Kutupluluk (uluslararası ilişkiler), Kırılma Noktası,
Yeni Dünya Düzeninin Eşiğinde Kutuplaşma ve Yön Arayışı Kurallara Dayalı
Uluslararası Düzen ve Yeni Dünya Düzeni
21.Yüzyılın ilk çeyreği, küresel
düzenin çözülme sürecine tanıklık ediyor. Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu
hakimiyetin yerini çok kutuplu, belirsizliklerle dolu bir yapı alırken; ulus
devletler, teknolojik devrimler ve kolektif hafıza arasındaki gerilimler yeni
bir paradigma arayışını zorunlu kılıyor. Bu yazı, kutuplaşmaların sadece
jeopolitik değil, aynı zamanda epistemolojik ve etik düzeyde nasıl
şekillendiğini sorguluyor.
21.yüzyılın ilk çeyreği, uluslararası
ilişkilerde yalnızca güç dengelerinin değil, anlam haritalarının da yeniden
çizildiği bir döneme işaret ediyor. Kutupluluk, artık sadece askeri veya
ekonomik eksenlerle değil; epistemolojik, kültürel ve etik düzeyde de kendini
gösteriyor. Bu metin, küresel sistemin kırılma noktalarında beliren yeni
kutuplaşma biçimlerini ve bu kutuplaşmaların yön arayışına nasıl evrildiğini
sorgulamak üzere kaleme alındı.
Yazının amacı, klasik kutupluluk
teorilerini aşarak, güncel jeopolitik gerilimleri kolektif hafıza, etik
sorumluluk ve demokratik tahayyül bağlamında yeniden düşünmektir. Bu bağlamda,
sadece devletlerarası ilişkileri değil; birey-toplum-devlet üçgeninde oluşan
yeni yönelimleri de ele almak hedeflenmiştir. Dünya düzeni nereye evriliyor? Bu
evrim, insanlık için ne tür bir gelecek vaat ediyor?
-Kutuplaşmanın Anatomisi: Jeopolitik
ve Kültürel Gerilimler
Jeopolitik düzlemde ABD-Çin rekabeti,
Rusya’nın Avrasya stratejisi ve Avrupa’nın iç krizleri, çok merkezli bir güç
yapısına işaret ediyor. Kültürel düzlemde ise kimlik politikaları, göçmen
karşıtlığı ve dijital kutuplaşma, toplumlar arası empatiyi zayıflatıyor. Bu
gerilimler, yalnızca devletler arası değil; bireyler arası mikro düzeyde de
yeni çatışma biçimlerini doğuruyor.
-Düzenin Krizi: Hegemonya mı, Ağ
Toplumu mu?
Geleneksel dünya düzeni, Batı
merkezli liberal normlara dayanıyordu. Ancak bu normlar, küresel güneyin
taleplerini karşılamaktan uzak. Manue Castells’in “ağ toplumu”
kavramı -ağa dayalı bir toplumsal yapı, dengesini bozmaksızın yeniliklere
gidebilecek, son derecede dinamik, açık bir sistem olarak tanımlamaktadır.
Castells'in tezinde ağ toplumunu açıklarken savunduğu; “Ağ toplumunda kişisel
kimlik daha açık bir mesele haline gelir”-, yeni düzenin merkezsiz, çok
aktörlü ve dijital temelli olabileceğini öne sürüyor. Bu bağlamda, düzenin
krizi aynı zamanda yeni bir demokratik tahayyülün doğum sancısı olabilir.
-Alternatif Düzen Arayışları:
Kolektif Bilinç ve Yerel Direnişler
Yerel bilgi kolektifleri, dijital platformlar ve taban hareketleri; düzenin yeniden tanımlanmasında önemli rol oynayabilir. Paulo Freire’nin “eleştirel pedagojisi” -toplumu dini liberalizm ve Marksist düşünce üzerinden analiz ederek “Eleştirel Bilinçlenme” kavramını geliştirdi. Bu yaklaşım, bireylerin çevrelerini analiz etmelerini ve kolektif hareket etmelerini sağladı- ve Paul Connerton’un “kültürel hafıza” kuramı, kolektif bilinç inşasında teorik dayanaklar sunar. Bellek toplumsal bir boyut da taşımaktadır. Çünkü toplumlar, onları oluşturan bireylerin bellekleriyle şekillenir. Bu alternatifler, yalnızca politik değil; etik ve epistemolojik bir yeniden yapılanmayı da içerir.
Dünya, tarihsel olarak düzen ve kaos arasında salınan bir denge
arayışının sahnesi oldu. Bugün ise bu sahne, derinleşen kutuplaşmalarla yeniden
şekilleniyor: jeopolitik gerilimler, ekonomik eşitsizlikler, dijital hegemonya
ve kültürel çatışmalar, mevcut düzenin sınırlarını zorluyor. Burada, dünya
düzeninin nereye evrileceğini sorgularken, kutuplaşmanın yalnızca bir kriz
değil, aynı zamanda yeni bir düzenin doğum sancısı olabileceği fikrini
tartışmaya açıyor. Hangi aktörler bu dönüşümde belirleyici olacak? Hangi
değerler yeni düzenin temelini oluşturacak? Ve en önemlisi: bu düzen, gerçekten
“daha adil” olabilir mi?
Yaşadığımız gerçek dünya ile, bize bu
gerçek dünyayı daha iyi algılama ve öğrenme ümidini veren yöntemler arasında
çok sıkı bir bağ olduğu meselesi tarih metodolojisine getirdiği yenilikler,
Akdeniz ve “II. Felipe Çağında Akdeniz Dünyası” isimli doktora teziyle
gelmiş geçmiş en önemli tarihçilerden kabul edilen Fernand Braudel, Ekonomi
Tarihsel Sistemler ve Medeniyetler Merkezi’nin 1976’da kurulmasından beri
yaptığı çalışmaların temelini oluşturmuştur.
Soğuk Savaş Hem sosyal bilimler içerisinde hem de tekil
olarak tarih disiplini üzerinde geniş yankı uyandırmış bir sosyal bilimci olan
Braudel ‘Medeniyet ve Kapitalizm’ kitabında, dünü, bugünü ve yarını bir
arada ele alıp çözümleme yapmazsanız anlaşılamaz olduğunu anlatmaktadır. “Bugünü anlamak için bütün tarihi
gereklerini seferber etmek zorundayız. Bu seferberlik sürecinde tarihi, farklı
kademelerde oldukça farklı hızlarla ilerleyen eşzamanlı süreçlere göre yeniden
tasnif edilmeli. Bu çeşitli yönelimler üç ana kademede meydana geliyor”. [01]
Dünya’da ki tarihsel değişim süreçlerini üçlü birer katman olarak anlamalıyız.
Kısaca üst üste; en alt, orta kat ve üst kat olarak belirlemeliyiz. En alt
katta, insanlığın tarımsal, ‘denizsel’ ve demografik çevresindeki ağır ve
uzun-vadeli Zaman: Longue Duree (Uzun Süre) değişmeler yer alıyor. Braudel’ e göre, “Jeolojik zaman anlayışı
coğrafi zamanın tarihidir”. [02] Ara katta, binlerce yıl boyunca değil de bir
veya iki yüzyıl içerisinde, oluşan orta-vadeli iktisadi ve kültürel kaymaların
bulunuyor. Üst kata ise bütün kısa-vadeli ‘Zaman: Konjonktür’
dalgalanmalar ve geleneksel anlamdaki ‘olaylar’ yerleşmekte olduğunu
yazmaktadır. “Braudel’e göre yüzeysel kalmış bir tarihtir. Braudel olayları
ateş böceklerine benzetmişti. Ateş böcekleri karanlığın içerisinde ışık
yayarlar ancak içinde bulundukları karanlığı tam olarak aydınlığa
çeviremedikleri gibi ışıklarının ötesinde karanlık egemenlik sürerdi”. [a.g.e]
Ayrıca Braudel tarihsel zamanların yanında mekâna da önem vererek “Global
Tarih” kavramını da oluşturmuştur. “Bu bir tarihsel kavram değil Braudel’
in formülleştirdiği bir idealdir ve tarih yazımına metodolojik bir yaklaşımdır.
Global Tarih dünyanın bütününün bir tarihini yazma anlayışı değildir. Bir
sorunla karşılaşıldığında inceleme esnasında konunun dışına sistematik bir
şekilde çıkabilmekle alakalıdır”. [a.g.e]
Tarih bilimi ile ilişki içinde yol alır. Tarihin zaman kronolojisinde (Kronolojik sıralama tarihi aydınlatarak, olayların doğru algılanmasını hedefler), geçmişi anlamamız ve geleceği tahmin etmemiz bizlerin davranışlarını şekillendirir. Buna örnek vereceksek: Floransalı yazar Niccolò Machiavelli tarafından 1513 yılında yazılan ve politika hakkında yazılmış bilimsel bir inceleme kitap olan ve asıl adı "De Principatibus" (Prenslikler Hakkında) olup ancak 1532 yılına, Machiavelli'nin ölümünden 5 yıl sonra basılmıştır. Kitap, ayrıca daha sonra ortaya atılan "Makyavelist düşünce" -gücün kazanılması ve sürdürülmesinde ahlaki kuralların esnetilebileceğini veya tamamen göz ardı edilebileceğini savunan- teriminin temelini oluşturmaktadır. Machiavelli ‘Prens’ kitabında “Orta Çağ’ın dağınık derebeyliklerinin yerini yavaş yavaş merkezî yönetimler alıyor; Avrupa uluslarının genel çizgileri belirginlik kazanmaya başlıyor; modern devlet kavramı doğuyordu”.[03]
Machiavelli’ye göre, bütün devletlerin yönetilmesinin
temelini, iyi yasalar ve iyi ordular oluşturulmalıdır. İyi yani güçlü orduların
olmadığı yerde iyi yasalar da olamaz diyerek, devletin ana kolonlarından birini
tarifini yapmıştır. “Machiavelli’ye göre, yönetenler için “insanlar hep
başkalarının açtığı yollarda yürür ve eylemlerinde taklitle yol alırlar…
Sağduyulu bir kişi, her zaman büyük insanların açtığı yollardan gitmeli ve en
kusursuz kişileri taklit etmeli”. [a.g.e] demekte.
Uluslararası
İlişkiler
Uluslararası ilişkiler, dünyadaki bütün insanlarla ve
kültürlerle ilgili olduğu için büyüleyici bir konu olduğu kaçınılmazdır. Bu
farkı gruplar arasındaki etkileşimlerin kapsam ve karmaşıklığı, azımsanmayacak
bir şekilde, uluslararası ilişkileri hâkim olunması zor bir konu yapar.
Dar anlamıyla uluslararası ilişkiler alanı, uluslararası
ilişkiler disiplininin dar anlamdaki tanımını özetler. Bu ilişkiler,
diğerlerinden soyutlanmış bir biçimde anlaşılamaz. Bu ilişkiler, diğer
aktörlerle -uluslararası örgütler, çok-uluslu şirketler ve bireyler gibi-,
diğer toplumsal yapı ve süreçlerle -iktisat, kültür ve iç siyaset gibi- ve
coğrafî ve tarihsel etkilerle yakından bağlantılıdır. Bu unsurlar, uluslararası
ilişkilerin günümüzdeki temel eğilimi olan küreselleşmeye güç verir.
Küreselleşmenin doğruluğu veya yanlışlığının tartışılması da ayrı bir konudur.
Uluslararası İlişkiler disiplini, modern anlamda 1919 yılında
İngiltere'de Galler Üniversitesi Aberystwyth kampüsünde kurulan ilk
Uluslararası İlişkiler kürsüsüyle akademik bir alan olarak ortaya konmuştur. Bu
tarih, disiplinin bağımsız bir bilim dalı olarak kabul edildiği milat olarak
görülür.
“İki savaş arasında ki dönemde Uluslararası İlişkiler,
Wilson’un fikirleri çerçevesinde bir liberal küresel dünya barışı tasavvur
edenlerin “ütopya”ları çerçevesinde şekillendirilmiştir. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ise Uluslararası İlişkiler tam bir akademik disiplin haline
gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir süper güç olarak ortaya çıkan ve
küresel boyutta bir dış politika izleyen ABD dış politikasının kuramsal
çerçevesinin oluşturulmasına özellikle “realist” kuram çerçevesinde katkıda
bulunmuştur”. [04]
Realizm, modern uluslararası ilişkilerde hâlâ en etkili ve temel teorik yaklaşımlardan biridir. Özellikle devlet merkezli analizler, güvenlik politikaları ve güç dengesi gibi konularda realizm hem akademik dünyada hem de pratik diplomasi alanında güçlü bir açıklayıcı çerçeve sunar. Realizmin Modern Uluslararası İlişkilerdeki Yerini incelersek:
Devletin Merkeziliği
Realizm, devletleri uluslararası
sistemin ana aktörleri olarak görür. Modern dünyada uluslararası örgütler ve
çok uluslu şirketler önem kazansa da devletlerin egemenliği ve karar alma gücü
hâlâ belirleyicidir.
Güvenlik ve Askeri Güç
Realist teori, güvenliği ekonomik ve
kültürel ilişkilerden önce konumlandırır. NATO’nun genişlemesi, Çin’in askeri
modernizasyonu, Rusya’nın Ukrayna politikası gibi güncel olaylar realizmin
güvenlik eksenli analizini doğrular niteliktedir.
Anarşik* Sistem Varsayımı (Anarşik*: toplumsal otoritenin, tahakkümün,
erkin ve hiyerarşinin tüm biçimlerini bertaraf etmeyi savunan çeşitli politik
felsefeleri ve toplumsal hareketleri tanımlayan sosyal bir terimdir)
Uluslararası sistemde merkezi bir
otorite yoktur; bu da devletleri kendi güvenliklerini sağlama yönünde hareket
etmeye zorlar. Bu durum, iş birliğini zorlaştırır ve rekabeti teşvik eder.
Güç Dengesi Politikaları
Devletler, diğer devletlerin güç
kazanımını dengelemek için ittifaklar kurar veya askeri kapasitelerini artırır.
ABD’nin Asya-Pasifik’teki stratejileri, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi gibi
örnekler bu yaklaşımı yansıtır.
Realizmin Alt Türleri
Neden Ortaya Kondu?
Uluslararası İlişkiler disiplini, özellikle I. Dünya
Savaşı'nın yıkıcı etkileri sonrasında, savaşların nedenlerini anlamak ve barışı
sağlamak amacıyla doğmuştur. Temel motivasyonlar şunlardı:
Barışı kurumsallaştırmak: Savaşın tekrarını önlemek için uluslararası düzeyde
iş birliği ve diplomasiye dayalı bir sistem kurmak.
Devletler arası ilişkileri bilimsel olarak incelemek: Daha önce tarih, hukuk ve siyaset
bilimi içinde ele alınan konuların ayrı bir disiplin olarak sistemleştirilmesi.
İdealist düşünce akımının etkisi: Özellikle savaş sonrası dönemde
barışçıl bir dünya düzeni kurma hayaliyle idealist teoriler ön plana çıktı.
Öncesi ve Sonrası
Öncesinde: Devletler arası ilişkiler uzun süre uluslararası hukuk,
diplomasi ve tarih gibi alanlarda inceleniyordu.
Sonrasında: Disiplin hızla gelişti; realizm, liberalizm, yapısalcılık
gibi teoriler ortaya çıktı ve Soğuk Savaş döneminde daha da kurumsallaştı.
Uluslararası İlişkilerin evrimi nedir?
Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininin evrimi hem tarihsel
olayların hem de düşünsel dönüşümlerin etkisiyle şekillenmiş oldukça zengin bir
süreçtir. Disiplinin gelişimi, savaşlar, ideolojik çatışmalar, küreselleşme ve
teknolojik ilerlemeler gibi faktörlerle sürekli yeniden tanımlanmıştır.
