyılın başların da hâlihazırda başlamıştı bile. İşte burada hem yeterince boş zamanları hem de kâfi derecede merak duyguları olan Thales ve onun takipçileri Anaximander ile Anaximenes, radikal olarak yeni ve olağanüstü bir şekilde mantıklı olan bir dünyanın anlaşılabilmesi için başvurulabilecek bir yaklaşım geliştirmişlerdi.” [19] Demektedir.

Felsefe tarihinin ilk okul veya düşünce geleneğini oluşturan İyonya ’lı filozoflar, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes olarak sıralanır. İyonya veya Miletos Okulu, felsefenin ilk okulu olarak ortaya çıkarken, Batı Anadolu kıyılarındaki İyonya da Antik Yunan felsefesinin ilk merkezi olarak seçkinleşir. İyonya okulunu meydana getiren bu üç filozofta, birbirine yakın ortak özellikler mevcuttur. Türkiye’de analitik felsefenin öncülerinden biri olan Denkel “Algıdaki görünüşte dünya bir nitelikler yığınından oluştuğundan, çevresini gözlemleyen insanın ayrıştırabileceği en temel ilkeler olan nesneler, bunların değişimi ve düzenlilik, hep nitelikler aracılığıyla açıklanıyordu. Thales, felsefeye beşik olan ve 6. yy. düşüncesinin hemen bütünüyle içinden kaynaklandığı Batı Anadolu'daki zengin Miletos'ta yaşamış. Mısır'a giderek bilgisini geliştirmiş.” [20] İlk döneminde Yunan Felsefesi hemen hemen bütünüyle dış doğaya, cisimlerin dünyasına yönelmiş olan bir doğa felsefesidir. 6. yy.'ın Eski Yunan yarımadasın da yaşayanlar, evreni görebildikleri kadarıyla, algıda gö­ründüğü biçimiyle anlamaya ve görünen dünyayı açıklama çabasındaydılar. Aslında da görünen Dünya’nın içinde bulunduğu varlık ortamın, algı aracılığıyla en temel ilkelerini belirlemek istediğimizde yukarıda belirtiğimiz bu üç olguyla karşılaşırız. Algılanan Nesnelerin tümü, çeşitli farklılıklarla ayrılan tek tek nesneler. Bunların zaman içinde çeşitli değişimi (başkalaşımları) ve bu farklılık ve düzenlilik (başkalaşımlar) içinde bulunan birçok koşutluk ve benzerliktir. Başkalaşımları değişimi (olay) diye belirlerken ister nesneler arasında ister değişimi (başkalaşımlar) biçimleri arasında olsun, saptadığımız benzerlikleri de düzenlilik olarak adlandırırız. Onları algıyla tanıyışımız açısından nesneler, biçim, büyüklük, katılık, renk, tat, koku, sivrilik, parlaklık gibi niteliklerin toplamından başka bir şey değildir. Nesnelerin değişmesi, yani olayların oluşması, onları oluşturan niteliklerin değiş­mesidir. Düzenliliği oluşturan benzerliklerse, böyle niteliklerin benzerliğidir. Kozmosu tek algı açısından, henüz daha dolaylı başka yöntemlere başvurmadan anlamaya, fikir edinebilmeye çalışmanın doğal bir sonucudur. Tüm varlığı oluş biçimi ya da bir şeyin yapısını belirleyen, onu şöyle ya da böyle yapan temel özellik olarak tanımlanan kısaca, bir şeyin oluşuyormuş gibi değerlendirmek ve açıklamaları bu açıdan vermektir. En eski Yunan da ki insanların düşüncesi bir anlamda bunu yapmıştır.

Örnek vermek gerekirse; sıcaklık ve ışık, tıpkı sıcak olan ve ışık sa­çan nesneler gibi, bu nesneler yanı sıra, onların türünde varlıklar olarak kavranılıyorlar. Dahası, soğukluk ve karanlık sıcaklığın ve ışığın bulunmaması değil, bunların karşıtı nitelikler olarak nesneleştiriliyorlar: Pek çok da çocukta da gözlemlenebildiği gibi, soğuk da karanlık da birer varlıkmış gibi değerlendiriliyorlar.

Eski Yunan insanlarının düşüncesinin başka önemli sayılabilecek varsayımları da vardır. Bugün hala sağduyuya temel olan ve yine gözlemden kaynaklanan ‘Her şeyin bir nedeni vardır’ ilkesi bunlardan biridir. Bütünüyle nedensiz, yani açıklamasız olgulara, varlık alanında izin vermemiştir. Eskiçağ düşüncesi, Bir ontolojik (varlık felsefesi ya da varlıkbilim) zorunluluk olarak her nesneye, her de­ğişime, neden aramıştır.

Orta çağların, Aristoteles fizik kitabında anlattığı, ‘Latince: Ex nihilo nihil fit’ ‘Hiçbir şey hiçbir şeyden çıkmaz’ deyimine anlam veren, ‘Hiçbir şey yoktan var olamaz ve hiçbir varlık da bü­tünüyle yok olamaz’ inancıdır. Bunlar tartışılmayan, doğ­ruluğu apaçık kabul edilen ve her türlü ontolojiye (varlık felsefesi ya da varlıkbilim) temel yapılan düşünceler konumunda olduğunu düşünmeliyiz.

Felsefe tarihinde özgürlükle ilgili soruların cevapları arandı. Bunun için öncelikle felsefi düşüncenin ilk ortaya çıktığı İyonya’dan yola çıkıldı. Miletos’lu üç filozof, mitopoetik (Bilinçli bir şekilde edebi mitoloji üretimi) düşünceden kopuşu ve felsefi düşünmeye geçişi simgeler. Bu filozoflar, herhangi bir çıkar, amaç gözeterek değil, salt bilmek ya da anlamak için felsefe yapmışlardır. Mitolojik düşünceden kopuşu gerçekleşip, insanın aklıyla deney ve gözleme dayanarak yaşadığı çevre ve evreni anlamlandırma çabaları, özgür düşüncenin ilk etkinliği olarak nitelendirilmesi açısından önemli görülüp, Miletos’lu üç filozofun eşliğinde, bu süreç açıklanmaya çalışıldı. Öte yandan, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, her ne kadar felsefede onların yaşadıkları çağda madde ile ruh arasında bir ayrım yapılmamış olsa da felsefe tarihinin ilk materyalistleri olarak bilinirler.

Bu üç filozof bilinçli bir şekilde edebi mitoloji üretiminden rasyonel düşünce biçimine geçiş sürecindelerdi. Bu da doğanın izlediği tutarlı ilkelerin anlaşılabilir olduğu düşüncesinden doğar. Tanrıların hükümdarlığı ve mitsel anlayışının yerini, doğanın yasaları tarafından yönetilen ve bir gün nasıl okunacağını öğreneceğimiz bir plana göre yaratılan anlayışının aldığı, o uzun zaman süreci böylece başlar.

Felsefe ilk kez Yunan’da mı ortaya çıkmıştır? Diye sorduğumuzda, aldığımız cevap bize şunu anlatıyor: “Antik adıyla İyonya bölgesi, yani Batı Anadolu’nun İzmir’le Gökova körfezi arasında kalan kıyı bölgesi felsefenin başlangıçları bakımından özel bir önem taşır. Çünkü geleneksel olarak kabul edilen görüş felsefenin MÖ. 6. yüzyılın başlarında bu bölgede başladığıdır. Hatta bu başlangıçla ilgili olarak belli bir yer, bugün Balat adını taşıyan Milet zikredilir. Nitekim ilk büyük felsefe tarihçisi Aristoteles de felsefenin başlatıcısı olarak bu kentte yaşamış birini, Thales’i anar.

Filozof ve felsefe tarihçileri olan Aristoteles ve Hegel de dâhil olmak üzere felsefe tarihçileri genel olarak felsefenin yurdunu antik Yunan, doğum tarihini M.Ö. altıncı yüzyıl ve kurucusunu da Miletli Thales (MÖ.624-MÖ. 546) olarak saptarlar.

Yunan felsefe tarihçisi ve biyografi yazarı Laertios söylediği “Felsefenin iki başlangıcı olmuştur: biri Anaksimandros ile, öbürü Pythagoras ile başlamıştır. Anaksimandros Thales’in Öğrencisiydi.” [21] Demekte.

Düşünce tarihinin ilk filozofu olarak kabul edilen, Thales salt doğal gerçeklikle, genel olarak varlığın doğasıyla meşgul oldu. Yunan mitolojisinin sunduğu açıklamalarla yetinmeyen “Thales’in filozof zekâsı, doğal olanın, doğaüstü nedenlerle değil de yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancıyla varlığa ilişkin felsefi ve tümüyle rasyonel bir açıklama geliştirdi. Özellikle astronomi ve matematik alanında gerçekleştirmiş olduğu çözümlerin, getirmiş olduğu yeniliklerin, kültürel açıdan, o zamanlar Yunanlılardan daha ileride olan çevre uygarlıklardan devşirilmiş bilgilere dayandığı besbelliydi.” [a.g.e]

Thales ilk kez doğa olaylarının nedenlerini Tanrılara ve mitsel bağlamadan açıklamaya çalışmış, Ortadoğu ve Mısır’daki bilginlerin çalışmalarından yararlanmış olduğunu görmekteyiz.

Mısır'da Afrika’nın Güneyin de ki Victoria Gölünden çıkıp kuzeye doğru akan, Nil Nehri sulama amacıyla kullanılması çok eski bir geçmişe dayanır. Nil Nehri'nin Akdeniz'e döküldüğü yerde günümüz de başkent Kahire'den başlayan büyük bir delta oluşmuştur. Nil Nehri, havzasının genişliği açısından 3 milyon km2 büyüklüğü ile dünyada üçüncü sıradadır. Antik Çağ da Nil nehri 6500 Km. uzunluğun da ki bu nehrin suladığı 25 Km. genişliğinde ki bu vaha, Heredot'un Mısır rahiplerine gönderide bulunarak anlatımına göre "Mısır, Nil'in bir armağanıdır" diğer deyimle Mısır'ın toprağı, Nil’in suyundan ibarettir. Nil nehri taşmadığı zaman derhal kıtlık başlar. Böyle zamanlarda insan yiyecek ot kökü bile bulamaz. Nil nehri genellikle, temmuz aylarında taşmakta ve kasım ayına kadar tüm vadiye dağılmaktadır. Kasım ayından itibaren nehir beraberinde getirdiği, kırmızı ve ince bereketli toprak örtüsünü bırakıp yatağına çekilmektedir. Nehrin mevsime göre taşması sayesinde delta verimli toprağını korumakta, yağmurun yokluğunu giderecek nemliliği sağlamaktadır. Dolayısıyla bu vadide arpa, buğday gibi ürünler tarıma gerek kalmadan yetiştirilmektedir.

