Bu Blogda Ara

19 Kasım 2025 Çarşamba


Kutupluluk (uluslararası ilişkiler), Kırılma Noktası, Yeni Dünya Düzeninin Eşiğinde Kutuplaşma ve Yön Arayışı Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen ve Yeni Dünya Düzeni

21.Yüzyılın ilk çeyreği, küresel düzenin çözülme sürecine tanıklık ediyor. Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu hakimiyetin yerini çok kutuplu, belirsizliklerle dolu bir yapı alırken; ulus devletler, teknolojik devrimler ve kolektif hafıza arasındaki gerilimler yeni bir paradigma arayışını zorunlu kılıyor. Bu yazı, kutuplaşmaların sadece jeopolitik değil, aynı zamanda epistemolojik ve etik düzeyde nasıl şekillendiğini sorguluyor.

21.yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası ilişkilerde yalnızca güç dengelerinin değil, anlam haritalarının da yeniden çizildiği bir döneme işaret ediyor. Kutupluluk, artık sadece askeri veya ekonomik eksenlerle değil; epistemolojik, kültürel ve etik düzeyde de kendini gösteriyor. Bu metin, küresel sistemin kırılma noktalarında beliren yeni kutuplaşma biçimlerini ve bu kutuplaşmaların yön arayışına nasıl evrildiğini sorgulamak üzere kaleme alındı.

Yazının amacı, klasik kutupluluk teorilerini aşarak, güncel jeopolitik gerilimleri kolektif hafıza, etik sorumluluk ve demokratik tahayyül bağlamında yeniden düşünmektir. Bu bağlamda, sadece devletlerarası ilişkileri değil; birey-toplum-devlet üçgeninde oluşan yeni yönelimleri de ele almak hedeflenmiştir. Dünya düzeni nereye evriliyor? Bu evrim, insanlık için ne tür bir gelecek vaat ediyor?

-Kutuplaşmanın Anatomisi: Jeopolitik ve Kültürel Gerilimler

Jeopolitik düzlemde ABD-Çin rekabeti, Rusya’nın Avrasya stratejisi ve Avrupa’nın iç krizleri, çok merkezli bir güç yapısına işaret ediyor. Kültürel düzlemde ise kimlik politikaları, göçmen karşıtlığı ve dijital kutuplaşma, toplumlar arası empatiyi zayıflatıyor. Bu gerilimler, yalnızca devletler arası değil; bireyler arası mikro düzeyde de yeni çatışma biçimlerini doğuruyor.

-Düzenin Krizi: Hegemonya mı, Ağ Toplumu mu?

Geleneksel dünya düzeni, Batı merkezli liberal normlara dayanıyordu. Ancak bu normlar, küresel güneyin taleplerini karşılamaktan uzak. Manue Castells’in “ağ toplumu” kavramı -ağa dayalı bir toplumsal yapı, dengesini bozmaksızın yeniliklere gidebilecek, son derecede dinamik, açık bir sistem olarak tanımlamaktadır. Castells'in tezinde ağ toplumunu açıklarken savunduğu; “Ağ toplumunda kişisel kimlik daha açık bir mesele haline gelir”-, yeni düzenin merkezsiz, çok aktörlü ve dijital temelli olabileceğini öne sürüyor. Bu bağlamda, düzenin krizi aynı zamanda yeni bir demokratik tahayyülün doğum sancısı olabilir.

-Alternatif Düzen Arayışları: Kolektif Bilinç ve Yerel Direnişler

Yerel bilgi kolektifleri, dijital platformlar ve taban hareketleri; düzenin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynayabilir. Paulo Freire’nin “eleştirel pedagojisi” -toplumu dini liberalizm ve Marksist düşünce üzerinden analiz ederek “Eleştirel Bilinçlenme” kavramını geliştirdi. Bu yaklaşım, bireylerin çevrelerini analiz etmelerini ve kolektif hareket etmelerini sağladı- ve Paul Connerton’un “kültürel hafıza” kuramı, kolektif bilinç inşasında teorik dayanaklar sunar. Bellek toplumsal bir boyut da taşımaktadır. Çünkü toplumlar, onları oluşturan bireylerin bellekleriyle şekillenir. Bu alternatifler, yalnızca politik değil; etik ve epistemolojik bir yeniden yapılanmayı da içerir.

Dünya, tarihsel olarak düzen ve kaos arasında salınan bir denge arayışının sahnesi oldu. Bugün ise bu sahne, derinleşen kutuplaşmalarla yeniden şekilleniyor: jeopolitik gerilimler, ekonomik eşitsizlikler, dijital hegemonya ve kültürel çatışmalar, mevcut düzenin sınırlarını zorluyor. Burada, dünya düzeninin nereye evrileceğini sorgularken, kutuplaşmanın yalnızca bir kriz değil, aynı zamanda yeni bir düzenin doğum sancısı olabileceği fikrini tartışmaya açıyor. Hangi aktörler bu dönüşümde belirleyici olacak? Hangi değerler yeni düzenin temelini oluşturacak? Ve en önemlisi: bu düzen, gerçekten “daha adil” olabilir mi?

Yaşadığımız gerçek dünya ile, bize bu gerçek dünyayı daha iyi algılama ve öğrenme ümidini veren yöntemler arasında çok sıkı bir bağ olduğu meselesi tarih metodolojisine getirdiği yenilikler, Akdeniz ve “II. Felipe Çağında Akdeniz Dünyası” isimli doktora teziyle gelmiş geçmiş en önemli tarihçilerden kabul edilen Fernand Braudel, Ekonomi Tarihsel Sistemler ve Medeniyetler Merkezi’nin 1976’da kurulmasından beri yaptığı çalışmaların temelini oluşturmuştur.

Soğuk Savaş Hem sosyal bilimler içerisinde hem de tekil olarak tarih disiplini üzerinde geniş yankı uyandırmış bir sosyal bilimci olan Braudel ‘Medeniyet ve Kapitalizm’ kitabında, dünü, bugünü ve yarını bir arada ele alıp çözümleme yapmazsanız anlaşılamaz olduğunu anlatmaktadır.   “Bugünü anlamak için bütün tarihi gereklerini seferber etmek zorundayız. Bu seferberlik sürecinde tarihi, farklı kademelerde oldukça farklı hızlarla ilerleyen eşzamanlı süreçlere göre yeniden tasnif edilmeli. Bu çeşitli yönelimler üç ana kademede meydana geliyor”. [01] Dünya’da ki tarihsel değişim süreçlerini üçlü birer katman olarak anlamalıyız. Kısaca üst üste; en alt, orta kat ve üst kat olarak belirlemeliyiz. En alt katta, insanlığın tarımsal, ‘denizsel’ ve demografik çevresindeki ağır ve uzun-vadeli Zaman: Longue Duree (Uzun Süre) değişmeler yer alıyor.  Braudel’ e göre, “Jeolojik zaman anlayışı coğrafi zamanın tarihidir”. [02] Ara katta, binlerce yıl boyunca değil de bir veya iki yüzyıl içerisinde, oluşan orta-vadeli iktisadi ve kültürel kaymaların bulunuyor. Üst kata ise bütün kısa-vadeliZaman: Konjonktür’ dalgalanmalar ve geleneksel anlamdaki ‘olaylar’ yerleşmekte olduğunu yazmaktadır. “Braudel’e göre yüzeysel kalmış bir tarihtir. Braudel olayları ateş böceklerine benzetmişti. Ateş böcekleri karanlığın içerisinde ışık yayarlar ancak içinde bulundukları karanlığı tam olarak aydınlığa çeviremedikleri gibi ışıklarının ötesinde karanlık egemenlik sürerdi”. [a.g.e] Ayrıca Braudel tarihsel zamanların yanında mekâna da önem vererek “Global Tarih” kavramını da oluşturmuştur. “Bu bir tarihsel kavram değil Braudel’ in formülleştirdiği bir idealdir ve tarih yazımına metodolojik bir yaklaşımdır. Global Tarih dünyanın bütününün bir tarihini yazma anlayışı değildir. Bir sorunla karşılaşıldığında inceleme esnasında konunun dışına sistematik bir şekilde çıkabilmekle alakalıdır”. [a.g.e]

Tarih bilimi ile ilişki içinde yol alır. Tarihin zaman kronolojisinde (Kronolojik sıralama tarihi aydınlatarak, olayların doğru algılanmasını hedefler), geçmişi anlamamız ve geleceği tahmin etmemiz bizlerin davranışlarını şekillendirir. Buna örnek vereceksek: Floransalı yazar Niccolò Machiavelli tarafından 1513 yılında yazılan ve politika hakkında yazılmış bilimsel bir inceleme kitap olan ve asıl adı "De Principatibus" (Prenslikler Hakkında) olup ancak 1532 yılına, Machiavelli'nin ölümünden 5 yıl sonra basılmıştır. Kitap, ayrıca daha sonra ortaya atılan "Makyavelist düşünce" -gücün kazanılması ve sürdürülmesinde ahlaki kuralların esnetilebileceğini veya tamamen göz ardı edilebileceğini savunan- teriminin temelini oluşturmaktadır. Machiavelli ‘Prens’ kitabında “Orta Çağ’ın dağınık derebeyliklerinin yerini yavaş yavaş merkezî yönetimler alıyor; Avrupa uluslarının genel çizgileri belirginlik kazanmaya başlıyor; modern devlet kavramı doğuyordu”.[03]

Machiavelli’ye göre, bütün devletlerin yönetilmesinin temelini, iyi yasalar ve iyi ordular oluşturulmalıdır. İyi yani güçlü orduların olmadığı yerde iyi yasalar da olamaz diyerek, devletin ana kolonlarından birini tarifini yapmıştır. “Machiavelli’ye göre, yönetenler için “insanlar hep başkalarının açtığı yollarda yürür ve eylemlerinde taklitle yol alırlar… Sağduyulu bir kişi, her zaman büyük insanların açtığı yollardan gitmeli ve en kusursuz kişileri taklit etmeli”. [a.g.e] demekte.

Uluslararası İlişkiler

Uluslararası ilişkiler, dünyadaki bütün insanlarla ve kültürlerle ilgili olduğu için büyüleyici bir konu olduğu kaçınılmazdır. Bu farkı gruplar arasındaki etkileşimlerin kapsam ve karmaşıklığı, azımsanmayacak bir şekilde, uluslararası ilişkileri hâkim olunması zor bir konu yapar.

Dar anlamıyla uluslararası ilişkiler alanı, uluslararası ilişkiler disiplininin dar anlamdaki tanımını özetler. Bu ilişkiler, diğerlerinden soyutlanmış bir biçimde anlaşılamaz. Bu ilişkiler, diğer aktörlerle -uluslararası örgütler, çok-uluslu şirketler ve bireyler gibi-, diğer toplumsal yapı ve süreçlerle -iktisat, kültür ve iç siyaset gibi- ve coğrafî ve tarihsel etkilerle yakından bağlantılıdır. Bu unsurlar, uluslararası ilişkilerin günümüzdeki temel eğilimi olan küreselleşmeye güç verir. Küreselleşmenin doğruluğu veya yanlışlığının tartışılması da ayrı bir konudur.

Uluslararası İlişkiler disiplini, modern anlamda 1919 yılında İngiltere'de Galler Üniversitesi Aberystwyth kampüsünde kurulan ilk Uluslararası İlişkiler kürsüsüyle akademik bir alan olarak ortaya konmuştur. Bu tarih, disiplinin bağımsız bir bilim dalı olarak kabul edildiği milat olarak görülür.

“İki savaş arasında ki dönemde Uluslararası İlişkiler, Wilson’un fikirleri çerçevesinde bir liberal küresel dünya barışı tasavvur edenlerin “ütopya”ları çerçevesinde şekillendirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Uluslararası İlişkiler tam bir akademik disiplin haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir süper güç olarak ortaya çıkan ve küresel boyutta bir dış politika izleyen ABD dış politikasının kuramsal çerçevesinin oluşturulmasına özellikle “realist” kuram çerçevesinde katkıda bulunmuştur”. [04]

Realizm, modern uluslararası ilişkilerde hâlâ en etkili ve temel teorik yaklaşımlardan biridir. Özellikle devlet merkezli analizler, güvenlik politikaları ve güç dengesi gibi konularda realizm hem akademik dünyada hem de pratik diplomasi alanında güçlü bir açıklayıcı çerçeve sunar. Realizmin Modern Uluslararası İlişkilerdeki Yerini incelersek:

Devletin Merkeziliği

Realizm, devletleri uluslararası sistemin ana aktörleri olarak görür. Modern dünyada uluslararası örgütler ve çok uluslu şirketler önem kazansa da devletlerin egemenliği ve karar alma gücü hâlâ belirleyicidir.

Güvenlik ve Askeri Güç

Realist teori, güvenliği ekonomik ve kültürel ilişkilerden önce konumlandırır. NATO’nun genişlemesi, Çin’in askeri modernizasyonu, Rusya’nın Ukrayna politikası gibi güncel olaylar realizmin güvenlik eksenli analizini doğrular niteliktedir.

Anarşik* Sistem Varsayımı (Anarşik*: toplumsal otoritenin, tahakkümün, erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir) 

Uluslararası sistemde merkezi bir otorite yoktur; bu da devletleri kendi güvenliklerini sağlama yönünde hareket etmeye zorlar. Bu durum, iş birliğini zorlaştırır ve rekabeti teşvik eder.

Güç Dengesi Politikaları

Devletler, diğer devletlerin güç kazanımını dengelemek için ittifaklar kurar veya askeri kapasitelerini artırır. ABD’nin Asya-Pasifik’teki stratejileri, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi gibi örnekler bu yaklaşımı yansıtır.

Realizmin Alt Türleri


Neden Ortaya Kondu?

Uluslararası İlişkiler disiplini, özellikle I. Dünya Savaşı'nın yıkıcı etkileri sonrasında, savaşların nedenlerini anlamak ve barışı sağlamak amacıyla doğmuştur. Temel motivasyonlar şunlardı:

Barışı kurumsallaştırmak: Savaşın tekrarını önlemek için uluslararası düzeyde iş birliği ve diplomasiye dayalı bir sistem kurmak.

Devletler arası ilişkileri bilimsel olarak incelemek: Daha önce tarih, hukuk ve siyaset bilimi içinde ele alınan konuların ayrı bir disiplin olarak sistemleştirilmesi.

İdealist düşünce akımının etkisi: Özellikle savaş sonrası dönemde barışçıl bir dünya düzeni kurma hayaliyle idealist teoriler ön plana çıktı.

Öncesi ve Sonrası

Öncesinde: Devletler arası ilişkiler uzun süre uluslararası hukuk, diplomasi ve tarih gibi alanlarda inceleniyordu.

Sonrasında: Disiplin hızla gelişti; realizm, liberalizm, yapısalcılık gibi teoriler ortaya çıktı ve Soğuk Savaş döneminde daha da kurumsallaştı.

Uluslararası İlişkilerin evrimi nedir?

Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininin evrimi hem tarihsel olayların hem de düşünsel dönüşümlerin etkisiyle şekillenmiş oldukça zengin bir süreçtir. Disiplinin gelişimi, savaşlar, ideolojik çatışmalar, küreselleşme ve teknolojik ilerlemeler gibi faktörlerle sürekli yeniden tanımlanmıştır.