Uluslararası İlişkilerin Evrim Süreci
“Eski çağlardan itibaren siyasal yapılar birbirleri ile
etkileşime girmişler ve muhtelif ilişki biçimleri oluşturmuşlardır. Avrupa’da
1648 Vestfalya düzeni modern uluslararası ilişkiler düzeninin başlangıcı kabul
edilmekle birlikte bu antlaşmadan itibaren geçen üç asırlık süreç sonunda
uluslararası ilişkiler nihayet ayrı bir disiplin olarak belirginleşmiştir.
Uluslararası ilişkiler özerk bir branş ve disiplinlerarası bir disiplin halini
almadan önce alana dair konular hukuk, tarih ve siyaset bilimi disiplinlerinin
sınırlarında ele alınmıştır. Vestfalya’dan itibaren geçen üç yüzyıllık sürede
uluslararası ilişkilerin araştırma ve çalışma alanına haiz özerkliği
tartışılmış ve ayrı bir disiplin olarak belirginleşene dek muhtelif sosyal
bilim alanlarına eklemlenmiştir”.[05]
1. Kökleri: Antik Dönem – 19. Yüzyıl
Antik Çin, Yunan ve Roma uygarlıklarında devletler arası
ilişkiler üzerine düşünceler vardı. Ancak bu dönemlerde Uluslararası İlişkiler
bir disiplin olarak değil, daha çok tarih, felsefe ve hukuk içinde ele
alınıyordu. Makyavel (16. yy) gibi düşünürler, güç ve çıkar temelli devlet
davranışlarını analiz ederek realizmin temellerini attılar.
2. Kurumsallaşma: 1919 – I. Dünya Savaşı Sonrası
1919’da Aberystwyth Üniversitesi’nde ilk Uluslararası
İlişkiler kürsüsü kuruldu. Bu dönem, savaşın yıkıcılığına karşı barışçıl bir
dünya düzeni kurma arzusuyla idealizm akımının yükselişine sahne oldu. Woodrow
Wilson’un 14 ilkesi, uluslararası iş birliği ve Milletler Cemiyeti fikrini
doğurdu.
3. Realizmin Yükselişi: 1930–1945
II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, idealist yaklaşımların
yetersizliğini gösterdi. Hans Morgenthau gibi realist düşünürler, devletlerin
çıkar peşinde koştuğunu ve uluslararası sistemin anarşik olduğunu savundu. Güç
dengesi ve güvenlik öncelikli analizler ön plana çıktı.
4. Soğuk Savaş Dönemi: 1947–1991
İki kutuplu sistem (ABD vs. SSCB) uluslararası
ilişkilerin temel çerçevesini oluşturdu. Neorealizm (Kenneth Waltz) ve
Neoliberalizm (Robert Keohane) gibi teoriler gelişti. Bu dönemde nükleer
caydırıcılık, ittifaklar ve ideolojik bloklar analiz edildi.
5. Post-Soğuk Savaş ve Küreselleşme: 1991–2000’ler
SSCB’nin dağılmasıyla tek kutuplu sistem oluştu (ABD
liderliğinde). Küreselleşme, ekonomik entegrasyon ve ulusötesi aktörlerin (şirketler,
STK’lar) etkisi arttı. Konstrüktivizm gibi yeni teoriler, kimlik, norm ve
söylem gibi unsurları analiz etmeye başladı.
6. 21. Yüzyıl: Çok Kutupluluk ve Yeni Tehditler
Çin, Rusya, AB gibi aktörlerin yükselişiyle çok kutuplu
sistem tartışmaları başladı. Siber güvenlik, iklim krizi, pandemi gibi
geleneksel olmayan tehditler disiplinin odağına girdi. Disiplin daha
disiplinlerarası hâle geldi: ekonomi, çevre, teknoloji ve kültürle iç içe
analizler yapılmaya başlandı.
Teorik Zenginlik
Uluslararası İlişkiler disiplini bugün:
Realizm, Liberalizm, Konstrüktivizm, Eleştirel Teoriler,
Feminist Yaklaşımlar gibi çok sayıda teoriye sahiptir.
Devlet dışı aktörleri (BM, NATO, çok uluslu şirketler,
STK’lar) ve bireyleri de analiz etmektedir.
Realizm kuramının felsefi temelleri, tarih boyunca devlet,
güç ve savaş üzerine düşünmüş dört büyük düşünürün fikirleriyle şekillenmiştir.
Her biri realizmin farklı yönlerine katkı sunmuştur.
Thucydides, (Atinalı tarihçi ve komutan. Peloponez
Savaşı Tarihi adlı eseri, MÖ 5. Yüzyılda Sparta ile Atina arasında
gerçekleşen savaşları MÖ 411 yılına kadar anlatır) (Tukidides) – Güç
ve Korku Üzerine
Eser: Peloponezya Savaşları
Devlet Anlayışı: Devletler çıkarları doğrultusunda
hareket eder; adalet ve ahlak, güç karşısında ikincil kalır.
Realizme Katkısı: Güç dengesinin bozulması savaşlara yol açar. Atina'nın
yükselişi Sparta'yı korkuttu ve savaş kaçınılmaz oldu. Bu, realizmin “güç
dengesi” ve “güvenlik ikilemi” kavramlarının temelidir.
Niccolò Machiavelli – Realpolitik’in (temel olarak
diplomatik veya siyasi politikaların, ideolojik, ahlaki veya etik prensiplere
sıkı sıkıya bağlı kalmaktansa mevcut koşullar ve faktörler göz önünde
bulundurularak yürütülmesi yaklaşımı) Babası
Eser: Prens
Devlet Anlayışı: Devletin bekası her şeyden önce
gelir. Ahlaki normlar değil, başarı ve güç önemlidir.
Realizme Katkısı: Devletler anarşik bir ortamda hayatta kalmak için
gerektiğinde acımasız olmalıdır. Güç kullanımı ve stratejik davranış, realizmin
temel taşlarıdır.
Thomas Hobbes – Anarşi ve Egemenlik
Eser: Leviathan
Devlet Anlayışı: İnsan doğası bencildir; bu yüzden
güçlü bir merkezi otorite (devlet) gereklidir.
Realizme Katkısı: Uluslararası sistemde Leviathan yoktur, yani anarşi
hâkimdir. Devletler kendi güvenliklerini sağlamak zorundadır. Bu, realizmin
“anarşik sistem” varsayımının felsefi temelidir.
Carl von Clausewitz (Prusyalı general ve entelektüel)
– Savaşın Devletle İlişkisi
Eser: Savaş Üzerine (Vom Kriege)
Devlet Anlayışı: Savaş, politikanın başka araçlarla
devamıdır.
Realizme Katkısı: Devletler çıkarlarını korumak için savaş dahil her aracı
kullanabilir. Bu, realizmin güç ve güvenlik odaklı yaklaşımını destekler.
Realizmin temel kavramları olan güç, anarşi, çıkar,
güvenlik ve savaş gibi olgulara tarihsel ve felsefi zemin hazırlamıştır.
Realizm, bu fikirleri modern uluslararası ilişkiler teorisine entegre ederek
devlet merkezli bir dünya görüşü sunar.
Uluslararası ilişkiler bağlamında “uluslararası
aktör” kavramı, yalnızca devletleri değil, uluslararası sistemde bağımsız
karar alabilen, özerk biçimde hareket edebilen ve diğer aktörleri etkileyebilen
tüm birimleri kapsar. Bu tanım hem klasik hem de çağdaş kuramsal yaklaşımlarla
farklı biçimlerde ele alınır.
Uluslararası Aktör Türleri
Kuramsal Yaklaşımlara Göre Aktörlük
Realist kuram: Devlet merkezlidir; diğer aktörler
ikincil önemdedir.
Liberal ve plüralist kuramlar: Devlet dışı aktörlerin etkisini
kabul eder; çoğulcu bir yapı önerir.
Postyapısalcı ve eleştirel kuramlar: Aktörlüğü sabit değil, ilişkisel ve
söylemsel bir süreç olarak görür; örneğin iklim adaleti hareketi gibi merkezi
olmayan yapılar da aktör sayılır.
“Uluslararası ilişkiler teorisi” hem de toplumsal yapıların
dinamikleri açısından çok katmanlıdır. “Kutup” ve “kutuplaşma” kavramları,
sistemdeki güç dağılımı, aktörlerin çıkar çatışmaları ve ideolojik ayrışmalar
gibi temel ihtiyaç ve nedenlerden doğar.
Kutupluluk
Kutupluluk, uluslararası ilişkilerde güç dağılımını
tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Tarihin kronoloji içinde dünya
sisteminde kaç büyük güç/süper güç bulunduğunu ifade eder.
Bu güçlerin sistemi:
Tek kutuplu: (örneğin ABD'nin Soğuk Savaş sonrası
dönemdeki hâkimiyeti),
İki kutuplu: (Soğuk Savaş döneminde ABD ve SSCB),
Çok kutuplu: (19. yüzyıl Avrupa dengesi gibi) olarak sınıflandırılır.
Kavramın Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
Tarihsel kökeni: Kutupluluk kavramı, doğrudan bir kişi tarafından “icat
edilmemiştir”; daha çok uluslararası sistemin analizinde kullanılan bir çerçeve
olarak gelişmiştir.
1648 Vestfalya Antlaşması ile devlet egemenliği uluslararası norm hâline gelmiş
ve güç dengesi düşüncesi temellenmiştir. (Vestfalya antlaşması modern çağın
başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca bu antlaşma ile birlikte otuz yıl
savaşları ve seksen yıl savaşları da sona ermiştir. Vestfalya antlaşması ile
birlikte dini meseleler de çözülmüş olan bir antlaşmadır. Böylelikle Avrupa'da
yaşanan dini karışıklık ve imtiyazlar ortadan kaldırılmıştır. Ticaret ağları da
tekrardan bu antlaşma ile birlikte kurulmuştur).
Soğuk Savaş döneminde (1947–1991), iki kutupluluk kavramı özellikle ABD ve SSCB
arasındaki rekabetle somutlaşmıştır. Bu dönemde kutupluluk, uluslararası
ilişkiler teorilerinde merkezi bir yer edinmiştir.
Realist teorisyenler (örneğin Kenneth Waltz), kutupluluğu sistemin istikrarı
açısından analiz etmiş ve özellikle iki kutuplu sistemin daha öngörülebilir
olduğunu savunmuştur
Kimler Etkili Oldu?
Siyaset
bilimciler, hangi tür uluslararası siyaset
kutuplaşmasının en istikrarlı ve barışçıl sistemi üretme olasılığının yüksek
olduğu sorusunda bir fikir birliğine varamamışlardır.
Kaliforniya Üniversitesi ve Berkeley hem
de Columbia Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan ve uluslararası
ilişkiler alanında en önde gelen bilim adamlarından biri olan Amerikalı
bir siyaset bilimcisi, Kenneth
Waltz ve Amerikalı siyaset
bilimci ve uluslararası ilişkiler uzmanıdır. Chicago
Üniversitesi'nde R. Wendell Harrison Seçkin Hizmet Profesörü, John
Mearsheimer, iki kutupluluğun
nispeten yüksek bir istikrar üretme eğiliminde olduğunu savunanlar arasındadır.
Amerikalı
siyaset bilimci. Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank
Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Profesörü, John Ikenberry ve Amerikalı
siyaset bilimci, William Wohlforth, tek kutupluluğun istikrar aştırıcı etkisini savunanlar
arasındadır.
Çek sosyal ve siyaset
bilimci. MIT, Yale Üniversitesi ve Harvard
Üniversitesi'nde profesör ve WZB Berlin Sosyal Bilimler
Merkezi Direktörlük yapmış olan, Karl Deutsch ve Michigan
Üniversitesi'nde siyaset bilimi profesörü olan Amerikalı bir
profesör J. David Singer gibi bazı akademisyenler, çok kutupluluğun
en istikrarlı yapı olduğunu savundu.
New York Üniversitesi'nde profesör ve Stanford Üniversitesi'nin Hoover Enstitüsü'nde kıdemli araştırmacı, uluslararası ilişkiler alanında “rasyonel tercih teorisi” ve “oyun teorisi” temelli yaklaşımlarıyla tanınan, oldukça etkili bir siyaset bilimci, Bruce Bueno de Mesquita, Görüşleri, klasik realist yaklaşımlardan farklı olarak, aktörlerin davranışlarını matematiksel modelleme ve beklenen fayda hesaplamaları üzerinden analiz etmeye dayanır. Her türlü kutupluluk ile çatışma arasındaki ilişkinin istatistiksel olarak zayıf olduğunu ve bireysel aktörler arasındaki sistemik belirsizlik ve risk tutumlarına kritik bir şekilde bağlı olduğunu savundu.
Kenneth Waltz: Neorealizm kuramının kurucusu olarak kutupluluk kavramını
sistematik biçimde ele alan en önemli akademisyenlerden biridir.
Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği (IPSA), UNESCO
himayesinde 1949 yılında kurulan uluslararası bir akademik dernek, tarafından
hazırlana, 1994 yılında Berlin'de düzenlenen IPSA XVI. Dünya Kongresi'ne
katılanlar, Editörler tarafından düzenlenen 'Disiplinin Durumu' konulu
bir dizi oturumda birçok bölümün ilk sunumlarını dinleme fırsatı buldular. Fred
I. Greenstein ve Nelson W. Polsby'nin derledikleri “Handbook of
Political Science -Siyaset Bilimi El Kitabı” adlı sekiz ciltlik
eserin uluslararası ilişkiler konusuna ayrılmış sekizinci cildinde yer alan iki
ayrı bölümün dilimize çevrilmesinden oluşmuştur. "Uluslararası İlişkiler
Kuramı" adlı birinci bölüm Kenneth Waltz tarafından yazılmıştır. Bu
bölümde, uluslararası ilişkiler alanında "kuram" deyiminden ne
anlaşılması gerektiği ayrıntılı olarak anlatılmakta ve belli başlı uluslararası
ilişkiler kuramları bu açıklamaların ışığında değerlendirilmektedir. İkinci
bölümün yazarı George H. Quester, "Dünya Siyasal Sistemi" ni,
bu sistemin yapısını ve işleyişini de anlatarak gözler önüne sermektedir.
Kenneth Waltz ‘Uluslararası İlişkiler Kuramı’ bölümün
de “Uluslararası ilişkiler alanında kuram yaşıyor mu yoksa can mı çekişiyor?
Bu alanı bilen hemen herkes ikinci görüşe inanma eğilimindedir. Bu, siyasetin
bir bilim değil bir sanat olduğuna ve dolayısıyla siyasal olguları anlamak için
kuramsal izahlardan çok tarihe dayanan bir bilgiye ihtiyaç olduğuna inanan
geleneksel yaklaşım yandaşlarınca böyle kabul edilmektedir. Daha bilimsel
yaklaşımdan yana olan araştırmacılar da daha iyi kuramların kurulabileceğine
inandıkları fakat bunun henüz yapılmadığını düşündüklerinden, aynı görüşü
benimsiyorlar”. [06] Waltz’un temel amacı, devletlerin davranışlarını
açıklamak için sistem düzeyinde bir teori geliştirmekti.
Waltz’un Neorealist (Yapısal Realist) Yaklaşımını şöyle
açıklıyor.
Anarşi Kavramı: Uluslararası sistemin temel düzenleyici ilkesi anarşidir.
Yani, devletler arasında hiyerarşik bir otorite yoktur. Hiçbir devlet diğerini
zorlayamaz; bu durum, güvensizlik ve kendi kendine yeterlilik ihtiyacını
doğurur.
Devletler Üniter Aktörlerdir: Waltz, devletleri işlevsel olarak
benzer, üniter aktörler olarak ele alır. Yani iç politikadan ziyade dış yapının
(sistem) devlet davranışlarını şekillendirdiğini savunur.