Antikçağ da Mısır'da sınır ölçümü büyük önem taşımaktaydı. Çünkü, Nil nehrinin suyunun alçalması ve yükselmesiyle kişilere ait arazi üzerindeki sınırlar kaybolmakta ve bozulmaktaydı. Bunları yeniden tespit etmek, Mısırlı ölçücüler tarafından daha önceden yapılmış plan ve haritalara göre yapılmaktaydı. 

Mısır hayatının Nil'in alçalma ve yükselmesine tabi olması nedeniyle Nil nehrinin durumunu devamlı ölçmek ve kontrol etmek gerekiyordu. Hesaplamalar ve arazi ölçümlerinden dolayı Mısır'da matematik ve geometri bilimleri büyük ilerleme göstermiştir. Bu dönemde arazi alanlarının matematik hesaplamalarla bulunduğunu görmekteyiz.

Dikdörtgenin, yamuğun, bir üçgenin alanı tam ve doğru olarak hesaplayabilen eski Mısırlılar bir dairenin yüzölçümünde iyi bir yakınsama ile, (pi) sayısı için (16/9) 2 değerini (3,1604) olmak suretiyle hesap yapabiliyorlardı. Mısır'da ölçülebilir bir nicelik olarak açı kavramı henüz mevcut bulunmuyordu. Açıya ilişkin kavram doğru parçaları aracılığıyla dik açı yoluyla ifadesini buluyordu. Kenarlar, en ile boy, taban ve dikme, köşegen, çap ve çevre hem ölçülebilen hem de ölçüde aracı olan nitelikler olarak ele alınmaktaydı.

Eski Mısırlılar arazilerin alanlarını gerçeğe yakın bir şekilde hesaplamayı biliyorlardı. Geliştirdikleri "dik açılı yapma", "bölme ve ekleme" gibi metotlar bugün için kullanılmasa da günümüz ölçme tekniğinin temelini oluşturmuşlardır.

Modern bilimi başlatan ikilinin Anaksimandros ve Thales mi diye sorduğumuz da Şengör: “Dinin ilk ciddi ve açık tenkidi daha önce bahsettiğim Batı Anadolu’da Yunanca konuşan şehirlerde olmuştur.

Thales, Mısır’a yaptığı bir ziyarette Nil boyunda çalışan kadastrocuların bazı geometrik kurallar kullandıklarını görmüş, bunun kaynağını sormuştu. Ustadan çırağa geçen bir ‘zanaat’ bilgisi olduğunu öğrendi. Bunlar arasında benzer üçgenler, Pisagor kuralı gibi hepimizin bildiği basit geometrik kurallar vardı. Mısırlı kadastrocular bu bilgileri ile, her Nil selinden sonra tarlalarının sınırları tahrip olan insanların tarla sınırlarını baştan çizmek için kullanıyorlardı.

Thales’in dehası, bu kuralların ispat edilebilir kesin bilgiler olduğunu keşfetmesi, yani bunları geometrik teoremler haline getirerek “ispat” kavramını geliştirmiş olmasıdır. Bu şekilde Thales tanrıların yardımı olmadan insanın kesin bilgiye ulaşabileceğini gören, bunu açıkça söyleyen bildiğimiz ilk kişidir.

“Bu keşfinin Thales’i çok heyecanlandırdığı, Miletos’a dönünce bunu arkadaşı Anaksimandrosa anlattığı söylenir. İki kafadar, doğa olaylarını da böyle dinden bağımsız olarak bilip bilemeyeceklerini düşünmeye başlamışlar. Bu düşüncelerinin temelinde din eleştirisi yatmaktadır: Zira tanrı Poseidon’a ne kadar kısrak kurban edilirse edilsin, depremler şehirleri yıkmaya, denizde fırtınalar gemileri batırmaya devam ediyordu; Zeus’a kaç tane boğa kurban edilirse edilsin, yıldırımlar can almaktan geri durmuyordu. Asklepios’a hediye edilen horozlar her hastanın iyileşmesini temin etmiyordu. Thales ve Anaksimandros dindeki bu keyfilikten rahatsız olmuşlardı. ‘Acaba diyorlardı, Şu içinde yaşadığımız dünyanın da geometri gibi akılcı bir açıklaması var mıdır?’.

Kendilerine sordukları soruya iki arkadaşın, özellikle Anaksimandros’un verdiği cevaplar Yunanca konuşan şehirlerde yeni bir geleneğin, ‘bilimin’ doğmasına neden olmuştur. Buna paralel olarak sanatta da yepyeni, eleştirel bir uyanışa şahit oluyoruz.” [a.g.e]

“Bazı geometrik teoremleri kurup ispat ettikten sonra, Thales doğa hakkındaki bilgilerimizi arttırmak için de aynı akıl yürütme yöntemini kullanmaya çalışmıştır. Örneğin Sümerlilere ait olan ve «tarkullu» adı altında dünyayı su üzerinde yüzen bir disk şeklinde tasavvur eden kavramı denetlenebilir bir varsayım olarak dile getirmiştir.” [a.g.e]

“...dünya hiçbir desteğe dayanmadan boşlukta duraylı (Kararlı) olarak durmaktadır çünkü her yerden aynı uzaklıktadır. Şekli kıvrıktır ve taştan bir sütun parçasına benzer. Bir yüzünde biz yürürüz, diğer tarafı karşıdadır. (Hippolitus, Refutatio conta paganos: (Putperestlere karşı reddiye).” [a.g.e]

Tarkullu Hipotezi Ne Demektir?

Tarkullu Sümerlere ait olan bir Dünya’yı tanımlama hipotezidir. Bu Dünya Sümer medeniyetinin yaşadığı dünyadır.
Tarkullu Hipotezinde yukarıdaki haritada görüldüğü gibi “Bir Okyanus vardır, içinde yüzen Dünya vardır, bunun üzerinde gök kubbe vardır, altında da yer altı dünyası vardır.”
Tarkullu hipotezi Sümer medeniyetinde rahiplerin elinde ve bu nedenle kimse tarafından tartışılamıyor.
İlerleyen dönemlerde (1.500 sene) Tartullum teorimi Thales tarafından alınarak bilimsel bir şekle sokmuştur.
Kaynak; Profesör Celal Şengör

“Bazıları dünyanın bir denge durumu nedeniyle hareketsiz olduğunu söylemektedirler: Örneğin eskiler arasında Anaksimandros. Çünkü ortada duran bir şeyin yukarı, aşağı veya kenarlara doğru hareket etmesi gereksizdir ve uzaktaki tüm noktalara nazaran ortadaki aynı şekilde davranır. Böylece değişik noktalara aynı zamanda gidemez. Bundan da Yer’in mutlaka hareketsiz durması gerektiğini çıkarırız.” [22]

Bilim tarihi genellikle Thales (MÖ.624 - MÖ. 546) ile başlatılıyor. Bunun sebebi ise MÖ 585 yılında gerçekleşecek bir güneş tutulmasını tahmin etmesi. Güneş tutulmasını önceden tahmin etmesinin yanı sıra bir piramidin boyunu onun gölgesinden yola çıkarak hesaplayabiliyor.

Platon, Theaetetus diyaloğunda Thales’i tanımlarken onun sürekli olarak yıldızları inceleyen, çok dalgın ve dış dünyadan kopuk bir insan olduğunu söylüyor. Hatta bir gün yine yıldızları izleyerek düşüncelere dalmışken Thales önündeki kuyuyu görmüyor ve kuyunun içine düşüyor.

Doğa filozofları, doğayı incelediklerinde karşılarına çıkan çokluğun temelinde olduğunu düşündükleri başlangıç, ilk, ilk neden, temel yapı taşı ‘arkhe’ aramışlardı.  Doğa felsefesinin temel prensibi, dış dünyadaki varlıkların kendisinden doğup geldiği ilk maddenin bulunması ya da belirlenmesiydi.

Batı felsefesinin ve Sokrates öncesi Eski Yunan Felsefesinin en önemli kavramlarından biri ‘arkhe’ (başlangıç, ilk, ilk neden, düzen, temel yapı taşı) terimi, bilinen tarih içinde sözcüğü felsefi anlamda ilk kullanan, Batılı anlamda ilk filozof sayılan Thales'tir. "Her şeyin arkhe ‘si su ‘dur" düşüncesini dile getirmesiyle felsefenin kurucusu sayılan Thales, sözcüğü, her şeyin “temel yapı taşı”, "ana maddesi”, "dayandığı ilk", "çıktığı kaynak" gibi anlamlarda kullanıp, doğayı ve doğadaki gelişmeleri kendi içlerinde bulunan, doğaötesi açıklamalar gerektirmeyen bir kaynağa geri götürme çabasıyla, aynı zamanda bilimsel düşüncenin de öncüsü sayılır. Felsefe geleneği içinde, Thales'in bu düşünceye, yüksek dağlarda bulduğu deniz canlısı fosillerinden yola çıkarak, vardığı söylenir.

Thales’in öğrenci Miletos‘lu Anaksimandros bir doğa filozofu hem de bir doğa araştırıcısı, astronomi, matematik, kartografi (haritacılık) ve siyasetle ilgilenmiş, bilime önderlik yapan ve evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Birçok kişi tarafından astronominin kurucusu sayılır ve ilk kez kozmoloji (evren bilimi) ya da dünya üzerinde sistematik felsefe görüşü geliştiren filozoftur.

Hocası Thales gibi evrenin ana maddesinin ne olduğunu soran Anaksimandros, tekilden oluşan varlığın ‘arkhe' sini nitelemek için "su" gibi belirgin bir madde yerine, soyut bir kavram kullanır. Apeiron: Antik Yunancada; sınırları olmayan, sonsuz olan "Sınırsız", "sonsuz", "belirsiz" gibi anlamlara gelen bu kavram, Anaksimandros'un kullandığı tümceler içinde şöyle aktarılmıştır: "Var olan şeylerin arkhe ‘si apeiron ‘dur. Anaksimandros’a göre arkhe; duyusal olmayan bir varlık, soyut bir ilkedir. Sonsuz olan bu ilk neden Apeiron ’dur. Apeiron, bütün varlıkların temelidir. Apeiron ’dan ilk olarak birbirine karşıt olan sıcak ve soğuk ortaya çıkmıştır. Bütün varlıklar da bu iki durumun oluşturduğu zıtlıklardan oluşur.