Uluslararası İlişkilerin Evrim Süreci

“Eski çağlardan itibaren siyasal yapılar birbirleri ile etkileşime girmişler ve muhtelif ilişki biçimleri oluşturmuşlardır. Avrupa’da 1648 Vestfalya düzeni modern uluslararası ilişkiler düzeninin başlangıcı kabul edilmekle birlikte bu antlaşmadan itibaren geçen üç asırlık süreç sonunda uluslararası ilişkiler nihayet ayrı bir disiplin olarak belirginleşmiştir. Uluslararası ilişkiler özerk bir branş ve disiplinlerarası bir disiplin halini almadan önce alana dair konular hukuk, tarih ve siyaset bilimi disiplinlerinin sınırlarında ele alınmıştır. Vestfalya’dan itibaren geçen üç yüzyıllık sürede uluslararası ilişkilerin araştırma ve çalışma alanına haiz özerkliği tartışılmış ve ayrı bir disiplin olarak belirginleşene dek muhtelif sosyal bilim alanlarına eklemlenmiştir”.[05]

1. Kökleri: Antik Dönem – 19. Yüzyıl

Antik Çin, Yunan ve Roma uygarlıklarında devletler arası ilişkiler üzerine düşünceler vardı. Ancak bu dönemlerde Uluslararası İlişkiler bir disiplin olarak değil, daha çok tarih, felsefe ve hukuk içinde ele alınıyordu. Makyavel (16. yy) gibi düşünürler, güç ve çıkar temelli devlet davranışlarını analiz ederek realizmin temellerini attılar.

2. Kurumsallaşma: 1919 – I. Dünya Savaşı Sonrası

1919’da Aberystwyth Üniversitesi’nde ilk Uluslararası İlişkiler kürsüsü kuruldu. Bu dönem, savaşın yıkıcılığına karşı barışçıl bir dünya düzeni kurma arzusuyla idealizm akımının yükselişine sahne oldu. Woodrow Wilson’un 14 ilkesi, uluslararası iş birliği ve Milletler Cemiyeti fikrini doğurdu.

3. Realizmin Yükselişi: 1930–1945

II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, idealist yaklaşımların yetersizliğini gösterdi. Hans Morgenthau gibi realist düşünürler, devletlerin çıkar peşinde koştuğunu ve uluslararası sistemin anarşik olduğunu savundu. Güç dengesi ve güvenlik öncelikli analizler ön plana çıktı.

4. Soğuk Savaş Dönemi: 1947–1991

İki kutuplu sistem (ABD vs. SSCB) uluslararası ilişkilerin temel çerçevesini oluşturdu. Neorealizm (Kenneth Waltz) ve Neoliberalizm (Robert Keohane) gibi teoriler gelişti. Bu dönemde nükleer caydırıcılık, ittifaklar ve ideolojik bloklar analiz edildi.

5. Post-Soğuk Savaş ve Küreselleşme: 1991–2000’ler

SSCB’nin dağılmasıyla tek kutuplu sistem oluştu (ABD liderliğinde). Küreselleşme, ekonomik entegrasyon ve ulusötesi aktörlerin (şirketler, STK’lar) etkisi arttı. Konstrüktivizm gibi yeni teoriler, kimlik, norm ve söylem gibi unsurları analiz etmeye başladı.

6. 21. Yüzyıl: Çok Kutupluluk ve Yeni Tehditler

Çin, Rusya, AB gibi aktörlerin yükselişiyle çok kutuplu sistem tartışmaları başladı. Siber güvenlik, iklim krizi, pandemi gibi geleneksel olmayan tehditler disiplinin odağına girdi. Disiplin daha disiplinlerarası hâle geldi: ekonomi, çevre, teknoloji ve kültürle iç içe analizler yapılmaya başlandı.

Teorik Zenginlik

Uluslararası İlişkiler disiplini bugün:

Realizm, Liberalizm, Konstrüktivizm, Eleştirel Teoriler, Feminist Yaklaşımlar gibi çok sayıda teoriye sahiptir.

Devlet dışı aktörleri (BM, NATO, çok uluslu şirketler, STK’lar) ve bireyleri de analiz etmektedir.

Realizm kuramının felsefi temelleri, tarih boyunca devlet, güç ve savaş üzerine düşünmüş dört büyük düşünürün fikirleriyle şekillenmiştir. Her biri realizmin farklı yönlerine katkı sunmuştur.

Thucydides, (Atinalı tarihçi ve komutan. Peloponez Savaşı Tarihi adlı eseri, MÖ 5. Yüzyılda Sparta ile Atina arasında gerçekleşen savaşları MÖ 411 yılına kadar anlatır) (Tukidides) – Güç ve Korku Üzerine

Eser: Peloponezya Savaşları

Devlet Anlayışı: Devletler çıkarları doğrultusunda hareket eder; adalet ve ahlak, güç karşısında ikincil kalır.

Realizme Katkısı: Güç dengesinin bozulması savaşlara yol açar. Atina'nın yükselişi Sparta'yı korkuttu ve savaş kaçınılmaz oldu. Bu, realizmin “güç dengesi” ve “güvenlik ikilemi” kavramlarının temelidir.

Niccolò Machiavelli – Realpolitik’in (temel olarak diplomatik veya siyasi politikaların, ideolojik, ahlaki veya etik prensiplere sıkı sıkıya bağlı kalmaktansa mevcut koşullar ve faktörler göz önünde bulundurularak yürütülmesi yaklaşımı)  Babası

Eser: Prens

Devlet Anlayışı: Devletin bekası her şeyden önce gelir. Ahlaki normlar değil, başarı ve güç önemlidir.

Realizme Katkısı: Devletler anarşik bir ortamda hayatta kalmak için gerektiğinde acımasız olmalıdır. Güç kullanımı ve stratejik davranış, realizmin temel taşlarıdır.

Thomas Hobbes – Anarşi ve Egemenlik

Eser: Leviathan

Devlet Anlayışı: İnsan doğası bencildir; bu yüzden güçlü bir merkezi otorite (devlet) gereklidir.

Realizme Katkısı: Uluslararası sistemde Leviathan yoktur, yani anarşi hâkimdir. Devletler kendi güvenliklerini sağlamak zorundadır. Bu, realizmin “anarşik sistem” varsayımının felsefi temelidir.

Carl von Clausewitz (Prusyalı general ve entelektüel) – Savaşın Devletle İlişkisi

Eser: Savaş Üzerine (Vom Kriege)

Devlet Anlayışı: Savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır.

Realizme Katkısı: Devletler çıkarlarını korumak için savaş dahil her aracı kullanabilir. Bu, realizmin güç ve güvenlik odaklı yaklaşımını destekler.

Realizmin temel kavramları olan güç, anarşi, çıkar, güvenlik ve savaş gibi olgulara tarihsel ve felsefi zemin hazırlamıştır. Realizm, bu fikirleri modern uluslararası ilişkiler teorisine entegre ederek devlet merkezli bir dünya görüşü sunar.

Uluslararası ilişkiler bağlamında uluslararası aktör” kavramı, yalnızca devletleri değil, uluslararası sistemde bağımsız karar alabilen, özerk biçimde hareket edebilen ve diğer aktörleri etkileyebilen tüm birimleri kapsar. Bu tanım hem klasik hem de çağdaş kuramsal yaklaşımlarla farklı biçimlerde ele alınır.

Uluslararası Aktör Türleri


Kuramsal Yaklaşımlara Göre Aktörlük

Realist kuram: Devlet merkezlidir; diğer aktörler ikincil önemdedir.

Liberal ve plüralist kuramlar: Devlet dışı aktörlerin etkisini kabul eder; çoğulcu bir yapı önerir.

Postyapısalcı ve eleştirel kuramlar: Aktörlüğü sabit değil, ilişkisel ve söylemsel bir süreç olarak görür; örneğin iklim adaleti hareketi gibi merkezi olmayan yapılar da aktör sayılır.

“Uluslararası ilişkiler teorisi” hem de toplumsal yapıların dinamikleri açısından çok katmanlıdır. “Kutup” ve “kutuplaşma” kavramları, sistemdeki güç dağılımı, aktörlerin çıkar çatışmaları ve ideolojik ayrışmalar gibi temel ihtiyaç ve nedenlerden doğar.

Kutupluluk

Kutupluluk, uluslararası ilişkilerde güç dağılımını tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Tarihin kronoloji içinde dünya sisteminde kaç büyük güç/süper güç bulunduğunu ifade eder.

Bu güçlerin sistemi:

Tek kutuplu: (örneğin ABD'nin Soğuk Savaş sonrası dönemdeki hâkimiyeti),

İki kutuplu: (Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB),

Çok kutuplu: (19. yüzyıl Avrupa dengesi gibi) olarak sınıflandırılır.

Kavramın Ortaya Çıkışı ve Gelişimi

Tarihsel kökeni: Kutupluluk kavramı, doğrudan bir kişi tarafından “icat edilmemiştir”; daha çok uluslararası sistemin analizinde kullanılan bir çerçeve olarak gelişmiştir.

1648 Vestfalya Antlaşması ile devlet egemenliği uluslararası norm hâline gelmiş ve güç dengesi düşüncesi temellenmiştir. (Vestfalya antlaşması modern çağın başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca bu antlaşma ile birlikte otuz yıl savaşları ve seksen yıl savaşları da sona ermiştir. Vestfalya antlaşması ile birlikte dini meseleler de çözülmüş olan bir antlaşmadır. Böylelikle Avrupa'da yaşanan dini karışıklık ve imtiyazlar ortadan kaldırılmıştır. Ticaret ağları da tekrardan bu antlaşma ile birlikte kurulmuştur).

Soğuk Savaş döneminde (1947–1991), iki kutupluluk kavramı özellikle ABD ve SSCB arasındaki rekabetle somutlaşmıştır. Bu dönemde kutupluluk, uluslararası ilişkiler teorilerinde merkezi bir yer edinmiştir.

Realist teorisyenler (örneğin Kenneth Waltz), kutupluluğu sistemin istikrarı açısından analiz etmiş ve özellikle iki kutuplu sistemin daha öngörülebilir olduğunu savunmuştur

Kimler Etkili Oldu?

Siyaset bilimciler, hangi tür uluslararası siyaset kutuplaşmasının en istikrarlı ve barışçıl sistemi üretme olasılığının yüksek olduğu sorusunda bir fikir birliğine varamamışlardır. 

Kaliforniya Üniversitesi ve Berkeley hem de Columbia Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan ve uluslararası ilişkiler alanında en önde gelen bilim adamlarından biri olan Amerikalı bir siyaset bilimcisi, Kenneth Waltz ve Amerikalı siyaset bilimci ve uluslararası ilişkiler uzmanıdır. Chicago Üniversitesi'nde R. Wendell Harrison Seçkin Hizmet Profesörü, John Mearsheimer, iki kutupluluğun nispeten yüksek bir istikrar üretme eğiliminde olduğunu savunanlar arasındadır.

Amerikalı siyaset bilimci. Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Profesörü, John Ikenberry ve Amerikalı siyaset bilimci, William Wohlforth, tek kutupluluğun istikrar aştırıcı etkisini savunanlar arasındadır. 

Çek sosyal ve siyaset bilimci. MIT, Yale Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi'nde profesör ve WZB Berlin Sosyal Bilimler Merkezi Direktörlük yapmış olan, Karl Deutsch ve Michigan Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörü olan Amerikalı bir profesör J. David Singer gibi bazı akademisyenler, çok kutupluluğun en istikrarlı yapı olduğunu savundu.

New York Üniversitesi'nde profesör ve Stanford Üniversitesi'nin Hoover Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı, uluslararası ilişkiler alanında “rasyonel tercih teorisi” ve “oyun teorisi” temelli yaklaşımlarıyla tanınan, oldukça etkili bir siyaset bilimci, Bruce Bueno de Mesquita, Görüşleri, klasik realist yaklaşımlardan farklı olarak, aktörlerin davranışlarını matematiksel modelleme ve beklenen fayda hesaplamaları üzerinden analiz etmeye dayanır.   Her türlü kutupluluk ile çatışma arasındaki ilişkinin istatistiksel olarak zayıf  olduğunu ve bireysel aktörler arasındaki sistemik belirsizlik ve risk tutumlarına kritik bir şekilde bağlı olduğunu savundu. 

Kenneth Waltz: Neorealizm kuramının kurucusu olarak kutupluluk kavramını sistematik biçimde ele alan en önemli akademisyenlerden biridir.

Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği (IPSA), UNESCO himayesinde 1949 yılında kurulan uluslararası bir akademik dernek, tarafından hazırlana, 1994 yılında Berlin'de düzenlenen IPSA XVI. Dünya Kongresi'ne katılanlar, Editörler tarafından düzenlenen 'Disiplinin Durumu' konulu bir dizi oturumda birçok bölümün ilk sunumlarını dinleme fırsatı buldular. Fred I. Greenstein ve Nelson W. Polsby'nin derledikleri “Handbook of Political Science -Siyaset Bilimi El Kitabı” adlı sekiz ciltlik eserin uluslararası ilişkiler konusuna ayrılmış sekizinci cildinde yer alan iki ayrı bölümün dilimize çevrilmesinden oluşmuştur. "Uluslararası İlişkiler Kuramı" adlı birinci bölüm Kenneth Waltz tarafından yazılmıştır. Bu bölümde, uluslararası ilişkiler alanında "kuram" deyiminden ne anlaşılması gerektiği ayrıntılı olarak anlatılmakta ve belli başlı uluslararası ilişkiler kuramları bu açıklamaların ışığında değerlendirilmektedir. İkinci bölümün yazarı George H. Quester, "Dünya Siyasal Sistemi" ni, bu sistemin yapısını ve işleyişini de anlatarak gözler önüne sermektedir.

Kenneth Waltz ‘Uluslararası İlişkiler Kuramı’ bölümün de “Uluslararası ilişkiler alanında kuram yaşıyor mu yoksa can mı çekişiyor? Bu alanı bilen hemen herkes ikinci görüşe inanma eğilimindedir. Bu, siyasetin bir bilim değil bir sanat olduğuna ve dolayısıyla siyasal olguları anlamak için kuramsal izahlardan çok tarihe dayanan bir bilgiye ihtiyaç olduğuna inanan geleneksel yaklaşım yandaşlarınca böyle kabul edilmektedir. Daha bilimsel yaklaşımdan yana olan araştırmacılar da daha iyi kuramların kurulabileceğine inandıkları fakat bunun henüz yapılmadığını düşündüklerinden, aynı görüşü benimsiyorlar”. [06] Waltz’un temel amacı, devletlerin davranışlarını açıklamak için sistem düzeyinde bir teori geliştirmekti.

Waltz’un Neorealist (Yapısal Realist) Yaklaşımını şöyle açıklıyor.

Anarşi Kavramı: Uluslararası sistemin temel düzenleyici ilkesi anarşidir. Yani, devletler arasında hiyerarşik bir otorite yoktur. Hiçbir devlet diğerini zorlayamaz; bu durum, güvensizlik ve kendi kendine yeterlilik ihtiyacını doğurur.

Devletler Üniter Aktörlerdir: Waltz, devletleri işlevsel olarak benzer, üniter aktörler olarak ele alır. Yani iç politikadan ziyade dış yapının (sistem) devlet davranışlarını şekillendirdiğini savunur.

Üçüncü Düzey Analiz (Sistem Düzeyi): Waltz’un teorisi, birey (birinci düzey) ya da devletin iç yapısı (ikinci düzey) yerine, uluslararası sistemin yapısına (üçüncü düzey) odaklanır. Bu yapı, devletlerin nasıl davrandığını belirler.

Güç Dengesi ve Güvenlik Arayışı: Devletler, anarşik ortamda hayatta kalmak için güvenliklerini öncelikli hedef olarak belirler. Bu da iş birliği yerine rekabeti ve güç dengesi arayışını doğurur.

İki Kutupluluk Tercihi: Waltz’a göre, iki kutuplu sistemler (örneğin Soğuk Savaş dönemi) çok kutuplu sistemlere göre daha istikrarlıdır. Çünkü ittifaklar daha sabittir ve yanlış hesaplama riski daha düşüktür.