Üçüncü Düzey Analiz (Sistem Düzeyi): Waltz’un teorisi, birey (birinci
düzey) ya da devletin iç yapısı (ikinci düzey) yerine, uluslararası sistemin
yapısına (üçüncü düzey) odaklanır. Bu yapı, devletlerin nasıl davrandığını
belirler.
Güç Dengesi ve Güvenlik Arayışı: Devletler, anarşik ortamda hayatta
kalmak için güvenliklerini öncelikli hedef olarak belirler. Bu da iş birliği
yerine rekabeti ve güç dengesi arayışını doğurur.
İki Kutupluluk Tercihi: Waltz’a göre, iki kutuplu sistemler (örneğin Soğuk
Savaş dönemi) çok kutuplu sistemlere göre daha istikrarlıdır. Çünkü ittifaklar
daha sabittir ve yanlış hesaplama riski daha düşüktür.
Dış Politika Teorisinden Ayrışma: Waltz, dış politika teorisinin
bireysel ve içsel faktörlere odaklandığını, oysa uluslararası ilişkiler
teorisinin sistemin yapısal koşullarına dayanması gerektiğini savunur.
Bu yaklaşım, klasik realizmden farklı olarak, devletlerin
içsel motivasyonlarını değil, sistemin yapısal özelliklerini açıklamaya
çalışır. Waltz’ un teorisi, uluslararası ilişkilerde davranışların neden
benzeştiğini ve hangi koşullar altında değiştiğini anlamak için güçlü bir
çerçeve sunar.
Michael Mann, Cambridge University Press (Cambridge
Üniversitesi Yayınları) da “The Sources of Social Power: Volume 4,
Globalizations, (Sosyal gücün Kaynakları: 4. Cilt, Küreselleşmeler
bölümünde)1945-2011”, kitabında; Dört güç kaynağını -ideolojik, ekonomik,
askeri ve politik- birbirinden ayıran bu seri, insanlık tarihi boyunca bunların
birbirleriyle olan ilişkilerini anlatmakta. Michael Mann'ın toplumsal gücün
analitik tarihinin bu dördüncü cildi, 1945'ten günümüze kadar olan dönemi ele
almakta ve savaş sonrası küresel düzenin üç temel dayanağına odaklanıyor: “kapitalizm”,
“ulus-devlet sistemi” ve “dünyanın geriye kalan tek imparatorluğu Amerika
Birleşik Devletleri”. Bu dönemde “kapitalizm, ulus-devletler ve
imparatorluklar” birbirleriyle etkileşime girmiş ve dönüşmüştür. Mann'ın
temel argümanı, küreselleşmenin tek bir süreç olmadığıdır; çünkü her biri
farklı bir gelişme ritmine sahip olan dört toplumsal güç kaynağının da
küreselleşmesi söz konusudur.
John Mearsheimer: büyük güçler arasındaki etkileşimin
öncelikle anarşik bir uluslararası sistemde bölgesel hegemonya elde
etmeye yönelik rasyonel arzu tarafından yönlendirildiği tanımlayan neorealist (veya
yapısal realist) saldırgan gerçekçilik teorisini geliştirmesiyle
tanınır.
Karl Deutsch, savaş ve barış, milliyetçilik, iş birliği ve iletişim
üzerine çalıştı ve ayrıca siyasal ve sosyal bilimler alanında nicel yöntemlere
ve resmi sistem analizine ve model düşünmeye öncülük etti
E. H. Carr, Hans Morgenthau gibi klasik realistler de güç
dengesi ve kutupluluk üzerine düşünceler geliştirmiştir.
Kısacası, kutupluluk bir kişinin buluşu değil; uluslararası
ilişkiler disiplininin evrimiyle ortaya çıkan ve özellikle 20. yüzyılda teorik
olarak şekillenen bir analiz aracıdır.
İki Kutuplu Dünya Sistemi
Almanya'nın başkenti Berlin'in 26 kilometre
güneybatısında bulunan Cecilienhof Sarayı'nda 17 Temmuz- 2 Ağustos 1945
tarihinde Churchill -Birleşik Krallık Başbakanı, Temmuz
1945'te İşçi Partisi'nin genel seçimi kazanmasından sonra Attlee-, Truman -ABD Başkanı-
ve Stalin -Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri
ve SSCB Halk Komiserleri Kurulu Başkanı- olmak üzere "Big
Three" 'nin (Üç Büyük) katıldığı Potsdam Konferansı'nda çizilen sınırlar,
yalnızca Almanya’yı değil dünyayı da ikiye böldü. Soğuk Savaş da bu yarılmanın
adı oldu. Soğuk Savaş nedir? Dediğimizde, İkinci Dünya Savaşı bitişinden 1990
yıllarına kadar süreli çatışmayı hatırlayanlar için, unutulmayacak hatıralarını
bıraktığını hepimiz hatırlamaktayız. Kısaca bu konferans “İki Kutuplu Yeni
Dünya” anlayışını yerleştirdi.
“Soğuk Savaş” terimi ilk kez İngiliz yazar George Orwell 19 Ekim 1945’te Tribune tarafından Hiroşima ve
Nagazaki'ye atom bombalarının atılmasından sonraki iki ay içinde yayımlanan “Siz
ve Atom Bombası” (İng. You and the Atomic Bomb) isimli makalede; “Kırk ya da elli yıldır, Herbert
George Wells -Bilim kurgu romanlarıyla tanınan sosyalist olduğunu açıkça
söyleyen İngiliz yazar- ve diğerleri, insanın kendi silahlarıyla kendini
yok etme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu ve karıncaları veya diğer bazı sürü
türlerini ele geçirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu konusunda bizi
uyarıyorlar. Almanya'nın harap olmuş şehirlerini gören herkes bu fikri en
azından düşünülebilir bulacaktır. Bununla birlikte, dünyaya bir bütün olarak
bakıldığında, onlarca yıldır sürüklenme anarşiye değil, köleliğin yeniden dayatılmasına
doğru olmuştur. Genel bir çöküşe değil, antik çağın köle imparatorlukları kadar
korkunç derecede istikrarlı bir çağa doğru gidiyor olabiliriz. James Burnham'ın
teorisi çok tartışıldı, ancak henüz çok az kişi onun ideolojik sonuçlarını
-yani, aynı anda fethedilemez ve komşularıyla sürekli bir 'soğuk
savaş' durumunda olan bir devlette muhtemelen hüküm sürecek olan dünya
görüşü, inanç ve sosyal yapı türünü – değerlendirdi”. [07] kullanılmıştır.
20. yüzyılın ikinci yarısını şekillendiren en önemli küresel
rekabetlerden biri olan Soğuk Savaş, yalnızca iki süper gücün Amerika Birleşik
Devletleri (ABD) ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) politik,
askeri, ekonomik ve ideolojik mücadelesiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda
dünyanın dört bir yanında etkileri hissedilen bir sistem çatışması olmuştur.
1945 yılında II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra başlayan bu dönem,
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin
dağılmasıyla sona erdi. Ancak etkileri, şekillendirdiği uluslararası sistem,
güvenlik anlayışı ve ittifak blokları hâlâ günümüzde hissedilmektedir.
Kuruluş Dönemi (1945–1947)
ü II. Dünya
Savaşı'nın Sonu (1945): Almanya’nın yenilgisiyle savaş sona erdi. ABD ve SSCB galip güçler
olarak öne çıktı.
ü Potsdam
Konferansı (1945): Berlin'in
yakınındaki Potsdam’ da gerçekleştirilen ve 'Büyük Üçlü' olarak bilinen
Churchill, Truman ve Stalin'in katıldığı, Almanya’nın bölünmesi, savaş sonrası
Avrupa'nın yeniden şekillendirilmesi ve savaş suçlularının yargılanması, dünya
düzeninin temelleri şekillenmesi atılmıştır ve ideolojik ayrışmanın
belirginleşmesi bu konferansta ele almıştır.
ü Demir
Perdenin Belirmesi: Winston
Churchill’in 1946’daki “Demir Perde” konuşması, Doğu ve Batı arasındaki
bölünmeyi simgeledi.
ü Truman
Doktrini (1947): ABD, komünizmin yayılmasını engellemek için ekonomik ve askeri yardım
politikası başlattı.
ü Marshall
Planı (1948):
Avrupa’nın ekonomik kalkınması için ABD’nin desteği, Batı Avrupa’yı ABD
etkisine soktu.
ü Zirve Dönemi
– Soğuk Savaşın Sertleşmesi (1950–1970)
ü NATO’nun
Kuruluşu (1949):
Batı Blok’unun askeri ittifakı olarak kuruldu.
ü Varşova Paktı
(1955): SSCB
liderliğinde Doğu Blok’unum askeri ittifakı.
ü Berlin Krizi
(1961): Berlin
Duvarı’nın inşası, iki kutuplu sistemin sembolü haline geldi.
ü Küba Füze
Krizi (1962):
Nükleer savaşın eşiğine gelinen en tehlikeli dönem.
Yumuşama ve Denge Dönemi (1970–1980)
ü Detente
Politikası: ABD ve
SSCB arasında gerilimi azaltma çabaları.
ü Helsinki
Nihai Senedi (1975):
İnsan hakları ve sınırların tanınması konusunda uzlaşma.
ü SALT
Anlaşmaları: Nükleer
silahların sınırlandırılması için yapılan görüşmeler.
Çöküş Dönemi (1980–1991)
ü Afganistan
Savaşı (1979):
SSCB’nin Afganistan’ı işgali, Doğu Blok’unun zayıflamasına neden oldu.
ü Reagan
Dönemi: ABD’nin
SSCB’ye karşı ekonomik ve askeri baskıyı artırması.
ü Doğu
Avrupa’da Devrimler (1989): Komünist rejimler birer birer çöktü.
ü Berlin
Duvarı’nın Yıkılışı (1989): İki kutuplu sistemin sembolik sonu.
ü SSCB’nin
Dağılması (1991):
Sovyetler Birliği’nin resmen sona ermesiyle iki kutuplu dünya sistemi çöktü.
‘Soğuk Savaş’, isminden de anlaşılabilen, “Sıcak Savaş”
gibi doğrudan askerî çatışma değil, dolaylı yollarla sürdürülen bir ‘Üstün
Güç’ oluşturma mücadelesiydi.
Britanya'nın 20. yüzyılın başlarında en etkili
diplomatlarından biri olan Sir Esme Howard, İngiltere'nin güç dengesini “16.
yüzyıl boyunca bilinçsizce, 17. yüzyıl boyunca bilinçaltında ve 18-19 ve 20.
yüzyıllar boyunca bilinçli olarak İngiliz politikasının temel taşı olarak
benimsediğini çünkü İngiltere için kendi bağımsızlığını, siyasi ve ekonomik
olarak korumanın tek planını temsil ettiğini” yazmıştır. Howard’ın
Washington büyükelçiliği özellikle dikkat çekici çünkü ABD–Britanya
ilişkilerinin yeniden tanımlandığı bir dönemde görev yaptı. Bu, Britanya’nın
dünya gücü olarak konumunu korumaya çalıştığı kritik bir evreydi.
“Diğer devletlerin aralarından “üstün güç” için çabalayan ve
bunu elde etmekte olan birine cevabı, onu dengelemeye çalışmak olduğu için
böyledir. Hegemonya, dengeye yol açar”.
Bu sistemin sona ermesiyle birlikte dünya çok kutuplu bir
yapıya evrildi. ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı kısa bir dönem yaşansa da
günümüzde Çin, Rusya, AB gibi aktörlerle daha karmaşık bir küresel yapı söz
konusu.
İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle sistem içerinde
güç projeksiyonu yeniden inşa edilmiş, Sovyetler Birliği karşısında Amerika
Birleşik Devletleri (ABD) üstünlük elde etmiş ve yenidünya düzeninin temelleri
yeniden atılmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde güvenlik tehditlerinin değişime
uğramasıyla küresel güvenlik politikaları büyük bir değişim içerisine
girmiştir. İki kutuplu yapısal düzen içerisinde inşa edilen ortak güvenlik
tehditleri yerini çok kutuplu yapısal düzene bırakmıştır.
bir sisteme mi evirilecekti? Dünya bu soruları tartışırken
bilim insanı tarafından 1989’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgaline bir
dönüm noktası olarak işaret edildi.
En önemli tartışma ise artık “bizleri nasıl bir sistem
bekliyor?” sorusuna cevap aranmaya başlandı. Yeni oluşacak sistemin hangi yöne
evirileceği konuşuluyordu. Akademik ve siyaset alanında beklentiler iki ayrı
görüşse ayrılmıştı.
Immanuel Kant ‘Soğuk Savaş’ dönemindeki “ikili kutuplu
dünya sistemi” nin yıkılışına doğrudan bir görüş belirtmişti. Ancak Kant’ın
felsefesi, özellikle ‘uluslararası barış, evrensel hukuk ve ahlaki düzen’
konularındaki düşünceleriyle bu tür dönüşümlere ışık tutan bir entelektüel
temel oluşturmuştu. Kant’ın 1795 tarihli “Ebedi Barış Üzerine Felsefi
Tasarı” (Zum ewigen Frieden) adlı eseri, bu eser hem siyaset felsefesi hem
de uluslararası ilişkiler açısından oldukça etkili olmuş aynı zamanda Modern
uluslararası ilişkiler teorisinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir.
Uygur Araştırma Enstitüsünün web sitesinde 9 Ekim 2025
tarihli “Çok Kutuplaşmanın Kırılgan Senfonisi: Bir Çağa Derin Bakış” çalışmalarında:
“Münih Güvenlik Konferansı’nın 2025 yılı raporu, “Çok Kutuplaşma”
-Multipolarization- kavramını ortaya atarak, yalnızca akademik bir terim
önermekle kalmamakta, aynı zamanda çağımızın ruhunu yakalayan temel bir
teşhiste bulunmaktadır. Bu kavram -multipolarization-, dünyanın Soğuk
Savaş’ın katı iki kutupluluğundan veya 90’ların geçici tek kutupluluğundan
sonra basitçe “çok kutuplu” bir denge durumuna ulaştığını iddia etmez. Aksine,
“-ization -eylem, süreç, durum, sonuç anlamı veren son ek-” ekiyle vurgulandığı
üzere, bu durumun tamamlanmış bir yapı değil, devam eden, kaotik ve son derece
istikrarsız bir “süreç” olduğunun altını çizer. Raporun temel tezi, küresel
gücün daha fazla sayıda aktöre dağılması (çok kutupluluk) ile bu aktörlerin
kendi içlerinde ve aralarında yaşadığı ideolojik, kimliksel ve siyasi
yarılmaların (polarizasyon) tehlikeli bir birleşimidir. Bu iki dinamik,
birbirinden beslenerek uluslararası sistemi iş birliğine kapalı, rekabete ve
çatışmaya ise sonuna kadar açık hale getiren zehirli bir kokteyl yaratmaktadır.
Bu, sadece Amerikan hegemonyasının sona erdiği değil, aynı zamanda onun yerini
dolduracak ortak bir normatif çerçevenin de bulunmadığı, tehlikeli bir “kural
boşluğu” dönemidir.