Ama doğumları nereden gelmişse, ölümleri de zorunlu olarak oraya gider. Daha sonra ‘Anaksimandros’un genç yoldaşı arkhe’ nın hava olduğunu, kozmosun, düzenli evrenin, havanın sıkışıp genişlemesiyle meydana geldiğini söyler. Anaximenes ilk maddenin hava olduğunu söylemeye götüren iki nedende: ilkine göre, sadece çokluğun ve görünüşün gerisindeki birlik ya da gerçeklikle değil, evrendeki değişmeyle de ilgilenmiştir. Anaksimenes de ki seyrekleşme ve sıkışma kavramları, birlikten çokluğa geçiş sürecini açıklamaya yaradıktan başka, her tür niteliği niceliğe indirgeme girişimini temsil eder.

Diğer iki düşünürden ayıran özellik, birlikten çokluğa geçiş süreci üzerinde, var olan her şeyin havadan nasıl varlığa geldiğini açıklama işinde yoğunlaşmış olmasından kaynaklanmıştır. Thales’te olduğu gibi somut ancak hocasında olduğu şekliyle sonsuzluk niteliğindedir.  O, “Hava olan ruh, nasıl bedeni ayakta tutuyorsa dünyayı ve evreni de ayakta tutan havadır.” demektedir. Hava, yoğunlaşma ve seyrekleşmesiyle diğer varlıkların oluşmasını sağlar.

Sorbonne Üniversitesin de Yunan Edebiyatı ve Medeniyeti Profesörü Jacques Jouanna ve Caroline Magdelaine ‘Hippokrates Külliyatı’ adlı kitabında “Var olan bir şeyin var olmadığını sanmak saç­ma olurdu.  Zira var olmayan bir şeye varlığının kanıtı olarak ne yöneltilebilir. Var olan bir şey her zaman görülür ve tanınabilir, var olmayan bir şey ne görülür ne de tanınabilir.” [23]

David Hume, ‘İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’ kitabında “Zihnin açıkça kavradığı her şey olanaklı bir varoluş tasarımını da kapsar, ya da başka bir deyişle, hayal ettiğimiz hiçbir şey kesinkes olanaksız değildir.” [24] Kısaca: Var olan her şeyin bir olduğunu ve bunun hem bir tek hem de her şey olduğunu söyleyebiliriz.

Anaksimandros dünyanın şekli hakkında da fikir yürütmüştür: Anaksimandros kuramındaki yenilik ‘yerin’ şu ya da bu biçimde göklerde bir yerlerde asılı olduğu ya da bir yerden destek aldığı biçimindeki eski kanıyı reddetmesidir. Ona göre ‘yeryüzü’ şekil bakımından silindir biçiminde ve yüksekliği genişliğinin üçte biri kadardır. İki düz yüzeyden biri üzerinde biz yürüyoruz, öteki bunun karşısında bulunuyor ve ‘yer’ evrenin merkezinde desteksiz bir konumda durmaktadır; çünkü herhangi bir yönde hareket etmesi için bir neden yoktur, bundan dolayı da hareketsizdir.

Anaksimandros’un bu fikri kuşkusuz insanoğlunun tüm tarihinde attığı en büyük entelektüel (aydın ya da münevver, zekâsını ve analitik düşünme yetisini mesleği gereği ya da kişisel amaçlarına erişmekte kullanan kişi), adımdır. Bu adımın büyüklüğü pek çok kişileri etkilemiş olabilir. Örneğin Tevrat’ın içindeki Eyüp bölümünü yazan kişi, böylesine bir düşüncenin ancak Tanrı tarafından dile getirilebileceğini düşünerek bu sözü kitabına alıp Tevrat’ın parçası yapmıştır!

“O boşluğun üzerine kuzey göklerini yayar, Hiçliğin üzerine dünyayı asar.” [25]

“Thales’in öğrencisi Miletos’lu Anaksimandros, yaşanan dünyayı bir levha üzerine resmeden ilk insandı.
Kendisinden sonra memleketlisi ve büyük seyyah Hekateus haritayı daha kesin bir hale soktu ve böylece bu bir hayranlık vesilesi oluşturdu.” (Agatemeros, Coğrafya).

“Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve filozof, Eratosthenes, Homeros’tan sonra gelen iki coğrafyacının Thales’in hemşerisi ve yakını olan Anaksimandros ile Miletos’lu Hekateus olduğunu söyler. Anaksimandros ilk haritayı çizendir, Hekateus da bize kendisine ait olduğundan eşyaları arasında bulunduğu için emin olduğumuz bir çizim bırakmıştır.” (Strabon)

“M.Ö. 276 Yılında Bugünkü Libya’da doğmuş olan İskenderiye Kütüphanesinin Baş Kütüphanecisi Eratosthenes, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın boyutlarını ölçebilmeyi başarmış olan ilk insandır. Eratostenes der ki, Homeros’tan sonra ilk coğrafyacılar Thales’in hemşerisi Anaksimandros ile gene bunların hemşerisi olan Hekateus ’tur. Anaksimandros ilk dünya haritasını yayımlamıştır, Hekateus ise bize kendisine ait olduğunu yazıları vasıtalıyla bildiğimiz bir harita bırakmıştır.” (Amasyalı Strabon, Coğrafya)

İsimleri günümüze kadar ulaşan Miletos’lu ilk filozoflar, Thales ile ardılları Anaksimandros ve Anaksimenes’tir. Haklarındaki tüm yazılarda, hepsinin pratik yanları olan adamlar olduğu yazılıdır. Thales siyasetin içinde yer almıştı; ayrıca bazı mühendislik becerilerine sahipti. Anaksimandros bilinen dünyanın bir haritasını yapmıştır. Anaksimenes ise, bir kürek suda nasıl kırılmış gibi görünür ya da fosfor karanlıkta nasıl ışık saçar gibi, gündelik olayları gözlemleme becerisiyle anımsanır. “Çeşitlilik ve düzensizlik sorunu, ilk filozofların en karmaşıklarından biri olan Herakleitos tarafından ortaya atılmıştı. Öncelleri gibi o da İyon yalıydı, fakat Miletos’un kuzeyindeki Ephesos kentindendi. Etkinliği MÖ. 500 civarına rastlar. Çağdaşları tarafından kesinlikle tedirgin edici ve sevilmeyen bir kişi olarak görülmüştü. O, fiziksel dünyada algıladığı çelişkileri araştırdı. Tuzlu su balıklar için içilebilir, fakat insanlar için içilemez ve öldürücüdür. İki çok farklı özellik aynı maddede var olabilir. Yukarıya götüren yol, aynı zamanda aşağıya da götürür. Bir dere, onu oluşturan su sürekli devinirken bile, kendi başına bir varlık olarak kalır. Herakleitos, bu dünyada baştan sona bir tutarlılık, yani harmonie (Yunanca sözcük iki farklı öğenin daha büyük bir yapı oluşturmak için bir araya gelmesi. Türkçe uyum, ahenk) bulunduğunu savunmayı sürdürdü. Doğada birbirinden farklı olarak görülen, gerçekte doğal bir birliğin parçasıdır.” [26]

“Anadolu… Toprağın vatan olduğu, insanın kahraman olduğu, suyun can verdiği, tarihin destan olduğu yerdir Anadolu. Asırlarca her şeye yön veren bu medeniyetler beşiği tarihin en önemli yerlerinden biridir. Hititler, Persler, Frigler, Asurlular, Yunan Şehir Devletleri, Lidyalılar, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlı İmparatorluğu gibi dönemlerinin süper gücü olan devletlere ev sahipliği yapmış eşsiz bir yurt görümünde olan Anadolu’dur.” [27]

Miletos, İç bölgelerini genişletmeyi sürdüren Lydia ve Pers tehdidi baskılarının yoğun olduğu bir dönemde İyonya’da yönetimi ele geçiren Polykrates ise içte karşılaştığı tüm engellerin ustalıkla üstesinden gelmiş, güçlü donanmasıyla neredeyse tüm Ege Denizini egemenliği altına almış, çevre kentlerle ikili ilişkileri tek başına yürütmüştür. Tiranlar yönetiminde, devlet işleri ve birtakım dış politikalarda başarı sağlanmış, ancak tabandan fazla destek bulunamadığı için Tiran yönetimleri kısa süreli olmuştur.

Anadolu’nun Batı kıyılarının MÖ. 10. yüzyılda Aeol ve İyonlar tarafından iskân edilmiş olduğunu son derece net bir biçimde ortaya koymaktadır. Tarih MÖ 494 ve İyon Ayaklanması altıncı yılını bulmuştu. Yeniden kurulan Pers birlikleri artık daha güçlü ve daha kapsamlı bir kara ordusu ile Milet kenti kapılarına dayanmışlar, yerleşim yıkılmış ve insanlar köleleştirilerek Susa’ya götürülmüştür. Kentin denizden kontrolü ise Pers hakimiyetine boyun eğen Kıbrıs, Mısır, Kilikya ve Fenike donanmalarından kurulu bir birlik tarafından sağlanıyordu.

“Samoslar Perslerin egemenliğini kabul etmek yerine Sicilya’da bir koloni kurma kararı almışlardır. Pers donanması kışı Miletos yakınlarında geçirdikten sonra, Khios, Lesbos ve Tenedos’u almış ve karada da İon yerleşimlerini ele geçirmiştir. Birliğin çöküşüne dair Ionia kentlerinin vatandaşlar arasındaki karşılıklı davaların çözümlenmesi için birbirleriyle karşılıklı antlaşmalar imzalamaya mecbur edilmeleri, Ephoros’a göre Panionia Birliğinin dağılma süreci MÖ. V. Yüzyılda Ionia İsyanının başarısızlıkla sonuçlanmasından, MÖ. 404’te Atinalıların yenilmesine kadar sürmüştür. MÖ. 4. yüzyılın başlarına ait bir yazıtta (MÖ. 350’den önce) Panionia Birliğinin yeniden canlanışı ile ilgili veriler bulunmuştur.” [28]

“MÖ. 494 yılında Miletos'un büyük bir yıkım geçirmesi, buradaki kültür etkinliğinin Ephesos gibi daha kuzeydeki kentlere kaymasına neden olmuştur. Ephesos ‘lu Herakleitos Değişim üzerine açılan felsefe tartışmasının başlıca filozofu olmuştur.