Dış Politika Teorisinden Ayrışma: Waltz, dış politika teorisinin bireysel ve içsel faktörlere odaklandığını, oysa uluslararası ilişkiler teorisinin sistemin yapısal koşullarına dayanması gerektiğini savunur.

Bu yaklaşım, klasik realizmden farklı olarak, devletlerin içsel motivasyonlarını değil, sistemin yapısal özelliklerini açıklamaya çalışır. Waltz’ un teorisi, uluslararası ilişkilerde davranışların neden benzeştiğini ve hangi koşullar altında değiştiğini anlamak için güçlü bir çerçeve sunar.

Michael Mann, Cambridge University Press (Cambridge Üniversitesi Yayınları) da “The Sources of Social Power: Volume 4, Globalizations, (Sosyal gücün Kaynakları: 4. Cilt, Küreselleşmeler bölümünde)1945-2011”, kitabında; Dört güç kaynağını -ideolojik, ekonomik, askeri ve politik- birbirinden ayıran bu seri, insanlık tarihi boyunca bunların birbirleriyle olan ilişkilerini anlatmakta. Michael Mann'ın toplumsal gücün analitik tarihinin bu dördüncü cildi, 1945'ten günümüze kadar olan dönemi ele almakta ve savaş sonrası küresel düzenin üç temel dayanağına odaklanıyor: “kapitalizm”, “ulus-devlet sistemi” ve “dünyanın geriye kalan tek imparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri”. Bu dönemde “kapitalizm, ulus-devletler ve imparatorluklar” birbirleriyle etkileşime girmiş ve dönüşmüştür. Mann'ın temel argümanı, küreselleşmenin tek bir süreç olmadığıdır; çünkü her biri farklı bir gelişme ritmine sahip olan dört toplumsal güç kaynağının da küreselleşmesi söz konusudur.

John Mearsheimer: büyük güçler arasındaki etkileşimin öncelikle anarşik bir uluslararası sistemde bölgesel hegemonya elde etmeye yönelik rasyonel arzu tarafından yönlendirildiği tanımlayan neorealist (veya yapısal realist) saldırgan gerçekçilik teorisini geliştirmesiyle tanınır.

Karl Deutsch, savaş ve barış, milliyetçilik, iş birliği ve iletişim üzerine çalıştı ve ayrıca siyasal ve sosyal bilimler alanında nicel yöntemlere ve resmi sistem analizine ve model düşünmeye öncülük etti

E. H. Carr, Hans Morgenthau gibi klasik realistler de güç dengesi ve kutupluluk üzerine düşünceler geliştirmiştir.

Kısacası, kutupluluk bir kişinin buluşu değil; uluslararası ilişkiler disiplininin evrimiyle ortaya çıkan ve özellikle 20. yüzyılda teorik olarak şekillenen bir analiz aracıdır.

İki Kutuplu Dünya Sistemi

Almanya'nın başkenti Berlin'in 26 kilometre güneybatısında bulunan Cecilienhof Sarayı'nda 17 Temmuz- 2 Ağustos 1945 tarihinde Churchill -Birleşik Krallık Başbakanı, Temmuz 1945'te İşçi Partisi'nin genel seçimi kazanmasından sonra Attlee-, Truman -ABD Başkanı- ve Stalin -Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve SSCB Halk Komiserleri Kurulu Başkanı- olmak üzere "Big Three" 'nin (Üç Büyük) katıldığı Potsdam Konferansı'nda çizilen sınırlar, yalnızca Almanya’yı değil dünyayı da ikiye böldü. Soğuk Savaş da bu yarılmanın adı oldu. Soğuk Savaş nedir? Dediğimizde, İkinci Dünya Savaşı bitişinden 1990 yıllarına kadar süreli çatışmayı hatırlayanlar için, unutulmayacak hatıralarını bıraktığını hepimiz hatırlamaktayız. Kısaca bu konferans “İki Kutuplu Yeni Dünya” anlayışını yerleştirdi.

“Soğuk Savaş” terimi ilk kez İngiliz yazar George Orwell 19 Ekim 1945’te Tribune tarafından Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombalarının atılmasından sonraki iki ay içinde yayımlanan “Siz ve Atom Bombası” (İng. You and the Atomic Bomb) isimli makalede; “Kırk ya da elli yıldır, Herbert George Wells -Bilim kurgu romanlarıyla tanınan sosyalist olduğunu açıkça söyleyen İngiliz yazar- ve diğerleri, insanın kendi silahlarıyla kendini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu ve karıncaları veya diğer bazı sürü türlerini ele geçirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu konusunda bizi uyarıyorlar. Almanya'nın harap olmuş şehirlerini gören herkes bu fikri en azından düşünülebilir bulacaktır. Bununla birlikte, dünyaya bir bütün olarak bakıldığında, onlarca yıldır sürüklenme anarşiye değil, köleliğin yeniden dayatılmasına doğru olmuştur. Genel bir çöküşe değil, antik çağın köle imparatorlukları kadar korkunç derecede istikrarlı bir çağa doğru gidiyor olabiliriz. James Burnham'ın teorisi çok tartışıldı, ancak henüz çok az kişi onun ideolojik sonuçlarını -yani, aynı anda fethedilemez ve komşularıyla sürekli bir 'soğuk savaş' durumunda olan bir devlette muhtemelen hüküm sürecek olan dünya görüşü, inanç ve sosyal yapı türünü – değerlendirdi”. [07] kullanılmıştır.

20. yüzyılın ikinci yarısını şekillendiren en önemli küresel rekabetlerden biri olan Soğuk Savaş, yalnızca iki süper gücün Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) politik, askeri, ekonomik ve ideolojik mücadelesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda dünyanın dört bir yanında etkileri hissedilen bir sistem çatışması olmuştur. 1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra başlayan bu dönem, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona erdi. Ancak etkileri, şekillendirdiği uluslararası sistem, güvenlik anlayışı ve ittifak blokları hâlâ günümüzde hissedilmektedir.

Kuruluş Dönemi (1945–1947)

ü  II. Dünya Savaşı'nın Sonu (1945): Almanya’nın yenilgisiyle savaş sona erdi. ABD ve SSCB galip güçler olarak öne çıktı.

ü  Potsdam Konferansı (1945): Berlin'in yakınındaki Potsdam’ da gerçekleştirilen ve 'Büyük Üçlü' olarak bilinen Churchill, Truman ve Stalin'in katıldığı, Almanya’nın bölünmesi, savaş sonrası Avrupa'nın yeniden şekillendirilmesi ve savaş suçlularının yargılanması, dünya düzeninin temelleri şekillenmesi atılmıştır ve ideolojik ayrışmanın belirginleşmesi bu konferansta ele almıştır.

ü  Demir Perdenin Belirmesi: Winston Churchill’in 1946’daki “Demir Perde” konuşması, Doğu ve Batı arasındaki bölünmeyi simgeledi.

ü  Truman Doktrini (1947): ABD, komünizmin yayılmasını engellemek için ekonomik ve askeri yardım politikası başlattı.

ü  Marshall Planı (1948): Avrupa’nın ekonomik kalkınması için ABD’nin desteği, Batı Avrupa’yı ABD etkisine soktu.

ü  Zirve Dönemi – Soğuk Savaşın Sertleşmesi (1950–1970)

ü  NATO’nun Kuruluşu (1949): Batı Blok’unun askeri ittifakı olarak kuruldu.

ü  Varşova Paktı (1955): SSCB liderliğinde Doğu Blok’unum askeri ittifakı.

ü  Berlin Krizi (1961): Berlin Duvarı’nın inşası, iki kutuplu sistemin sembolü haline geldi.

ü  Küba Füze Krizi (1962): Nükleer savaşın eşiğine gelinen en tehlikeli dönem. ü  Vietnam Savaşı: ABD’nin komünizme karşı müdahalesi, vekâlet savaşlarının örneği.

Yumuşama ve Denge Dönemi (1970–1980)

ü  Detente Politikası: ABD ve SSCB arasında gerilimi azaltma çabaları.

ü  Helsinki Nihai Senedi (1975): İnsan hakları ve sınırların tanınması konusunda uzlaşma.

ü  SALT Anlaşmaları: Nükleer silahların sınırlandırılması için yapılan görüşmeler.

Çöküş Dönemi (1980–1991)

ü  Afganistan Savaşı (1979): SSCB’nin Afganistan’ı işgali, Doğu Blok’unun zayıflamasına neden oldu.

ü  Reagan Dönemi: ABD’nin SSCB’ye karşı ekonomik ve askeri baskıyı artırması.

ü  Doğu Avrupa’da Devrimler (1989): Komünist rejimler birer birer çöktü.

ü  Berlin Duvarı’nın Yıkılışı (1989): İki kutuplu sistemin sembolik sonu.

ü  SSCB’nin Dağılması (1991): Sovyetler Birliği’nin resmen sona ermesiyle iki kutuplu dünya sistemi çöktü.

‘Soğuk Savaş’, isminden de anlaşılabilen, “Sıcak Savaş” gibi doğrudan askerî çatışma değil, dolaylı yollarla sürdürülen bir ‘Üstün Güç’ oluşturma mücadelesiydi.

Britanya'nın 20. yüzyılın başlarında en etkili diplomatlarından biri olan Sir Esme Howard, İngiltere'nin güç dengesini “16. yüzyıl boyunca bilinçsizce, 17. yüzyıl boyunca bilinçaltında ve 18-19 ve 20. yüzyıllar boyunca bilinçli olarak İngiliz politikasının temel taşı olarak benimsediğini çünkü İngiltere için kendi bağımsızlığını, siyasi ve ekonomik olarak korumanın tek planını temsil ettiğini” yazmıştır. Howard’ın Washington büyükelçiliği özellikle dikkat çekici çünkü ABD–Britanya ilişkilerinin yeniden tanımlandığı bir dönemde görev yaptı. Bu, Britanya’nın dünya gücü olarak konumunu korumaya çalıştığı kritik bir evreydi.

“Diğer devletlerin aralarından “üstün güç” için çabalayan ve bunu elde etmekte olan birine cevabı, onu dengelemeye çalışmak olduğu için böyledir. Hegemonya, dengeye yol açar”.

Bu sistemin sona ermesiyle birlikte dünya çok kutuplu bir yapıya evrildi. ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı kısa bir dönem yaşansa da günümüzde Çin, Rusya, AB gibi aktörlerle daha karmaşık bir küresel yapı söz konusu.

İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle sistem içerinde güç projeksiyonu yeniden inşa edilmiş, Sovyetler Birliği karşısında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) üstünlük elde etmiş ve yenidünya düzeninin temelleri yeniden atılmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik tehditlerinin değişime uğramasıyla küresel güvenlik politikaları büyük bir değişim içerisine girmiştir. İki kutuplu yapısal düzen içerisinde inşa edilen ortak güvenlik tehditleri yerini çok kutuplu yapısal düzene bırakmıştır.

Soğuk Savaş’ın beklenmedik şekilde bitmesi, tarihçiler tarafından birçok yorum ve tartışmaya neden oldu. Mücadeleyi kazananı Amerika Birleşik Devleti ve ABD’nin temsil ettiği liberalizm miydi yoksa uluslararası sistem tek kutuplu sadece ABD’nin yöneteceği 

bir sisteme mi evirilecekti? Dünya bu soruları tartışırken bilim insanı tarafından 1989’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline bir dönüm noktası olarak işaret edildi.

En önemli tartışma ise artık “bizleri nasıl bir sistem bekliyor?” sorusuna cevap aranmaya başlandı. Yeni oluşacak sistemin hangi yöne evirileceği konuşuluyordu. Akademik ve siyaset alanında beklentiler iki ayrı görüşse ayrılmıştı.

Immanuel Kant ‘Soğuk Savaş’ dönemindeki “ikili kutuplu dünya sistemi” nin yıkılışına doğrudan bir görüş belirtmişti. Ancak Kant’ın felsefesi, özellikle ‘uluslararası barış, evrensel hukuk ve ahlaki düzen’ konularındaki düşünceleriyle bu tür dönüşümlere ışık tutan bir entelektüel temel oluşturmuştu. Kant’ın 1795 tarihli “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Tasarı” (Zum ewigen Frieden) adlı eseri, bu eser hem siyaset felsefesi hem de uluslararası ilişkiler açısından oldukça etkili olmuş aynı zamanda Modern uluslararası ilişkiler teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir.

Uygur Araştırma Enstitüsünün web sitesinde 9 Ekim 2025 tarihli “Çok Kutuplaşmanın Kırılgan Senfonisi: Bir Çağa Derin Bakış” çalışmalarında: “Münih Güvenlik Konferansı’nın 2025 yılı raporu, “Çok Kutuplaşma” -Multipolarization- kavramını ortaya atarak, yalnızca akademik bir terim önermekle kalmamakta, aynı zamanda çağımızın ruhunu yakalayan temel bir teşhiste bulunmaktadır. Bu kavram -multipolarization-, dünyanın Soğuk Savaş’ın katı iki kutupluluğundan veya 90’ların geçici tek kutupluluğundan sonra basitçe “çok kutuplu” bir denge durumuna ulaştığını iddia etmez. Aksine, “-ization -eylem, süreç, durum, sonuç anlamı veren son ek-” ekiyle vurgulandığı üzere, bu durumun tamamlanmış bir yapı değil, devam eden, kaotik ve son derece istikrarsız bir “süreç” olduğunun altını çizer. Raporun temel tezi, küresel gücün daha fazla sayıda aktöre dağılması (çok kutupluluk) ile bu aktörlerin kendi içlerinde ve aralarında yaşadığı ideolojik, kimliksel ve siyasi yarılmaların (polarizasyon) tehlikeli bir birleşimidir. Bu iki dinamik, birbirinden beslenerek uluslararası sistemi iş birliğine kapalı, rekabete ve çatışmaya ise sonuna kadar açık hale getiren zehirli bir kokteyl yaratmaktadır. Bu, sadece Amerikan hegemonyasının sona erdiği değil, aynı zamanda onun yerini dolduracak ortak bir normatif çerçevenin de bulunmadığı, tehlikeli bir “kural boşluğu” dönemidir.

Uluslararası sistemdeki mevcut fay hatları, artık sadece materyalist bir güç mücadelesinin ürünü değildir; bu, temelinde bir “düzenler savaşıdır.” Mesele, kimin daha fazla tanka veya daha büyük bir ekonomiye sahip olduğundan çok, bu gücün hangi felsefe, hangi meşruiyet kaynağı ve hangi gelecek vizyonu adına kullanıldığıdır. Farklı güç merkezleri, sadece kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışmakla kalmamakta, aynı zamanda liberal-demokratik düzene karşı kendi alternatif ontolojilerini, yani kendi “varoluş biçimlerini” dayatmaktadır”. [08]

Bunun yeni ve/veya “iyi bir değişim” gibi algısı yaratmasını sağlandığı, aynı kuralları kabul ettiği bir satranç oyunundan ziyade, oyuncuların tahtayı kendi kurallarına göre yeniden çizmeye çalıştığı, en temel kavramlar üzerinde dahi uzlaşının olmadığı varoluşsal bir mücadele saymalarını ve bunun diplomasiyi imkânsıza yakın hale getirirken, yanlış anlamalara ve tırmanma riskini geometrik olarak artırabilecek yapıya dönüştüğü kaçınılmaz olmaktadır.

Soçi'de düzenlenen 22. Uluslararası Valday Tartışma Kulübü toplantısında, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, şekillendirilmeye çalışılan “çok kutuplu dünya düzenine”, ABD ve Avrupa ile ilişkilere ve modern savaşların doğasına ilişkin kapsamlı değerlendirmelerde bulunurken, çok kutuplu dünyanın altı dayanağı olduğunu söyledi.