Uluslararası sistemdeki mevcut fay hatları, artık sadece
materyalist bir güç mücadelesinin ürünü değildir; bu, temelinde bir “düzenler
savaşıdır.” Mesele, kimin daha fazla tanka veya daha büyük bir ekonomiye sahip
olduğundan çok, bu gücün hangi felsefe, hangi meşruiyet kaynağı ve hangi
gelecek vizyonu adına kullanıldığıdır. Farklı güç merkezleri, sadece kendi
çıkarlarını maksimize etmeye çalışmakla kalmamakta, aynı zamanda
liberal-demokratik düzene karşı kendi alternatif ontolojilerini, yani kendi
“varoluş biçimlerini” dayatmaktadır”. [08]
Bunun yeni ve/veya “iyi bir değişim” gibi algısı yaratmasını
sağlandığı, aynı kuralları kabul ettiği bir satranç oyunundan ziyade,
oyuncuların tahtayı kendi kurallarına göre yeniden çizmeye çalıştığı, en temel
kavramlar üzerinde dahi uzlaşının olmadığı varoluşsal bir mücadele saymalarını
ve bunun diplomasiyi imkânsıza yakın hale getirirken, yanlış anlamalara ve
tırmanma riskini geometrik olarak artırabilecek yapıya dönüştüğü kaçınılmaz
olmaktadır.
Soçi'de düzenlenen 22. Uluslararası Valday Tartışma Kulübü
toplantısında, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, şekillendirilmeye çalışılan
“çok kutuplu dünya düzenine”, ABD ve Avrupa ile ilişkilere ve modern
savaşların doğasına ilişkin kapsamlı değerlendirmelerde bulunurken, çok kutuplu
dünyanın altı dayanağı olduğunu söyledi.
Putin, ABD ile ilişkileri yeniden kurma arzusunu dile
getirirken, Washington'u Ukrayna'ya Tomahawk füzeleri göndermemesi konusunda
uyardı. “Vedomosti gazetesinin aktardığına göre Putin, mevcut çok
kutupluluğun devletlerin hareket ettiği çerçeveyi belirlediğini belirterek, bu
yeni düzenin altı temel özelliğini sıraladı.
1) Uluslararası ilişkilerde her şeyin "her katılımcının
eylemlerinin ne kadar ölçülü, dengeli ve düşünülmüş olmasına" bağlı olduğu
daha açık bir dış politika alanı.
2) Değişimlere hazırlanmanın zor ve öngörülemez olduğu, bu
nedenle gerçek zamanlı yanıt vermeyi gerektiren dinamik bir yapı.
3) Bölgesel ve küresel süreçlere etki etmek isteyen daha
fazla siyasi ve ekonomik aktöre fırsat tanıyan "çok daha demokratik"
bir alan.
4) Farklı ülkelerin özellikleri dikkate alınarak ortak
çıkarların bulunması gerekliliği; çünkü hiç kimse "tek bir tarafın
belirlediği kurallarla" oynamaya hazır değil.
5) Her türlü çözümün ancak tüm ilgili tarafların veya büyük
çoğunluğunun tatmin olacağı anlaşmalar temelinde mümkün olması.
6) İmkânlar ve tehlikelerin birbirinden ayrılmaz olduğu bir
yapı.
Diğer yandan Putin, "Özgürlük alanının genişlemesi
herkes için bir nimet, ancak bu koşullarda sağlam bir denge bulmanın çok daha
zor olması büyük bir risk teşkil ediyor." [09] Dedi.
Hegemon Devlet
Uluslararası ekonomi, finansal düzenlemeler, siber güvenlik
ve teknoloji stratejileri üzerine yoğunlaşmış bir profesyonel, hem kamu
sektöründe (ABD Hazine Bakanlığı), hem özel sektörde (AWS, BCG, Sphinx Vetting)
hem de düşünce kuruluşlarında (Carnegie Endowment) görev alarak politikadan
teknolojiye uzanan disiplinlerarası bir uzmanlık geliştir olan Rahul Prabhakar,
8 Ocak 2010 tarihli, E- International Relations- web sitesinde “Hegemonik
İstikrar Teorisi ve 20. Yüzyıl Uluslararası Ekonomisi” yazısında: “Bir
hegemon, uluslararası sistemdeki tartışmasız en güçlü devlettir ve "kritik
hammaddelere erişime sahip olmalı, büyük sermaye kaynaklarını kontrol etmeli,
ithalat için geniş bir pazar bulundurmalı ve nispeten yüksek ücretler ve kârlar
getiren yüksek katma değerli mallarda karşılaştırmalı üstünlüklere sahip
olmalıdır." [10] Tanımını yapmış.
“Hegemonya insanlık kadar eskidir. Ama Amerika’nın var olan
küresel üstünlüğü, ortaya çıkışının hızlılığı, dünya çapındaki faaliyet alanı
ve uygulanış biçimiyle diğerlerinden ayrılır. Tek bir yüzyıl içerisinde Amerika
kendini, Batı Yarıküre’ de oldukça soyutlanmış bir ülkeden dünya çapında örneği
görülmemiş bir erişim ve kontrol gücüne sahip bir ülkeye dönüştürmüş ve aynı
zamanda uluslararası dinamikle dönüştürülmüştür.
Amerika Birleşik Devleti’nin “Küresel Üstünlüğe Giden Kısa
Yol” erişmesi, 1898’deki İspanya-Amerika Savaşı Amerika’nın ilk denizaşırı
fetih savaşıydı. Amerikan gücünü Pasifik’in ilerisine, Hawaii’den öteye,
Filipinler’e kadar taşıdı. Yüzyıl dönümünde, Amerikan strateji uzmanları her
iki okyanusta da etkin donanma üstünlüğü için doktrin geliştirmekle
uğraşıyorlardı ve Amerikan donanması çoktan İngiltere’nin “dalgalara
hükmettiği” fikrine meydan okumaya başlamıştı. Amerika’nın, Monroe Doktrini ile
yüzyılın başında açıkça ilan edilmiş olan ve sonra da Amerika’nın ileri sürdüğü
“kader bildirgesi (manifest destiny)” ile haklılığı savunulan Batı Yarıkürenin
güvenliğinin tek koruyucusu olarak özel statü talepleri hem Atlantik hem
Pasifik Okyanusu’nda donanma hâkimiyetini kolaylaştıran Panama Kanalı’nın
yapımı ile daha da artmıştı”. [11]
“Monroe Doktrini”, (2 Aralık 1823), temel taşı (Güven,
ilişkilerinin temel taşıdır) ABD dış politikası Başkan tarafından
açıklandı. James Monroe, Kongre'ye verdiği yıllık mesajında, Eski Dünya
ile Yeni Dünya'nın farklı sistemlere sahip olduğunu ve ayrı alanlar olarak
kalması gerektiğini belirterek dört temel noktaya değindi: -Amerika
Birleşik Devletleri, Avrupa güçlerinin iç işlerine veya aralarındaki savaşlara
karışmayacaktı; -Amerika Birleşik Devletleri, Batı Yarımküre’ deki mevcut
kolonileri ve bağımlılıkları tanıdı ve bunlara müdahale etmeyecekti; Batı Yarımküre,
gelecekteki sömürgeleştirmelere kapalıydı; ve bir Avrupa gücünün Batı yarımküre’
deki herhangi bir ulusu baskı altına alma veya kontrol etme girişimi, Amerika
Birleşik Devletleri'ne karşı düşmanca bir eylem olarak görülecekti: Doktrinin
fikir babası ve metnin asıl yazarı, dönemin Dışişleri Bakanı John Quincy Adams
idi.
James Monroe, 28 Nisan 1758, Westmoreland ilçesi, Virginia, ABD doğumlu, 4 Temmuz 1831, New York City, New York, ABD öldü (İroni biçimde ABD’nin Bağımsızlık Günü’nde) Avrupa ülkelerine Batı Yarımküre’ ye müdahale etmemeleri konusunda bir uyarı olan Monroe Doktrininden ABD dış politikasına önemli bir katkı sağlayan Amerika Birleşik Devletleri'nin beşinci başkanıydı (1817-25). Onun yönetim dönemine “İyi Duygular Çağı”* adı verildi.
|
*İyi Duygular Çağı: ilk olarak 12 Temmuz
1817'de Boston Columbian Centinel tarafından tanımlandığı şekliyle,
1815'ten 1825'e kadar Amerika Birleşik Devletleri’nin ulusal ruh hali.
"Dönem" genellikle Başkan James Monroe'nun iki dönemiyle
(1817-25) aynı zamana denk kabul edilse de aslında 1815'te, Napolyon
Savaşları'nın sona ermesi sayesinde ilk kez Amerikan vatandaşlarının
Avrupa'nın siyasi ve askeri meselelerine daha az ilgi göstermeyi göze
alabildikleri zaman başladı. |
ABD tarafından, Doktrin hiçbir zaman resmen terk edilmedi.
20. yüzyıl ortasında özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyet etkisine karşı
yeniden gündeme geldi. 2000’lerden itibaren ABD yetkilileri doktrini “artık
geçerli değil” şeklinde yorumladı. Örneğin 2013’te ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry, “Monroe Doktrini sona ermiştir” dedi. Yani resmi olarak terk edilmese de
pratikte etkisini yitirdi.
Monroe Doktrini 21. yüzyılda yeni düzene faydası var mı?
Günümüzde doğrudan uygulanmıyor, fakat ilkeleri hâlâ
tartışılıyor. Çin ve Rusya’nın Latin Amerika’daki etkisi arttıkça, bazı
analistler “21. yüzyıl için yeni bir Monroe Doktrini” gerektiğini savunuyor.
Modern yorumlarda, doktrin artık sadece Avrupa’ya değil, küresel güçlere karşı
ABD’nin bölgesel çıkarlarını koruma aracı olarak görülüyor. Dolayısıyla
doğrudan geçerli olmasa da mirası ABD dış politikasında hâlâ hissedilir
emareler görünmektedir.
Merve Güllü Göktaş12 Aralık 2023 tarihinde Dakdilo1984 web sitesindeki ‘Soğuk Savaş Sonrası
Yeni Dünya Düzeni’ yazısın da “ikili kutuplu sistemin yıkılışından sonra
ortaya çıkan çok kutuplu ve iş birliğine dayalı dünya düzeni için ilham verici
bir çerçeve sunar.
İkinci taraf Fukuyama’nın yayınladığı “Tarihin Sonu” tezini
ve Huntington’ un yayınladığı “Medeniyetler Çatışması” tezini
destekliyordu. Huntington’a göre ise savaşlar devam etmesi kaçınılmazdır. Ama
yeni savaşların, Soğuk Savaş’ın temsil ettiği düşünceler/fikirler üzerine
değil, farklı medeniyetler arasında olacağını belirtiyordu. (İslam
Medeniyeti ile Batı Medeniyetinin karşı karşıya gelmesi, vb.)” [12]
Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Dağarcık Türkiye Önce Türkiye
Web sitesinde 01/03/2023 tarihinde yazdığı “Çok Kutuplu
Dünya Düzenine Doğru Yeni Dönemeç” yazısında “6 Şubat 2023 Büyük
Anadolu Depreminin Avrasya’daki jeolojik plakaları harekete geçirdiği bir
dönemde ABD, Çin ve Rusya arasında jeopolitik fay hatları da Ukrayna savaşının
birinci yıldönümünde harekete geçti. Jeolojik yıkım Anadolu’da on binlerce can
kaybına neden olurken, Ukrayna Savaşı üzerinden hareketlenen fay hatları,
önümüzdeki zaman diliminde son bir yılın can kayıplarına çok daha fazlasını
ekleyecek potansiyele sahip.
Savaşın birinci yıldönümünün yaşandığı haftada, sırasıyla BM
Güvenlik Konseyi’nin Rusya’nın talebi üzerine Kuzey Akım doğal gaz boru
hatlarına 2022 Eylül ayı sonunda yapılan sabotajın araştırılmasını gündemine
alması; Biden’ın sürpriz Kiev ziyareti; Putin’in ulusa sesleniş
konuşması ve aynı akşam Biden’ın Varşova’dan bu konuşmaya cevap vermesi ve
Çin Dışişleri Merkez Komisyonu Direktörü Wang’in Moskova
ziyareti ve ardından Çin’in Ukrayna Savaşına dair 12 Maddelik Barış Planı önerisi,
şüphesiz dünyanın yeni jeopolitik fay kırılmaları dönemine girdiğinin somut
olgularıdır”. [13]
Amerika Birleşik Devletleri’nin politik, ekonomik, kültürel
vizyonunun dayatması sonucu küresel düzenin üzerindeki baskısı ile ABD’nin
liberalizminin ve emperyalizminin baskıcı ve sömürücü anlayışını sürdürebilmesi
için silah gücünün yansıtılması denemelerini yapmakta olduğunu görmekteyiz. Bu
davranışını bu düzen anlayışı ile demokratik olduğuna inansa da demokrasinin
böyle olduğunun kabullenmesi oldukça zorlama olur. ABD’nin 1788 yılında kabul
edilen Amerikan anayasası hükûmetlerin seçimlerle kurulmasını ve insan hak ve
özgürlüklerinin korunmasını sağlıyordu. Şimdi ABD 1788 yılında ki “hukuk ve
adaletin” ne işlevi olduğunu inkâr mı edecek! ABD’nin iradesine, teknolojik
tekeline, dolarla tesis edilen ticari sömürü düzenine karşı
çıkanlar, “kural temelli dünyaya karşı çıkan” otokratik, demokrasiden
nasibini alamamış, geri kalmış ya da haydut rejimler olarak damgalanıyor. Kısaca
son davranışlarından anlaşılan “ya biat edersin ya da düşmanım olursun”
demektedir.
Çok kutupluluk baskısı giderek artıyor gibi görünüyor. 2025
Münih Güvenlik Raporu’na göre dünya, ABD liderliğindeki tek kutuplu düzenden
uzaklaşarak daha karmaşık ve çok aktörlü bir sisteme doğru evriliyor. Dünyanın
giderek daha “çok kutuplu” hale geldiği dış politika tartışmalarının bir
parçası haline geldi.
Güç Dağılımı Yayılıyor. Artık sadece ABD ve Çin değil; Avrupa Birliği,
Hindistan, Rusya, Japonya, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler de küresel
meselelerde daha fazla söz sahibi olmaya başladığı görmekteyiz.
İdeolojik Bölünmeler Derinleşiyor. Liberal değerlerin küresel sistemdeki
etkisi azalırken, milliyetçi popülizm birçok ülkede yükseliyor. Bu da
uluslararası iş birliğini zorlaştırıyor.
ABD’nin Rolü Tartışmalı. ABD’nin küresel liderlikten çekilme eğilimi, özellikle Trump’ın ikinci
başkanlık döneminde, çok kutupluluğu hızlandırabilir ve Avrupa’daki ittifakları
zorlayabilir.
Çin’in Yükselişi.
Çin, çok kutuplu düzenin en güçlü savunucularından biri olarak görülüyor.
Askeri gücü ve küresel ittifak stratejileriyle Batı’ya karşı alternatif bir
düzen kurma çabasında.
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV)
araştırmacı Ece Berfin Ergezer, Münih Güvenlik Raporu 2025: “Çok Kutupluluk”
yazısında “Münih güvenlik raporu 2025: “çok kutupluluk” Raporunda
ülkelerin neleri temsil ettiklerini anlatmakta. “Çin ise çok kutupluluğun en
güçlü savunucularından biri olarak kendini "Küresel Güney’in
temsilcisi" olarak konumlandırıyor. Ancak Batı, Çin’in bu söylemini ABD
ile büyük güç rekabetini sürdürmek için bir strateji olarak görüyor.
AB için çok kutupluluk bir meydan okuma. Rusya’nın Ukrayna’yı
işgali ve Avrupa’da yükselen popülist hareketler, AB’nin küresel rolünü tehdit
ediyor. Bir yandan Trump’ın yeniden seçilmesi, Avrupa’nın daha bağımsız bir
küresel aktör olması gerektiği yönündeki tartışmaları alevlendirirken diğer
yandan kıta içindeki bölünmeleri derinleştirerek AB’nin krizlerle başa çıkma
kapasitesini zayıflatabilir.
Rusya ise mevcut uluslararası düzeni değiştirmek için en
fazla çaba harcayan ülkelerden biri.
Hindistan ise çok kutupluluğu, küresel sahnede daha fazla söz
sahibi olmanın bir yolu olarak görüyor.