MÖ. 6. yy.'ın ikinci yarısındaki felsefe açısından ilginç oluşumların en önemlileri Batı Anadolu kıyılarında, Miletos dışında da ilginç kıpırdanmalar, otuz- kırk yıl sonrasının ‘düşünce patlamasını’ olayların oluşumu olarak sayabiliriz. Bunlardan biri, yerel tiranların baskısından yılan kimi düşünürlerin Anadolu'dan ayrılarak Güney İtalya'ya göçmeleridir. Kuş­adası'nın Dilek Yarımadasının batısındaki Sisam diğer adı Samos adasında doğ­muş Pythagoras, 40 yaşlarına ulaştığı MÖ. 529 yılında İtalya'ya giderek Krotona'da dinsel, ahlaksal ve siyasal boyutları ağır basan bir felsefe okulu kurmuştur. ‘Pythagorasçılık’ adıyla bildiğimiz bu okul, 4. yy.’da parlayan Platon felsefesi üzerine yaptığı etki ve matematik ile gökbilim alanlarındaki katkıları nedeniyle düşünce tarihinde çok önemli bir yer tutar.” [29]   

Yunanlıların Başka Uygarlıklara Olan Kültürel Borçları

“Fenikeliler Akdeniz'in her tarafına giden, hatta Karadeniz’e kadar ticaret için yolculuk ediyorlardı. Baş­ta maden olmak üzere ticaret fırsatları değerlendirmek için gözlerini dışarıya çevirmişler ve yaptıkları ticari işlemleri kaydetmeyi, basit bir yolu olarak alfabetik yazıyı geliştirmiş, yerleşim olarak da dar bir kıyı şeridinde yaşayan toplumdular. Fenikelilerin kereste, maden taşımacılık ve satışlarıyla nasıl ticari anlamda tüccar olarak bilinirler. Lübnan dağ­ları Sidon ‘un [Sayda] (Sidon Eyaleti veya Sayda Eyaleti Osmanlı Devleti'nde bir eyalettir. Eyaletin başkenti Sayda'dır. Eyalet 1660 yılında ayrılarak kurulmuş) kuzeyinde denize kadar inerler. Tyr'in (Sur) bile sınırlı bir kıyı şeridi vardır. Dolayısıyla Lübnan'ın sedir ağaçları, gemi yapımında kullanılmak üzere Mısır'a (Mısır'ın kerestesi yoktu) ve tapınak yapımında kullanılmak üzere İsrail’e tahıl karşılığında satılıyordu. Fenikeliler Akdeniz'in her yanındaki maden arayışlarında, Kartaca, Cadiz (İspanya'nın güneybatısında, Endülüs otonom bölgesinde yer alan bir liman kenti) hatta Cornwall'a (İngiltere Güney Batı Yarımadası'nın en batı kısmı, Antik çağ da Kelt uluslarından biri olarak tanınır ve Cornish halkının anavatanıdır) (Bu iki yere özellikle bronz yapımında kullanılacak kalay için), Anadolu da ki Milet kentine gittiler. Akdeniz’de bu kadar uzaklara seyahatlerin sonucu, bugünkü Tunus'ta bulunan hatırı sayılır bir koloni olan Kartaca'nın kurulmasıydı.

Grek yazısı adı verilen, Fenikelilerin Mısırdan alarak geliştirdikleri bir alfabe. “… ‘Alfabeyi Yunanistan'daki Boetia'ya getiren Fenikeli Kadmos ‘tur.’  O ki ‘Oidipus Hanedanı'nı kuran Kadmos rivayeti antik dünyada anlatılmaktadır.’   ‘Antik dünyanın önemli bir parçası olmalarına karşın, Fenikelilerin Grekler ve Romalılar tarafından devralınan edebi veya sanatsal bir miras bırakmamalarının nedeni de budur. Edebi miras, Kartaca'nın M.Ö. 146'da Romalılar tarafından yıkılmasının bir sonucu olarak kent kütüphaneleriyle birlikte ya imha edilmiş ya da yok olmuştu.’ Tarihçi, Yahudi komutanı olarak savaşmış Kudüslü bir İbran olan Titus Flavius Josephus, Greklerle temas halindeki uluslararasında gerek gündelik işlerin gerek kamusal olayların anısının kaydında yazıyı en çok kullananlar Fenikelilerdi," diye yazmıştı.  ‘Doğu Akdeniz'de Samilerin rolünün bir kenara atılması, bu bölgede denizci Fenikelilere ilişkin yaygın kanıtlarla çelişir. Fenikeliler, başlıcaları bugünkü Lübnan da olmak üzere, İsrail/Filistin'deki Akka'dan Suriye'deki Ugarit'e dek uzanan bir dizi ünlü kent devleti iskân etmişlerdi’.  Grekler yalnız kendileri tarafından değil, daha sonraları Avrupalılar tarafından da farklı diye tanımlandılar. ‘Finley gibi klasik çağ tarihçileri, onların etkin bir biçimde mal ve düşünce alışverişinde bulundukları Yakındoğu'nun geri kalanından varsayılan farklılaşmalarının ardındaki itici güç olarak neyi görür?  Sözde siyasi farkların başlı başına yeterli görünmesi çok zordur. Antikçağ dünyasının özel karakteristikleri ne olursa olsun, akademisyenlerin açıklamalarında eksik olan husus, Avrupa ve Akdeniz'in diğer bronz çağı sonrası toplumlarının genelinden ayrı (ve ola ki ilerici) bir toplum tipi ve üretim tarzı olarak görülebilecek bir şekilde nasıl ve neden ayrıştığıdır’...” [30]

Bilim, gerçek dünyadaki olayların gözlemlenmesi, açıklanması ve öngörüsünü vurgulayan, bilim adamları tarafından yapılan, doğal dünya hakkındaki deneysel, kuramsal ve pratik bilginin bir bütünüdür. Tarih öncesiçağlarda, teknik ve bilgi nesilden nesle sözlü bir gelenekle geçmişti. Yaklaşık 9000 yıl hatta daha da önceye, yazım sistemlerinin geliştirilmesinden daha eski bir tarihe dayanmakta olduğunu düşünmeliyiz.

Bilimin son üç yüz yıldaki hızlı gelişmesi, uygarlık tarihinde belki de en önemli olaydır. Bilim bir yandan teknolojik uygulaması yoluyla yaşam koşullarını değiştirirken, öte yandan düşünmemizi biçimlemekte, dünya görüşümüzü etkilemektedir. Bilimle birlikte düşüncemizin daha rasyonel, olgulara daha saygılı bir nitelik kazandığı inkâr edilemez. Hele son 100 yıl içinde ki bilimin gelişmesi belki de büyük bir sıçrama olarak kabul edebiliriz. Arkeolojik kazıların ‘Lidar Haritalama’ (Lidar Mapping) gibi teknolojik gelişmiş aletler ile yapılması ile geçmiş zaman içinde de bilimin gelişmesinde büyük sıçramaları olabileceği veya olduğu gibi teorilerin varsayımı kabul görmektedir.

Bertrand Russell 1962 yılında yayınladığı ‘Bilimden Beklediğimiz’ Kitabında her ne kadar “Bilim, önemli bir kuvvet olarak Galileo ile başlar, şu hâlde 350 yıllık kadar bir geçmişi vardır.” [31]” Dese de Miletos’lu Thales bilgisini gözlemle denetlenebilecek kuramsal genellemeler şeklinde düzenleyen ilk insandır. Russell'ın kastettiği bu temel aslında “farklı düşünebilme becerisi.” Bir gün evine giderken ortaya attığı bu paradoksla “hareket etmek imkansızdır” gibi absürt bir sonuca varınca binlerce yıl insanların sonsuzluk kavramı hakkında düşünmesine yol açtı.

80'li yıllardan beri Türkiye'de bilimsel felsefe akımının ve bilim felsefesinin önde gelen isimlerinden, mantık ve felsefe profesörü Cemal Yıldırım ‘100 Soruda Bilim Tarihi’ kitabın da bilimin gelişme serüvenini bizlere şöyle özetliyor. “Doğu ile Batı arasın da âdeta zikzak çizen bilimsel geliş­meyi kalın hatları ile şöyle özetleyebiliriz: Doğu uygarlıklarının ürünü olan bilim, Batıya geçer; önce İyonya'da, daha sonra Atina ve Güney İtalya'da büyük bir atılım yapar; tam gelişme hızını yitirmeğe yüz tuttuğu bir sırada tekrar Doğu ya döner ve Nil ağzında kurulan İskenderiye’de yeni bir parlak döneme girer. Ancak bu dönem de uzun sürmez. Geometri, astronomi, fizik ve coğrafya gibi bilim dallarında sağlanan büyük ve gerçek başarılara rağmen, Roma yönetiminin giderek yozlaşması ve Hıristiyanlık ile birlikte türlü mistik inanç ve saplantıların yayılması karşısın da araştırma ve
öğrenme ruhu Batı'da canlılığını yitirmekten, hatta ortadan silinip gitmekten kurtulamaz.” [32]

“Yunan mitolojisinin de beslendiği, farklı kültürlere ait mitolojik anlatımlar da mevcuttur. Mezopotamya kültüründen başlayarak Mısır, Çin, Türk, Anadolu ve hatta Hint kültürlerine ait bazı mitolojik anlatımların Yunan kültüründe izler taşıdığı bilinmektedir.” [33]

“Antik uygarlığın sonu olarak kabul edilen 5. Yüzyıl ile Rönesansın ortaya çıktığı 15. yüzyıl arasındaki bin yıllık döneme, bu tarih meraklısı din adamı İtalyanca; Medio Evo (Orta Çağ) adını vermiştir.

Orta Çağ terimi sonradan herkes tarafından kullanılmış ve dünyanın batılılaşmasıyla birlikte, Avrupa’dan dünyanın tümüne aktarılarak, dünya tarihinin 500-1500 yılları arasındaki zaman dilimini ifade etmek üzere kullanılır olmuştur. Ancak bu kullanım yanlıştır, çünkü burada ifade edilen, Avrupa tarihinin, daha da doğrusu, Batı Avrupa tarihinin Antikite ile Rönesans arasında yer alan bölümüdür. Dünyanın Avrupa dışında kalan kesimi ne bir Antikiteye (Eskilik, İlk Çağ), ne de bir Rönesans’a tanık olmuştur.” [34]

Yaşamın evrimi kavramı içerisinde anladığımız, dünya üzerinde yaşayan canlı türlerinin sabit olmadıkları, yaşamın ortaya çıkışından bu yana sürekli yeni türler ortaya çıkarken eskilerin de ortadan kaybolduklarıdır.