Putin, ABD ile ilişkileri yeniden kurma arzusunu dile getirirken, Washington'u Ukrayna'ya Tomahawk füzeleri göndermemesi konusunda uyardı. “Vedomosti gazetesinin aktardığına göre Putin, mevcut çok kutupluluğun devletlerin hareket ettiği çerçeveyi belirlediğini belirterek, bu yeni düzenin altı temel özelliğini sıraladı.

1) Uluslararası ilişkilerde her şeyin "her katılımcının eylemlerinin ne kadar ölçülü, dengeli ve düşünülmüş olmasına" bağlı olduğu daha açık bir dış politika alanı.

2) Değişimlere hazırlanmanın zor ve öngörülemez olduğu, bu nedenle gerçek zamanlı yanıt vermeyi gerektiren dinamik bir yapı.

3) Bölgesel ve küresel süreçlere etki etmek isteyen daha fazla siyasi ve ekonomik aktöre fırsat tanıyan "çok daha demokratik" bir alan.

4) Farklı ülkelerin özellikleri dikkate alınarak ortak çıkarların bulunması gerekliliği; çünkü hiç kimse "tek bir tarafın belirlediği kurallarla" oynamaya hazır değil.

5) Her türlü çözümün ancak tüm ilgili tarafların veya büyük çoğunluğunun tatmin olacağı anlaşmalar temelinde mümkün olması.

6) İmkânlar ve tehlikelerin birbirinden ayrılmaz olduğu bir yapı.

Diğer yandan Putin, "Özgürlük alanının genişlemesi herkes için bir nimet, ancak bu koşullarda sağlam bir denge bulmanın çok daha zor olması büyük bir risk teşkil ediyor." [09] Dedi.

Hegemon Devlet

Uluslararası ekonomi, finansal düzenlemeler, siber güvenlik ve teknoloji stratejileri üzerine yoğunlaşmış bir profesyonel, hem kamu sektöründe (ABD Hazine Bakanlığı), hem özel sektörde (AWS, BCG, Sphinx Vetting) hem de düşünce kuruluşlarında (Carnegie Endowment) görev alarak politikadan teknolojiye uzanan disiplinlerarası bir uzmanlık geliştir olan Rahul Prabhakar, 8 Ocak 2010 tarihli, E- International Relations- web sitesinde “Hegemonik İstikrar Teorisi ve 20. Yüzyıl Uluslararası Ekonomisi” yazısında: “Bir hegemon, uluslararası sistemdeki tartışmasız en güçlü devlettir ve "kritik hammaddelere erişime sahip olmalı, büyük sermaye kaynaklarını kontrol etmeli, ithalat için geniş bir pazar bulundurmalı ve nispeten yüksek ücretler ve kârlar getiren yüksek katma değerli mallarda karşılaştırmalı üstünlüklere sahip olmalıdır." [10] Tanımını yapmış.

“Hegemonya insanlık kadar eskidir. Ama Amerika’nın var olan küresel üstünlüğü, ortaya çıkışının hızlılığı, dünya çapındaki faaliyet alanı ve uygulanış biçimiyle diğerlerinden ayrılır. Tek bir yüzyıl içerisinde Amerika kendini, Batı Yarıküre’ de oldukça soyutlanmış bir ülkeden dünya çapında örneği görülmemiş bir erişim ve kontrol gücüne sahip bir ülkeye dönüştürmüş ve aynı zamanda uluslararası dinamikle dönüştürülmüştür.

Amerika Birleşik Devleti’nin “Küresel Üstünlüğe Giden Kısa Yol” erişmesi, 1898’deki İspanya-Amerika Savaşı Amerika’nın ilk denizaşırı fetih savaşıydı. Amerikan gücünü Pasifik’in ilerisine, Hawaii’den öteye, Filipinler’e kadar taşıdı. Yüzyıl dönümünde, Amerikan strateji uzmanları her iki okyanusta da etkin donanma üstünlüğü için doktrin geliştirmekle uğraşıyorlardı ve Amerikan donanması çoktan İngiltere’nin “dalgalara hükmettiği” fikrine meydan okumaya başlamıştı. Amerika’nın, Monroe Doktrini ile yüzyılın başında açıkça ilan edilmiş olan ve sonra da Amerika’nın ileri sürdüğü “kader bildirgesi (manifest destiny)” ile haklılığı savunulan Batı Yarıkürenin güvenliğinin tek koruyucusu olarak özel statü talepleri hem Atlantik hem Pasifik Okyanusu’nda donanma hâkimiyetini kolaylaştıran Panama Kanalı’nın yapımı ile daha da artmıştı”. [11]

“Monroe Doktrini”, (2 Aralık 1823), temel taşı (Güven, ilişkilerinin temel taşıdır) ABD dış politikası Başkan tarafından açıklandı. James Monroe, Kongre'ye verdiği yıllık mesajında, Eski Dünya ile Yeni Dünya'nın farklı sistemlere sahip olduğunu ve ayrı alanlar olarak kalması gerektiğini belirterek dört temel noktaya değindi: -Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa güçlerinin iç işlerine veya aralarındaki savaşlara karışmayacaktı; -Amerika Birleşik Devletleri, Batı Yarımküre’ deki mevcut kolonileri ve bağımlılıkları tanıdı ve bunlara müdahale etmeyecekti; Batı Yarımküre, gelecekteki sömürgeleştirmelere kapalıydı; ve bir Avrupa gücünün Batı yarımküre’ deki herhangi bir ulusu baskı altına alma veya kontrol etme girişimi, Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı düşmanca bir eylem olarak görülecekti: Doktrinin fikir babası ve metnin asıl yazarı, dönemin Dışişleri Bakanı John Quincy Adams idi.


Doktrin hem Britanya hem de Amerika Birleşik Devletleri'nde, Kıta Avrupası güçlerinin, çoğu yeni bağımsızlığını kazanmış olan İspanya'nın Latin Amerika'daki eski kolonilerini yeniden kurmaya çalışacağı yönündeki endişenin bir sonucuydu. Amerika Birleşik Devletleri ayrıca, Rusya’nın Kuzey Amerika'nın kuzeybatı kıyısındaki toprak hırslarından da endişe duyuyordu. Sonuç olarak, Britanya Dışişleri Bakanı George Canning, gelecekte İspanya'nın sömürgeleştirilmesini yasaklayan ortak bir ABD-Britanya bildirgesi önerdi. Latin Amerika. Monroe başlangıçta bu fikre sıcak baktı ve eski başkanlar Thomas Jefferson ve James Madison da aynı fikirdeydi. Ancak Dışişleri Bakanı John Quincy Adams, Amerika Birleşik Devletleri'nin yalnızca Amerikan politikasına ilişkin bir açıklama yapması gerektiğini savundu ve sonunda onun görüşü kabul gördü. Latin Amerika’da birçok kişi doktrini, ABD’nin hegemonya aracı olarak gördü.

James Monroe, 28 Nisan 1758, Westmoreland ilçesi, Virginia, ABD   doğumlu, 4 Temmuz 1831, New York City, New York, ABD öldü (İroni biçimde ABD’nin Bağımsızlık Günü’nde) Avrupa ülkelerine Batı Yarımküre’ ye müdahale etmemeleri konusunda bir uyarı olan Monroe Doktrininden ABD dış politikasına önemli bir katkı sağlayan Amerika Birleşik Devletleri'nin beşinci başkanıydı (1817-25). Onun yönetim dönemine “İyi Duygular Çağı”* adı verildi.

*İyi Duygular Çağı: ilk olarak 12 Temmuz 1817'de Boston Columbian Centinel tarafından tanımlandığı şekliyle, 1815'ten 1825'e kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal ruh hali. "Dönem" genellikle Başkan James Monroe'nun iki dönemiyle (1817-25) aynı zamana denk kabul edilse de aslında 1815'te, Napolyon Savaşları'nın sona ermesi sayesinde ilk kez Amerikan vatandaşlarının Avrupa'nın siyasi ve askeri meselelerine daha az ilgi göstermeyi göze alabildikleri zaman başladı.

 ABD’nin 5. başkanı James Monroe, Monroe Doktrini (1823), Avrupa’nın Amerika kıtasında yeniden sömürgecilik girişimlerine karşı bir uyarı olarak ortaya çıkmıştır. Kurucu Babalar bu doktrini doğrudan tartışmamışlardır; çünkü çoğu o dönemde ya hayatta değildi ya da aktif siyasetten çekilmişti. Ancak doktrinin ruhu, onların bağımsızlık ve “yeni dünya” vizyonuyla uyumludur.

ABD tarafından, Doktrin hiçbir zaman resmen terk edilmedi. 20. yüzyıl ortasında özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyet etkisine karşı yeniden gündeme geldi. 2000’lerden itibaren ABD yetkilileri doktrini “artık geçerli değil” şeklinde yorumladı. Örneğin 2013’te ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Monroe Doktrini sona ermiştir” dedi. Yani resmi olarak terk edilmese de pratikte etkisini yitirdi.

Monroe Doktrini 21. yüzyılda yeni düzene faydası var mı?

Günümüzde doğrudan uygulanmıyor, fakat ilkeleri hâlâ tartışılıyor. Çin ve Rusya’nın Latin Amerika’daki etkisi arttıkça, bazı analistler “21. yüzyıl için yeni bir Monroe Doktrini” gerektiğini savunuyor. Modern yorumlarda, doktrin artık sadece Avrupa’ya değil, küresel güçlere karşı ABD’nin bölgesel çıkarlarını koruma aracı olarak görülüyor. Dolayısıyla doğrudan geçerli olmasa da mirası ABD dış politikasında hâlâ hissedilir emareler görünmektedir.

Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamış ve ortaya yeni teoriler çıkmıştı. Jeopolitik terimi, son dönemde sıkça vurgulanan Fukuyama'nın “Tarihin sonu”, Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması”, Brezezinski’nin “Kontrolden Çıkmış Dünya”, “Büyük Satranç Tahtası”, Alexander Dugin’in “Rus Jeopolitiği: Avrasyacı yaklaşım” adlı çalışmalarında da çoğunlukla başvurulan bir açıklama aracı olmayı sürdürmektedir.  Ayrıca, Büyük Ortadoğu Projesi de jeopolitikçe yaklaşımın bir ürünüdür.

Brzezinski, özellikle bölgesel güçlerin yükselişi ve teknolojik gelişmelerin, ulus devletlerin rolünün azalmasının, dünya üzerindeki etkileri gibi konulara dikkat çekmektedir. Aynı zamanda Brzezinski, Amerika Birleşik Devletleri'nin dünya liderliğindeki rolünü ve bu  rolün getirdiği sorumlulukları da tartışmakta, ABD'nin, dünya düzenini istikrara kavuşturmak ve küresel sorunlarla mücadele etmek için aktif bir rol oynaması gerektiğini savunmaktadır. Temel anlatım da kısaca dünya düzenindeki istikrarsızlık ve karmaşık olmasıdır.

Merve Güllü Göktaş12 Aralık 2023 tarihinde Dakdilo1984 web sitesindeki ‘Soğuk Savaş Sonrası Yeni Dünya Düzeni’ yazısın da “ikili kutuplu sistemin yıkılışından sonra ortaya çıkan çok kutuplu ve iş birliğine dayalı dünya düzeni için ilham verici bir çerçeve sunar.

İkinci taraf Fukuyama’nın yayınladığı “Tarihin Sonu” tezini ve Huntington’ un yayınladığı “Medeniyetler Çatışması” tezini destekliyordu. Huntington’a göre ise savaşlar devam etmesi kaçınılmazdır. Ama yeni savaşların, Soğuk Savaş’ın temsil ettiği düşünceler/fikirler üzerine değil, farklı medeniyetler arasında olacağını belirtiyordu. (İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyetinin karşı karşıya gelmesi, vb.)” [12]

Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Dağarcık Türkiye Önce Türkiye Web sitesinde 01/03/2023 tarihinde yazdığı “Çok Kutuplu Dünya Düzenine Doğru Yeni Dönemeç” yazısında 6 Şubat 2023 Büyük Anadolu Depreminin Avrasya’daki jeolojik plakaları harekete geçirdiği bir dönemde ABD, Çin ve Rusya arasında jeopolitik fay hatları da Ukrayna savaşının birinci yıldönümünde harekete geçti. Jeolojik yıkım Anadolu’da on binlerce can kaybına neden olurken, Ukrayna Savaşı üzerinden hareketlenen fay hatları, önümüzdeki zaman diliminde son bir yılın can kayıplarına çok daha fazlasını ekleyecek potansiyele sahip. 

Savaşın birinci yıldönümünün yaşandığı haftada, sırasıyla BM Güvenlik Konseyi’nin Rusya’nın talebi üzerine Kuzey Akım doğal gaz boru hatlarına 2022 Eylül ayı sonunda yapılan sabotajın araştırılmasını gündemine alması; Biden’ın sürpriz Kiev ziyareti; Putin’in ulusa sesleniş konuşması ve aynı akşam Biden’ın Varşova’dan bu konuşmaya cevap vermesi ve Çin Dışişleri Merkez Komisyonu Direktörü Wang’in Moskova ziyareti ve ardından Çin’in Ukrayna Savaşına dair 12 Maddelik Barış Planı önerisi, şüphesiz dünyanın yeni jeopolitik fay kırılmaları dönemine girdiğinin somut olgularıdır”. [13]

Amerika Birleşik Devletleri’nin politik, ekonomik, kültürel vizyonunun dayatması sonucu küresel düzenin üzerindeki baskısı ile ABD’nin liberalizminin ve emperyalizminin baskıcı ve sömürücü anlayışını sürdürebilmesi için silah gücünün yansıtılması denemelerini yapmakta olduğunu görmekteyiz. Bu davranışını bu düzen anlayışı ile demokratik olduğuna inansa da demokrasinin böyle olduğunun kabullenmesi oldukça zorlama olur. ABD’nin 1788 yılında kabul edilen Amerikan anayasası hükûmetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu. Şimdi ABD 1788 yılında ki “hukuk ve adaletin” ne işlevi olduğunu inkâr mı edecek! ABD’nin iradesine, teknolojik tekeline, dolarla tesis edilen ticari sömürü düzenine karşı çıkanlar, “kural temelli dünyaya karşı çıkan” otokratik, demokrasiden nasibini alamamış, geri kalmış ya da haydut rejimler olarak damgalanıyor. Kısaca son davranışlarından anlaşılan “ya biat edersin ya da düşmanım olursun” demektedir.

“Montesquieu "XVII. yüzyıl İngiltere'sinin, liderlerin erdemden yoksun oldukları bir yerde demokrasi kurmak için harcanan çabaların ne kadar beyhude olduğunu gösteren güzel bir örnek olarak görürsek”, [14] şimdiki zamanımızda ki liderleri karşılaştırarak değerlendirme yapılması kaçınılmaz olarak görebiliriz.

Çok kutupluluk baskısı giderek artıyor gibi görünüyor. 2025 Münih Güvenlik Raporu’na göre dünya, ABD liderliğindeki tek kutuplu düzenden uzaklaşarak daha karmaşık ve çok aktörlü bir sisteme doğru evriliyor. Dünyanın giderek daha “çok kutuplu” hale geldiği dış politika tartışmalarının bir parçası haline geldi.

Güç Dağılımı Yayılıyor. Artık sadece ABD ve Çin değil; Avrupa Birliği, Hindistan, Rusya, Japonya, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler de küresel meselelerde daha fazla söz sahibi olmaya başladığı görmekteyiz.

İdeolojik Bölünmeler Derinleşiyor. Liberal değerlerin küresel sistemdeki etkisi azalırken, milliyetçi popülizm birçok ülkede yükseliyor. Bu da uluslararası iş birliğini zorlaştırıyor.

ABD’nin Rolü Tartışmalı. ABD’nin küresel liderlikten çekilme eğilimi, özellikle Trump’ın ikinci başkanlık döneminde, çok kutupluluğu hızlandırabilir ve Avrupa’daki ittifakları zorlayabilir.