Japonya, mevcut küresel düzenin değişiminden en çok rahatsız
olan ülkelerden biri.
ABD’nin liderliğinde şekillenen liberal uluslararası sistemin
güçlü savunucularından olan Tokyo, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir sistemin
ortaya çıkışına şüpheyle bakıyor.
Brezilya, çok kutupluluğu Küresel Güney ülkelerine daha fazla söz hakkı tanıyacak bir fırsat olarak görmekte.
Geçtiğimiz yıl G20 başkanlığında küresel yönetişim reformunu
ana gündemine taşıdı ve iklim, gıda ve enerji güvenliği gibi konulara ağırlık
verdi. Güney Afrika da çok kutupluluğu Batı’nın çifte standartlarına karşı bir
eleştiri fırsatı olarak görüyor
Çok kutupluluğa dair vizyonlar da kutuplaşmış durumda. Yeni
düzenin nasıl şekilleneceği, büyük güçlerin iş birliği yapıp yapamayacağına
bağlı olacak. 2025 yılı, şimdiden dünyanın daha fazla mı bölüneceğini yoksa iş
birliğine mi yöneleceğini belirleyecek kritik bir yıl olacak gibi görünüyor”. [15]
Tübitak Bilim ve Toplum Başkanlığı Popüler Bilim Yayınları
dergisinde Fuat Keyman’ın “Güç Dengesi ve Kutupluluk” yazısında, “Güçler
dengesi statik ve dinamik, yerel, bölgesel ve küresel, katı ve esnek olmak
üzere farklı kategorilere ayrılır. Kavramın gelişimi 17. yüzyılda Avrupa’da
gerçekleştiğini anlatmaktadır”. [16] 1648'teki Vestfalya Barışı, güç
dengesi ilkesinin devletler arası ilişkilerde yönlendirici bir rol üstlenmeye
başladığı tarih olarak kabul edilir.
21. yy. içinde olduğumuz zaman aralığında "Çok
Kutupluluğun" şekillendirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu durum
anlaşılamaz bir karmaşanın içinde. Günümüzün uluslararası sistemi ‘Tek
Kutupluluk’, ‘İki Kutupluluk’, ‘Çok Kutupluluk’ ve ‘Kutupsuzluk’ öğelerini barındırmaktadır.
Bu gelişmeler, küresel düzenin daha karmaşık ve öngörülemez
hale geldiğini gösteriyor. Daha fazla aktör devletlerin sahneye çıkması hem
fırsatlar hem de çatışma olasılığını yaratıyor. Uluslararası ilişkilerde
esneklik ve stratejik dengeyi kurmak daha zor ama aynı zamanda daha karmaşık ve
kritik hale gelmeye başladı.
Uluslararası ilişkilerde kutupluluk, uluslararası
sistem içinde gücün/güçlerin dağılımın çeşitli yollardan
herhangi birisidir. Uluslararası sistemin belirli bir dönemdeki siyasi,
ekonomik, teknolojik ve askeri dengesinin doğasını tanımlamaktadır. Genellikle
üç tür sistem şeklinde ayırt edilir: “tek kutupluluk”, “iki
kutupluluk” ve üç veya daha fazla güç merkezi için “çok
kutupluluk”. Sistem türü, tamamen bir bölgedeki veya
dünya genelindeki devletlerin güç ve etki dağılımına ile
ilişkilendiril.
Çok kutupluluk ne anlama gelir? Çok kutupluluk ikiden fazla
devletin eşit askeri, ekonomik ve kültürel etkiye sahip olduğu güçler
dağılımını ifade eder. Soğuk Savaş sonrası gelişen uluslararası sistem çok
kutuplu sisteme örnektir.
2013 yılından beri İtalya, Floransa'daki Avrupa Üniversitesi
Enstitüsü bünyesindeki Robert Schuman İleri Araştırmalar Merkezi'nde Küresel
Ekonomi Profesörü ve Direktörü Bernard Hoekman’ın “çok kutuplu bir
dünya ekonomisinde çok taraflı ticaret iş birliğinin sürdürülmesi” konusuna
yaklaşımı, küresel ticaretin dönüşen doğasına karşılık gelen oldukça stratejik
bir perspektif sunuyor.
Bu konu, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda jeopolitik,
teknolojik ve yönetiş imsel boyutlarıyla da ele alınması gereken bir mesele.
Çok Kutupluluk ve Ticaretin Yeni Dinamikleri
- “Friend-shoring” -Dost veya müttefik ülkeden tedarik anlamına gelen bu
yeni yaklaşım, önemli riskler kadar büyük fırsatlar da barındırıyor-, “nearshoring”-yakın
çevre ile iş ilişkisinde bulunma- ve “stratejik kopuş” gibi kavramlar,
ülkelerin ticaret partnerlerini artık ideolojik ve güvenlik temelli seçtiğini
ortaya koyuyor.
Çok Taraflılık ve Dünya Ticaret Örgütü’nün Krizi
-Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ),
geleneksel çok taraflı ticaret sisteminin simgesiydi. Ancak son yıllarda
işlevselliğini yitirmesi, bölgesel blokların (*CPTPP, *RCEP, *AfCFTA) yükselişine zemin hazırladı.
*Trans-Pasifik
Ortaklığı için Kapsamlı ve Aşamalı Anlaşma (Comprehensive and Progressive
Agreement for Trans-Pacific-CPTPP)
*Bölgesel Kapsamlı
Ekonomik Ortaklık (Regional Comprehensive Economic Partnership-RCEP)
*Afrika Kıtasal Serbest
Ticaret Bölgesi (African Continental Free Trade Area-AfCFTA)
- Bernard
Hoekman, bu noktada çok taraflılığın yeniden yapılandırılması gerektiğini
savunuyor. Hoekman, özellikle Onun önerileri, klasik Dünya Ticaret Örgütü (WTO)
paradigmasının ötesine geçerek daha esnek, kapsayıcı ve dijitalleşmeye uyumlu
bir küresel yönetişim modeline işaret eder. Küresel ticaret sisteminin mevcut
yapısal sınırlarını eleştiren ve çok taraflılığın günümüz koşullarına göre
yeniden tasarlanması gerektiğini savunan önemli bir akademisyendir.
Bernard Hoekman’ın Kavramsal Katkısı
-Ticaretin yalnızca ekonomik değil, kamu
alımları, dijital hizmetler, sürdürülebilir kalkınma gibi alanlarla iç içe
geçtiğini vurguluyor.
-Gelişmekte olan ülkelerin küresel ticarette daha adil bir
şekilde yer alabilmesi için ticaret maliyetlerinin azaltılması, teknoloji
transferi ve kapasite geliştirme gibi çok taraflı politikaların önemini öne
çıkarıyor.
Çok kutupluluk terimi, Soğuk Savaş'tan sonra Çin ve Rusya
Federasyonu arasında yakın ilişkilerin gelişmesini tanımlamak için kullanılmış
ve bu, uluslararası sistemdeki Amerikan liderliğini bozmak için ortak bir
hedeften ortaya çıkmıştır. Uluslararası güvenlik ve savunma politikası uzmanı
Edina Julianna Haiszky'ye göre, çok kutuplu bir uluslararası sistem yaratmak
için Rus-Çin ittifakı, ulus devletler yerine bağımsız medeniyetler olarak
kendilerini algılamalarından kaynaklanmaktadır ve bu da uluslararası sistemin
aktif şekillendiricileri olarak hareket etme yönündeki siyasi arzuyu
tetiklemektedir.
“Uluslararası iktisadi sistemin yapısı ve işleyişi büyük
ölçüde uluslararası siyasal sistemin yapısı ve işleyişi tarafından belirlenir.
Modern tarih boyunca, değişim ve tüketim stratejik ve diplomatik faktörler
tarafından etkilenmiştir” [17].
Amerika Birleşik Devleti’ni 21.yy. ilk Çeyreğinde, tek süper
güç olarak kabullenmesi ile ona “sistemsel düzenleyici” -bir sistemin iç
dinamiklerini kontrol eden, yönlendiren veya optimize eden unsur bir kişi,
kurum, algoritma, yasa, norm ya da teknik araç olabilir- denilmesi, söylem ve
politikaların geçerliliği konusunda ciddi birtakım şüpheler bulunmakta
olduğundan, herkesin ortak görüşünün olduğu gerçeğini inkâr edemeyiz.
Donald Trump’ın dünyanın çeşitli bölgelerinde giriştiği popülist
anlayış ile düzenleyici tedbirlerin başarısız olmasına paralel olarak, başta
Çin ve Rusya olmak üzere çok sayıda ülkenin ciddi bir ekonomik/teknolojik
gelişim göstermesi ve bu gelişimin onların diplomatik kapasitelerine de
yansıması, ABD’nin sistemsel etkinliğini sınırlamış olduğu görüldü.
Kenneth Neal Waltz ve George H. Quester yazdıkları “Uluslararası
İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi” kitabın, aslında Handbook of
Political Science -Siyaset Bilimi El Kitabı- adlı sekiz ciltlik eserin
uluslararası ilişkiler konusuna ayrılmış bölümlerinin Türkçeye çevrilmiş bir
derlemesidir. Kitap, uluslararası ilişkiler disiplininin temel kuramsal
yaklaşımlarını ve dünya siyasal sisteminin yapısal dinamiklerini açıklamayı amaçlar.
Kısaca: Sistemsel düzenleyici ile uluslararası sistemin yapısının;
dijital çağda algoritmaların küresel düzenleyici rolünü, kolektif
güvenliğini, güç dengesi ve ittifakların; kolektif bilinçle inşa edilen
alternatif güvenlik modellerini, anarşiyle, merkezi otorite eksikliğini;
dijitalleşme sonrası merkeziyet siz yönetişim modelleri ve yapısal realizm
anlayışı ile sistem belirleyicidir; bu da teknolojik altyapının toplumsal
davranışları şekillendirmesi oluşturduğunu böylece: “ABD ve SSCB yılgı
-fobi- dengesini kurduktan sonra, İngiltere (1952), Fransa (1960), Çin (1964)
ve Hindistan (1974) nükleer silahları elde ettiler. Bu nükleer yayılma
karşısında hiçbir şey yapılamaz mı? Ve bu yayılma devam edip gidecek mi?
Fransa, Çin ve İngiltere'nin göreli (izafi) güçlerini
değerlendirdiğimizde görüyoruz ki, gerçekten "nükleer devletler"
arasına girmekle bu ülkelerin prestijlerinde bir artış meydana gelmiştir.
Nükleer silahlar sayesinde Çin, Sovyetler Birliği'ne karşı stratejik
bağımsızlığını ilan edebilmiştir. Ancak, bu ülkelerin, süper devletlerin
arzularına karşı koyabilme konusunda örneğin Japonya gibi nükleer olmayan bir
devletten daha ileride olduklarını söyleyebilmek güçtür. Nükleer silahları elde
etmek devletlere muhtemelen ellerindekinden daha fazla bir siyasal güç
kazandırmayacaktır. Nükleer yayılma böylece, dünyadaki çok kutuplu güç
dağılımını pek etkilemeyecektir. Belki bunun tek sonucu, iki süper devletin var
olan güç dağılımını nedensel olarak etkileyebilme olanağını azaltmış olacaktır”. [18] Kitapta nükleer gücü elde eden
devletlerin çoğalması, savaşın çıkabilmesi riskini artıracağını belirtmektedir.
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ise 1990'larda ve 2000'lerde
ABD'nin dünyanın tek süper gücü olduğu tek kutuplu bir döneme yol açtı. Bilim
insanları, mevcut uluslararası sistemin nasıl nitelendirileceği konusunda
tartıştılar.
Modern Dünya Sistemi
Modern Dünya Sistemi’ni tanımlamak aynı zamanda tarihsel
kökenleri, kuramsal çerçevesi, eleştirileri ve güncel yansımalarıyla birlikte
kapsamlı bir şekilde incelenmelidir.
Kavramsal ve Tarihsel Çerçeve
Temel Tanım
Modern Dünya Sistemi, 16. yüzyılda Avrupa'da başlamış ve 19.
yüzyılda globalleşerek tüm dünyayı kapsamıştır. Sosyolog Immanuel Wallerstein
tarafından geliştirilen ve kapitalist dünya düzeninin yapısal mantığını ve
dönüşüm dinamiklerini çözümleyen radikal bir kuramsal çerçeveyi, merkez-çevre
ilişkileri üzerinden analiz eden bir yaklaşımdır. Bu sistem, ulus-devletleri
değil, dünya ekonomisini temel analiz birimi olarak alır ve küresel
eşitsizlikleri açıklamaya çalışır.
Tarihsel Arka Plan
Fernand Braudel’ in ekonomi-dünya kavramı: Avrupa merkezli
ekonomik toplulukların tarihsel gelişimini açıklayan bu kavram, Wallerstein’ın
teorisine zemin hazırlar.
16. yüzyıl sonrası kapitalist genişleme: Coğrafi keşifler,
sömürgecilik ve sanayi devrimiyle Avrupa merkezli bir ekonomik sistem oluşur.
1970’ler: Wallerstein, Marksist düşünceden etkilenerek bu
sistemi analiz ederken “teori” değil, “analiz” terimini kullanmayı tercih eder.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Öğretim üyesi
Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerde Yaklaşım, Teori ve Analiz”
makalesinde: “Uluslararası ilişkiler çalışmaları analiz düzeyinden bağımsız
olarak, disiplinin cevap bulmaya çalıştığı soruların çeşitliliğinden
kaynaklanan birtakım sorunlarla da uğraşmak durumundadır. Savaşlar neden çıkar?
Ya da bir dünya hükümetinin olmaması mı? Yoksa insanlar genetik olarak
saldırgan mı? Neden milliyetçilik midir? Veya ideoloji mi? Eğer barışa
ulaşılamıyorsa, dengeye nasıl ulaşılabilir? Neden dünyanın çeşitli bölgeleri
arasında bu kadar büyük sosyal ve ekonomik eşitsizlikler var? Bunlar
uluslararası ilişkiler disiplininin cevap bulmaya çalıştığı sorulardan sadece
bir kısmını oluşturuyor”. [19]
Dünya-Sistem Teorisi: Ulus-Devletin Ötesinde Düşünmek. Wallerstein, klasik sosyolojinin
ulus-devlet merkezli analizlerini yetersiz bulduğundan onun yerine:
Dünya-sistem kavramını önerir: Bu, ekonomik ilişkilerin küresel düzeyde
örgütlendiği, sınırları aşan bir yapıdır. Ulus-devletler bu sistemin birer
parçasıdır; bağımsız aktörler değil, sistemin mantığına göre konumlanan
birimlerdir. Bu sistemin temel amacı: sermaye birikimini maksimize etmek.
Bu
yaklaşım, Weberci rasyonaliteyi ve Marksist üretim ilişkilerini sentezleyerek
yepyeni bir analiz düzlemi sunar. Kapitalist dünya sistemi, coğrafi olarak
farklılaşmış üç bölgeye ayrılır. Merkez – Yarı-Periferi – Periferi Üçlemesi
Bu yapı, eşitsiz kalkınmayı
sistematik hale getirir. Yani yoksulluk, sistemin “hatası” değil, tasarımıdır.
Tarihsel Süreç
16. Yüzyıldan Günümüze Wallerstein’e
göre kapitalist dünya sistemi: 16. yüzyılda Avrupa’da doğmuştur (özellikle
Hollanda ve İngiltere’nin yükselişiyle). Sömürgecilik, bu sistemin
genişleme aracıdır. Sanayi devrimi, merkez ülkelerin hegemonik gücünü
pekiştirir. 20. yüzyılda ABD, sistemin liderliği devri başlamıştır.
Bu tarihsel süreç, sistemin evrimsel
değil, yapısal dönüşümlerle ilerlediğini gösterir.