Yaşamın, zaman içinde değiştiği fikri çok eskidir ve bilebildiğimiz kadarıyla bilimsel bir çerçeve içerisinde ilk kez Miletos’lu Anaksimandros tarafından dile getirilmiştir. Anaksimandros’tan da önce, yaşamın bir tanrılar, devler, insanlar zinciri şeklinde değiştiği Ortadoğu, Mısır ve Akdeniz mitolojilerinde varsayılıyordu. Demek ki yaşamın zaman içinde değiştiği yeni ortaya çıkmış bir kavram değildir!

Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda dünyanın önde gelen tarihçilerinden Bernard Lewis, ‘Orta Doğu’da Irk Kavramı ve Kölelik’ kitabında; yaşananlara dair tarihsel kanıtların ırkçı önyargı ve ayrımcılığın olmadığı sorunun tarihsel gerçeklikle yüzleşme olduğunu savunuyor. "Burada büyük tarihsel önem arz eden bir meseleyle adilane ve objektif bir biçimde ilgilenmeye ve bunu da polemiklere girmeden ve özür dilemeden yerine getirmeye çalıştım.” Diyerek, şöyle anlatıyor. “Tarihte bilinen tüm insanlar gibi Araplar da dünyayı kendileri ve diğerleri olarak ikiye böldüler. Eski Yunanlılar için yabancılar, farklı bir dil ve kültür çağrışımı yapan barbarlardı. İsrailliler için Yahudi olmayanlardı ki burada da inanç ve ibadet çağrışımı söz konusuydu. Eski Arabistan’da Arap olmayanlara Acem deniyordu ki bu deyim Perslileri, Yunanlıları ve Arapların temas kurmuş olduğu diğer milletleri kapsıyordu. Eski Yunan filozofları köleliğin barbarlar için iyi olduğunu, çünkü onlara daha iyi bir yaşam sağladığını söylerlerdi. Roma ve Yunan uygarlıklarında da siyahi köleler vardı ama bunların sayıları pek fazla değildi ve zenciler diğer kölelerden ayrı tutulmuyorlardı.” [35]

Kanada kökenli Amerikalı tarihçi William Hardy McNeill, ‘Dünya Tarihi’ kitabının ‘Kolonilerin Kurulması ve Ticaret’ bölümünde MÖ. 1200 yılları ve sonrasında ki toplumların yaşadıkları yerlerde yaşam şartlarının zorlanmaya veya nüfus artışlarından dolayı yaşamlarının zor olması, daha yumuşak iklim yerlerine aramaları veya doğa şartlarından yerleşimlerini değişliklerinin bilgiler de aktarımında, “Nüfus artmaya devam edince, denizaşırı ülkelere göç, ülkelerinde yaşamlarını sürdürmeye yetecek kadar toprağı olmayan bazı topluluklar için bir çözüm yolu oldu. Eski çağlarda göç, genellikle bireysel ya da aile çapında bir olay değil, her göç edenler birkaç yüz kişiden oluşan gruplarca toplanıp örgütlenen bir hareketti.  Dış saldırılar veya vahşi hayvanlardan korunmak için çok sayıda insana ihtiyaç duyulmaktaydı. Sayı çokluğu, aynı zamanda, Sicilya ve Güney İtalya ya da Kuzey Ege ve Karadeniz kıyılarına kadar uzak yerlerde bile, barbar halkların ortasında kurulan yeni yerleşim yerlerinde Yunan karakterlerini tümüyle korumalarına olanak verdi. Böylesine kapalı bir toplum gibi olmak onlar için daha güvenli olmalarını ve kültürlerini de korunmasını sağlıyor diye düşünmüşlerdir. Yunan kolonileri, ana kentle dinsel bağlılıklarını her zaman sürdürmekle birlikte, kuruluşlarından beri tam anlamıyla kendi kendilerini yöneten topluluklardı.” [36]

Martin Bernal ‘Kara Atena Eski Yunan Uydurmacası Nasıl İmal edildi? 1785-1985’ kitabında; Avrupalı düşünürler veya bir kısmının Rönesans da iki gelişmenin birleşerek Yahudi-Hıristiyan miraslarını, Rönesans da ki klasik köklerinin birleşmesiyle Yunan-Roma mirasları ile birleşmesi Avrupa merkezciliği bakışı altında, Batı uygarlığı tarihini oluşturmasın da iki bileşenin birleşmesi ile uygarlığın Yunanistan’dan doğmuş, oradan Roma’ya geçerek ‘Avrupa Uygarlık Tarihini’ oluşturmuştur demekte. “Heredot, Yunanistan’a bütün tanrı adlarının da Fenike’den geldiğini belirtmiştir. Heredot’a göre önemli olan Yunanistanın kimler tarafından kolonileştirildiği değildir. Daha çok kolonileştirmelerin sonuçlarıyla ilgilenir.

Herodotos’un alfabenin ve Tanrılara tapınmanın Fenikelilerden öğrenildini varsayması önemlidir. Bu durumu da yaşananlar basit bir kolonileştirme olmaktan çıkmaktadır. Fenikeliler, Yunanlardan daha ileri bir konuma çıkmaktadır. Yunan medeniyetinin Fenike kökenli olduğu anlamına da gelmektedir. Sonuçta Yunanlar daha alfabe kullanamaz durumdayken, Fenikeliler alfabelerini oluşturmuşlardır. Bununla birlikte kendi alfabelerini Yunanlara da öğreterek, onları medenileştirmişlerdir.” [37]       

Bu da Avrupa merkezci bakışında Asya ve Afrika toplumlarının dünyanın tarihsel gelişimine bir etkisinin olmadığı ve Doğu toplumları ise, gelişme dinamiğine yapısal olarak sahip değiller anlayışı ile dışlamış durumuna düşürülmektedirler.  Bu Avrupa merkezci teoriler, eşitsiz gelişmenin belli bir döneminde, 19. yüzyılda, Avrupa'nın öne geçtiği bir zamanda imal edilmiş ve geleceğe düşürdükleri gölgede, Avrupa hâkim sınıflarının çıkarlarının gölgesi olduğu gerçeğini saklamaktadırlar.

Yazımın başında, tarih nedir ve nasıl yazılır? Dediğimde cevabını da vermişti. Dinsel ve ideolojik düşüncelerin etkisi altında tarihi yazamazsınız. İnsanlar buna bir süre kanarak, inanabilirler. 

Bu demektir ki Avrupa toplumları tarihi gelişmeye hiç mi katkısı olmadı? Elbette oldu. Rönesans sonrası yaşadıkları reform (yenilenme, düzeltme) ile devlet ile Din işlerini ayırmaları, Avrupa’da yaşayan halklara oldukça uygarlaşma ve uygarlıklarını geliştirmelerine olanak sağlamıştır. Asya ve Afrika toplumları, yani doğulular bu gelişimi atlamışlar ve başaramadıklarından gerekli ilerlemede geri kalmışlardır.

Sonuç

İskoç filozof, ekonomist ve tarihçi, David Hume ‘İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme’, deneysel akıl yürütme yöntemini moral konulara uygulamaya yönelik bir çalışma kitabında, İnsanın anlama yetisi ve tutkular başlı başına bütün bir akıl yürütme zincirini meydana getirir diyerek, “Her bilimin, insan doğasıyla az çok ilgilenmeyi zorunlu hissetmiş veya bir ilişkisi vardır; her ne kadar bazısı insanoğlundan çok uzaklarda gibi dursa da bir yerde, bir geçitle mutlaka insan doğasına dönüş yapar. Fen Bilimleri, Matematik, Doğa Felsefesi ve Doğal Din bile bir ölçüde İNSANIN bilimine bağlıdır; çünkü hepsinin yolu insanı tanımaktan geçer ve hepsi insanın güçleri ve yetileri ölçüsünde değerlendirilir. İnsanın anlama yetisinin boyutunu ve gücünü bütünüyle kavramış olabilseydik bile, bu bilimlerde ne gibi değişiklikler ve ilerlemeler kaydedebileceğimizi, ortaya koyduğumuz düşüncelerin ve akıl yürütmelerimizde gerçekleştirdiğimiz işlemlerin içyapısını açıklayıp açıklayamayacağımızı kestirmek mümkün olmazdı.” [38] Bunun içinde, felsefe araştırmalarımızda başarı umabileceğimiz tek yol bugüne kadar uyguladığımız ve bıkkınlık verecek kadar oyalama ve benzeri yöntemler ile elde edebileceğimize ulaşınca, ele geçirilen güç ile herkesi kendinden daha akılsız veya benzerliği gibi sanma düşüncesi, yoksa yanılgısı mı oluşur. Bu düşünceyi mantıksal alan içinde düşünerek nedenlerine bakmak istersek, şöyle sonuca ulaşabilirmişiz gibi olabilir mi?

Mantığın asıl amacı akıl yürütmeyi yapabilme gücümüzü, ilke ve işlemlerini ve tasarımlarımızın doğasını açıklamaktır, ahlak ve eleştiri zevk ve duygularımızı değerlendirir, siyaset ise insanları toplumda, birlik içinde ve birbirine bağımlı kabul eder. Bu dört bilimde, Mantık, Ahlak, Eleştiri, Siyasette, insan usunu tanımamızı sağlayan veya bize insan usunun geli­şimi ve donanımlarını veren hemen hemen her şey kavranır.

Mantık ve matematik alanında çığır açıcı çalışmalar gerçekleştiren Bertrand Russell, “Principia Mathematica” adlı ünlü matematik kitabını yazmış ve matematiksel mantık alanındaki çalışmalarını daha sonra felsefe alanına yansıtmıştır. Russell mantıksal atomculuk öğretisini geliştirmiştir, sisteminin en basit tümcelerine ‘atomik önermeler’ adını vermiş ve bu önermeleri, daha kompleks tümcelere karşılık moleküler önermelerden ayırmıştır. O, moleküler önermelerin birbirlerine “ve, veya, ise, ancak ve ancak” gibi mantıksal eklemlerle bağlanan atomik önermelerden meydana geldiğini söylemiştir.

Russell söz konusu mantıksal öğretiyle, belli bir metafiziksel görüşe ulaşmıştır. Başka bir deyişle, onun mantık öğretisiyle metafiziği arasında çok yakın bir ilişki var diye özetlenirse:

Russell, ‘Anlam ve Doğruluk Konusunda Bir Araştırma’ adlı yapıtının girişinde bu oluşumu şaşılası bir yaratıcı düşünce zenginliğiyle şöyle dile getirmektedir. Felsefeyle ilgisi olmaya birine, felsefi olmayan bir soru sorduğumuzda, ‘İki Gözün olduğunu nerede bilebilirsin?’ diye soru sorarsak, alınacak cevap; ‘Karşımda durduğundan iki gözün olduğunu görüyorum’. Diyecektir. Aslında her şeyin basit olacağını düşündüğümüz fakat oldukça karmaşık gibi bir yapıyla karşılaşırız; kuşku uyandırmayan durumların etrafını saran belirsizlik gölgesinin farkına varacağız, kuşku duymak için zannettiğimizden daha fazla sebep olduğunu ve en makul öncüllerin bile makul olmayan sonuçlara varabilir olduklarını görürüz.