Çin’in Yükselişi. Çin, çok kutuplu düzenin en güçlü savunucularından biri olarak görülüyor. Askeri gücü ve küresel ittifak stratejileriyle Batı’ya karşı alternatif bir düzen kurma çabasında.

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) araştırmacı Ece Berfin Ergezer, Münih Güvenlik Raporu 2025: “Çok Kutupluluk” yazısında “Münih güvenlik raporu 2025: “çok kutupluluk” Raporunda ülkelerin neleri temsil ettiklerini anlatmakta. “Çin ise çok kutupluluğun en güçlü savunucularından biri olarak kendini "Küresel Güney’in temsilcisi" olarak konumlandırıyor. Ancak Batı, Çin’in bu söylemini ABD ile büyük güç rekabetini sürdürmek için bir strateji olarak görüyor.

AB için çok kutupluluk bir meydan okuma. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Avrupa’da yükselen popülist hareketler, AB’nin küresel rolünü tehdit ediyor. Bir yandan Trump’ın yeniden seçilmesi, Avrupa’nın daha bağımsız bir küresel aktör olması gerektiği yönündeki tartışmaları alevlendirirken diğer yandan kıta içindeki bölünmeleri derinleştirerek AB’nin krizlerle başa çıkma kapasitesini zayıflatabilir.

Rusya ise mevcut uluslararası düzeni değiştirmek için en fazla çaba harcayan ülkelerden biri.

Hindistan ise çok kutupluluğu, küresel sahnede daha fazla söz sahibi olmanın bir yolu olarak görüyor.

Japonya, mevcut küresel düzenin değişiminden en çok rahatsız olan ülkelerden biri.

ABD’nin liderliğinde şekillenen liberal uluslararası sistemin güçlü savunucularından olan Tokyo, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir sistemin ortaya çıkışına şüpheyle bakıyor.

Brezilya, çok kutupluluğu Küresel Güney ülkelerine daha fazla söz hakkı tanıyacak bir fırsat olarak görmekte.

Geçtiğimiz yıl G20 başkanlığında küresel yönetişim reformunu ana gündemine taşıdı ve iklim, gıda ve enerji güvenliği gibi konulara ağırlık verdi. Güney Afrika da çok kutupluluğu Batı’nın çifte standartlarına karşı bir eleştiri fırsatı olarak görüyor

Çok kutupluluğa dair vizyonlar da kutuplaşmış durumda. Yeni düzenin nasıl şekilleneceği, büyük güçlerin iş birliği yapıp yapamayacağına bağlı olacak. 2025 yılı, şimdiden dünyanın daha fazla mı bölüneceğini yoksa iş birliğine mi yöneleceğini belirleyecek kritik bir yıl olacak gibi görünüyor”. [15]

Tübitak Bilim ve Toplum Başkanlığı Popüler Bilim Yayınları dergisinde Fuat Keyman’ın “Güç Dengesi ve Kutupluluk” yazısında, “Güçler dengesi statik ve dinamik, yerel, bölgesel ve küresel, katı ve esnek olmak üzere farklı kategorilere ayrılır. Kavramın gelişimi 17. yüzyılda Avrupa’da gerçekleştiğini anlatmaktadır”. [16] 1648'teki Vestfalya Barışı, güç dengesi ilkesinin devletler arası ilişkilerde yönlendirici bir rol üstlenmeye başladığı tarih olarak kabul edilir.

21. yy. içinde olduğumuz zaman aralığında "Çok Kutupluluğun" şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu durum anlaşılamaz bir karmaşanın içinde. Günümüzün uluslararası sistemi ‘Tek Kutupluluk’, ‘İki Kutupluluk’, ‘Çok Kutupluluk’ ve ‘Kutupsuzluk’ öğelerini barındırmaktadır.

Bu gelişmeler, küresel düzenin daha karmaşık ve öngörülemez hale geldiğini gösteriyor. Daha fazla aktör devletlerin sahneye çıkması hem fırsatlar hem de çatışma olasılığını yaratıyor. Uluslararası ilişkilerde esneklik ve stratejik dengeyi kurmak daha zor ama aynı zamanda daha karmaşık ve kritik hale gelmeye başladı.

Uluslararası ilişkilerde kutupluluk, uluslararası sistem içinde gücün/güçlerin dağılımın çeşitli yollardan herhangi birisidir. Uluslararası sistemin belirli bir dönemdeki siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri dengesinin doğasını tanımlamaktadır. Genellikle üç tür sistem şeklinde ayırt edilir: “tek kutupluluk”“iki kutupluluk” ve üç veya daha fazla güç merkezi için “çok kutupluluk”.  Sistem türü, tamamen bir bölgedeki veya dünya genelindeki devletlerin güç ve etki dağılımına ile ilişkilendiril.

Çok kutupluluk ne anlama gelir? Çok kutupluluk ikiden fazla devletin eşit askeri, ekonomik ve kültürel etkiye sahip olduğu güçler dağılımını ifade eder. Soğuk Savaş sonrası gelişen uluslararası sistem çok kutuplu sisteme örnektir.

2013 yılından beri İtalya, Floransa'daki Avrupa Üniversitesi Enstitüsü bünyesindeki Robert Schuman İleri Araştırmalar Merkezi'nde Küresel Ekonomi Profesörü ve Direktörü Bernard Hoekman’ın “çok kutuplu bir dünya ekonomisinde çok taraflı ticaret iş birliğinin sürdürülmesi” konusuna yaklaşımı, küresel ticaretin dönüşen doğasına karşılık gelen oldukça stratejik bir perspektif sunuyor.

Bu konu, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda jeopolitik, teknolojik ve yönetiş imsel boyutlarıyla da ele alınması gereken bir mesele.

Çok Kutupluluk ve Ticaretin Yeni Dinamikleri

 -ABD-Çin Rekabeti, Rusya-Ukrayna Savaşı, COVID-19 gibi kırılma anları, küresel ticaretin artık yalnızca arz-talep dengesiyle değil, stratejik güvenlik ve siyasi uyumla belirlendiğini gösteriyor.

- “Friend-shoring” -Dost veya müttefik ülkeden tedarik anlamına gelen bu yeni yaklaşım, önemli riskler kadar büyük fırsatlar da barındırıyor-, “nearshoring”-yakın çevre ile iş ilişkisinde bulunma- ve “stratejik kopuş” gibi kavramlar, ülkelerin ticaret partnerlerini artık ideolojik ve güvenlik temelli seçtiğini ortaya koyuyor.

Çok Taraflılık ve Dünya Ticaret Örgütü’nün Krizi

-Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), geleneksel çok taraflı ticaret sisteminin simgesiydi. Ancak son yıllarda işlevselliğini yitirmesi, bölgesel blokların (*CPTPP, *RCEP, *AfCFTA) yükselişine zemin hazırladı.

*Trans-Pasifik Ortaklığı için Kapsamlı ve Aşamalı Anlaşma (Comprehensive and Progressive Agreement for Trans-Pacific-CPTPP)

*Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP)

*Afrika Kıtasal Serbest Ticaret Bölgesi (African Continental Free Trade Area-AfCFTA)

- Bernard Hoekman, bu noktada çok taraflılığın yeniden yapılandırılması gerektiğini savunuyor. Hoekman, özellikle Onun önerileri, klasik Dünya Ticaret Örgütü (WTO) paradigmasının ötesine geçerek daha esnek, kapsayıcı ve dijitalleşmeye uyumlu bir küresel yönetişim modeline işaret eder. Küresel ticaret sisteminin mevcut yapısal sınırlarını eleştiren ve çok taraflılığın günümüz koşullarına göre yeniden tasarlanması gerektiğini savunan önemli bir akademisyendir.

Bernard Hoekman’ın Kavramsal Katkısı

-Ticaretin yalnızca ekonomik değil, kamu alımları, dijital hizmetler, sürdürülebilir kalkınma gibi alanlarla iç içe geçtiğini vurguluyor.

-Gelişmekte olan ülkelerin küresel ticarette daha adil bir şekilde yer alabilmesi için ticaret maliyetlerinin azaltılması, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme gibi çok taraflı politikaların önemini öne çıkarıyor.

Çok kutupluluk terimi, Soğuk Savaş'tan sonra Çin ve Rusya Federasyonu arasında yakın ilişkilerin gelişmesini tanımlamak için kullanılmış ve bu, uluslararası sistemdeki Amerikan liderliğini bozmak için ortak bir hedeften ortaya çıkmıştır. Uluslararası güvenlik ve savunma politikası uzmanı Edina Julianna Haiszky'ye göre, çok kutuplu bir uluslararası sistem yaratmak için Rus-Çin ittifakı, ulus devletler yerine bağımsız medeniyetler olarak kendilerini algılamalarından kaynaklanmaktadır ve bu da uluslararası sistemin aktif şekillendiricileri olarak hareket etme yönündeki siyasi arzuyu tetiklemektedir. 

“Uluslararası iktisadi sistemin yapısı ve işleyişi büyük ölçüde uluslararası siyasal sistemin yapısı ve işleyişi tarafından belirlenir. Modern tarih boyunca, değişim ve tüketim stratejik ve diplomatik faktörler tarafından etkilenmiştir” [17].

Amerika Birleşik Devleti’ni 21.yy. ilk Çeyreğinde, tek süper güç olarak kabullenmesi ile ona “sistemsel düzenleyici” -bir sistemin iç dinamiklerini kontrol eden, yönlendiren veya optimize eden unsur bir kişi, kurum, algoritma, yasa, norm ya da teknik araç olabilir- denilmesi, söylem ve politikaların geçerliliği konusunda ciddi birtakım şüpheler bulunmakta olduğundan, herkesin ortak görüşünün olduğu gerçeğini inkâr edemeyiz.

Donald Trump’ın dünyanın çeşitli bölgelerinde giriştiği popülist anlayış ile düzenleyici tedbirlerin başarısız olmasına paralel olarak, başta Çin ve Rusya olmak üzere çok sayıda ülkenin ciddi bir ekonomik/teknolojik gelişim göstermesi ve bu gelişimin onların diplomatik kapasitelerine de yansıması, ABD’nin sistemsel etkinliğini sınırlamış olduğu görüldü.

Kenneth Neal Waltz ve George H. Quester yazdıkları “Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi” kitabın, aslında Handbook of Political Science -Siyaset Bilimi El Kitabı- adlı sekiz ciltlik eserin uluslararası ilişkiler konusuna ayrılmış bölümlerinin Türkçeye çevrilmiş bir derlemesidir. Kitap, uluslararası ilişkiler disiplininin temel kuramsal yaklaşımlarını ve dünya siyasal sisteminin yapısal dinamiklerini açıklamayı amaçlar. Kısaca: Sistemsel düzenleyici ile uluslararası sistemin yapısının; dijital çağda algoritmaların küresel düzenleyici rolünü, kolektif güvenliğini, güç dengesi ve ittifakların; kolektif bilinçle inşa edilen alternatif güvenlik modellerini, anarşiyle, merkezi otorite eksikliğini; dijitalleşme sonrası merkeziyet siz yönetişim modelleri ve yapısal realizm anlayışı ile sistem belirleyicidir; bu da teknolojik altyapının toplumsal davranışları şekillendirmesi oluşturduğunu böylece: “ABD ve SSCB yılgı -fobi- dengesini kurduktan sonra, İngiltere (1952), Fransa (1960), Çin (1964) ve Hindistan (1974) nükleer silahları elde ettiler. Bu nükleer yayılma karşısında hiçbir şey yapılamaz mı? Ve bu yayılma devam edip gidecek mi?

Fransa, Çin ve İngiltere'nin göreli (izafi) güçlerini değerlendirdiğimizde görüyoruz ki, gerçekten "nükleer devletler" arasına girmekle bu ülkelerin prestijlerinde bir artış meydana gelmiştir. Nükleer silahlar sayesinde Çin, Sovyetler Birliği'ne karşı stratejik bağımsızlığını ilan edebilmiştir. Ancak, bu ülkelerin, süper devletlerin arzularına karşı koyabilme konusunda örneğin Japonya gibi nükleer olmayan bir devletten daha ileride olduklarını söyleyebilmek güçtür. Nükleer silahları elde etmek devletlere muhtemelen ellerindekinden daha fazla bir siyasal güç kazandırmayacaktır. Nükleer yayılma böylece, dünyadaki çok kutuplu güç dağılımını pek etkilemeyecektir. Belki bunun tek sonucu, iki süper devletin var olan güç dağılımını nedensel olarak etkileyebilme olanağını azaltmış olacaktır”. [18] Kitapta nükleer gücü elde eden devletlerin çoğalması, savaşın çıkabilmesi riskini artıracağını belirtmektedir.

Soğuk Savaş'ın sona ermesi ise 1990'larda ve 2000'lerde ABD'nin dünyanın tek süper gücü olduğu tek kutuplu bir döneme yol açtı. Bilim insanları, mevcut uluslararası sistemin nasıl nitelendirileceği konusunda tartıştılar. 

Modern Dünya Sistemi

Modern Dünya Sistemi’ni tanımlamak aynı zamanda tarihsel kökenleri, kuramsal çerçevesi, eleştirileri ve güncel yansımalarıyla birlikte kapsamlı bir şekilde incelenmelidir.

Kavramsal ve Tarihsel Çerçeve

Temel Tanım

Modern Dünya Sistemi, 16. yüzyılda Avrupa'da başlamış ve 19. yüzyılda globalleşerek tüm dünyayı kapsamıştır. Sosyolog Immanuel Wallerstein tarafından geliştirilen ve kapitalist dünya düzeninin yapısal mantığını ve dönüşüm dinamiklerini çözümleyen radikal bir kuramsal çerçeveyi, merkez-çevre ilişkileri üzerinden analiz eden bir yaklaşımdır. Bu sistem, ulus-devletleri değil, dünya ekonomisini temel analiz birimi olarak alır ve küresel eşitsizlikleri açıklamaya çalışır.

Tarihsel Arka Plan

Fernand Braudel’ in ekonomi-dünya kavramı: Avrupa merkezli ekonomik toplulukların tarihsel gelişimini açıklayan bu kavram, Wallerstein’ın teorisine zemin hazırlar.

16. yüzyıl sonrası kapitalist genişleme: Coğrafi keşifler, sömürgecilik ve sanayi devrimiyle Avrupa merkezli bir ekonomik sistem oluşur.

1970’ler: Wallerstein, Marksist düşünceden etkilenerek bu sistemi analiz ederken “teori” değil, “analiz” terimini kullanmayı tercih eder.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz” makalesinde: “Uluslararası ilişkiler çalışmaları analiz düzeyinden bağımsız olarak, disiplinin cevap bulmaya çalıştığı soruların çeşitliliğinden kaynaklanan birtakım sorunlarla da uğraşmak durumundadır. Savaşlar neden çıkar? Ya da bir dünya hükümetinin olmaması mı? Yoksa insanlar genetik olarak saldırgan mı? Neden milliyetçilik midir? Veya ideoloji mi? Eğer barışa ulaşılamıyorsa, dengeye nasıl ulaşılabilir? Neden dünyanın çeşitli bölgeleri arasında bu kadar büyük sosyal ve ekonomik eşitsizlikler var? Bunlar uluslararası ilişkiler disiplininin cevap bulmaya çalıştığı sorulardan sadece bir kısmını oluşturuyor”. [19]

Dünya-Sistem Teorisi: Ulus-Devletin Ötesinde Düşünmek. Wallerstein, klasik sosyolojinin ulus-devlet merkezli analizlerini yetersiz bulduğundan onun yerine: Dünya-sistem kavramını önerir: Bu, ekonomik ilişkilerin küresel düzeyde örgütlendiği, sınırları aşan bir yapıdır. Ulus-devletler bu sistemin birer parçasıdır; bağımsız aktörler değil, sistemin mantığına göre konumlanan birimlerdir. Bu sistemin temel amacı: sermaye birikimini maksimize etmek.