Sistemik Kriz ve Geçiş Dönemi: Wallerstein, kapitalist dünya
sisteminin sonsuza kadar süremeyeceğini savunur. Çevresel krizler, toplumsal
eşitsizlik, meşruiyet kaybı gibi faktörler sistemin sürdürülemez ligini
artırır. Bu kriz, yeni bir dünya-sistemin doğum sancılarını tetikler. Ancak bu
geçiş, belirsizlik ve mücadeleyle dolu olacaktır. Yeni sistemin ne olacağı,
kolektif eylemlere bağlıdır. Bu noktada kolektif bilinç ve alternatif
demokratik modeller üretme hedefinle doğrudan örtüşüyor.
Bilgi Üretiminin Tarihselliği: Wallerstein, sosyal bilimlerin
de bu sistemin bir parçası olduğunu vurgulamaktadır. Bilgi, tarafsız değil,
sistemin ihtiyaçlarına göre şekillenir. Akademik disiplinler, sistemin
ideolojik araçları haline gelebilir. Bu nedenle, disiplinler arası ve eleştirel
bilgi üretimi şarttır. Bu fikir, Brezilyalı eğitimci, filozof ve eleştirel
pedagojinin etkili kuramcılarından, Paulo Freire’nin “bilginin
özgürleştirici potansiyeliyle” de güçlü bir bağ kurar.
Freire’nin en etkili ve radikal eğitim felsefesini ortaya
koyduğu temel metindir. ‘Ezilenlerin
Pedagojisi’ kitapta öne çıkar.
Bankacı Eğitim Modeli Eleştirisi: Geleneksel eğitimde öğretmen bilgiyi
“aktarır”, öğrenci ise “pasif alıcıdır”. Freire, bu modeli “ezberci ve baskıcı”
olarak tanımlar.
Problem Tanımlayıcı Eğitim Modeli: Öğrenciler, kendi yaşam
deneyimlerinden yola çıkarak bilgi üretir. Bu süreçte öğretmen de öğrenen
konumundadır.
Diyalogun Gücü: Bilgi, diyalog yoluyla ortaklaşa inşa edilir.
Bu, bireyin hem kendini hem de dünyayı dönüştürmesini sağlar.
Özgürleşme Pratiği: Eğitim, bireyin toplumsal farkındalık
kazanarak kendi kaderini tayin etme gücünü elde etmesidir. Bilgi, bu sürecin
temel aracıdır.
Freire’ ye göre bilgi, sadece bireysel gelişim değil, aynı
zamanda toplumsal dönüşüm için de bir araçtır.
Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Felsefe
Grubu Eğitimi A.B.D. Yrd. Doç. Dr. Zafer Yılmaz’ın “Paulo Freire’nin
Felsefesinde Özgürleşmenin Aracı Olarak Eğitim” makalesinde, Freire’nin
eğitim anlayışını felsefi bir çerçevede: Ontolojik Temel: İnsan,
“olmakta olan” bir varlıktır. Eğitim, bu oluş sürecini desteklemelidir. Bilgi
ve Eylem İlişkisi: Bilgi, eylemle birleştiğinde özgürleştirici olur. Bilgi
edinmek, dünyayı anlamak ve değiştirmek için bir adımdır. Eleştirel Bilinç
(Conscientização: her tür doğrulmaya özgü idrak tutumunu
derinleştirmekle eş anlamlıdır): Birey, kendi gerçekliğini sorgulamaya
başladığında özgürleşme süreci başlar. Bu bilinç, eğitimle gelişir.
T.C. İstanbul
Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe Anabilim Dalı Yüksek Lisan öğrencisi
Muhammed Bilal Arı, “Eğitim
Felsefesinde Eğitimin
Amacı ve Öğretmenin
Rolü: Freire Çerçevesinde
Özgürlüğün Praksisi
-eylemi, pratiği- ve Bankacı Eğitim
Modelinin
Kritiği” 2021 yılında ki
Yüksek Lisan Tezinde:
“Özgürlüğün Praksisi -eylemi, pratiği- Olarak Eğitim”
Bu tez, Freire’nin
özgürlük kavramını eğitimle nasıl ilişkilendirdiğini derinlemesine analiz
ediyor. Eğitimin Politik Doğası: Eğitim hiçbir zaman nötr değildir ya
baskıcıdır ya da özgürleştiricidir. Öğretmenin Rolü: Öğretmen, bilgiyi dayatan değil,
öğrenme sürecini kolaylaştıran kişidir. Kültürel Eylem: Eğitim, bireyin kültürel kimliğini
keşfetmesini ve bu kimlik üzerinden toplumsal değişime katkı sunmasını sağlar.
“ABD’nin Orta Doğu ve Yakın Asya politikalarının işgal ve
bombalamalarla en ateşli doruğuna ulaştığı zaman diliminde Cumhuriyet kurucusu
kültür ve eğitim politikalarına yönelik eleştiriler de arka arkaya patlak
vermişti. Batılı düşünürler Erik Jan Zürcher’den, Etienne Copeaux’den el ve
esin almış kimi aydın ve edebiyatçılarımız, üniversiteli araştırmacılarımız,
Cumhuriyet’in bir “reddiye” ve “tepeden inmecilik” olduğu görüşünde
birleşiyordu”. [20]
Alper Akçam’ın Anadolu Rönesansı adlı kitabı,
Türkiye’nin kültürel ve toplumsal dönüşümünü tarihsel bir perspektifle ele
alan, oldukça kapsamlı ve eleştirel bir çalışmadır. Kitap, özellikle
Cumhuriyet’in erken dönem kültür ve eğitim politikaları, uluslaşma süreci ve
Köy Enstitüleri’nin rolü gibi başlıklar etrafında şekillendiriyor. Akçam bu
kitabında sadece bir tarihsel inceleme değil; aynı zamanda bir kültürel uyanış
çağrısı ve Anadolu’nun kendi değerleriyle yeniden düşünülmesi gerektiğini savunmaktadır.
Kitabında Köy Enstitüleri’nin Önemi Kitapta sıkça vurgulanan Cilavuz
Köy Enstitüsü, yazarın kişisel geçmişiyle de örtüşen bir simge olarak
sunuluyor. Bu kurumlar, Anadolu’nun kendi iç dinamikleriyle ve eleştirel
düşünceyle gelişebileceğini gösteren bir model olarak ele almaktadır.
Bu da 1923 Cumhuriyet Türkiye’nin neleri başarırken 1950 ve
sonrasında dıştan ve meyilli iç mihrakların zafiyeti ile bu günler kadar “Mülksüzleştirirmiş
Cehalet” ‘e Toplum Mühendisliği ile: Otoriter rejimler
veya çıkar grupları, halkın düşünme biçimini şekillendirmek için eğitim
sistemini, medyayı ve kültürel üretimi kontrol eder. Bu, cehaletin
sürdürülebilir hale gelmesini sağlar. Eğitimde Yüzeysellikle: Eleştirel
düşünme yerine ezberci, sınav odaklı sistemler bireyleri sorgulamaktan
uzaklaştırır. Medya Manipülasyonuyla: Bilgi yerine sansasyonel
içeriklerin yaygınlaştırılması, bireylerin gerçeklikten kopmasına neden olur.
Kültürel Hafızanın Silinmesiyle: Tarihsel ve kolektif hafızanın yok
sayılması, toplumun geçmişle bağını koparır; böylece eleştirel bilinç zayıflar.
Yalanın Normalleşmesiyle: Bilgi kirliliği ve dezenformasyon, cehaleti
sadece yaymakla kalmaz, onu meşrulaştırır. 21. Yüzyılın da Cumhuriyet
Türkiye’si çökertilmek üzere getirilmeye çalışanların uğraşıyla karşı karşıya
kalmaktadır. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi: Geldikleri gibi
giderler çocuk...
Paulo Freire, ‘Ezilenlerin
Pedagojisi’ kitabında conscientizaçao'nun (sosyal siyasi ve ekonomik
çelişkileri kavramak ve gerçekliğin insanları ezen koşullarına karşı harekete
geçmek için gereken öğrenme süreci) rolünü analiz eden eğitim kurslarında,
hem de gerçekten özgürleştirici bir eğitimin fiili deneylerini yürütürken,
kitabın birinci bölümünde tartışılan 'özgürlük Korusu’yla karşılaştım. “Haksızlık
kurbanlarının kendilerini böyle kabul etmemeleri daha iyidir. Bununla birlikte
gerçekte conscientizaçao -her tür doğrulmaya özgü idrak tutumunu
derinleştirmekle eş anlamlıdır-, insanları "yıkıcı fanatizm" e
yöneltmez. Tersine, insanların sorumlu özneler olarak tarihi sürece girmelerini
mümkün kılmak suretiyle conscientizaçao onları kendine güven arayışına sokar ve
böylece de fanatizmi önler”. [21]
Tarihsel Arka Planın Çağlara Göre
Gelişimi
1. 1940’lar – Kuruluş Çağı
Başlangıç Noktası: 1941’deki Atlantik Bildirisi
ve 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler sistemi, Kurallara Dayalı Düzenin
temelini oluşturdu.
Amaç: Devletlerin egemen eşitliği, insan
hakları, hukukun üstünlüğü ve kolektif güvenlik ilkeleriyle savaş sonrası
barışın tesis edilmesi.
Kurucu Aktörler: ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Japonya.
2. Soğuk Savaş Dönemi (1947–1991)
Kurallara Dayalı Düzeni Batı’ya özgü
versiyonu: Bu
dönemde söylem daha çok Batı bloğunda geçerliydi; Sovyetler Birliği ve
müttefikleri bu düzene alternatif bir yapı kurdu.
Kuralların uygulanması: Genellikle
Batı’nın liderliğinde ve kendi çıkarlarına göre şekillendiği için eleştirilere
açıktı.
3. Soğuk Savaş Sonrası – Küreselleşme
Çağı (1991–2010)
Yaygınlaşma: ABD’nin tek kutuplu liderliğiyle Kurallara
Dayalı Düzen -KDD- söylemi küresel düzeyde yaygınlaştı. Kurumsal Güçlenme:
Dünya Ticaret Örgütü, IMF gibi kurumlar aracılığıyla ekonomik liberalizm ve
demokratik normlar yaygınlaştırıldı. Eleştiriler: ABD’nin bazı kuralları ihlal
etmesi, söylemin çifte standart içerdiği yönünde eleştiriler doğurdu.
4. 2010’lar – Kriz ve Gerilim Çağı
Popülizm ve Otoriterlik: Liberal demokrasilere karşı yükselen
popülist ve otoriter hareketler KDD’yi tehdit etmeye başladı. Çok Kutupluluk:
Çin, Rusya gibi aktörlerin yükselişiyle KDD söylemi hegemonik bir araç olarak
sorgulanmaya başlandı.
5. 2020’ler – Söylemin Çöküşü mü?
Covid-19 sonrası kırılma: Pandemiyle birlikte uluslararası iş
birliği zayıfladı, kuralların ihlali arttı. Ukrayna Savaşı ve Gazze Krizi:
Uluslararası hukukun açık ihlalleri, KDD söyleminin etkisizleştiğini gösterdi. Eleştirel
Yaklaşımlar: KDD’nin tanımlı kurallara değil, Batı’nın çıkarlarına dayandığı
yönündeki eleştiriler akademik çevrelerde yaygınlaştı. “Kurallara Dayalı Düzen”
söylemi, çoğu zaman “liberal uluslararası düzen” ile eş anlamlı kullanılsa da
kuralların kim tarafından belirlendiği ve nasıl uygulandığı soruları bu
söylemin meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor. Özellikle “ben yaptım oldu”
yaklaşımı, söylemin emperyalist bir araç olarak algılanmasına neden oluyor. “Kurallara
Dayalı Düzen” İngilizcesiyle “Rules-Based Order” -RBO-, özellikle Batılı
devletlerin küresel sistemdeki normatif iddialarını tanımlamak için tercih
ettikleri bir kavramdır. Bu terim hem teorik hem de politik düzeyde oldukça
tartışmalıdır.
Sedat Ergin, Hürriyet Gazetesindeki
köşesinde 03 Kasım 2023 tarihinde “Kural temelli dünya idealinden kaotik bir
dünyaya doğru mu”? yazında mealen şunları söylemekte: Rusya Ukrayna’yı
işgale giriştiğinde, Batı dünyası bu işgale karşı büyük bir seferberlik
başlatarak, en çok konuştuğu kavramlardan birisi “Kurallara dayalı uluslararası
düzen” diyerek, yapılan bu haksız işgal mealinde ifadelerini ortaya
koymuştur. Bunu sonlandırılması içinde bağsı ekonomik yaptırımların konulmasına
öncülük etmişlerdir”.
Kural temelli uluslararası düzen
nedir? Bu kural nedir? Uygulanabilir mi?
Getirilen argümanın mantığı yeteri
kadar açıktır. Saldırganlık, kural ihlali karşılıksız bırakılır ve mütecaviz
bir bedel ödemezse, bu davranışın yaratacağı benzer bütün uluslararası sistemi,
üzerinde yaşadığımız dünyayı toptan bir kuralsızlığın, kaosun içine
itebilecektir.
Bu nedenle Rusya’ya bu
pervasızlığının yanına kâr kalmadığı gösterilmeliydi ki, hedeflenen kuralların
az çok geçerli olduğu bir dünyada nefes alıp yaşama imkânımız olsun.
Buradaki çatışmanın bir tarafında
kuralsızlığın sembolü olan, otoriter Rusya; karşı tarafında ise kuralları
savunanlar, ABD ve AB’nin başını çektikleri Batı dünyası vardı.
Böyle bir görüntü, ABD ve AB ile Batı
dünyası olarak bilinen ülkelerin, bu anlayışları tüm ülkeler için geçerli
olabilir mi? Gerçekten böyle çoğunlukçu ülkeler birliğinde demokratik
denilebilecek “Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” ni oluşturmak
oldukça zordur.
“Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” (KDD) söylemi, özellikle II. Dünya
Savaşı sonrası dönemde şekillenmiş ve zamanla farklı anlamlar kazanarak
uluslararası ilişkilerde merkezi bir yer edinmiştir. Ancak bu söylemin tarihsel
gelişimi hem içerik hem de aktörler açısından oldukça katmanlıdır.
Bu tartışmaları bitmediği gibi, daha beler olabilir düşüncesi
alternatif uluslararası düzen önerilerinin geliştiği ve konuşulduğu gerçeği
yadsınamaz. “Kurallara Dayalı Uluslararası Düzen” söyleminin hegemonik ve Batı
merkezli doğası, son yıllarda birçok düşünür, akademisyen ve siyasal aktör
tarafından sorgulandığı, bu sorgulamanın, yalnızca eleştiriyle sınırlı
kalmadığı ve aynı zamanda alternatif uluslararası düzen modelleri de olduğunu
öğreniyor
"Tarih özeldir; iktisat genel”. Bu söz, genellikle Charles P.
Kindleberger’e atfedilir. Kindleberger hem bir iktisat tarihçisi hem de
uluslararası ekonomi politik alanında önemli bir düşünürdür. Bu ifade, onun
tarihsel olaylara yaklaşımını ve iktisat biliminin doğasını ayırt eden özlü bir
kavramsal ayrımı içermekte olduğunu düşünmeliyiz. Tarih özeldir: Her
tarihsel olay, kendi bağlamında, özgün koşullar altında gerçekleşir. Aktörleri,
zamanlaması, kültürel ve politik arka planı farklıdır. Bu yüzden genelleme
yapmak oldukça zordur. İktisat genel: İktisat ise evrensel ilkeler ve
modellerle çalışır. Arz-talep, rasyonel seçim, fırsat maliyeti gibi kavramlar,
farklı bağlamlarda benzer biçimde işler.
Bu ayrım, özellikle iktisat tarihi alanında önemlidir.