"Hepimiz 'çıplak gerçekçilik ‘ten, yani şeylerin göründükleri gibi olduklarından başlarız. Otun taze ve yaş durumunda yeşil ama kuruduğu zaman da sarı, taşların sert, karın soğuk olduğunu sanırız. Fakat fizikte, ışığın cisme çarpıp gözümüze geri dönmesi sonucu oluştuğu şeklinden, otun yeşilliğini, taşın sertliğini, karın beyazlığı­nı, bizim kendi deneyimizle bildiğimiz, yeşillik, sertlik ve soğukluk olmadığını, onlardan farklı olduğunu açık seçik söyler bize.

Gözlemci, bir taş gözlediğini sandığında, fiziğe inanmak gerekirse, gerçekte taşın, gözlemci olarak, kendisi üzerine yapmış olduğu etkiyi gözlemektedir.

Kendisiyle savaşta görünmekte bilim: En çok nesnel anlam taşı­dığında istemine karşılık öznelliğe dalmış bulur kendini. Çıplak gerçekçilik fiziğe götürür. Fizik de doğruysa, çıplak gerçekçiliğin yanlış olduğuna, böylece, çıplak gerçekçilik doğruysa yanlıştır. O halde yanlıştır.

Hume, asli olarak görmemiz gereken, nedensel bağlantı gibi kavramların, “bize duyular yoluyla verilen gereçlerden gelmediğini” anlamıştır. Bu “iç-görü onu, herhangi bir tür bilgi konusunda kuşkucu bir tutuma götürmüştür. Yapıtları okunursa pek çok filozofun, kimi kez pek değer verilenlerin bile, Hume 'dan sonra anlaşılmaz şeyler yazdığı ve bunlara hayranlık duyan bir okuyucu kitlesi olduğu görülecektir.” Russell'in
felsefi çözümlemelerini okurken Hume duyulur perde arkasından. Onun sorunları ayırt ve onlara nüfuz etme yeteneği ve anlatımının yalınlığı Hume 'u anımsatır bize.

Sonra Kant, Hume ikileminin çözümüne doğru bir adım olan bir düşünceyle çıktı ortaya, Kant'ın ileri sürdüğü biçimde artık kabul edilemez olan bu düşünce şudur:

Bilgide empirik (Deneycilik akılcılığın karşıtıdır. Akılcılığa karşıt olarak deneycilik, yalnızca duyum ve deneyimle temellenen bilgileri bilgi olarak kabul etmektedir.) bir kaynağa sahip olan bilgi kesin değildir. (Hume) Böylece kesin bilgiye sahipsek o usun (aklın) kendinde bulunmalı. Geometri önermelerinde ve nedensellik ilkesinde durum böyledir. Bu ve belirli öbür bilgi türleri, düşüncenin kimi araçlara başvuran ve sonuç­ta duyu verilerinden türemeyen apriori (önsel) bölümüdür.” [39]

Aristoteles’in Metafizik adlı eserinde: ‘Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.’ Diyor. Türk felsefeci ve yazar Dücane Cündioğlu, bu sözü şöyle çeviriyor: ‘Her insanda bilmeye dair bir meyli vardır. Yani her insanda bilmeye yönelik bir doğal eğilim var, böyle bir eğilim var.’ Bunun içindir ki kesin bilgiye insanoğlunun yoğun bir isteği vardır. Hume 'un açık bildirisinin çarpıcı görünmesinin nedeni budur. Bilginin tek kaynağı olan duyusal hammadde, alışkanlık aracılığıyla bizi inanç ve bekleyişe götürebilir, fakat bilgiye değil. Bu hammadde, kurala uygun ilişkilerin anlayışınaysa hiç götürmez bizi.

Birçok kültürde, sanatta, mitolojide, dinde bulunabilir, hatta izi, insanın tarih sahnesine çıkmasına dek sürülebilir, çünkü felsefe bir düşünce etkinliğidir ve insan da düşünendir. İlk insan ve/veya insanlar da içinde yaşadığı gerçekçi dilde, taşta, mağara duvarında, zihinde, vb. yeniden üreterek ikilemesi, dolaysızca bulunanla yetinmeyip bir anlama ve bilme çabasına girişmesi olmuştur. Bu görünüş ile öz arasında bir ayrım ortaya koyma noktasın da ilerlemesi bakımından ilk filozof sayılabilir. Düşüncenin bilimsel düşence olması gerekli ki felsefe biliminin başlangıcı sayılabilsin

Kültür kelimesinin tanımlanmasın da Raymond Williams, en güç kavramlardan biri olduğunu ileri sürmüş ve buna neden olarak da kelimenin birbirinden farklı düşünce sistemlerinde ve entelektüel disiplinlerde önemli kavramlar için kullanılmaya başlanmasını belirtmiştir. “Kültür sosyolojisinin sorunu ve ilgisi, ilk elde ‘kültür’ kavramının açık-seçik tanımlanmasında ki zorluk olarak görü­lebilir.” [40] Demekte.

İnsanlığın yazı ile başlayan Tarihi yolculuğunda, birçok kültür ve medeniyete beşiklik yapmış Anadolu, Asya ile Avrupa kavşağında olup ticaret yollarının kesiştiği, medeniyetlerin, dinlerin ve tapınaklarının buluştuğu kaynaştığı konuma sahiptir. Bu özelliklere sahip olmasının yanında aynı zamanda büyük güçlerin çatışma ve nüfuz kazanma mücadelesine de sahne olmuştur. Bu topraklar üzerinde tarihler boyunca Asya, Avrupa hatta Afrika’dan gelen sayısız göç dalgalarının birleşme noktası olmuş, Şehir Devletleri yanı sıra Devletler, Beylikler ve İmparatorluğun sonunda 1923 yılından itibaren Türkiye Cumhuriyeti var olmaktadır.

Türkçede Yunan kelimesi ile “Anaların dolu olduğu yer” anlaşılmaktadır. Tunç çağında Mezopotamyalıların Anadolu’ya “Bin Tanrı Ülkesi” dedikleri anımsandığında, bu sözcük bir diğer açıdan da anlam kazanmaktadır.” [41]

 “Eski Çağ tarihi günümüzde ağırlıklı olarak Yunan ve Roma tarihi olmak üzere Anadolu, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Avrupa gibi Akdeniz hinterlandı içerisinde bulunan bölgelerde yaşamış halklara ve kültürlerine yönelik araştırmaları kapsama alanına alır.

Anadolu’ya yazı MÖ 1850 yıllarında Mezopotamya’da ki Asurlu Tüccar kolonistler aracılığıyla gelmiştir. Bu kolonistler Kayseri-Kültepe merkez (Kayseri il merkezinin 20 – 21 km. kuzeydoğusunda, merkeze bağlı Karaev ya da Karahöyük, yeni adıyla Kültepe Köyü’nün hemen güneyindedir.) olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerinde 40’a yakın koloni kurmuş ve bu koloniler aracılığıyla getirmiş oldukları yazı sayesinde de Anadolu’da tarih sürecini başlatmışlardır.

Yazı Mezopotamya’dan 1.000 yıl sonra Anadolu’ya ve oradan da Yunanistan’a geçmiştir. Mezopotamya tarih devirlerine, MÖ 3300- 3200’lü yıllarda girmiş olmasına rağmen Yunanistan için tarihî devirler bundan çok sonraki tarihlere tekabül eder.” [42]

Bütün Akdeniz uygarlıklarının beşiği Anadolu, bilge düşüncenin, sanatın, dinlerin oluştuğu, kaynaştığı çevreye yayıldığı bir yerdir. Tarih Sümerlerle başlar ve Mezopotamya ile devam eder, desek de Cilalı Taş Devri veya bilimsel adıyla Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı), tarih öncesi (MÖ 8000-5500) önceki devirlere kadar gitmektedir. Belki de ‘Tarihin Sıfır Noktası’ diye anımsayacağımız, Harran Ovasında Göbeklitepe, Karahantepe, Son yapılan kazılarda tarih öncesi çağın MÖ. 8000 yıl yerine MÖ. 12.000 öncesine kadar gitmekte olduğunu, İstanbul Üniversitesi Tarih öncesi Arkeolojisi Anabilim Dalı Başkanı ve Göbeklitepe ve Karahantepe'nin kazı başkanlığını yürütmekte olan Prof. Dr. Necmi Karul, Güneydoğu Anadolu Projesi kapsamındaki ovaların en büyüğü olan Harran Ovası içinde, Tarih öncesine ışık tutan, dünya ölçeğinde çok önemli keşiflerin yapıldığı Taş Tepeler Projesi kapsamında, bu yıl dokuz arkeolojik alanda sürdürülen çalışmalarda, son olarak 'insan ve hayvan heykellerine ulaşıldığı söyledi.

Taş Tepeler, Şanlıurfa’da, Göbekli Tepe ve çevresindeki diğer on dört arkeolojik alandan oluşan sit alanları topluluğudur. Bu sit alanları Göbeklitepe, Karahantepe ve Yeni Mahalle bölgesini kapsamaktadır. Göbeklitepe, Karahantepe, Harbetsuvan Tepesi, Gürcütepesi, Kurttepesi, Taşlıtepe, Sefertepe, Ayanlar, Yoğunburç, Sayburç, Çakmaktepe ve Yeni Mahalle bölgesini kapsamak, daha kazımın başlamadığı bölgelerin olduğunu söylemektedir. Şanlıurfa'da, yaklaşık olarak 200 kilometrekarelik bir alana yayılır. 14 arkeolojik sit alanında tarih öncesi dönemdeki insanların günlük yaşamlarına ve inançlarına dair önemli bilgiler veren arkeolojik kazılar gerçekleştirilmektedir.