Bu yaklaşım, Weberci rasyonaliteyi ve Marksist üretim ilişkilerini sentezleyerek yepyeni bir analiz düzlemi sunar. Kapitalist dünya sistemi, coğrafi olarak farklılaşmış üç bölgeye ayrılır. Merkez – Yarı-Periferi – Periferi Üçlemesi

Bu yapı, eşitsiz kalkınmayı sistematik hale getirir. Yani yoksulluk, sistemin “hatası” değil, tasarımıdır.

Tarihsel Süreç


16. Yüzyıldan Günümüze Wallerstein’e göre kapitalist dünya sistemi: 16. yüzyılda Avrupa’da doğmuştur (özellikle Hollanda ve İngiltere’nin yükselişiyle). Sömürgecilik, bu sistemin genişleme aracıdır. Sanayi devrimi, merkez ülkelerin hegemonik gücünü pekiştirir. 20. yüzyılda ABD, sistemin liderliği devri başlamıştır.

Bu tarihsel süreç, sistemin evrimsel değil, yapısal dönüşümlerle ilerlediğini gösterir.

Sistemik Kriz ve Geçiş Dönemi: Wallerstein, kapitalist dünya sisteminin sonsuza kadar süremeyeceğini savunur. Çevresel krizler, toplumsal eşitsizlik, meşruiyet kaybı gibi faktörler sistemin sürdürülemez ligini artırır. Bu kriz, yeni bir dünya-sistemin doğum sancılarını tetikler. Ancak bu geçiş, belirsizlik ve mücadeleyle dolu olacaktır. Yeni sistemin ne olacağı, kolektif eylemlere bağlıdır. Bu noktada kolektif bilinç ve alternatif demokratik modeller üretme hedefinle doğrudan örtüşüyor.

Bilgi Üretiminin Tarihselliği: Wallerstein, sosyal bilimlerin de bu sistemin bir parçası olduğunu vurgulamaktadır. Bilgi, tarafsız değil, sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenir. Akademik disiplinler, sistemin ideolojik araçları haline gelebilir. Bu nedenle, disiplinler arası ve eleştirel bilgi üretimi şarttır. Bu fikir, Brezilyalı eğitimci, filozof ve eleştirel pedagojinin etkili kuramcılarından, Paulo Freire’nin “bilginin özgürleştirici potansiyeliyle” de güçlü bir bağ kurar.

Freire’nin en etkili ve radikal eğitim felsefesini ortaya koyduğu temel metindir.  ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ kitapta öne çıkar.

Bankacı Eğitim Modeli Eleştirisi: Geleneksel eğitimde öğretmen bilgiyi “aktarır”, öğrenci ise “pasif alıcıdır”. Freire, bu modeli “ezberci ve baskıcı” olarak tanımlar.

Problem Tanımlayıcı Eğitim Modeli: Öğrenciler, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak bilgi üretir. Bu süreçte öğretmen de öğrenen konumundadır.

Diyalogun Gücü: Bilgi, diyalog yoluyla ortaklaşa inşa edilir. Bu, bireyin hem kendini hem de dünyayı dönüştürmesini sağlar.

Özgürleşme Pratiği: Eğitim, bireyin toplumsal farkındalık kazanarak kendi kaderini tayin etme gücünü elde etmesidir. Bilgi, bu sürecin temel aracıdır.

Freire’ ye göre bilgi, sadece bireysel gelişim değil, aynı zamanda toplumsal dönüşüm için de bir araçtır.

Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Felsefe Grubu Eğitimi A.B.D. Yrd. Doç. Dr. Zafer Yılmaz’ın “Paulo Freire’nin Felsefesinde Özgürleşmenin Aracı Olarak Eğitim” makalesinde, Freire’nin eğitim anlayışını felsefi bir çerçevede: Ontolojik Temel: İnsan, “olmakta olan” bir varlıktır. Eğitim, bu oluş sürecini desteklemelidir. Bilgi ve Eylem İlişkisi: Bilgi, eylemle birleştiğinde özgürleştirici olur. Bilgi edinmek, dünyayı anlamak ve değiştirmek için bir adımdır. Eleştirel Bilinç (Conscientização: her tür doğrulmaya özgü idrak tutumunu derinleştirmekle eş anlamlıdır): Birey, kendi gerçekliğini sorgulamaya başladığında özgürleşme süreci başlar. Bu bilinç, eğitimle gelişir.

T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı Yüksek Lisan öğrencisi Muhammed Bilal Arı, “Eğitim Felsefesinde Eğitimin Amacı ve Öğretmenin Rolü: Freire Çerçevesinde Özgürlüğün Praksisi -eylemi, pratiği- ve Bankacı Eğitim Modelinin Kritiği” 2021 yılında ki Yüksek Lisan Tezinde: “Özgürlüğün Praksisi -eylemi, pratiği- Olarak Eğitim” Bu tez, Freire’nin özgürlük kavramını eğitimle nasıl ilişkilendirdiğini derinlemesine analiz ediyor. Eğitimin Politik Doğası: Eğitim hiçbir zaman nötr değildir ya baskıcıdır ya da özgürleştiricidir. Öğretmenin Rolü: Öğretmen, bilgiyi dayatan değil, öğrenme sürecini kolaylaştıran kişidir. Kültürel Eylem: Eğitim, bireyin kültürel kimliğini keşfetmesini ve bu kimlik üzerinden toplumsal değişime katkı sunmasını sağlar.

“ABD’nin Orta Doğu ve Yakın Asya politikalarının işgal ve bombalamalarla en ateşli doruğuna ulaştığı zaman diliminde Cumhuriyet kurucusu kültür ve eğitim politikalarına yönelik eleştiriler de arka arkaya patlak vermişti. Batılı düşünürler Erik Jan Zürcher’den, Etienne Copeaux’den el ve esin almış kimi aydın ve edebiyatçılarımız, üniversiteli araştırmacılarımız, Cumhuriyet’in bir “reddiye” ve “tepeden inmecilik” olduğu görüşünde birleşiyordu”. [20]

Alper Akçam’ın Anadolu Rönesansı adlı kitabı, Türkiye’nin kültürel ve toplumsal dönüşümünü tarihsel bir perspektifle ele alan, oldukça kapsamlı ve eleştirel bir çalışmadır. Kitap, özellikle Cumhuriyet’in erken dönem kültür ve eğitim politikaları, uluslaşma süreci ve Köy Enstitüleri’nin rolü gibi başlıklar etrafında şekillendiriyor. Akçam bu kitabında sadece bir tarihsel inceleme değil; aynı zamanda bir kültürel uyanış çağrısı ve Anadolu’nun kendi değerleriyle yeniden düşünülmesi gerektiğini savunmaktadır.

Kitabında Köy Enstitüleri’nin Önemi Kitapta sıkça vurgulanan Cilavuz Köy Enstitüsü, yazarın kişisel geçmişiyle de örtüşen bir simge olarak sunuluyor. Bu kurumlar, Anadolu’nun kendi iç dinamikleriyle ve eleştirel düşünceyle gelişebileceğini gösteren bir model olarak ele almaktadır.

Bu da 1923 Cumhuriyet Türkiye’nin neleri başarırken 1950 ve sonrasında dıştan ve meyilli iç mihrakların zafiyeti ile bu günler kadar “Mülksüzleştirirmiş Cehalet” ‘e Toplum Mühendisliği ile: Otoriter rejimler veya çıkar grupları, halkın düşünme biçimini şekillendirmek için eğitim sistemini, medyayı ve kültürel üretimi kontrol eder. Bu, cehaletin sürdürülebilir hale gelmesini sağlar. Eğitimde Yüzeysellikle: Eleştirel düşünme yerine ezberci, sınav odaklı sistemler bireyleri sorgulamaktan uzaklaştırır. Medya Manipülasyonuyla: Bilgi yerine sansasyonel içeriklerin yaygınlaştırılması, bireylerin gerçeklikten kopmasına neden olur. Kültürel Hafızanın Silinmesiyle: Tarihsel ve kolektif hafızanın yok sayılması, toplumun geçmişle bağını koparır; böylece eleştirel bilinç zayıflar. Yalanın Normalleşmesiyle: Bilgi kirliliği ve dezenformasyon, cehaleti sadece yaymakla kalmaz, onu meşrulaştırır. 21. Yüzyılın da Cumhuriyet Türkiye’si çökertilmek üzere getirilmeye çalışanların uğraşıyla karşı karşıya kalmaktadır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: Geldikleri gibi giderler çocuk...

Paulo Freire, ‘Ezilenlerin Pedagojisi’ kitabında conscientizaçao'nun (sosyal siyasi ve ekonomik çelişkileri kavramak ve gerçekliğin insanları ezen koşullarına karşı harekete geçmek için gereken öğrenme süreci) rolünü analiz eden eğitim kurslarında, hem de gerçekten özgürleştirici bir eğitimin fiili deneylerini yürütürken, kitabın birinci bölümünde tartışılan 'özgürlük Korusu’yla karşı­laştım. “Haksızlık kurbanlarının kendilerini böyle kabul etmemeleri daha iyidir. Bununla birlikte gerçekte conscientizaçao -her tür doğrulmaya özgü idrak tutumunu derinleştirmekle eş anlamlıdır-, insanları "yıkıcı fanatizm" e yöneltmez. Tersine, insanların sorumlu özneler olarak tarihi sürece girmelerini mümkün kılmak suretiyle conscientizaçao onları kendine güven arayışına sokar ve böylece de fanatizmi önler”. [21]

Tarihsel Arka Planın Çağlara Göre Gelişimi

1. 1940’lar – Kuruluş Çağı

Başlangıç Noktası: 1941’deki Atlantik Bildirisi ve 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler sistemi, Kurallara Dayalı Düzenin temelini oluşturdu.

Amaç: Devletlerin egemen eşitliği, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve kolektif güvenlik ilkeleriyle savaş sonrası barışın tesis edilmesi.

Kurucu Aktörler: ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Japonya.

2. Soğuk Savaş Dönemi (1947–1991)

Kurallara Dayalı Düzeni Batı’ya özgü versiyonu: Bu dönemde söylem daha çok Batı bloğunda geçerliydi; Sovyetler Birliği ve müttefikleri bu düzene alternatif bir yapı kurdu.

Kuralların uygulanması: Genellikle Batı’nın liderliğinde ve kendi çıkarlarına göre şekillendiği için eleştirilere açıktı.

3. Soğuk Savaş Sonrası – Küreselleşme Çağı (1991–2010)

Yaygınlaşma: ABD’nin tek kutuplu liderliğiyle Kurallara Dayalı Düzen -KDD- söylemi küresel düzeyde yaygınlaştı. Kurumsal Güçlenme: Dünya Ticaret Örgütü, IMF gibi kurumlar aracılığıyla ekonomik liberalizm ve demokratik normlar yaygınlaştırıldı. Eleştiriler: ABD’nin bazı kuralları ihlal etmesi, söylemin çifte standart içerdiği yönünde eleştiriler doğurdu.

4. 2010’lar – Kriz ve Gerilim Çağı

Popülizm ve Otoriterlik: Liberal demokrasilere karşı yükselen popülist ve otoriter hareketler KDD’yi tehdit etmeye başladı. Çok Kutupluluk: Çin, Rusya gibi aktörlerin yükselişiyle KDD söylemi hegemonik bir araç olarak sorgulanmaya başlandı.

5. 2020’ler – Söylemin Çöküşü mü?

Covid-19 sonrası kırılma: Pandemiyle birlikte uluslararası iş birliği zayıfladı, kuralların ihlali arttı. Ukrayna Savaşı ve Gazze Krizi: Uluslararası hukukun açık ihlalleri, KDD söyleminin etkisizleştiğini gösterdi. Eleştirel Yaklaşımlar: KDD’nin tanımlı kurallara değil, Batı’nın çıkarlarına dayandığı yönündeki eleştiriler akademik çevrelerde yaygınlaştı. “Kurallara Dayalı Düzen” söylemi, çoğu zaman “liberal uluslararası düzen” ile eş anlamlı kullanılsa da kuralların kim tarafından belirlendiği ve nasıl uygulandığı soruları bu söylemin meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor. Özellikle “ben yaptım oldu” yaklaşımı, söylemin emperyalist bir araç olarak algılanmasına neden oluyor. “Kurallara Dayalı Düzen” İngilizcesiyle “Rules-Based Order” -RBO-, özellikle Batılı devletlerin küresel sistemdeki normatif iddialarını tanımlamak için tercih ettikleri bir kavramdır. Bu terim hem teorik hem de politik düzeyde oldukça tartışmalıdır.

Sedat Ergin, Hürriyet Gazetesindeki köşesinde 03 Kasım 2023 tarihinde “Kural temelli dünya idealinden kaotik bir dünyaya doğru mu”? yazında mealen şunları söylemekte: Rusya Ukrayna’yı işgale giriştiğinde, Batı dünyası bu işgale karşı büyük bir seferberlik başlatarak, en çok konuştuğu kavramlardan birisi “Kurallara dayalı uluslararası düzen” diyerek, yapılan bu haksız işgal mealinde ifadelerini ortaya koymuştur. Bunu sonlandırılması içinde bağsı ekonomik yaptırımların konulmasına öncülük etmişlerdir”.

Kural temelli uluslararası düzen nedir? Bu kural nedir? Uygulanabilir mi?

Getirilen argümanın mantığı yeteri kadar açıktır. Saldırganlık, kural ihlali karşılıksız bırakılır ve mütecaviz bir bedel ödemezse, bu davranışın yaratacağı benzer bütün uluslararası sistemi, üzerinde yaşadığımız dünyayı toptan bir kuralsızlığın, kaosun içine itebilecektir.

Bu nedenle Rusya’ya bu pervasızlığının yanına kâr kalmadığı gösterilmeliydi ki, hedeflenen kuralların az çok geçerli olduğu bir dünyada nefes alıp yaşama imkânımız olsun.

Buradaki çatışmanın bir tarafında kuralsızlığın sembolü olan, otoriter Rusya; karşı tarafında ise kuralları savunanlar, ABD ve AB’nin başını çektikleri Batı dünyası vardı.

Böyle bir görüntü, ABD ve AB ile Batı dünyası olarak bilinen ülkelerin, bu anlayışları tüm ülkeler için geçerli olabilir mi? Gerçekten böyle çoğunlukçu ülkeler birliğinde demokratik denilebilecek “Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” ni oluşturmak oldukça zordur.

“Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” (KDD) söylemi, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde şekillenmiş ve zamanla farklı anlamlar kazanarak uluslararası ilişkilerde merkezi bir yer edinmiştir. Ancak bu söylemin tarihsel gelişimi hem içerik hem de aktörler açısından oldukça katmanlıdır.

Bu tartışmaları bitmediği gibi, daha beler olabilir düşüncesi alternatif uluslararası düzen önerilerinin geliştiği ve konuşulduğu gerçeği yadsınamaz. “Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” söyleminin hegemonik ve Batı merkezli doğası, son yıllarda birçok düşünür, akademisyen ve siyasal aktör tarafından sorgulandığı, bu sorgulamanın, yalnızca eleştiriyle sınırlı kalmadığı ve aynı zamanda alternatif uluslararası düzen modelleri de olduğunu öğreniyor

"Tarih özeldir; iktisat genel”. Bu söz, genellikle Charles P. Kindleberger’e atfedilir. Kindleberger hem bir iktisat tarihçisi hem de uluslararası ekonomi politik alanında önemli bir düşünürdür. Bu ifade, onun tarihsel olaylara yaklaşımını ve iktisat biliminin doğasını ayırt eden özlü bir kavramsal ayrımı içermekte olduğunu düşünmeliyiz. Tarih özeldir: Her tarihsel olay, kendi bağlamında, özgün koşullar altında gerçekleşir. Aktörleri, zamanlaması, kültürel ve politik arka planı farklıdır. Bu yüzden genelleme yapmak oldukça zordur. İktisat genel: İktisat ise evrensel ilkeler ve modellerle çalışır. Arz-talep, rasyonel seçim, fırsat maliyeti gibi kavramlar, farklı bağlamlarda benzer biçimde işler.