Kindleberger, tarihsel olayları analiz ederken salt iktisadi modellerin yeterli
olmadığını, olayların özgünlüğünün dikkate alınması gerektiğini savunur.
Charles P. Kindleberger’in Dünya Depresyonda 1929–1939
kitabında bu yaklaşım açıkça görülür: Eseri, yalnızca ekonomik bir kriz
anlatısı değil; aynı zamanda uluslararası sistemin çöküşü ve liderlik
eksikliğinin küresel sonuçları üzerine derin bir analizi ve 1929 Büyük
Buhranının yalnızca ABD merkezli değil, tüm dünyayı etkileyen bir kriz olduğunu
vurgular.
Kindleberger kitabında: 1920’lerin Sonunda ki savaş
sonrası ekonomik dengesizlikler, Almanya’nın savaş tazminatları, Fransa’nın
ekonomik politikaları ve İngiltere’nin altın standardına dönüş çabaları ve 1929
Krizinde, Wall Street çöküşüyle başlayan süreç, hızla küresel bir
depresyona dönüştüğünü, 1930’lar da krizin derinleşmesi, uluslararası
ticaretin daralması, korumacı politikalar, rekabetçi devalüasyonlar ve “komşunu
yoksullaştır” stratejileri ile zorlaşan ekonomik yapının “Çözüm Arayışları”
Keynesyen politikaların yükselişi, Roosevelt’in Yeni Düzen (New Deal) programı, Almanya ve İtalya’daki otoriter
ekonomik modellerin görüntüsündeki dünya da ki karışıklıkların karşısında
düşünebileceği en özgün katkısı, krizin
nedenini sadece ekonomik faktörlere değil, uluslararası sistemde hegemonik bir
liderin yokluğuna bağlamasıdır. 19.Yüzyılda İngiltere, küresel ekonomiyi
dengeleyen bir liderdi. 1929 sonrası ABD bu rolü üstlenmek istememesi ve
İngiltere’nin ise artık eski güce sahip olmaması sonuç koordinasyonsuz
politikalar, ticaret savaşları ve derinleşen bir dünya kriz.
Bu tez, Kindleberger’in “hegemonik istikrar teorisi”
nin temelini oluşturmuş ve daha sonra uluslararası ilişkiler literatüründe
geniş yankı bulmuştur.
Kindleberger, bazı geleneksel görüşleri sorgular. Krizin
yalnızca finansal balonlardan değil, yapısal dengesizliklerden kaynaklandığını
savunmaktadır. Korumacı politikaların krizi daha da derinleştirdiğini
söylemektedir. Almanya’nın deflasyonist politikalarının, Nazi rejiminin
yükselişine zemin hazırladığını ima eder.
“Hegemonik İstikrar Teorisi” (HİT), uluslararası sistemin istikrarını
sağlayan bir lider gücün varlığını zorunlu kılar. Uluslararası sistemin
istikrarı, hegemon bir gücün kamu malları (serbest ticaret, rezerv para, kriz
yönetimi gibi) sağlamasına bağlıdır. İngiltere 19. yy.’da ABD ise II. Dünya
Savaşı sonrası bu rolü üstlenmiştir. Liderlik boşluğu olduğunda sistem, kaotik
hale gelir. Korumacılık, rekabetçi devalüasyon, iş birliği eksikliği.
Sonucun da bilişim sisteminin ilerlemesi ve dünya üzerinde
global şekilde oluşması bunu ekonomik yansıması da AI-ekonomisi bağlamında Yeni
Hegemonyanın oluşmasıdır.
Al-ekonomi: Yapay zekâ, klasik üretim faktörlerini dönüştürerek yepyeni
bir ekonomik paradigma yaratmaktadır. (“Günümüz AI-ekonomisi” ifadesi,
klasik üretim-tüketim döngüsünün yapay zekâ teknolojileriyle yeniden
şekillendiği, veri temelli ve algoritmik karar alma süreçlerinin ekonomik değer
yarattığı yeni bir paradigma anlamına gelir).
Yeni Kamu Malları: Açık veri setleri, etik algoritmalar, dijital altyapı ve
regülasyonlar artık küresel kamu mallarıdır. Bunları kim sağlayacak? ABD mi,
Çin mi, yoksa çok kutuplu bir dijital düzen mi?
Hegemonik Güç Boşluğu: ABD, OpenAI ve Google gibi şirketlerle teknik liderliği
sürdürüyor ama küresel etik ve regülasyon konusunda çekingen. Çin, devlet
güdümlü AI ile farklı bir model sunuyor. AB ise etik ve regülasyon odaklı ama
teknolojik hegemon değil. Sonuç: AI-ekonomisinde hegemonik istikrar
eksikliği yaşanıyor.
Kriz Riski: Veri sömürgeciliği, algoritmik eşitsizlik, dijital işsizlik
gibi sorunlar, hegemonik koordinasyon eksikliği nedeniyle derinleşiyor. Tıpkı
1930’lardaki gibi, rekabetçi teknoloji savaşları ve dijital korumacılık
yükseliyor.
Hegemonik İstikrar Teorisi (HİT), uluslararası ilişkiler ve siyasal
ekonomi alanında oldukça etkili bir yaklaşımdır. Teorinin kökeni 20. yüzyılın
ortalarına dayanır ve birkaç önemli düşünür tarafından geliştirilmiştir.
Hegemonya sadece ekonomik değil, kültürel ve ideolojik bir liderlik biçimi
olarak da okunabileceğini unutmamalıyız.
Teorinin Öncüleri ve Gelişim Süreci
Charles P. Kindleberger: 1973 yılında yayımladığı The World in
Depression -Depresyondaki Dünya-: 1929–1939 adlı eserinde teorinin temelini
attı. Kindleberger, 1929 Büyük Burhan’ının nedenlerinden birinin hegemon bir
liderin yokluğu olduğunu savundu. Ona göre, uluslararası sistemin istikrarı
için güçlü bir devletin liderlik etmesi gerekir.
Robert Keohane: 1980'lerde, özellikle After Hegemony -Hegemonyadan Sonra-
(1984) adlı kitabında teoriyi kavramsallaştırdı. Keohane, hegemonik
istikrarın mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, hegemonun yokluğunda da
uluslararası iş birliğinin sürdürülebileceğini savundu. Bu, teorinin daha
kurumsalcı bir yorumuna kapı araladı.
Robert Gilpin ve Stephen Krasner: Bu iki isim de teorinin gelişiminde
önemli katkılar sundu. Gilpin, hegemonun ekonomik ve askeri gücünü vurgularken;
Krasner, uluslararası rejimlerin hegemonya ile ilişkisini analiz etti.
Teori özellikle Pax Britannica -Pax Romana’dan
esinlenerek Latince’ de “Britanya Barışı” anlamına gelir (19. yüzyılda
İngiltere'nin küresel liderliği) ve Pax Americana -II. Dünya
Savaşı'nın ardından 1945'ten günümüze kadar Batı dünyasında süregelen ve
Birleşik Devletler’ in dünyanın en büyük askeri ve diplomatik gücü olduğu
döneme rastlayan görece barış dönemini tanımlamak için kullanılan terim- (20.
yüzyılda ABD'nin liderliği) dönemleriyle ilişkilendirilir.
Bu dönemlerde hegemon devletin uluslararası düzeni sağladığı
ve kamu mallarını (ticaret düzeni, güvenlik, para sistemi vb.) sunduğu
varsayılır.
Kavramsal Temelde hegemonik istikrar, güçlü bir devletin
uluslararası sistemde düzeni sağladığı, kuralları koyduğu ve diğer devletlerin
bu düzene uyum sağladığı fikrine dayanır.
Hegemonun yokluğu ise kaos, belirsizlik ve iş birliği
eksikliği doğurur. Bu konuların tartışmaları yapısal süreçler sürsün veya
sekteye uğrasa da tartışmaları bitmeyeceği kaçınılmazdır.
Öncelikle senaryolarda büyük devletler olarak önerilen
Rusya, ABD, Çin ve Avrupa Birliği, büyük devlet kavramının tanımına uygun bir
şekilde, “büyük devlet” olarak adlandırılamaz. Çünkü bu devletler, hem
askerî, siyasi ve ekonomik alanlarda yeterli kapasiteye sahip değildir, hem
diğer devletlere kendi iradelerini kabul ettirememektedir, hem de ABD dışındaki
diğer ülkeler uluslararası sistemin yapısına ilişkin kapsamlı dış politika
gütmemektedir. Bu devletlerin Kısa ve orta vadede, kapasite eksikliklerini
gidererek, büyük devlet statüsüne sahip olmaları da mümkün değildir.
Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin yapısına dair
modeller hem teorik yaklaşımlara hem de tarihsel gelişmelere göre
çeşitlenmiştir. Avrupa Birliği, Çin ve Rusya, çok kutuplu bir sistemin
kurulmasını teklif ederken, Amerika Birleşik Devletleri 1990’lardan beri, tek
kutuplu sistemin oluşturulması fikri için mücadelesini sürdürmek.
Askeri İttifak olan “AUKUS” (üç üye ülkenin
isimlerinin kısaltması), 15 Eylül 2021 tarihinde Avusturalya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik
Devletleri tarafından ilan edilen üçlü bir güvenlik paktı antlaşması
yapıldı. Paktla birlikte, ABD ve Birleşik Krallık, Avusturalya’yı destekleyerek
Nükleer enerjili denizaltılar geliştirmesine ve konuşlandırmasına yardım etmeyi
ve Pasifik bölgesinde Batı'nın askeri varlığına katkıda bulunmayı
hedefliyor. Avustralya başbakanı Scott Morrison, İngiltere başbakanı Boris
Johnson ve ABD başkanı Joe Biden'ın ortak açıklamasında başka bir ülkeden
isim geçmemesine rağmen, kimliği belirsiz Beyaz Saray kaynakları, bunun Çin'in Hint-Pasifik bölgesindeki etkisine karşı koymak
için oluşturulduğunu iddia etti. Ancak İngiltere başbakanı Boris Johnson parlamentoya, paktın Çin'e karşı bir
tepki amacıyla oluşturulmadığını söyledi. 17 Eylül 2021'de,
Avustralya'nın Fransa ile olan denizaltı anlaşmasını iptal etmesi
nedeniyle Fransa, Avustralya ve ABD'deki büyükelçilerini geri çağırarak paktın
kurulmasını "arkadan bıçaklama" olarak nitelendirdi.
Anlaşma, yapay zekâ, siber savaş, sualtı yetenekleri ve uzun menzilli saldırı yetenekleri gibi kilit alanları kapsıyor. Ayrıca, nükleer savunma altyapısında (muhtemelen Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık ile sınırlı olan) bir nükleer bileşen de içermektedir. Anlaşma, askeri yeteneklere odaklanacak ve onu Yeni Zelanda ve Kanada'yı da içeren Five Eyes -beş İngilizce konuşan ülke arasında bir istihbarat paylaşım ittifakıdır- istihbarat paylaşım ittifakından ayıracak
Çok kutupluluk baskısı giderek artıyor gibi görünüyor. 2025
Münih Güvenlik Raporu’na göre dünya, ABD liderliğindeki tek kutuplu düzenden
uzaklaşarak daha karmaşık ve çok aktörlü bir sisteme doğru evriliyor
Çok Kutupluluğun Artışına Dair Bulgular baktığımızda şunları
sayabiliriz.
Güç Dağılımı Yayılıyor: Artık sadece ABD ve Çin değil; Avrupa Birliği, Hindistan, Rusya,
Japonya, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkeler de küresel meselelerde daha
fazla söz sahibi oluyor.
İdeolojik Bölünmeler Derinleşiyor: Liberal değerlerin küresel sistemdeki etkisi azalırken, milliyetçi
popülizm birçok ülkede yükseliyor. Bu da uluslararası iş birliğini
zorlaştırıyor.
ABD’nin Rolü Tartışmalı: ABD’nin küresel liderlikten çekilme eğilimi, özellikle Trump’ın ikinci
başkanlık döneminde, çok kutupluluğu hızlandırabilir ve Avrupa’daki ittifakları
zorlayabilir3.
Çin’in Yükselişi: Çin, çok kutuplu düzenin en güçlü savunucularından biri olarak
görülüyor. Askeri gücü ve küresel ittifak stratejileriyle Batı’ya karşı
alternatif bir düzen kurma çabasında.
Anadolu Ajansından Bahattin Gönültaş’ın, 12.Şubat, 2025
tarihli Acil Gündem- Son Dakika Haber Acil Afet Haberleri Sitesin de
“Münih Güvenlik Raporu 2025: Dünyada Çok Kutupluluk Süreci ve Artan Gerilimler”
başlıklı yazısında “Çok kutupluluğun sadece yükselen güçlerin artan
etkisinde değil, aynı zamanda liberal değerlerin hem uluslar içinde hem de
küresel sistem genelinde hakimiyetini kaybetmesiyle ideolojik bölünmelerin
genişlemesinde de kendini gösterdiğinin belirtildiği raporda, “Soğuk Savaş
sonrası tek kutuplu dönemi şekillendiren siyasi ve ekonomik liberalizm artık
şehirdeki tek oyun değil. Pek çok liberal demokraside milliyetçi popülizmin
yükselişinin de gösterdiği gibi, içeriden giderek daha fazla karşı çıkılıyor.”
değerlendirmesinde bulunuldu.
1.
Çok Kutuplu Düzenin Derinleşmesi
-ABD,
Çin, AB, Hindistan ve Rusya gibi güç merkezleri, küresel karar alma
süreçlerinde daha belirleyici hale geliyor.
-Güç
dengesi artık sadece askeri değil; ekonomik,
teknolojik ve kültürel alanlarda da şekilleniyor.
-Küresel rekabet,
hegemonya mücadelesinden çok bölgesel nüfuz alanları üzerinden yürütülüyor.
2.
Teknoloji Temelli Yeni Rekabet Alanları
-Yapay
zekâ, kuantum bilişim, biyoteknoloji gibi alanlar yeni
“jeoteknolojik” rekabet sahaları haline geliyor.
-Siber
güvenlik ve veri egemenliği, devletlerin ulusal güvenlik
stratejilerinin merkezine yerleşiyor.
-Dijital
para birimleri ve blok zincir teknolojileri, küresel finans sistemini dönüştürme
potansiyeline sahip.
3.
Küresel Sorunlara Ortak Çözümler mi, Ayrışma
mı?
-İklim
krizi, pandemi, göç dalgaları gibi sınır tanımayan sorunlar, uluslararası iş
birliğini zorunlu kılıyor.
-Ancak
milliyetçi ve korumacı politikalar, küresel dayanışmayı
zayıflatabilir.
“Koalisyonlar
Dönemi” olarak adlandırılan bu süreçte, sabit bloklar yerine esnek iş
birlikleri öne çıkıyor.
4.
Yeni Normlar ve Değerler Mücadelesi
-Liberal
demokrasi ile otoriter yönetim biçimleri arasında ideolojik rekabet derinleşiyor.
İnsan
hakları, ifade özgürlüğü ve dijital mahremiyet gibi
konular, küresel tartışmaların merkezinde.
-Kültürel
kimlikler ve medeniyet temelli ayrışmalar, Huntington’
un öngördüğü gibi yeni çatışma biçimlerine
yol açabilir.
5.
Olası Senaryolar
Temel Uluslararası Sistem Modelleri baktığımızda takribi altı
çeşit farklı anlayış ile karşılaşırız.
1. Çok Kutuplu Düzen (Multipolarity)
Tanım: Gücün birkaç büyük aktör arasında dağıldığı, tek bir
hegemonun olmadığı bir sistem.
Öncü Aktörler: Çin, Rusya, Hindistan, AB.
Avantajı: Küresel dengeyi artırabilir, hegemonik müdahaleleri
azaltabilir.