Ancak bilimsel düşüncenin Anadolu dışında geliştiğini, ileri sürebilecek bir dayanak bulunmamaktadır. Sümer uygarlığı düşünce ve dini, doğa ile doğa ötesinin birleştirmiştir. Düşle gerçek, bilimle bilimdışı kalan, Sümer anlayışında, sarmaş dolaştır. Tiyatrosu, çağdaş bilim anlayışına göre sorunlara inançların dışında kalarak çözüm arayan felsefesi yoktur Sümer'in. Bütün düşünceler, yönetim düzenleri, toplum kurumları, dinle sınırlıdır, dinle çevrilmiştir. Sümer düşüncesi dinle başlayan, dinle sürüp giden sınırlı bir düşüncedir. Yorumcu, inceleyici, açıklayıcı değil anlatıcıdır. Oysa Anadolu düşüncesi öyle değildir. Açıklayıcı, sorunları çözücü, nedenle sonucu, kaynağı oluş ilkelerini aydınlatıcı, çözümleyicidir.

Sümer, Babil, Akad görüşü. Önünde duran varlığa doğa olaylarına yönelir, Anadolu düşüncesi çevreyi, evreni tanımayı, anlamayı, anlatmayı amaç edinir kendine. Bu niteliği yüzünden tarih Sümer’le başlarsa gerçekçi, bilimsel, bilgece düşünce de Anadolu ile başlar.

Orta kuşak bir iklime ve çetin bir hayat mücadelesi gerektiren coğrafyaya sahip olması, farklı kültür ve medeniyetlerin varoluş mücadelesine ve değişmez kaderi ve jeopolitik özelliği Türkiye ve Akdeniz kıyılarına doğru, güneydoğuya uzanan kuşakta (İkinci büyük deprem kuşağı, Endonezya’dan başlayarak Himalayalar ve Akdeniz üzerinden Atlas Okyanusuna kadar uzanan en az dört büyük levhanın birbirlerine göre hareket halinde olduğu Alp-Himalaya Deprem kuşağı) deprem riski, Doğu Akdeniz kıyıları, özellikle Arap levhasının Avrasya ve Afrika levhaları ile sınır oluşturduğu Lübnan, en aktif bölgeler olarak öne çıkıyor. Anadolu yarımada yaşayan halklar, medeniyetler için farklı özellikler, fırsatlar sunduğu kadar zorluklar da oluşturmuştur. Hindistan, Nepal, Afganistan, İran, Türkiye, Yunanistan ve İtalya bu kuşaktaki başlıca ülkelerdir. Tarih boyunca bu kuşaklarda yer alan ülkelerde yıkıcı depremler meydana gelmiştir, şehirler yerle bir olmuştur.

"Fransız tarihçi Fernand Braudel, Akdeniz Mekân ve Tarih kitabında; Akdeniz’i tarif ederken son buzullaşma çağı sonrası buradaki hareketliği yaşarmışsanız gibi anlatmaktadır. Doğu Akdeniz bölgesinde, Helen-Kıbrıs Dalma-batma zonu ve bu zon boyunca Afrika Levhası Anadolu Levhasının altına dalmasıyla oluşan hareketlik sonucu her yıl, Akdeniz 2.15cm daha daralmakta olduğunu unutmamayayız.

Akdeniz ve Akdeniz dünyası ile ilgili çalışmalarıyla dünya çapında ün kazanan tarihçi ve Annales okulunun önde gelen temsilcisi olan Fernand Braudel, ‘Akdeniz Mekân ve Tarih’ isimli kitabını, esir kampında kaleme aldığı ve Mart 1947'de savunduğu II. Felipe Dönemi'nde Akdeniz ve Akdeniz Dünyası adlı tezi bazı tarihçileri şaşırtırken, diğer bazılarını da büyülemiştir; bu tez kısa bir süre sonra yeni bir tarih görüşünü ortaya atmıştır. İşte bu kitabın da Akdeniz’i tarif ederken: “Modern kent tasarımı Akdeniz'de, 5. yüzyıl Yunanistan’ında, dama tahtasını andıran kent planlarının yaratıcısı Miletos’lu Hippodamos ‘la (Hippodamos, MÖ 479 yılında Milet Persler tarafından tahrip edildikten sonra, şehrin dikdörtgen planlı sokak sistemini düzenlemiştir. Bu sistem literatürde ızgara plan olarak da adlandırılır.) doğdu. Yerine oturmuş ve diğerlerinden daha üstün kabul edilen örnek bir planın, kentlerdeki doğal gelişmeden bir bakıma öç alırcasına yinelendiği, kültür standartlaşmasına önem verilen her çağda, örneğin Hellen çağı Yunanistan’ında, Roma’da, Rönesans ve Barok çağlarında, günümüzün dünyasında bu anlayış hep ağır basmıştır.” [43]

Türkçesini Müntekim Ökmen’in, Yunanca Asliyle Karşılaştıran ve Sunan: Azra Erhat yaptığı ‘Herodot Tarihi’ isimli kitabında Akdeniz’in ayrı bir kıta veya uygarlık olması gerektiğinden bahsetmekte: “Akdeniz insanı gördüğünü düşünür, düşündüğünü dile getirir, dile getirdiğini başka insanlarla tartışır, ne kendi görüşünün, ne de başka görüşlerin tam ve son gerçek olduğuna inanmaz, uğraşır didinir somut gerçeğe ulaşmak için, kulak kabartır, kim ne verirse ondan alır, alır ama hemen aktarır, aktardıkça düzeltir, sundukça atar, temizler, arındırır; katı, donuk, yerleşmiş hiç bir kanıya, inanç ya da sanıya kapılmaz, dışardan bakar çeşitli törelere, gelenek ve göreneklere, kafasının eleğinden geçirip eleştirir onları.” [44] Hep kafası işler, gözü dört
açılmıştır, koşar koşturur. Sonsuz bir merak kemirmektedir beyninin kıvrımlarını, durmak dinlenmek bilmez, susmak dinlemek bilmez.

Özgür kafadır, özgür insandır, doğa içinde, yaşamı bitmez tükenmez bir savaştır. Ne demiş Efesli Herakleitos aynı zamanda Batı felsefe tarihinde dinamik bir felsefi sistem ortaya koyan ilk filozof ve Görüşleri, aralarında Hegel ve Marx gibi önemli isimlerin de bulunduğu birçok düşünürü etkilemiş, olarak: ‘Polemos panton pater’ savaş her şeyin babasıdır. Akdeniz insanı işte bu savaşı sürdürür, meydana çıkardığı, çıkarmaya uğraştığı ‘her şey’ de aydınlıktır, insan aydınlığı.

Akdeniz Tarihi, Kültürü ve Siyaseti “Çoğulluğu ve Farklılığı İçeren Bir Birlik Özlemi” sempozyum bildirilerin de (Haziran, 2016) İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Sempozyumun açılış konuşmasında Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Akdeniz Şiirleri isimli şiirinden bir diziyi okur. Deniz, bizim için bir yaşam biçimidir. Dedikten sonra:
“… herkes ölünce toprak olurmuş / hayır hayır / bizim su olacağımız besbelli...”

İşte biz, o derece aşığız denizimize, demektedir.

Batı Anadolu da bulunan kentler ve Miletos kentinin, MÖ 7. ile 5. yüzyıllar arasında, antik dünyanın çok önemli filozoflarını, düşünürlerini, tarihçilerin, coğrafyacılarını, şehir plancılarını yetiştirdiğini biliyor muyuz?

Medeniyetin beşiği Anadolu’da Altın Çağ’da insanlara görüşleriyle önderlik etmiş 7 bilge ön plana çıkar: Antik kaynaklar Thales’i felsefenin babası olarak kabul ederler.  Eski Yunan’ın yedi bilgesinden ilki olduğu kabul edilir.  Thales, matematik, fizikçi ve filozoftur, Astronomi konusunda da çalışmaları vardır. Güneş tutulmasını önceden tahmin etmenin yanı sıra bir yılın 365 gün olduğunu ispat etmiştir. Thales’e göre maddenin ilk maddesi Su’dur. Felsefe biliminin ve Miletos Okulunun kurucusudur.  Doğa düşünürlerinden Astronominin kurucusu olarak kabul edilen Anaksimandros, öğrencisi olduğu Thales’ten sonra Miletos okulunun başına geçmişti. Güneş ekseninin eğriliği ve güneş saatinin keşfi ona aittir. Bilinen ilk dünya haritası Anaksimandros tarafından çizilmiştir. Anaksimenes, Anaksimandros’un öğrencisidir. Onun ölümünden sonra Miletos okulunun üçüncü ve son temsilcisi olmuştur. Felsefi düşüncesi hava üzerine kuruluydu. Ünlü tarih ve coğrafyacı Hekataios, İlk defa tarih kelimesini kullanan ve kavramını açıklayan kişi olarak bilinir. Kurduğu tarih okulu da kendi alanında bir ilkti. Arkhelaos doğum yılı ve yeri bilinmemektedir. Miletli olduğu söylenir.  Diogenes Laertius’un bildirdiğine göre, doğacı felsefe anlayışını Anadolu’dan Atina’ya götüren Arkhelaos ’tur. Yaşadığı devirlerde ahlak kavramları üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınır. Sokrates’in hocası olarak bilinir. Arkhelaos ‘ta havayı evrensel temel ilke olarak kabul eder. Leukippos Miletos’ta yaşamış, Atom kavramından ilk defa bahseden kişi olmasından dolayı ‘Atomizm ve Mekanik Maddeciliğin’ kurucusu   olduğu kabul edilir. Maddelerin gözle görülmeyecek kadar küçük parçalardan oluştuğunu savunarak ‘Atomculuk Okulu’ diye bilinen felsefi bir kavram geliştirmişti. İlk şehir plancısı Klasik dünyanın önde gelen çoğu entelektüel düşünürü gibi Hippodamos da birçok sıfatla anılıyor: ilk şehir plancısı, mimar, doktor, matematikçi, meteorolog, doğa bilim uzmanı ve filozof olarak anılan Hippodamos, yerel tarihler yazmış Dionysios gibi yazarlar, bunların hepsi Miletos kentinde doğmuş ve yaşamışlardır. Lydialı (Gediz Nehri ve Küçük Menderes vadilerini kapsayan, günümüzde yaklaşık olarak Manisa ve Uşak illerine denk gelen bölgedir.) Tarihçi Ksanthos, Lesboslu (Midilli) Hellanikos ilkçağ tarih yazımının en önemli yazarlarından biridir. Karyanda’ lı (Güneybatı Anadolu'da antik Karya kıyısında bir kent.) MÖ.6yy. coğrafyacı Skylaks, Lampsakos’ lu (Lâpseki) tarihçi Kharon (Antik çağ yazarları onu Herodotos’un çağda­şı ve eseri için kaynak olarak kullandığı kişi olarak anarlar.) MÖ 484 ile MÖ 425 yılları arasında yaşamış olan Herodot günümüz de Bodrum yerleşimi olan Halikarnas’ta doğdu. Tiran Lygdamis tarafından sürülmesi üzerine gençliği o zaman bilinen dünyanın birçok yerine yaptığı gezilerle geçmiştir. Uzun süre Atina'da yaşayan Herodot’un Mısır'a gidip Assuan'a kadar indiği, Mezopotamya'yı, Filistin'i, Güney Rusya'yı gördüğü, Afrika'nın kuzey kıyılarında bulunduğu sanılmaktadır. Gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlattığı, Herodot Tarihi olarak bilinen eseriyle tanınır. Eserinin esas konusu, Pers İmparatorluğu ile Antik Yunan kent devletleri arasında MÖ 499 ile MÖ 449 yılları arasında yapılan Pers-Yunan savaşlarıdır. MÖ. 9yy. yaşadığı sanılmakta olan Homeros Antik Çağ'da yaşamış İyonyalı ozan. Batı edebiyatının ilk büyük eserleri kabul edilen İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı veya derleyicisi olduğu kabul edilmektedir. Smyrna (İzmir) bölgesinde yaşamış olduğu sanılmaktadır.