Bu ayrım, özellikle iktisat tarihi alanında önemlidir. Kindleberger, tarihsel olayları analiz ederken salt iktisadi modellerin yeterli olmadığını, olayların özgünlüğünün dikkate alınması gerektiğini savunur.

Charles P. Kindleberger’in Dünya Depresyonda 1929–1939 kitabında bu yaklaşım açıkça görülür: Eseri, yalnızca ekonomik bir kriz anlatısı değil; aynı zamanda uluslararası sistemin çöküşü ve liderlik eksikliğinin küresel sonuçları üzerine derin bir analizi ve 1929 Büyük Buhranının yalnızca ABD merkezli değil, tüm dünyayı etkileyen bir kriz olduğunu vurgular.

Kindleberger kitabında: 1920’lerin Sonunda ki savaş sonrası ekonomik dengesizlikler, Almanya’nın savaş tazminatları, Fransa’nın ekonomik politikaları ve İngiltere’nin altın standardına dönüş çabaları ve 1929 Krizinde, Wall Street çöküşüyle başlayan süreç, hızla küresel bir depresyona dönüştüğünü, 1930’lar da krizin derinleşmesi, uluslararası ticaretin daralması, korumacı politikalar, rekabetçi devalüasyonlar ve “komşunu yoksullaştır” stratejileri ile zorlaşan ekonomik yapının “Çözüm Arayışları” Keynesyen politikaların yükselişi, Roosevelt’in Yeni Düzen (New Deal)  programı, Almanya ve İtalya’daki otoriter ekonomik modellerin görüntüsündeki dünya da ki karışıklıkların karşısında düşünebileceği  en özgün katkısı, krizin nedenini sadece ekonomik faktörlere değil, uluslararası sistemde hegemonik bir liderin yokluğuna bağlamasıdır. 19.Yüzyılda İngiltere, küresel ekonomiyi dengeleyen bir liderdi. 1929 sonrası ABD bu rolü üstlenmek istememesi ve İngiltere’nin ise artık eski güce sahip olmaması sonuç koordinasyonsuz politikalar, ticaret savaşları ve derinleşen bir dünya kriz.

Bu tez, Kindleberger’in “hegemonik istikrar teorisi” nin temelini oluşturmuş ve daha sonra uluslararası ilişkiler literatüründe geniş yankı bulmuştur.

Kindleberger, bazı geleneksel görüşleri sorgular. Krizin yalnızca finansal balonlardan değil, yapısal dengesizliklerden kaynaklandığını savunmaktadır. Korumacı politikaların krizi daha da derinleştirdiğini söylemektedir. Almanya’nın deflasyonist politikalarının, Nazi rejiminin yükselişine zemin hazırladığını ima eder.

“Hegemonik İstikrar Teorisi” (HİT), uluslararası sistemin istikrarını sağlayan bir lider gücün varlığını zorunlu kılar. Uluslararası sistemin istikrarı, hegemon bir gücün kamu malları (serbest ticaret, rezerv para, kriz yönetimi gibi) sağlamasına bağlıdır. İngiltere 19. yy.’da ABD ise II. Dünya Savaşı sonrası bu rolü üstlenmiştir. Liderlik boşluğu olduğunda sistem, kaotik hale gelir. Korumacılık, rekabetçi devalüasyon, iş birliği eksikliği.

Sonucun da bilişim sisteminin ilerlemesi ve dünya üzerinde global şekilde oluşması bunu ekonomik yansıması da AI-ekonomisi bağlamında Yeni Hegemonyanın oluşmasıdır.

Al-ekonomi: Yapay zekâ, klasik üretim faktörlerini dönüştürerek yepyeni bir ekonomik paradigma yaratmaktadır. (“Günümüz AI-ekonomisi” ifadesi, klasik üretim-tüketim döngüsünün yapay zekâ teknolojileriyle yeniden şekillendiği, veri temelli ve algoritmik karar alma süreçlerinin ekonomik değer yarattığı yeni bir paradigma anlamına gelir).

Yeni Kamu Malları: Açık veri setleri, etik algoritmalar, dijital altyapı ve regülasyonlar artık küresel kamu mallarıdır. Bunları kim sağlayacak? ABD mi, Çin mi, yoksa çok kutuplu bir dijital düzen mi?

Hegemonik Güç Boşluğu: ABD, OpenAI ve Google gibi şirketlerle teknik liderliği sürdürüyor ama küresel etik ve regülasyon konusunda çekingen. Çin, devlet güdümlü AI ile farklı bir model sunuyor. AB ise etik ve regülasyon odaklı ama teknolojik hegemon değil. Sonuç: AI-ekonomisinde hegemonik istikrar eksikliği yaşanıyor.

Kriz Riski: Veri sömürgeciliği, algoritmik eşitsizlik, dijital işsizlik gibi sorunlar, hegemonik koordinasyon eksikliği nedeniyle derinleşiyor. Tıpkı 1930’lardaki gibi, rekabetçi teknoloji savaşları ve dijital korumacılık yükseliyor.

Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), uluslararası ilişkiler ve siyasal ekonomi alanında oldukça etkili bir yaklaşımdır. Teorinin kökeni 20. yüzyılın ortalarına dayanır ve birkaç önemli düşünür tarafından geliştirilmiştir. Hegemonya sadece ekonomik değil, kültürel ve ideolojik bir liderlik biçimi olarak da okunabileceğini unutmamalıyız.

Teorinin Öncüleri ve Gelişim Süreci

Charles P. Kindleberger: 1973 yılında yayımladığı The World in Depression -Depresyondaki Dünya-: 1929–1939 adlı eserinde teorinin temelini attı. Kindleberger, 1929 Büyük Burhan’ının nedenlerinden birinin hegemon bir liderin yokluğu olduğunu savundu. Ona göre, uluslararası sistemin istikrarı için güçlü bir devletin liderlik etmesi gerekir.

Robert Keohane: 1980'lerde, özellikle After Hegemony -Hegemonyadan Sonra- (1984) adlı kitabında teoriyi kavramsallaştırdı. Keohane, hegemonik istikrarın mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, hegemonun yokluğunda da uluslararası iş birliğinin sürdürülebileceğini savundu. Bu, teorinin daha kurumsalcı bir yorumuna kapı araladı.

Robert Gilpin ve Stephen Krasner: Bu iki isim de teorinin gelişiminde önemli katkılar sundu. Gilpin, hegemonun ekonomik ve askeri gücünü vurgularken; Krasner, uluslararası rejimlerin hegemonya ile ilişkisini analiz etti.

Teori özellikle Pax Britannica -Pax Romana’dan esinlenerek Latince’ de “Britanya Barışı” anlamına gelir (19. yüzyılda İngiltere'nin küresel liderliği) ve Pax Americana -II. Dünya Savaşı'nın ardından 1945'ten günümüze kadar Batı dünyasında süregelen ve Birleşik Devletler’ in dünyanın en büyük askeri ve diplomatik gücü olduğu döneme rastlayan görece barış dönemini tanımlamak için kullanılan terim- (20. yüzyılda ABD'nin liderliği) dönemleriyle ilişkilendirilir.

Bu dönemlerde hegemon devletin uluslararası düzeni sağladığı ve kamu mallarını (ticaret düzeni, güvenlik, para sistemi vb.) sunduğu varsayılır.

Kavramsal Temelde hegemonik istikrar, güçlü bir devletin uluslararası sistemde düzeni sağladığı, kuralları koyduğu ve diğer devletlerin bu düzene uyum sağladığı fikrine dayanır.

Hegemonun yokluğu ise kaos, belirsizlik ve iş birliği eksikliği doğurur. Bu konuların tartışmaları yapısal süreçler sürsün veya sekteye uğrasa da tartışmaları bitmeyeceği kaçınılmazdır.

Öncelikle senaryolarda büyük devletler olarak önerilen Rusya, ABD, Çin ve Avrupa Birliği, büyük devlet kavramının tanımına uygun bir şekilde, “büyük devlet” olarak adlandırılamaz. Çünkü bu devletler, hem askerî, siyasi ve ekonomik alanlarda yeterli kapasiteye sahip değildir, hem diğer devletlere kendi iradelerini kabul ettirememektedir, hem de ABD dışındaki diğer ülkeler uluslararası sistemin yapısına ilişkin kapsamlı dış politika gütmemektedir. Bu devletlerin Kısa ve orta vadede, kapasite eksikliklerini gidererek, büyük devlet statüsüne sahip olmaları da mümkün değildir.

Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin yapısına dair modeller hem teorik yaklaşımlara hem de tarihsel gelişmelere göre çeşitlenmiştir. Avrupa Birliği, Çin ve Rusya, çok kutuplu bir sistemin kurulmasını teklif ederken, Amerika Birleşik Devletleri 1990’lardan beri, tek kutuplu sistemin oluşturulması fikri için mücadelesini sürdürmek.

Askeri İttifak olan “AUKUS” (üç üye ülkenin isimlerinin kısaltması), 15 Eylül 2021 tarihinde Avusturalya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından ilan edilen üçlü bir güvenlik paktı antlaşması yapıldı. Paktla birlikte, ABD ve Birleşik Krallık, Avusturalya’yı destekleyerek Nükleer enerjili denizaltılar geliştirmesine ve konuşlandırmasına yardım etmeyi ve Pasifik bölgesinde Batı'nın askeri varlığına katkıda bulunmayı hedefliyor. Avustralya başbakanı Scott Morrison, İngiltere başbakanı Boris Johnson ve ABD başkanı Joe Biden'ın ortak açıklamasında başka bir ülkeden isim geçmemesine rağmen, kimliği belirsiz Beyaz Saray kaynakları, bunun Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki etkisine karşı koymak için oluşturulduğunu iddia etti. Ancak İngiltere başbakanı Boris Johnson parlamentoya, paktın Çin'e karşı bir tepki amacıyla oluşturulmadığını söyledi. 17 Eylül 2021'de, Avustralya'nın Fransa ile olan denizaltı anlaşmasını iptal etmesi nedeniyle Fransa, Avustralya ve ABD'deki büyükelçilerini geri çağırarak paktın kurulmasını "arkadan bıçaklama" olarak nitelendirdi.

Anlaşma, yapay zekâsiber savaş, sualtı yetenekleri ve uzun menzilli saldırı yetenekleri gibi kilit alanları kapsıyor. Ayrıca, nükleer savunma altyapısında (muhtemelen Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık ile sınırlı olan) bir nükleer bileşen de içermektedir. Anlaşma, askeri yeteneklere odaklanacak ve onu Yeni Zelanda ve Kanada'yı da içeren Five Eyes -beş İngilizce konuşan ülke arasında bir istihbarat paylaşım ittifakıdır- istihbarat paylaşım ittifakından ayıracak

Çok kutupluluk baskısı giderek artıyor gibi görünüyor. 2025 Münih Güvenlik Raporu’na göre dünya, ABD liderliğindeki tek kutuplu düzenden uzaklaşarak daha karmaşık ve çok aktörlü bir sisteme doğru evriliyor

Çok Kutupluluğun Artışına Dair Bulgular baktığımızda şunları sayabiliriz.

Güç Dağılımı Yayılıyor: Artık sadece ABD ve Çin değil; Avrupa Birliği, Hindistan, Rusya, Japonya, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler de küresel meselelerde daha fazla söz sahibi oluyor.

İdeolojik Bölünmeler Derinleşiyor: Liberal değerlerin küresel sistemdeki etkisi azalırken, milliyetçi popülizm birçok ülkede yükseliyor. Bu da uluslararası iş birliğini zorlaştırıyor.

ABD’nin Rolü Tartışmalı: ABD’nin küresel liderlikten çekilme eğilimi, özellikle Trump’ın ikinci başkanlık döneminde, çok kutupluluğu hızlandırabilir ve Avrupa’daki ittifakları zorlayabilir3.

Çin’in Yükselişi: Çin, çok kutuplu düzenin en güçlü savunucularından biri olarak görülüyor. Askeri gücü ve küresel ittifak stratejileriyle Batı’ya karşı alternatif bir düzen kurma çabasında.

Bu gelişmeler, küresel düzenin daha öngörülemez ve karmaşık hale geldiğini gösteriyor. Daha fazla aktörün sahneye çıkması hem fırsatlar hem de çatışma risklerini yaratıyor. Uluslararası ilişkilerde esneklik ve stratejik denge kurmak artık daha zor ama aynı zamanda daha kritik durumları meydana gelmesi kaçınılmazlıkları ortaya çıkartıyor.

Anadolu Ajansından Bahattin Gönültaş’ın, 12.Şubat, 2025 tarihli Acil Gündem- Son Dakika Haber Acil Afet Haberleri Sitesin de “Münih Güvenlik Raporu 2025: Dünyada Çok Kutupluluk Süreci ve Artan Gerilimler” başlıklı yazısında “Çok kutupluluğun sadece yükselen güçlerin artan etkisinde değil, aynı zamanda liberal değerlerin hem uluslar içinde hem de küresel sistem genelinde hakimiyetini kaybetmesiyle ideolojik bölünmelerin genişlemesinde de kendini gösterdiğinin belirtildiği raporda, “Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu dönemi şekillendiren siyasi ve ekonomik liberalizm artık şehirdeki tek oyun değil. Pek çok liberal demokraside milliyetçi popülizmin yükselişinin de gösterdiği gibi, içeriden giderek daha fazla karşı çıkılıyor.” değerlendirmesinde bulunuldu.

1. Çok Kutuplu Düzenin Derinleşmesi

-ABD, Çin, AB, Hindistan ve Rusya gibi güç merkezleri, küresel karar alma süreçlerinde daha belirleyici hale geliyor.

-Güç dengesi artık sadece askeri değil; ekonomik, teknolojik ve kültürel alanlarda da şekilleniyor.

-Küresel rekabet, hegemonya mücadelesinden çok bölgesel nüfuz alanları üzerinden yürütülüyor.

2. Teknoloji Temelli Yeni Rekabet Alanları

-Yapay zekâ, kuantum bilişim, biyoteknoloji gibi alanlar yeni “jeoteknolojik” rekabet sahaları haline geliyor.

-Siber güvenlik ve veri egemenliği, devletlerin ulusal güvenlik stratejilerinin merkezine yerleşiyor.

-Dijital para birimleri ve blok zincir teknolojileri, küresel finans sistemini dönüştürme potansiyeline sahip.

3. Küresel Sorunlara Ortak Çözümler mi, Ayrışma mı?

klim krizi, pandemi, göç dalgaları gibi sınır tanımayan sorunlar, uluslararası iş birliğini zorunlu kılıyor.

-Ancak milliyetçi ve korumacı politikalar, küresel dayanışmayı zayıflatabilir.

“Koalisyonlar Dönemi” olarak adlandırılan bu süreçte, sabit bloklar yerine esnek iş birlikleri öne çıkıyor.

4. Yeni Normlar ve Değerler Mücadelesi

-Liberal demokrasi ile otoriter yönetim biçimleri arasında ideolojik rekabet derinleşiyor.

İnsan hakları, ifade özgürlüğü ve dijital mahremiyet gibi konular, küresel tartışmaların merkezinde.

-Kültürel kimlikler ve medeniyet temelli ayrışmalar, Huntington’ un öngördüğü gibi yeni çatışma biçimlerine yol açabilir.