Eleştiri: Güç mücadelesi ve bölgesel
çatışmalar artabilir.
2. Küresel Güney Merkezli Düzen
Odak: Afrika, Latin Amerika ve Asya’daki gelişmekte olan
ülkelerin tarihsel dışlanmışlığına karşı bir denge kurma.
Araçlar: BRICS, G77, Güney-Güney iş birliği.
Vizyon: Sömürge sonrası adalet, kaynakların eşit paylaşımı,
kültürel çoğulculuk.
Eleştiri: Kurumsal kapasite ve ortak
vizyon eksikliği.
3. Barışçıl Anarşi ve Ağ Temelli Düzen
Kuramcılar: Hedley Bull, Richard Falk gibi düşünürler.
İddia: Devlet merkezli sistem yerine, ağlar, STK’lar, yerel
topluluklar ve bireylerin daha etkin olduğu bir yapı.
Örnek: Dijital diplomasi, iklim aktivizmi, transnasyonel -ulus-aşırı ya da ulus-devlet
sınırlarını aşan- hareketler.
Eleştiri: Devlet dışı aktörlerin
meşruiyeti ve hesap verebilirliği belirsiz.
4. Normatif (Kural Koyucu) Pluralizm (Çoğulculuk) ve Kültürel
Çoğulculuk
Temel: Evrensel değerler yerine, kültürel bağlamlara göre
şekillenen normlar.
Öneri: Batı dışı felsefelerin (Konfüçyüsçülük, Ubuntu, İslam
düşüncesi) uluslararası düzene katkısı.
Avantaj: Kültürel hegemonya yerine karşılıklı tanıma ve
saygı.
Zorluk: Normların çatışması ve
evrensel insan haklarıyla gerilim.
5. Ekolojik ve Post-Kapitalist Düzen
Odak: Ekolojik sürdürülebilirlik, yerel üretim, kolektif
refah.
Kuramcılar: Vandana Shiva, Jason Hickel, Arturo Escobar.
Araçlar: Degrowth (büyüme karşıtı ekonomi), ekolojik
diplomasi, yerel bilgi sistemleri.
Eleştiri: Küresel rekabet ortamında
uygulanabilirliği sınırlı olabilir.
6. Demokratik Kozmopolitanizm (dünya yurttaşlığı)
Kuramcılar: David Held, Daniele Archibugi.
İddia: Uluslararası kurumların demokratikleştirilmesi,
halkların doğrudan temsili.
Öneri: BM reformu, küresel vatandaşlık, dijital oylama
sistemleri.
Eleştiri: Devlet egemenliğiyle
çelişebilir, teknik altyapı eksikliği.
Aşağıda, uluslararası düzene dair öne çıkan 6 alternatif
modelin avantajları ve dezavantajlarını karşılaştırmalı biçimleri.
Alternatif Uluslararası Düzen Modelleri: Avantaj &
Dezavantaj Tablosu
Yeni Düzenin Kurucuları Kim Olacak?
Soğuk Savaş sonrası dönemde ülkelerin güvenlik tehditlerinin
değişime uğramasıyla, küresel güvenlik politikalarında eski güvenlik kuralları
yerine, çıkarları doğrultusunda ki güvenlik politikalarının değişim içerisine
girmiştir. İki kutuplu yapısal düzen içerisinde inşa edilen ortak güvenlik
tehditleri yerini çok kutuplu yapısal düzene bırakmıştır. Devletlerin
düşmanlarını doğruda tanımlayamadığı, hibrit ve asimetrik güvenlik tehditlerin
ön plana çıktığı yeni bir düzen ortaya çıkmaya başlaması ile kaotik bir düzen
içerisinde farklı güvenlik politikaları üzerinde çalışmaları askeri, ekonomik,
teknolojik ve siber teknoloji -dijital sistemleri koruma, denetleme, analiz
etme ve saldırılara karşı savunma sağlama amacıyla kullanılan teknolojik
araçlar, yazılımlar ve yöntemler- gelişimler üzerinden savaşmalar ortaya çıktı.
Ekonomist Dr. Bekir Tamer Gökakp, Dünya Gazetesi 07 Kasım
2025 “Küresel finansın yeni silahı: Borç tuzağı” başlığıyla yazdığı yazısında
dediği gibi Ülkeleri bekleyen durumlarını anlatmakta. “Bir zamanlar sınırlar,
ordularla genişletilirdi; bugünse borçlarla daraltıldığına şahit oluyoruz.
21. yüzyılın en etkili silahı artık tanklar, füzeler ya da uçaklar değil, “finansal
taahhütler”. Krediler, hibeler, swap anlaşmaları ve fon girişleri; küresel
sistemin yeni diplomatik cephanesini oluşturuyor. Devletler artık askeri
işgal yerine, kredi sözleşmeleriyle nüfuz kuruyor. Bu yeni çağda savaş
meydanları borsalar, cephaneler ise merkez bankalarıdır.
Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimi, yalnızca ticaret yollarını
değil, etki alanlarını da yeniden inşa ediyor. Pekin’in sunduğu krediler, düşük
faiz ve uzun vadeli geri ödeme koşullarıyla cazip görünse de perde arkasında
ciddi bir politik mühendislik yatıyor. Afrika’dan Asya’ya, onlarca ülke bu
krediler sayesinde altyapı projeleri başlattı, limanlar ve otoyollar inşa etti.
Ancak vade geldiğinde tablo değişiyor: borçlar ödenemeyince, teminat gösterilen
stratejik varlıklar Çin’in kontrolüne geçiyor.
Sri Lanka’nın Hambantota Limanı artık bir simge hâline
geldi: ödenemeyen borç karşılığında liman 99 yıllığına Çin’e devredildi.
Benzer örnekler Kenya, Zambiya ve Laos gibi ülkelerde de yaşanıyor. Pekin bu
modeli “kalkınma ortaklığı” olarak tanımlasa da birçok ekonomist bunu “borç
kolonizasyonu” olarak nitelendiriyor. Zira borç, sadece ekonomik değil;
egemenlik alanına nüfuz eden bir araç hâline geliyor.
ABD’nin küresel finans üzerindeki kontrolü, görünmez bir
imparatorluğun dayanağı. Doların rezerv para statüsü, Washington’a ekonomik
olduğu kadar siyasi üstünlük de kazandırıyor. Bugün herhangi bir ülkenin
uluslararası ödeme sisteminden dışlanması, fiilen küresel ticaretten kopması
anlamına geliyor. SWIFT sistemine erişim, artık bir güvenlik meselesi kadar
politik bir baskı aracına dönüşmüş durumda”. [22]
Askeri güçlülük, finansal ve teknolojik açıdan yoksun olan
Ülkelerde çare ararken kendilerince cazip gibi görünen, kendilerince doğru
sandıkları yollarda çarelerini arakken, “kalkınma mı, kelepçe mi” kıskacı içine
çekilmekte olduklarının farkına varamadan, kaosun dişleri arasına düştüklerini,
çok sonra farkına varıyorlar. Artık
tedbire almak için çok geç oluyor. Yaptırımlar, dondurulan varlıklar,
uluslararası banka lisanslarının iptali vs. Bunlar artık diplomatik nota kadar
etkili silahlar. ABD, “finansal ambargo” ‘yu başlatarak, uluslararası
yaptıkları anlaşma gereği verdikleri taahhütlülerin ve/veya söylenenleri yerine
getirmekten başka yapabilecekleri bir yolun yok olduğunu anlıyorlar.
Küresel de hakimiyet mi yoksa Küresel de liderlik mi yerine: Yeni
Dünya Düzeninde değişen dinamikler, küresel sistemin hem yapısal hem de
kültürel temellerini sarsarak çok katmanlı bir dönüşüm yaratıyor. 21.
yüzyılın ekonomik politikan “krediyle kontrol” mantığı üzerine kurgulanıyor.
Faiz oranları, temerrüt riski, SWIFT erişimi, yatırımların önünün açılabilmesi
için kredi notu... Bunların hepsi kıskaca alınan ülkelerin üzerindeki baskıyı
artırarak, gelecekteki kendi ülke çıkarları doğrultusunda istenilenleri
yapmalarını sağlamaktır. Bu dönüşüm, sadece devletler arası ilişkileri değil,
bireylerin yaşam biçimlerini, teknolojik altyapıları ve kolektif bilinç
düzeyini de etkilemektedir.
Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda
gördüğümüz her şeyden daha zor ve güç, daha kurulu/kabul görmüş düzeni bozucu,
ama aynı zamanda tüm dünyanın gözü önünde göstere göstere, daha açık olacağını
söyleyen Immanuel Wallerstein ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu’ kitabında, “Birinci
öncül şu: Bütün sistemler gibi tarihsel sistemler de ölümlüdür. Bir
başlangıçları, uzun bir gelişmeleri ve dengeden uzaklaşıp çatallanma
noktalarına ulaştıkça yaklaştıkları bir sonları vardır. İkinci öncül, bu
çatallanma noktalarında iki şeyin geçerli olduğudur: Küçük girdiler büyük
çıktılar yaratır (oysa sistemin normal gelişme zamanlarında, büyük girdiler
küçük çıktılar yaratır) ve bu tür çatallanmaların sonucu bünyevi olarak
belirsizdir. Üçüncü öncül ise Modern dünya sisteminin, tarihsel bir sistem
olarak ölümcül bir krize girmiş olduğu ve varlığını elli yıl daha sürdürmesinin
pek muhtemel olmadığıdır. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta
ortaya çıkacak sistemin şu an içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa
daha kötü mü olacağını bilmiyoruz, ama geçiş döneminde ortaya sürülen peyler
son derece yüksek, sonuç son derece belirsiz ve küçük girdilerin çıkacak sonucu
etkileme yeteneği son derece büyük olduğu için, geçiş döneminin ağır sorunlarla
dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz”. [23]
Kutuplaşma, yalnızca bir bölünme değil; aynı zamanda bir yön
arayışıdır. Bugünün çatışmaları, yarının uzlaşma zeminini hazırlayabilir. Dünya
düzeni, artık tek merkezli bir yapıdan çok, çoklu aktörlerin ve yerel
kolektiflerin belirleyici olduğu bir ağ sistemine doğru evriliyor. Bu evrim,
sadece politik değil; etik, kültürel ve teknolojik boyutlarıyla da yeni bir
paradigma gerektiriyor. Yazının sonunda, şu soruyla baş başa kalıyoruz: Yeni
düzenin kurucuları kim olacak — eski güçler mi, yoksa yeni kolektif bilinçler
mi?
Yön Arayışında Kolektif Bilinç ve Alternatif Gelecekler
Kutupluluk, bir sonuç değil; bir süreçtir. Bu süreç, kırılma
noktalarında şekillenir ve her kırılma, yeni bir yön arayışını beraberinde
getirir. Bugün karşı karşıya olduğumuz kutuplaşma biçimleri, yalnızca politik
değil; aynı zamanda etik, kültürel ve epistemik düzeyde bir yeniden yapılanmayı
zorunlu kılmaktadır.
Bu yazı, mevcut dünya düzeninin sınırlarını sorgularken,
alternatif geleceklerin mümkünlüğünü de tartışmaya açmaktadır. Yön arayışı,
yalnızca stratejik değil; kolektif bilinçle örülmüş bir etik sorumluluk
çağrısıdır. Yeni dünya düzeni, ancak bu çağrıyı duyanlar tarafından
şekillendirilebilir.
“Sorunlarla dövüşmeyin” diyen, İsmet İnönü’nün özellikle 1960’lı yıllarda
demokrasi ve muhalefet görevine dair yaptığı konuşmalarda sorunlarla kavga
etmek yerine onları çözüm odaklı ele almak gerektiğini vurgulamıştır. Kısaca:
“Sorunlarla dövüşmeyin”. Önce sorunu anlamamız, sonra kendimize sorunu net
bir şekilde tanımlamamız ve ardından çözmemiz gerektiğini bilmeliyiz.
Erdem Şeneroğlu, 19 Kasım 2025
Kaynakça:
[01] Braudel, F.
(1996). Medeniyet ve Kapitalizm, çev. Mustafa Özel, İz, İstanbul.
[02] (a.g.e)
ALGIN, Olcan., (2019), Fernand Braudel ve T 8A.Garih Bilimine Katkıları,
Gelecek Bilim (Bilim İletişim Platformu),
[03] (a.g.e)
Machiavelli, N. (2008). Prens. Can Yayınları.
[04] Çiftçi, K.
(2018). Westphalia-Sistemi” ne Karşı “Millet-Sistemi” Söylemi ve Soğuk Savaş Sonrasında
“Uluslararası Siyaset. Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, 10(19), 685-705.
[05] Kutlu, E.
(2023). Uluslararası ilişkiler disiplininin evrimine genel bir bakış. İzmir
Sosyal Bilimler Dergisi, 5(2), 67-76.
[06] Kenneth
Waltz George H Ouester, K. (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya
Siyasal Sistemi/George H. Ouester, Çeviren: Ersin Onurlandıran.
[07] https://orwell.ru/library/articles/ABomb/english/e_abomb
[08] Uygur
Araştırma Enstitüsünün, (2025) “Çok Kutuplaşmanın Kırılgan Senfonisi: Bir Çağa
Derin Bakış”,
https://uysi.org/tr/2025/10/09/cok-kutuplulasmanin-kirilgan-senfonisi-bir-caga-derin-bakis/
[09] Yakın Doğu
Haber web sitesi, “Putin, çok kutuplu yeni dünya düzeninin altı ilkesini
açıkladı”,
https://ydh.com.tr/d/31326/putin-cok-kutuplu-yeni-dunya-duzeninin-alti-ilkesini-acikladi
[10] https://www.e-ir.info/2010/01/08/hegemonic-stability-theory-and-the-20th-century-international-economy/
[12] GÖKTAŞ., Merve Güllü, (2023) Dakdilo1984
web sitesi
https://daktilo1984.com/yazar/mervegullugoktas/
[13] GÜRDENİZ., Cem. (01.03.2023), “Çok
Kutuplu Dünya Düzenine Doğru Yeni Dönemeç” Dağarcık Türkiye Önce Türkiye, Web
sitesi,
https://dagarcikturkiye.com/2023/03/01/cok-kutuplu-dunya-duzenine-dogru-yeni-donemec-2/
[14] Erdem
Şeneroğlu Blogger, 8 Şub 2023 “Demokrasiye çeyrek kala...”
[15] Ece Berfin
Ergezer, Münih Güvenlik Raporu 2025: “Çok Kutupluluk”
[16] https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/gucler_dengesi_ve_kutupluluk
[17] Duman, M.
(2002). Hegemonya ve Güçler Dengesi Bağlamında Uluslararası Siyaset ve İktisat
İlişkileri. Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (4), 1-16.
[18] Kenneth
Waltz George H Ouester, K. (1982). Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya
Siyasal Sistemi/George H. Ouester, Çeviren: Ersin Onurlandıran.
[19] Aydın, M.
(1996). ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE YAKLAŞIM, TEORİ VE ANALİZ. Ankara Üniversitesi
SBF Dergisi, 51(01).
[20] AKÇAM, A.
(2010). ANADOLU RÖNESANSI’NDA KÖY ENSTİTÜLERİ.
[21] Freire, P.,
Hattatoğlu, D., & Özbek, E. (1991). Ezilenlerin pedagojisi. Ayrıtı
yayınevi.
[22] Gökakp, B.
Tamer, (07 Kasım 2025), Dünya Gazetesi “Küresel finansın yeni silahı: Borç
tuzağı”,
https://www.dunya.com/kose-yazisi/kuresel-finansin-yeni-silahi-borc-tuzagi/801916
[23] Wallerstein,
I. (2000). Bildiğimiz dünyanın sonu: yirmi birinci yüzyıl için sosyal bilim.
Metis Yayınları.