Bu bilgelerin öğretileri, öğütleri zaman aşımına uğramamış, döneminin insanına yol gösterdiği gibi, günümüz insanına da hem kişisel hem profesyonel alanlarda ışık tutacak niteliklere sahip olanlardır.

Anadolu, Pers istilalarına uğradığında, birçok filozof ve sanatçı Atina’ya veya İtalya’ya göç etmiş. Prof. Akurgal’ın dediği gibi, böylece Ion Altın Çağı Anadolu’dan Yunanistan’a geçmiş.

Avusturyalı yazar, konuşmacı, danışman, öğretim üyesi ve yönetim bilimci, Peter F. Drucker ‘Yeni Gerçekler Devlet ve Politika Alanında Ekonomi Bilimi ve İş Dünyasında Toplumda ve Dünya Görüşünde’ isimli kitabın da Siyasi Gerekçeler, Sınır Çizgisi bölümümdeki söylediklerine bakarsak; Toplumların yaşam ve yerleşim yerlerindeki en düz çevre görünümün de bile, yolun tepeleri aşabilmesi için önce bir doruğa doğru tırmanıp, sonra da yeni bir vadiye doğru indiği geçitler bulunur. Bu ge­çitlerin çoğu yalnızca o bölgede ki topografyanın oluşumu ile ilgilidir; geçidin her iki yanında uzanan vadiler arasında, iklim, dil ve kültür yönünden pek az farklılık vardır, ya da hiç yoktur. Ama bazı geçitler diğer benzerlerinden daha farklıdır. “Böyle geçitler, gerçek sınır çizgileridirler. Çoğu kez ne yüksektirler ne de gösterişli. Brenner (Alpler’ de, 1.370 metre rakımlı bir geçittir. Romalılar döneminde Germen ülkesi ile Kuzey İtalya arasındaki başlıca yolu oluşturan Brenner Geçidi, günümüzde de Avusturya ile İtalya arasındaki en önemli geçittir.), Alpler üzerindeki geçitler arasında en alçak, en yumuşak ge­çittir; ama en eski zamanlardan beri Akdeniz kültürü ile Nordik (Fransızca nordique "kuzeyli, kuzeye ait" sözcüğünden alıntıdır. Türkçe ‘de "kuzeyli, kuzeye ait") kültür arasındaki sınırını belirlemektedir.” [45]

Tarihte yaşanmış zaman içinde de bu tür sınır çizgilerin varlığı görünmüştür. Onlar da gösterişsiz olma eğiliminde ve kendi dönemlerin de fazlaca dikkat çektikleri pek gö­rülemez. Bu sınır çizgileri bir kez aşıldı mı, sosyal ve siyasî görü­nüm değişir. Sosyal ve siyasî iklim farklıdır; sosyal ve siyasî dil de. Artık Drucker’ın dediği gibi, yeni bölgeler de ‘Yeni gerçekler oluşmuştur’.

Erdem Şeneroğlu


KAYNAKCA

[1]          DİAMOND. J, (2008). Tüfek, Mikrop ve Çelik, Çev. Ülker İnce. Ankara: Tübitak Popüler Bilim Kitapları.

[2]          BRAİDWOOD, R. J. (2008). Tarih Öncesi İnsanları. çev. Bilgi Altınok, İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

[3]          YILDIZ. Sevcan, (2019), Anadolu ve Tarih Öncesi Çağlar, İksad Publishing House

[4]          UZUN. Hakan, (2006). Tarih bilimi ve tarihte nedensellik. Ahi Evran Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi7(1), 1-13.

[5]          TİMUÇİN. A, (2008). Felsefeye Giriş, Bulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti, İstanbul.

[6]          COLLİNGWOOD. R. G. (2010). Tarih tasarımı (Vol. 96). Gündoğan Yayınları.

[7]          ÖZBARAN. S. (1997). Tarih, tarihçi ve toplum: tarihin çağrışımı, doğası, tarihçilik ve tarih öğretimi üstüne düşünceler. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakf.

[8]          TİMUÇİN, Afşar, (2020), ‘İnsan: Geleceği Olan Tek Varlık’, Cumhuriyet Gazetesi, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/olaylar-ve-gorusler/insan-gelecegi-olan-tek-varlik-prof-dr-afsar-timucin-1755822?fbclid=IwAR2LILSthx7I0vfaoZme3V2VF5Ci7_BZv2NVzVWKSUWwbkesd3j5JuT4wyg

[9]          BLOCH, Marc, (2013), Tarih Savunması veya tarihçilik Mesleği, Çev. Ali Berktay, İletişim Yayınlan

[10]        CARR, E. H.  (1996), ‘Tarih Nedir?’, çev. Gürtürk, Misket Gizem, İletişim Yayınları, İstanbul

[11]        DANİELS, M. (2014). Bir Nefeste Dünya Mitolojisi. (Çev. Pınar Üstel). İstanbul: Maya Kitap.

[12]        ÇIĞ, M. İ. (2015). Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sümer de ki Kökeni.

[13]        CEVİZCİ, A. (2011). Thales’ ten Baudrillard’a Felsefe Tarihi. Baskı. İstanbul: Say Yayınları.

[14]        ALEXİOU, S. (1991). Minos uygarlığı. Arkeoloji ve Sanat.

[15]        YILDIZ. Sevcan, (2019) Anadolu ve Tarih Öncesi Çağlar, İksad Yayın Evi, Ankara

[16]        ŞENGÖR, C. (2014). Bilgiyle sohbet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. (a.g.e.)

[17]        BROWN, P. (2017). Geç antikçağ dünyası. Alfa.

[18]        BERKE, Z., (2020). Mitolojiden Felsefeye Antik Yunan’da Ruh ve Ölümsüzlük. Ankara: İksad Yayınevi.

[19]        TARNAS, R., & Kaplan, Y. (2011). Batı düşüncesi tarihi. Külliyat Yayınları.

[20]        DENKEL, A. (1986). Demokritos/Aristoteles İlkçağ ’da Doğa Felsefeleri. İstanbul: Kalamış Yayıncılık.

[21]        LAERTİOS, D. (2012). Ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri. Yapı Kredi Yayınları

[22]        KAYNAK: Aristoteles.  De Caelo: Gökler Hakkında, II, 13, 295b 11,16

[23]        JOUANNA, J.  MAGDELAİNE, C. (2021), Hippokrates Külliyatı,  Çev. Nur Nirven, Pinhan Yayıncılık

[24]        DAVİD, H. (2009). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme. Çev. Ergün BAYLAN.

[25]        TEVRAT, Eyüp, 26. Bölüm, 7. Beyit

[26]        FREEMAN, C. (2003). Mısır, Yunan ve Roma. Çev. Suat Kemal Angı, Ankara: Dost Kitabevi.

[27]        METİN, H., & LAMBA, M. (2016). HİTİTLERDEN ROMA İMPARATORLUĞU’NA KADAR ANADOLU UYGARLIKLARINDA YÖNETİM YAPISI. Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi12(27), 155-174.

[28]        BOYANA, H. (2011). Panionia Birliği. Tarih Araştırmaları Dergisi30(49), 13-28.

[29]        DENKEL, A. (1994). İlkçağ ‘da doğa felsefeleri. Kalamış Yayıcılık.

[30]        GOODY, J. (2012). Tarih Hırsızlığı, çev. GÇ Güven, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

[31]        RUSSELL, B. (1969). Bilimden beklediğimiz. Varlık.

[32]        YILDIRIM, C. (1974). 100 soruda bilim tarihi.

[33]        BEYDİZ, M. G. (2016). Mitolojiden sanata hayvan imgesi.

[34]        HUİZİNGA, J. (1997). Orta çağın Günbatımı, çev. Mehmet Ali Kılıçbay. Ankara: İmge Kitabevi.

[35]        LEWİS, B. (2006). Ortadoğu’da Irk ve Kölelik. Günsel (çev), İstanbul: Truva Yayınları.

[36] MCNEİL, W. H., & Tarihi, D. (2002). Çev.: Alaeddin ŞENEL. İmge Kitabevi Yayıncılık, İstanbul.              

[37]        BERNAL, M. (2003). Kara Atena: Eski Yunanistan Uydurmacası Nasıl İmal Edildi: 1785-1985, çev. Özcan Buze2.            

[38]        DAVİD, H. (2009). İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme. Çev. Ergün BAYLAN.

[39]        RUSSELL, B. (2000). Batı Felsefesi Tarihi 1, 2, 3 Çev. Muammer Sencer, Say Yayınları.

[40]        WİLLİAMS, R. (1993), Kültür, Çev. Suavi Aydın, İmge Yayınları

[41]        YILDIZ, S. (2018). BATI ANADOLU’NUN İZİNDE: ARİSTOTELES VE ASSOS. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (39), 171-184.

[42]        IŞIK, A. (2014). Milattan Önce-İlginç Yönleriyle Eski Çağ. Işık Yayıncılık Ticaret.

[43]        BRAUDEL, F. (1990). Akdeniz: Mekân ve Tarih. çev. Necati Erkurt, İstanbul: Metis Yayınları.

[44]       TARİHİ, H. Türkçesi Müntekim Ökmen, Yunanca Aslıyla Karşılaştıran ve Sunan Azra Erhat. Remzi Kitabevi2.

[45]        DRUCKER, P. F. (1996). Yeni gerçekler. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları6.