5. Olası Senaryolar


Temel Uluslararası Sistem Modelleri baktığımızda takribi altı çeşit farklı anlayış ile karşılaşırız.



1. Çok Kutuplu Düzen (Multipolarity)

Tanım: Gücün birkaç büyük aktör arasında dağıldığı, tek bir hegemonun olmadığı bir sistem.

Öncü Aktörler: Çin, Rusya, Hindistan, AB.

Avantajı: Küresel dengeyi artırabilir, hegemonik müdahaleleri azaltabilir.

Eleştiri: Güç mücadelesi ve bölgesel çatışmalar artabilir.

2. Küresel Güney Merkezli Düzen

Odak: Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki gelişmekte olan ülkelerin tarihsel dışlanmışlığına karşı bir denge kurma.

Araçlar: BRICS, G77, Güney-Güney iş birliği.

Vizyon: Sömürge sonrası adalet, kaynakların eşit paylaşımı, kültürel çoğulculuk.

Eleştiri: Kurumsal kapasite ve ortak vizyon eksikliği.

3. Barışçıl Anarşi ve Ağ Temelli Düzen

Kuramcılar: Hedley Bull, Richard Falk gibi düşünürler.

İddia: Devlet merkezli sistem yerine, ağlar, STK’lar, yerel topluluklar ve bireylerin daha etkin olduğu bir yapı.

Örnek: Dijital diplomasi, iklim aktivizmi, transnasyonel -ulus-aşırı ya da ulus-devlet sınırlarını aşan- hareketler.

Eleştiri: Devlet dışı aktörlerin meşruiyeti ve hesap verebilirliği belirsiz.

4. Normatif (Kural Koyucu) Pluralizm (Çoğulculuk) ve Kültürel Çoğulculuk

Temel: Evrensel değerler yerine, kültürel bağlamlara göre şekillenen normlar.

Öneri: Batı dışı felsefelerin (Konfüçyüsçülük, Ubuntu, İslam düşüncesi) uluslararası düzene katkısı.

Avantaj: Kültürel hegemonya yerine karşılıklı tanıma ve saygı.

Zorluk: Normların çatışması ve evrensel insan haklarıyla gerilim.

5. Ekolojik ve Post-Kapitalist Düzen

Odak: Ekolojik sürdürülebilirlik, yerel üretim, kolektif refah.

Kuramcılar: Vandana Shiva, Jason Hickel, Arturo Escobar.

Araçlar: Degrowth (büyüme karşıtı ekonomi), ekolojik diplomasi, yerel bilgi sistemleri.

Eleştiri: Küresel rekabet ortamında uygulanabilirliği sınırlı olabilir.

6. Demokratik Kozmopolitanizm (dünya yurttaşlığı)

Kuramcılar: David Held, Daniele Archibugi.

İddia: Uluslararası kurumların demokratikleştirilmesi, halkların doğrudan temsili.

Öneri: BM reformu, küresel vatandaşlık, dijital oylama sistemleri.

Eleştiri: Devlet egemenliğiyle çelişebilir, teknik altyapı eksikliği.

Aşağıda, uluslararası düzene dair öne çıkan 6 alternatif modelin avantajları ve dezavantajlarını karşılaştırmalı biçimleri.

Alternatif Uluslararası Düzen Modelleri: Avantaj & Dezavantaj Tablosu


Sonuç

Yeni Düzenin Kurucuları Kim Olacak?

Soğuk Savaş sonrası dönemde ülkelerin güvenlik tehditlerinin değişime uğramasıyla, küresel güvenlik politikalarında eski güvenlik kuralları yerine, çıkarları doğrultusunda ki güvenlik politikalarının değişim içerisine girmiştir. İki kutuplu yapısal düzen içerisinde inşa edilen ortak güvenlik tehditleri yerini çok kutuplu yapısal düzene bırakmıştır. Devletlerin düşmanlarını doğruda tanımlayamadığı, hibrit ve asimetrik güvenlik tehditlerin ön plana çıktığı yeni bir düzen ortaya çıkmaya başlaması ile kaotik bir düzen içerisinde farklı güvenlik politikaları üzerinde çalışmaları askeri, ekonomik, teknolojik ve siber teknoloji -dijital sistemleri koruma, denetleme, analiz etme ve saldırılara karşı savunma sağlama amacıyla kullanılan teknolojik araçlar, yazılımlar ve yöntemler- gelişimler üzerinden savaşmalar ortaya çıktı.

Ekonomist Dr. Bekir Tamer Gökakp, Dünya Gazetesi 07 Kasım 2025 “Küresel finansın yeni silahı: Borç tuzağı” başlığıyla yazdığı yazısında dediği gibi Ülkeleri bekleyen durumlarını anlatmakta. “Bir zamanlar sınırlar, ordularla genişletilirdi; bugünse borç­larla daraltıldığına şahit oluyo­ruz. 21. yüzyılın en etkili silahı artık tanklar, füzeler ya da uçak­lar değil, “finansal taahhütler”. Krediler, hibeler, swap anlaşma­ları ve fon girişleri; küresel siste­min yeni diplomatik cephanesini oluşturuyor. Devletler artık aske­ri işgal yerine, kredi sözleşmele­riyle nüfuz kuruyor. Bu yeni çağ­da savaş meydanları borsalar, cepha­neler ise merkez bankalarıdır.

Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimi, yalnızca ticaret yollarını değil, et­ki alanlarını da yeniden inşa edi­yor. Pekin’in sunduğu krediler, dü­şük faiz ve uzun vadeli geri ödeme koşullarıyla cazip görünse de perde arkasında ciddi bir politik mühen­dislik yatıyor. Afrika’dan Asya’ya, onlarca ülke bu krediler sayesinde altyapı projeleri başlattı, limanlar ve otoyollar inşa etti. Ancak vade geldiğinde tablo değişiyor: borçlar ödenemeyince, teminat gösterilen stratejik varlıklar Çin’in kontrolü­ne geçiyor.

Sri Lanka’nın Hambantota Lima­nı artık bir simge hâline geldi: öde­nemeyen borç karşılığında liman 99 yıllığına Çin’e devredildi. Benzer örnekler Kenya, Zambiya ve Laos gibi ülkelerde de yaşanıyor. Pekin bu modeli “kalkınma ortaklığı” ola­rak tanımlasa da birçok ekonomist bunu “borç kolonizasyonu” olarak nitelendiriyor. Zira borç, sadece ekonomik değil; egemenlik alanına nüfuz eden bir araç hâline geliyor.

ABD’nin küresel finans üzerinde­ki kontrolü, görünmez bir impara­torluğun dayanağı. Doların rezerv para statüsü, Washington’a ekono­mik olduğu kadar siyasi üstünlük de kazandırıyor. Bugün herhangi bir ülkenin uluslararası ödeme siste­minden dışlanması, fiilen küresel ti­caretten kopması anlamına geliyor. SWIFT sistemine erişim, artık bir güvenlik meselesi kadar politik bir baskı aracına dönüşmüş durumda”. [22]

Askeri güçlülük, finansal ve teknolojik açıdan yoksun olan Ülkelerde çare ararken kendilerince cazip gibi görünen, kendilerince doğru sandıkları yollarda çarelerini arakken, “kalkınma mı, kelepçe mi” kıskacı içine çekilmekte olduklarının farkına varamadan, kaosun dişleri arasına düştüklerini, çok sonra farkına varıyorlar.  Artık tedbire almak için çok geç oluyor. Yaptırımlar, dondurulan varlık­lar, uluslararası banka lisanslarının iptali vs. Bunlar artık diplomatik no­ta kadar etkili silahlar. ABD, “finan­sal ambargo” ‘yu başlatarak, uluslararası yaptıkları anlaşma gereği verdikleri taahhütlülerin ve/veya söylenenleri yerine getirmekten başka yapabilecekleri bir yolun yok olduğunu anlıyorlar.

Küresel de hakimiyet mi yoksa Küresel de liderlik mi yerine: Yeni Dünya Düzeninde değişen dinamikler, küresel sistemin hem yapısal hem de kültürel temellerini sarsarak çok katmanlı bir dönüşüm yaratıyor. 21. yüzyılın ekonomik politikan “krediyle kontrol” mantığı üzeri­ne kurgulanıyor. Faiz oranları, temer­rüt riski, SWIFT erişimi, yatırımların önünün açılabilmesi için kredi no­tu... Bunların hepsi kıskaca alınan ülkelerin üzerindeki baskıyı artırarak, gelecekteki kendi ülke çıkarları doğrultusunda istenilenleri yapmalarını sağlamaktır. Bu dönüşüm, sadece devletler arası ilişkileri değil, bireylerin yaşam biçimlerini, teknolojik altyapıları ve kolektif bilinç düzeyini de etkilemektedir.

Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha zor ve güç, daha kurulu/kabul görmüş düzeni bozucu, ama aynı zamanda tüm dünyanın gözü önünde göstere göstere, daha açık olacağını söyleyen Immanuel Wallerstein ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu’ kitabında, “Birinci öncül şu: Bütün sistemler gibi tarihsel sistemler de ölümlüdür. Bir başlangıçları, uzun bir gelişmeleri ve dengeden uzaklaşıp çatallanma noktalarına ulaştıkça yaklaştıkları bir sonları vardır. İkinci öncül, bu çatallanma noktalarında iki şeyin geçerli olduğudur: Küçük girdiler büyük çıktılar yaratır (oysa sistemin normal gelişme zamanlarında, büyük girdiler küçük çıktılar yaratır) ve bu tür çatallanmaların sonucu bünyevi olarak belirsizdir. Üçüncü öncül ise Modern dünya sisteminin, tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiş olduğu ve varlığını elli yıl daha sürdürmesinin pek muhtemel olmadığıdır. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu an içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyoruz, ama geçiş döneminde ortaya sürülen peyler son derece yüksek, sonuç son derece belirsiz ve küçük girdilerin çıkacak sonucu etkileme yeteneği son derece büyük olduğu için, geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz”. [23]

Kutuplaşma, yalnızca bir bölünme değil; aynı zamanda bir yön arayışıdır. Bugünün çatışmaları, yarının uzlaşma zeminini hazırlayabilir. Dünya düzeni, artık tek merkezli bir yapıdan çok, çoklu aktörlerin ve yerel kolektiflerin belirleyici olduğu bir ağ sistemine doğru evriliyor. Bu evrim, sadece politik değil; etik, kültürel ve teknolojik boyutlarıyla da yeni bir paradigma gerektiriyor. Yazının sonunda, şu soruyla baş başa kalıyoruz: Yeni düzenin kurucuları kim olacak — eski güçler mi, yoksa yeni kolektif bilinçler mi?

Yön Arayışında Kolektif Bilinç ve Alternatif Gelecekler

Kutupluluk, bir sonuç değil; bir süreçtir. Bu süreç, kırılma noktalarında şekillenir ve her kırılma, yeni bir yön arayışını beraberinde getirir. Bugün karşı karşıya olduğumuz kutuplaşma biçimleri, yalnızca politik değil; aynı zamanda etik, kültürel ve epistemik düzeyde bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılmaktadır.

Bu yazı, mevcut dünya düzeninin sınırlarını sorgularken, alternatif geleceklerin mümkünlüğünü de tartışmaya açmaktadır. Yön arayışı, yalnızca stratejik değil; kolektif bilinçle örülmüş bir etik sorumluluk çağrısıdır. Yeni dünya düzeni, ancak bu çağrıyı duyanlar tarafından şekillendirilebilir.

“Sorunlarla dövüşmeyin” diyen, İsmet İnönü’nün özellikle 1960’lı yıllarda demokrasi ve muhalefet görevine dair yaptığı konuşmalarda sorunlarla kavga etmek yerine onları çözüm odaklı ele almak gerektiğini vurgulamıştır. Kısaca: “Sorunlarla dövüşmeyin”. Önce sorunu anlamamız, sonra kendimize sorunu net bir şekilde tanımlamamız ve ardından çözmemiz gerektiğini bilmeliyiz.

 

Erdem Şeneroğlu, 19 Kasım 2025



Kaynakça:

[01]       Braudel, F. (1996). Medeniyet ve Kapitalizm, çev. Mustafa Özel, İz, İstanbul.

[02]       (a.g.e) ALGIN, Olcan., (2019), Fernand Braudel ve T 8A.Garih Bilimine Katkıları, Gelecek Bilim (Bilim İletişim Platformu),

[03]       (a.g.e) Machiavelli, N. (2008). Prens. Can Yayınları.

[04]       Çiftçi, K. (2018). Westphalia-Sistemi” ne Karşı “Millet-Sistemi” Söylemi ve Soğuk Savaş Sonrasında “Uluslararası Siyaset. Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 10(19), 685-705.

[05]       Kutlu, E. (2023). Uluslararası ilişkiler disiplininin evrimine genel bir bakış. İzmir Sosyal Bilimler Dergisi, 5(2), 67-76.

[06]       Kenneth Waltz George H Ouester, K. (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi/George H. Ouester, Çeviren: Ersin Onurlandıran.

[07] https://orwell.ru/library/articles/ABomb/english/e_abomb

[08]       Uygur Araştırma Enstitüsünün, (2025) “Çok Kutuplaşmanın Kırılgan Senfonisi: Bir Çağa Derin Bakış”, https://uysi.org/tr/2025/10/09/cok-kutuplulasmanin-kirilgan-senfonisi-bir-caga-derin-bakis/

[09]       Yakın Doğu Haber web sitesi, “Putin, çok kutuplu yeni dünya düzeninin altı ilkesini açıkladı”, https://ydh.com.tr/d/31326/putin-cok-kutuplu-yeni-dunya-duzeninin-alti-ilkesini-acikladi

[10]       https://www.e-ir.info/2010/01/08/hegemonic-stability-theory-and-the-20th-century-international-economy/

[11]       Johannes Schmidt, THE HILL Web Sitesinde 18/11/24 tarihinde “21. yüzyıl için bir Monroe Doktrini”

[12]       GÖKTAŞ., Merve Güllü, (2023) Dakdilo1984 web sitesi        https://daktilo1984.com/yazar/mervegullugoktas/

[13]       GÜRDENİZ., Cem. (01.03.2023), “Çok Kutuplu Dünya Düzenine Doğru Yeni Dönemeç” Dağarcık Türkiye Önce Türkiye, Web sitesi, https://dagarcikturkiye.com/2023/03/01/cok-kutuplu-dunya-duzenine-dogru-yeni-donemec-2/

[14]       Erdem Şeneroğlu Blogger, 8 Şub 2023 “Demokrasiye çeyrek kala...”

[15]       Ece Berfin Ergezer, Münih Güvenlik Raporu 2025: “Çok Kutupluluk”

[16] https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/gucler_dengesi_ve_kutupluluk

[17]       Duman, M. (2002). Hegemonya ve Güçler Dengesi Bağlamında Uluslararası Siyaset ve İktisat İlişkileri. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (4), 1-16.

[18]       Kenneth Waltz George H Ouester, K. (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi/George H. Ouester, Çeviren: Ersin Onurlandıran.

[19]       Aydın, M. (1996). ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE YAKLAŞIM, TEORİ VE ANALİZ. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 51(01).

[20]       AKÇAM, A. (2010). ANADOLU RÖNESANSI’NDA KÖY ENSTİTÜLERİ.

[21]       Freire, P., Hattatoğlu, D., & Özbek, E. (1991). Ezilenlerin pedagojisi. Ayrıtı yayınevi.

[22]       Gökakp, B. Tamer, (07 Kasım 2025), Dünya Gazetesi “Küresel finansın yeni silahı: Borç tuzağı”, https://www.dunya.com/kose-yazisi/kuresel-finansin-yeni-silahi-borc-tuzagi/801916

[23]       Wallerstein, I. (2000). Bildiğimiz dünyanın sonu: yirmi birinci yüzyıl için sosyal bilim. Metis Yayınları.